Doğrusu bu kadarını kimse beklemiyordu. Sarıgül’ün
kurultaydan galip çıkmayacağı en baştan belliydi
ama ortaya liderlik aşkıyla fırlamış olan bu şahsın
bu kadar sığ, bu kadar düzeysiz ve bir teneke
kadar boş olacağı tahmin edilememişti. Sabırlı
davranıp Kurultay’ın bütününü izleyebilenlerin
edindikleri izlenim, Mustafa Sarıgül’ün Cem Uzan
kadar bile bir kelime hazinesine sahip olmadığı,
onun kadar bile marifet gösteremediğiydi. O kadar
ki, Sarıgül, sağlama bağlanmış delege çoğunluğunun
rahatlığıyla davranan Baykal ekibi için ciddi
bir sorun bile teşkil etmedi. Eğer gerçekten iddia
edildiği gibi bu çıkış CHP’ye yönelik bir komploysa,
yanlış adam seçildiği kesin!
Sonuçta, kavgalı dövüşlü ama içi boş bir CHP Kurultayı
bitti. Her şey alıştığımız gibi: kimsenin işsizlik
ve yoksulluk üzerine tek bir laf etmediği, kimsenin
halkın acılarıyla zerre kadar ilgilenmediği tozduman
bir post kavgası, sönüp giden bir sabun köpüğü...
Hoş, zaten kitleler de onlarla ilgilenmiyor artık;
yani sevgisizlik ve ilgisizlik durumu karşılıklı.
Ayrıca bize sorarsanız politik rezillik çukurunun
en dibine kadar da yolları var; ne emekçiler ne
de devrimciler bunu kendilerine dert bile edinmiyorlar,
edinmemeliler.
Ama başkaları CHP’yi kendisine dert ediniyor.
Onlar, yani Türkiye’nin gerçek sahipleri, emperyalistler
ve oligarşi, asla tek ata oynamazlar, her zaman
bir elleri şurada öbür elleri buradadır. Her zaman
sürecin bütününe hakim olmayı, gelişmeleri kontrol
etmeyi ve yeni alternatifler hazırlamayı ihmal
etmezler. Bazen başarısız olsalar da, seçtikleri
zamanlama ve aktörler yetersiz kalsa da bundan
vazeçmezler.
CHP Kurultayı, emekçiler ve yoksullar açısından
önemsiz; ama bu sözünü ettiğimiz açıdan önemli.
Oligarşik blokun siyaset alanını nasıl biçimlendirdiği,
devlet ve politika alanlarının nasıl yönlendirildiği
üzerine bazı düşünceleri, bu vesileyle özetlemek
mümkün.
Burjuva Politika Alanı: Nasıl Bir Araç?
Gerçekten de, marksist klasiklerde sık sık tekrarlanan
“devlet egemen sınıfların baskı aracıdır” sözü,
pratikte nasıl bir işleyişe denk düşüyor?
“Devlet, egemen sınıfların baskı aracıdır.” Ama
nasıl? Yani bu “araç”la “kullanıcı”ları arasındaki
ilişki nedir? Zaman zaman aracın kullanıcılardan
bağımsızmış gibi göründüğü bir yanılsama nasıl
oluşabiliyor?
Tabii burada her şeyden önce, “en demokratik ülkelerde
bile asıl devlet işlerinin koridorlarda, kapalı
odalarda bitirildiği” konusunda Lenin’in söylediklerini
anımsayarak işe başlamalıyız. Bu, çok ciddi bir
yanılsamanın önünün baştan kesilmesidir. Yani
devlet işleyişi, daha daraltarak söyleyelim, “asıl
devlet işleri” burjuva politikasının parlamenter
avanaklıklarına bırakılamayacak kadar ciddi işlerdir
ve hiçbir ülkede hiçbir devlet işleyişinde sürecin
bu temel taşları meclis oylamalarında konulmaz.
Düzenin sorgulanamaz-değiştirilemez temel kabulleri,
az çok sabittir. Ve zaten dünyanın her yerinde,
bütün ruhlarıyla burjuvaziye bağlı olan ağır bir
bürokrasi kadrosu, genelkurmaylar, ekonomik kurullar,
vb. bunun için vardır. O kadar ki, bazı hallerde
bir hükümetin istifası ve diğerinin geç kurulması
halinde, kimsenin yokluğunu aratmazlar, işler
yürür gider.
Ama yine de politika alanı vardır. Herhangi bir
askeri diktatörlük ya da mutlak monarşi hallerinde
olup bitenleri anlamak nisbeten daha kolaydır.
Ama iş, partiler, seçimler ve kitlelerin gözünün
boyanmasına hizmet eden bütün diğer “demokrasi”
araçlarına geldiğinde, durum biraz değişir. Çünkü
neticede, ortaya konulan sandıklar ve insanların
istediği siyasal akım ve partilere oy verme, onları
iktidar yapma “hak”ları vardır. Bu ise durumu
karmaşıklaştırır. İşin doğrusu, aslında her büyük
burjuvanın gönlünde bütün bu ıvır zıvırlarla uğraşmaktansa
tek bir merkezi diktatörlükle işlerin yürütülmesinin
daha mantıki olduğu fikri yatar. Sonuçta, tek
elden, tartışmasız biçimde karar alan bir mekanizma
onlar için her zaman daha hızlı ve daha verimlidir;
buna karşın parlamenter işleyiş, çeşitli sıkıntıları,
gecikmeleri, hatta engelleri beraberinde getirebilmektedir.
Yine de çoğu kez buna katlanmak gerekir. Özellikle
faşizmin yapısal bir unsur olarak oligarşinin
bünyesinde mevcut olduğu Türkiye gibi ülkelerde,
sürgit askeri cuntalarla durumu idare edebilmek
mümkün değildir; eninde sonunda kitleleri de kapsayan
bir oyun biçimi bulmak ve onların genel “rızası”nı
almak gereklidir. Kitleleri hiç kapsamayan, onları
tamamen dışta tutan bir biçim, uzun süreli olmayacaktır.
Tam burada, önümüze “parlamenter politika alanı”
çıkar. Böyle bir alan, bir biçimde yaratılmalı,
gerekli yasal düzenlemelerle tehlike oluşturabilecek
yanları törpülendikten sonra, “halkın özgür iradesini
temsil eden” bir zemin olarak kullanıma açılmalıdır.
Bu ise o kadar kolay değildir. Oyunun kuralları
nasıl konulursa konulsun, yasalar nasıl düzenlenirse
düzenlensin kitlelerin bütün tercih ve yönelimleri
tam bir kesinlikle yönlendirilemez, en azından
bu yönlendirme basit yollardan yapılamaz. Yani
her şey öyle tamamen komplocu bir yerden düşünülemez,
siyaset alanı sonuçta var olan ya da yaratılan
zeminler üzerinden yönetilebilir. En güçlü finans
kaynakları ve medya destekleri bile, toplumsal
atmosferde temeli olmayan, kitleler arasında var
olan bir eğilime dayanmayan ya da kendine uygun
yeni bir zemini yaratmayan politik eğilimleri
ayakta tutamaz.
Burjuva politik partiler, bu oyunun en önemli
aktörleridir. Ama onlar da, toplumdaki eğilimleri
temel alırlar, o eğilimlerin manipüle edilmesi
üzerinden iş görürler. Dolayısıyla hem varlık
nedenlerini korumaları hem de düzene yönelik tehlikelere
yol açmamaları için sürekli bir biçimde denetlenmeleri,
yönlendirilmeleri gerekir. En önemlisi de bütün
burjuva politik aktörlerin ülkenin gerçek efendileriyle
olan ilişkilerinin mümkün olduğunca örtük olması,
bu aktörlerin ve partilerin “bağımsız” görünmeleri
ve “halkın iradesinin temsilcisi” olma sıfatını
(ya da bu yöndeki yanılsamayı) korumaları gerekir.
Bunun için de tümünün birden “biz halkın temsilcisiyiz.
halktan başka kimseye dayanmayız” diye çığırtkanlık
etmesi yetmez, somut örnekler ve görünümlerle
bu imajı pekiştirmeleri, canlı tutmaları gerekir.
Aksi takdirde, kendi gerçek işlevlerini, yani
oligarşiye ve emperyalizmi hizmet etme görevlerini
yerine getirmeleri güçleşir; çünkü kitlelerin
kandırılması işinde başarısız olmuşlardır.
Tam da bu noktada, nesnel durum, yani kitlelerin
talepleri, eğilimleri, vb. ile bu nesnel durum
üzerine oturarak onu yönlendirecek olan öznellik,
yani partiler, politik liderler, vb. bir arada
iş görürler. Yani burjuva politik hayatta çoğu
kez sanıldığı gibi her şey komplo ve önceden yapılmış
planlardan ibaret değildir; ama işler kendiliğinden
bir tarzda, olayların seyrine göre de gelişmez;
tersine çok ince planlar ve komplolar, entrikalar
bu hayatın ayrılmaz parçalarıdır. Bu planlar mutlaka
her zaman tutmayabilir; zaman zaman toplumsal
atmosfer kendisine dayatılan kadro ve partileri
püskürtebilir; ama yine de planlar yapılır, işler
rastlantılara bırakılmaz. Gerçek olaylar planlara
uymadığında ise bu kez irade dışı ortaya çıkmış
bulunan politik güç üzerine bir “çalışma” başlatılır
ve onun kontrol edilip yönlendirilmesi gerçekleştirilir.
Emperyalist ülkelerin elçilikleri ve istihbarat
örgütlerinin “politik büro”ları bunun için vardır.
Türkiye ve benzeri ülkelerdeki bütün politik gelişmeler
hegemonya yarışındaki emperyalist ülkelerin elçilikleri
tarafından ayrıntılarıyla izlenir, raporlanır,
hatta denilebilir ki ülke basınının en sadık okuyucuları
onlardır. Ayrıca birebir ilişkilerle ortam ölçülür,
partilerin politik-ekonomik eğilimleri, yönetsel
yapıları, siyasi hayattaki şansları, vb. düzenli
biçimde merkezi yapılara bildirilir ve her duruma
uygun senaryolar için ön veriler hazırlanır. Yani
işler o kadar da kendi seyrine bırakılmaz, olabildiğince
planlanır.
Bu konuda, birkaç değişik araç ve yöntem çok belirgindir.
Sürece doğrudan katılım ve müdahale, işin başından
itibaren politik liderin ve çevresinin eğitilerek
hazırlanması, önünün açılması kuşkusuz bunlardan
en tipik olanıdır. Ülke politikasının hızla yükselmiş
yıldızlarının çoğu bu tür çalışmaların ürünüdür
ve bunların hemen tümünün ABD üniversitelerinde
eğitim almış olmaları ve bazılarının uluslararası
emperyalist kurumlarda çalıştıktan sonra ülkeye
gelmeleri rastlantı değildir.
Belli bir partinin ya da bazen parti içindeki
bir hizbin önünün tekelci burjuvazinin parasal
ve manevi desteğiyle açılması, bütün alanlarda
sınırsız propaganda yapabilmesinin sağlanması
da başka bir yöntemdir.
Aynı sürece medya tekellerinin dahil edilmesi
ve yükselmesi istenen kişi ve partilere yönelik
eleştirilerin kısılarak pohpohlayıcı propagandanın
izlenmesi, gerekiyorsa bu kişi ve partilerin rakiplerinin
şantaj ve medya kampanyalarıyla sindirilmeleri
işin bir başka cephesidir.
Emperyalist ülkelerin ve uluslararası kurumların
belli politik parti ya da liderlerle ilişkilerinin
“iyi” olduğunu bir biçimde hissettirmesi, bu ekibin
iktidar olması halinde kredilerin, ekonomik-politik
avantajların çoğalacağı izleniminin yaratılması,
tersi durumda ise ilişkilerin kötüye gideceğinin
ima edilmesi, en bildik yöntemlerden bir başkasıdır.
Çoğu kez çok net işbirliği vurgularının kitleler
arasında ters tepki yaratabileceği hesaplandığından,
bu imalar olabildiğince “ölçülü” tutulur; örneğin
söz konusu parti liderlerinin emperyalist ülkeleri
ziyaretlerinde sıcak ve gösterişli karşılamalar
yapılması bile bazen yeterince açık mesajlardır.
Öte yandan ülke içindeki “piyasalar” denilen tekellerin
spekülasyon alanı da politik alanı bir biçimde
yönlendirmekte kullanılır. Halen iktidarda olan
partileri de zaman zaman köşeye sıkıştıran, şiddetli
“düşüş” numaralarıyla tehdit ederek hizaya getiren
“piyasalar”, bazen de belli bir ekibe desteğini
ifade edebilmekte, X siyasi partisinin kuruluş
ve güçlenişinin “borsa üzerinde olumlu etki yaptığı”
haberleri yayılmaktadır.
Hepsi bu kadar değil tabii, burjuva siyaset sahnesinin
tekeller ve emperyalizm tarafından yönlendirilmesinin,
aykırı unsurların cezalandırılıp pürüzlü olanların
kontrol altında tutulmasının ve nihayet tercih
edilenlerin yıldızının parlatılmasının daha akla
gelmedik yüzlerce yolu var.
Politika Oyunundan Kısa Kısa Sahneler
Ama bu kadarı bile, Türkiye siyasi tarihinin bir
özeti gibidir.
Gerçekten de Türkiye’nin siyasi partiler tarihi,
açıklanması pek zor olmayan rastantılarla, hızlı
yükseliş ve düşüşlerle doludur.
Örneğin 1945 yılında CHP içinden bir muhalefet
hareketi olarak ünlü “Dörtlü Takrir” önergesini
yayınlayan dört kişiden (Celal Bayar, Adnan Menderes,
Refik Koraltan, Fuat Köprülü) en genci ve en deneyimsizi
olan Menderes’in daha sonra oluşacak olan Demokrat
Parti”nin başına geçirilmesi bu tür durumların
ilkidir. CHP Aydın İl Başkanlığından gelen bu
toprak ağası, kısa sürede önlenemez bir hızla
yükselmiş ve Türkiye’nin siyasi hayatındaki en
büyük burjuva kadronun temsilcisi olabilmiştir.
O defter kapanıp 1960’lara gelindiğinde ise Demirel
olayı ile karşılaşırız. 1964’te Adalet Partisi
Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala öldüğünde, ÜTÜ’yü
bitirip ABD üniversitelerinde Eisenhover bursuyla
eğitim gördükten sonra Morisson firmasının Türkiye
temsilciliğini yapmış olan bu su mühendisi, parti
içinde kendisinden çok daha kıdemli, deneyimli
birçok politikacı olduğu halde, ilk kongreyi inanılmaz
bir yükselişle kazanabilmiştir. Vehbi Koç’un anılarında
“Süleyman Beyi desteklememiz istendi, biz de taşradaki
acentelerimizi bu doğrultuda yönlendirdik” demesi,
sanırız bu durumu açıklamaktadır.
Aynı yıllarda Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi
(CKMP)’nin küçücük bir partiyken Başkan Osman
Bölükbaşı’yı tasfiye eden Türkeş ve Turancı arkadaşları
tarafından ele geçirilmesi ayrı bir maceradır.
Doğrusu kongrede her şey gereğinden çok fazla
kolay olmuş, biraz zorbalık, biraz dış destekle
ele geçirilen parti kısa sürede MHP’ye dönüşmüştür.
Tüm yeni-sömürge ülkelerde kontra örgütler birbiri
ardına kurulurken, bütün bunları anlamak zor değildir.
1973 yılında CHP içindeki hesaplaşma sırasında
Ecevit’in İnönü’yü kenara itmesi, belki tam böyle
faktörlerle açıklanamaz; ama Ecevit’in hızla yükselmekte
olan solu ve toplumsal muhalefeti pasifize etmekte
gösterdiği performans, kısa sürede farkedilmiş
ve doğrusu bu yönden her zaman emperyalizmin ve
tekellerin övgüsüne mazhar olmuştur.
Bu arada doğrudan CIA tarafından organize edilen
cuntaları atlıyoruz. 12 Mart cuntasının ilk bakanlar
kuruluna tepeden (IMF’den) inip gelen Atilla Karaosmanoğlu’nun
şimdilerde IMF’nin uzakdoğu masasında görevli
olmasını da geçiyoruz.
12 Eylül’e geldiğimizde ise bir başka gereğinden
hızlı yükseliş öyküsüyle karşılaşırız. O günlerde
Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası yöneticiliğini
yapan Turgut Özal’ın 24 Ocak 1980 IMF istikrar
paketi ile birlikte ekonominin başına geçirilmesi,
daha sonra cuntanın ilk gününden başlayarak bütün
ekonomik işleyişi eline geçirmesi, hiç rastlantı
gibi görünmemektedir. O da ABD ile içli dışlıdır.
İş parti kurmaya geldiğinde ise Özal, hepsi de
otuzlu yaşlarda olan ve hepsi de ABD üniversitelerinde
eğitim görmüş bir “prensler” ekibini Türkiye’ye
getirir; partide ve sonraları ekonominin kilit
noktalarında Adnan Kahveci’den Mesut Yılmaz’a,
İsmail Özdağlar ve Rüştü Saracoğlu’na dek hep
bu ekip vardır. Esasında ANAP’ın kuruluşu (ya
da kurduruluşu) da ABD topraklarında gerçekleşmiştir.
Açıkça ABD desteğini alan bu ekip orada gerekli
“görüşmeleri” yaptıktan sonra sonra Türkiye’ye
dönmüş ve partiyi kurmuştur.
Şüphesiz yine bir ABD üniversitesi mezunu olan
Tansu Çiller’in yükseliş ve düşüşü biliniyor.
Bu örnek, herhalde parti başkanı olmanın akılla
değil ilişkilerle ilgili olduğunun en açık kanıtı
olarak tarihe çoktan geçmiştir.
Ve nihayet, aradaki ayrıntıları geçip, birisi
rezaletle diğeri başarıyla sonuçlanan en son ikili
operasyona geliyoruz. Ecevit’i tasfiye edip büyük
bir merkez partisi kurmak amacına yönelik YTP
operasyonu gerçekten de tam bir skandalla bitmiştir.
İlk bakışta mükemmel görünen üçlü mekanizma (Hüsamettin
Özkan, İsmail Cem, Kemal Derviş) daha üç gün geçmeden
çökmüş ve sonuç hazin olmuştur. Bu, istenen şeylerin
her zaman kolayca gerçekleşmediğinin de kanıtıdır.
Ama aynı zamanlarda gerçekleştirilen bir başka
operasyon olan AKP, tipik bir başarı öyküsüdür.
Erbakan’ın köhne politikalarının yarattığı tepkiye
ve islamcı iş çevrelerinin devletle arayı düzeltme
eğilimine dayanan ve bir yandan yoksulların tepkilerini
de sahte imajlarla arkasına alan, yani toplumsal
bir zemine de oturan bu operasyon, sivri yerlerini
törpüleye törpüleye güçlü bir iktidar yaratmış
ve bugüne kadar getirmiştir.
Doğrusu Tayyip, hiçbir ABD üniversitesinin arka
kapısından bile girmemiştir ama bu da fazla sorun
teşkil etmemişir. Tipik şekilde işbirlikçi politikalar
uygulayan AKP’de Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı
Ali Babacan gibi hızlı yükselmiş parlak çocuklar
zaten yeterince vardır.
AKP Sonrasına Hazırlık Yapılıyor mu?
Şimdi yeniden başa dönerek CHP Kurultayı’na geldiğimizde,
artık sorunun adını biraz daha net koyabiliriz.
Çok açık ve anlaşılır bir biçimde ifade edersek,
hiçbir zaman tek ata oynamayan emperyalizm ve
tekeller açısından sorun şudur: Her iktidar çıkışının
bir inişi vardır ve özellikle sert IMF tedbirleri
uygulayan, ağır ekonomik kararlar alan hükümetlerin
tümü gibi AKP hükümeti de yıpranmaktadır ve gitgide
daha fazla yıpranacaktır. Dolayısıyla, bu yıpranmanın
belli bir noktasında devreye sokulmak üzere değişik
alternatiflerin şimdiden düşünülmesi düzen açısından
bir zorunluluktur. Bu düşünülmediğinde, özellikle
CHP gibi sosyal-demokrat iddiaya sahip bir parti
Baykal kadar kötü, kitlelerin sevmediği bir lider
tarafından yönetiliyorsa, halk kitleleri artık
bu partiyi terk etmişse, ortaya risk unsurları
çıkabilir. Vahşi kapitalist uygulamaların halkın
tepkilerini biriktirdiği bir aşamada, uygun çözümler
ve alternatif liderler imal edilmezse, bu tür
partilerden istenmeyen lider adayları da çıkıp
problem yaratabilirler. Örneğin gerçekten halkın
acılarından etkilenen yeni bir genç liderin ortaya
çıkması ihtimali bile, pek mümkünmüş gibi görünmese
de, can sıkıcıdır. Eninde sonunda böyle bir riskli
liderlik de elbette kontrol ve baskı altına alınabilir
ama bu zahmetli bir iştir.
Yani sonuçta, CHP’yi ve düzenin bütün diğer partilerini
bir biçimde boş bırakmamak, emperyalizm ve oligarşi
açısından yararlı bir iştir. Sarıgül olayı böyle
bir girişim midir değil midir sorusunun yanıtı
çok önemli değil; olabilir de olmayabilir de.
Kesin olan şey, bu tür girişimlerin arkasının
geleceği ve emperyalizm ve oligarşinin eninde
sonunda CHP ya da başka bir yerde kendisine uygun,
kitleleri kandırabilme yeteneği yüksek bir alternatif
siyasi odak yaratmayı denemekten vazgeçmeyeceğidir.
Çünkü oyun sürmek zorundadır ve yorgun düşmüş
oyuncuları yedek kulübesine alabilmek için her
zaman yeni yıldızlar transfer etmek gerekir.
Düzen cephesinin asıl açmazı da zaten tam bu noktadadır:
Çürümüş burjuva politikası uzun süredir yeni yıldız
üretememekte, eskilerle durumu idare etmektedir.
Eski bir kontra şefi, tosuncuklarının tasmasını
yeniden gevşeterek güç toplamaya çalışan çok kullanılmış
bir faşist, beyaz ırkın temsilcisi olarak yoksul
halka tamamen yabancı bir “sosyal demokrat” lider...
Manzara, düzen açısından hazindir.
Ve yine tekrarlamakta yarar var, hep tekrarlayacağız;
bütün bu çürümüş manzara içersinde, ciddi bir
şansa sahip olan tek politik odak devrimci sosyalizmden
başkası değildir. Yeter ki o, bu şansı somut bir
atılımla somut bir gerçeklik haline dönüştürebilsin.
|