Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

F. Hançer

Ellerinin altında bir sürü kanaldan oluşan bir televizyon ağı var, gazeteleri var, Tsunami kurbanları için konser düzenlemenin ne kadar önemli bir “hayır işi” olduğunu bas bas bağırıyorlar, “piyasa”daki en iyi organizatörleri bir araya getiriyorlar, sektörün en gösterişli eğlence-konser mekanını ayarlayıp toplayabildikleri irili ufaklı bütün yerdenbitme popçu ve arabeskçiyi, vb. listeye alt alta yazıyorlar...
Yok! Olmuyor! Toplam izleyici sayısı, beşyüz bile değil...
Sonra, popçularla olmayınca topçuların aklına bir fikir geliyor. Türkiye’de oynayan bütün yabancı futbolcularla yerli oyuncular karşıya karşıya gelip maç yapıyorlar. Çok mantıklı bir girişim gibi görünüyor; üstelik yenme-yenilme stresi olmadığı için futbol oyunu bakımından da çok zevkli bir gösteri sergileniyor, herkes bütün marifetlerini, top cambazlıklarını ortaya koyuyor.
Yok! Yine olmuyor! Tribündeki kalabalık, yine beşyüzü geçmiyor.... Soğuk desen soğuktan da değil, burası Türkiye, “vefalı taraftarlar”ın ve sabıkalı fanatiklerin ülkesi!
Peki neden?
Ellerindeki bütün imkânlara rağmen, neden beceremiyorlar?
Bu sorunun yanıtı, öyle çok basit değil.
Tabii ki sorunun en azından bir cephesi için bir açıklama getirilebilir. Bu topraklar üzerinde yaşayan insanların neredeyse tamamı, uç uca eklenen yüzlerce deneyimin ardından, ister devlet tarafından örgütlensin isterse devletin de içinde olduğu özel organizasyonların marifeti olsun, bu tür etkinliklerle ilgili olarak kesin bir güvensizliğe sahiptir. Özellikle devletin herhangi bir organizasyondan elde edilecek geliri/malzemeyi çalmadan çırpmadan ya da çürütüp kokutmadan sağ salim yerine teslim edeceği konusunda bu güvensizlik çok nettir. İş Kızılay meselesine geldiğinde ise, tartışmaya bile gerek yok, bu kurum, kokuşmuşlukta Türkiye ve dünya birinciliğini kimseye kaptırmamakta kararlıdır! Sokaktan yüz tane insan çevirseniz 99’u bu kurumun da bütün benzerleri gibi bir soygun yatağı olduğunu söyler. Onlarca yıldır Kızılay’ı (Sivil Savunma Teşkilatı denilen esrarıengiz kurumla birlikte) bir istihbarat aracı gibi kullananlar, bu arada toplanan bağışlarla muazzam bir servet yaratmışlar, oteller, arsalar ve bankalara peşkeş çekilen trilyonlarla birlikte tam bir çiftlik inşa etmişlerdir.
Yalnızca bu kurumlar da değil, devletin bir bütün olarak kurumsal yapılarının hiçbiri kitlelerin gözünde güvenilir kurumlar değildir. Söz konusu olan, Adapazarı Depremi için gelen yardım paralarıyla memur maaşları ödeyen, Güney Kürdistan göçmenlerine gönderilen yardımlarla ise İstanbul’da karakol yaptıran bir devlettir.
Ama hepsi bu kadar mı?
Kuşkusuz değil. İşin acı olan yanı da bu zaten.
Bu topraklarda yaşayan insanların insani duyguları da son yirmi yılda korkunç bir erezyona uğramış, toplumsal duyarsızlık günlük bir hal durumuna gelmiştir. Bütün insani ilişkileri paranın rengine endeksleyen, insanları komşusunun dertlerinden bile uzaklaştıran, onları yalnızca kendi günlük çıkarlarının dar bakış açısına, kör karanlığına hapseden kapitalist restorasyon süreci, sonuçta ortaya içler acısı bir kırılma çıkarmıştır. Bir yandan iliklerimize dek işleyen toplumsal çürüme, dayanışma duygularının törpülenmesi, bencillik ve eski insani değerlerin yerini neoliberal-postmodern ölçütlerin alması, diğer yandan sistem ve devlet tarafından yüzlerce binlerce kez kandırılmış olmanın yarattığı genel tepki, ortaya gerçekten acı bir manzara çıkarmaktadır.
Bu manzaranın mimarı olanlar, şimdi utanmadan “vatandaşın duyarsızlığı”ndan söz ediyorlar. İnsanlık tarihinin en büyük yıkım ve yozlaştırma operasyonunu avuçları patlayıncaya kadar alkışlayanlar, onur dahil her şeyin satılabileceği bir “serbest piyasa”nın erdemlerini öve öve bitiremeyenler, insanlar yalnızca kendi kör çıkarlarına, yalnızca piyango biletlerine, yalnızca maç sonuçlarına gömülüp kalsın ve ondan ötesini düşünmesin diye kendilerini paralayanlar, şimdi duyarsızlıktan yakınıyorlar ve çağrı üzerine çağrı yapıyorlar.
Sol ise bu aralar çok meşgul... Bu devasa çürüme ve yıkım tablosunun içinde bir küçük getto bile oluşturmayan, kendi varlıklarını korumak için sürtüşme ve gerilimler icat edip sonra da onları çözmek için kafa patlatmak, son zamanlardaki en “mühim” işler arasında yer alıyor. Çok büyük bir kolaylıkla çok kısa sürede büyük konser organizasyonu düzenleyerek devletin topladığının onlarca kat fazla sayıda insanı bir araya getirebilme yeteneğine sahip olan sol, henüz bu konuda bir refleks ortaya koymayı becerebilmiş değil. Bırakın daha uzakları, aynı güçler, binlerce insanla bir Seka çıkarması düzenleyerek kuvvet gösterisi yapmayı bile hâlâ akıl etmiş değil.
Bu sayımızdaki bir yazıda “ufuk daralması”ndan söz ederken kastımız buydu işte. Onbinlerce öğrenciden oluşan üniversitelerde 100-200 kişilik kalabalıklarla, yüzbinlerce nüfusu olan ilçelerde 300-400 kişilik kitlelerle durumu idare etmekten söz ederken de bu toplulukları küçümsüyor değiliz. Sorun, başlangıç için iyi ama yürümek için yetersiz olan bu tabloya “güzellemeler” düzüldüğünde ortaya çıkıyor ve o noktadan itibaren artık kendimizi büyütmek için çaba göstermek, bunun son derece meşru yollarını ve kanallarını keşfedip bulmak gereksiz hale geliyor. Çoluğuyla çocuğuyla yüzlerce insan bir fabrikada direniyor; ama beri yanda kimsenin aklına bir trene el koyup binlerce insanı seferber etmek, sınıf dayanışmasının muhteşem bir örneğini inşa etmek gelmiyor.
Zor mu? Değil, hiç değil!
Bütün bunlar yapılsa büyük bir heyecanla katılacak binlerce insan İstanbul’da ve bütün coğrafyamızda var mı?
Elbette var! Ama yapılmıyor, yapılamıyor. Çünkü ufuk çizgisindeki daralma kendi içine çökmeyi de beraberinde getiriyor ve bu da bir kısırdöngü gibi yine daralmaya yol açıyor.
Ama artık sürecin bütün bunlara tahammülü yok. Türkiye devrimci hareketi bu döngüyü kırmak, bu daralmayı aşmak zorunda ve bunu yapmak için de sonsuza kadar verilmiş bir zamana sahip değil.

***
Öte yanda, Ortadoğu, kaynamaya devam ediyor. Condolezza Rice, Ortadoğu turuna çıkıyor, birlikleri denetleyen bir general edasıyla her ülkeye biraz biraz uğrayıp son talimatları yağdırıyor. Aynı günlerde bir yandan İncirlik ile ilgili yeni pazarlıklar yapılırken, diğer yandan Rumsfeld, 1 Mart tezkeresinde yaşanan aksaklığın Irak’taki başarısızlığın nedeni olduğunu ilan ediyor. Bütün bunların hepsinin aynı günlere denk düşmesi de rastlantı gibi görünmüyor. Çünkü aynı süreçte, Irak’taki seçim komedisinin ardından, İran ve Suriye meselesi yeniden gündemleşiyor. Bush, bir yandan İranlı muhaliflere “ayaklanma” çağrısı yaparken diğer yandan da askeri müdalelenin hesap dışı olmadığını açıkça ifade ediyor. Yani Ortadoğu gitgide daha fazla ısınıyor, yeni kan banyolarına doğru büyük bir hızla yuvarlanıyor.
Peki sonuç ne?
Ya da daha “ters” bir soru soralım: Türkiye’de ya da dünyanın çeşitli köşelerindeki devrimci güçler, yalnızca “protesto grupları”mıdırlar? “Protesto” eyleminin kendisini küçümsüyor değiliz elbette, bu eylemlerin mücadelenin bir parçası olduğu açıktır; ama bu kadar mı? Hepsi bu kadar mı? Devrimci hareket dediğimiz şey, “olmuş olanın” arkasından bu “olmuş olanı” protesto etme çizgisini sonsuza dek mi sürdürecek? Devrimci hareketin bizzat kendisinin bir gündem maddesi olacağı günler milyonlarca kilometre uzaklıkta mı duruyor? Bu topraklardaki insanların ezici bir çoğunluğu işsizlik ve yoksulluğu en büyük sorun olarak görüyorsa, yine bu insanların neredeyse tamamına yakını ABD emperyalizmine karşı son derece açık bir nefret duygusu besliyorsa, üzerine basılarak yürünebilecek bir çerçeve yok mudur?
Yeniden “ufuk” sorununa gelmiş bulunuyoruz... Boş hayaller kurmuyoruz; her şeyin kolay olduğunu da iddia etmiyoruz. Ama şunu çok net söylüyoruz: Türkiye’de devrimci hareketin kendisini hızla büyütme, kitlelerin içinde bir güç haline gelme, bir devrim yürüyüşünü yaratma olanakları vardır. “Şimdilik bu olanaklar Kaf Dağının ardındadır, o zaman hiç olmazsa insani-demokrat vazifelerimizi yapalım” şeklindeki kimsenin hiçbir zaman resmen ifade etmediği ama pratikte uyguladığı düşünce, bir zehir kutusudur. Bu olanaklar vardır, sorun bizim bir perspektif ve stratejik plana sahip olup olmadığımızdır. Geleceği kazanmak isteyenler, yalnızca bugün ve yarın üzerine değil, gelecek üzerine de bir plana sahip olmalıdırlar.
Gelecek, ancak böyle bir irade ve perspektifle kazanılacaktır.


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul