Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

D. Sena

Doğrusu bu kadarını kimse beklemiyordu. Sarıgül’ün kurultaydan galip çıkmayacağı en baştan belliydi ama ortaya liderlik aşkıyla fırlamış olan bu şahsın bu kadar sığ, bu kadar düzeysiz ve bir teneke kadar boş olacağı tahmin edilememişti. Sabırlı davranıp Kurultay’ın bütününü izleyebilenlerin edindikleri izlenim, Mustafa Sarıgül’ün Cem Uzan kadar bile bir kelime hazinesine sahip olmadığı, onun kadar bile marifet gösteremediğiydi. O kadar ki, Sarıgül, sağlama bağlanmış delege çoğunluğunun rahatlığıyla davranan Baykal ekibi için ciddi bir sorun bile teşkil etmedi. Eğer gerçekten iddia edildiği gibi bu çıkış CHP’ye yönelik bir komploysa, yanlış adam seçildiği kesin!
Sonuçta, kavgalı dövüşlü ama içi boş bir CHP Kurultayı bitti. Her şey alıştığımız gibi: kimsenin işsizlik ve yoksulluk üzerine tek bir laf etmediği, kimsenin halkın acılarıyla zerre kadar ilgilenmediği tozduman bir post kavgası, sönüp giden bir sabun köpüğü... Hoş, zaten kitleler de onlarla ilgilenmiyor artık; yani sevgisizlik ve ilgisizlik durumu karşılıklı. Ayrıca bize sorarsanız politik rezillik çukurunun en dibine kadar da yolları var; ne emekçiler ne de devrimciler bunu kendilerine dert bile edinmiyorlar, edinmemeliler.
Ama başkaları CHP’yi kendisine dert ediniyor. Onlar, yani Türkiye’nin gerçek sahipleri, emperyalistler ve oligarşi, asla tek ata oynamazlar, her zaman bir elleri şurada öbür elleri buradadır. Her zaman sürecin bütününe hakim olmayı, gelişmeleri kontrol etmeyi ve yeni alternatifler hazırlamayı ihmal etmezler. Bazen başarısız olsalar da, seçtikleri zamanlama ve aktörler yetersiz kalsa da bundan vazeçmezler.
CHP Kurultayı, emekçiler ve yoksullar açısından önemsiz; ama bu sözünü ettiğimiz açıdan önemli. Oligarşik blokun siyaset alanını nasıl biçimlendirdiği, devlet ve politika alanlarının nasıl yönlendirildiği üzerine bazı düşünceleri, bu vesileyle özetlemek mümkün.

Burjuva Politika Alanı: Nasıl Bir Araç?
Gerçekten de, marksist klasiklerde sık sık tekrarlanan “devlet egemen sınıfların baskı aracıdır” sözü, pratikte nasıl bir işleyişe denk düşüyor?
“Devlet, egemen sınıfların baskı aracıdır.” Ama nasıl? Yani bu “araç”la “kullanıcı”ları arasındaki ilişki nedir? Zaman zaman aracın kullanıcılardan bağımsızmış gibi göründüğü bir yanılsama nasıl oluşabiliyor?
Tabii burada her şeyden önce, “en demokratik ülkelerde bile asıl devlet işlerinin koridorlarda, kapalı odalarda bitirildiği” konusunda Lenin’in söylediklerini anımsayarak işe başlamalıyız. Bu, çok ciddi bir yanılsamanın önünün baştan kesilmesidir. Yani devlet işleyişi, daha daraltarak söyleyelim, “asıl devlet işleri” burjuva politikasının parlamenter avanaklıklarına bırakılamayacak kadar ciddi işlerdir ve hiçbir ülkede hiçbir devlet işleyişinde sürecin bu temel taşları meclis oylamalarında konulmaz. Düzenin sorgulanamaz-değiştirilemez temel kabulleri, az çok sabittir. Ve zaten dünyanın her yerinde, bütün ruhlarıyla burjuvaziye bağlı olan ağır bir bürokrasi kadrosu, genelkurmaylar, ekonomik kurullar, vb. bunun için vardır. O kadar ki, bazı hallerde bir hükümetin istifası ve diğerinin geç kurulması halinde, kimsenin yokluğunu aratmazlar, işler yürür gider.
Ama yine de politika alanı vardır. Herhangi bir askeri diktatörlük ya da mutlak monarşi hallerinde olup bitenleri anlamak nisbeten daha kolaydır. Ama iş, partiler, seçimler ve kitlelerin gözünün boyanmasına hizmet eden bütün diğer “demokrasi” araçlarına geldiğinde, durum biraz değişir. Çünkü neticede, ortaya konulan sandıklar ve insanların istediği siyasal akım ve partilere oy verme, onları iktidar yapma “hak”ları vardır. Bu ise durumu karmaşıklaştırır. İşin doğrusu, aslında her büyük burjuvanın gönlünde bütün bu ıvır zıvırlarla uğraşmaktansa tek bir merkezi diktatörlükle işlerin yürütülmesinin daha mantıki olduğu fikri yatar. Sonuçta, tek elden, tartışmasız biçimde karar alan bir mekanizma onlar için her zaman daha hızlı ve daha verimlidir; buna karşın parlamenter işleyiş, çeşitli sıkıntıları, gecikmeleri, hatta engelleri beraberinde getirebilmektedir.
Yine de çoğu kez buna katlanmak gerekir. Özellikle faşizmin yapısal bir unsur olarak oligarşinin bünyesinde mevcut olduğu Türkiye gibi ülkelerde, sürgit askeri cuntalarla durumu idare edebilmek mümkün değildir; eninde sonunda kitleleri de kapsayan bir oyun biçimi bulmak ve onların genel “rızası”nı almak gereklidir. Kitleleri hiç kapsamayan, onları tamamen dışta tutan bir biçim, uzun süreli olmayacaktır.
Tam burada, önümüze “parlamenter politika alanı” çıkar. Böyle bir alan, bir biçimde yaratılmalı, gerekli yasal düzenlemelerle tehlike oluşturabilecek yanları törpülendikten sonra, “halkın özgür iradesini temsil eden” bir zemin olarak kullanıma açılmalıdır. Bu ise o kadar kolay değildir. Oyunun kuralları nasıl konulursa konulsun, yasalar nasıl düzenlenirse düzenlensin kitlelerin bütün tercih ve yönelimleri tam bir kesinlikle yönlendirilemez, en azından bu yönlendirme basit yollardan yapılamaz. Yani her şey öyle tamamen komplocu bir yerden düşünülemez, siyaset alanı sonuçta var olan ya da yaratılan zeminler üzerinden yönetilebilir. En güçlü finans kaynakları ve medya destekleri bile, toplumsal atmosferde temeli olmayan, kitleler arasında var olan bir eğilime dayanmayan ya da kendine uygun yeni bir zemini yaratmayan politik eğilimleri ayakta tutamaz.
Burjuva politik partiler, bu oyunun en önemli aktörleridir. Ama onlar da, toplumdaki eğilimleri temel alırlar, o eğilimlerin manipüle edilmesi üzerinden iş görürler. Dolayısıyla hem varlık nedenlerini korumaları hem de düzene yönelik tehlikelere yol açmamaları için sürekli bir biçimde denetlenmeleri, yönlendirilmeleri gerekir. En önemlisi de bütün burjuva politik aktörlerin ülkenin gerçek efendileriyle olan ilişkilerinin mümkün olduğunca örtük olması, bu aktörlerin ve partilerin “bağımsız” görünmeleri ve “halkın iradesinin temsilcisi” olma sıfatını (ya da bu yöndeki yanılsamayı) korumaları gerekir. Bunun için de tümünün birden “biz halkın temsilcisiyiz. halktan başka kimseye dayanmayız” diye çığırtkanlık etmesi yetmez, somut örnekler ve görünümlerle bu imajı pekiştirmeleri, canlı tutmaları gerekir. Aksi takdirde, kendi gerçek işlevlerini, yani oligarşiye ve emperyalizmi hizmet etme görevlerini yerine getirmeleri güçleşir; çünkü kitlelerin kandırılması işinde başarısız olmuşlardır.
Tam da bu noktada, nesnel durum, yani kitlelerin talepleri, eğilimleri, vb. ile bu nesnel durum üzerine oturarak onu yönlendirecek olan öznellik, yani partiler, politik liderler, vb. bir arada iş görürler. Yani burjuva politik hayatta çoğu kez sanıldığı gibi her şey komplo ve önceden yapılmış planlardan ibaret değildir; ama işler kendiliğinden bir tarzda, olayların seyrine göre de gelişmez; tersine çok ince planlar ve komplolar, entrikalar bu hayatın ayrılmaz parçalarıdır. Bu planlar mutlaka her zaman tutmayabilir; zaman zaman toplumsal atmosfer kendisine dayatılan kadro ve partileri püskürtebilir; ama yine de planlar yapılır, işler rastlantılara bırakılmaz. Gerçek olaylar planlara uymadığında ise bu kez irade dışı ortaya çıkmış bulunan politik güç üzerine bir “çalışma” başlatılır ve onun kontrol edilip yönlendirilmesi gerçekleştirilir. Emperyalist ülkelerin elçilikleri ve istihbarat örgütlerinin “politik büro”ları bunun için vardır. Türkiye ve benzeri ülkelerdeki bütün politik gelişmeler hegemonya yarışındaki emperyalist ülkelerin elçilikleri tarafından ayrıntılarıyla izlenir, raporlanır, hatta denilebilir ki ülke basınının en sadık okuyucuları onlardır. Ayrıca birebir ilişkilerle ortam ölçülür, partilerin politik-ekonomik eğilimleri, yönetsel yapıları, siyasi hayattaki şansları, vb. düzenli biçimde merkezi yapılara bildirilir ve her duruma uygun senaryolar için ön veriler hazırlanır. Yani işler o kadar da kendi seyrine bırakılmaz, olabildiğince planlanır.
Bu konuda, birkaç değişik araç ve yöntem çok belirgindir.
Sürece doğrudan katılım ve müdahale, işin başından itibaren politik liderin ve çevresinin eğitilerek hazırlanması, önünün açılması kuşkusuz bunlardan en tipik olanıdır. Ülke politikasının hızla yükselmiş yıldızlarının çoğu bu tür çalışmaların ürünüdür ve bunların hemen tümünün ABD üniversitelerinde eğitim almış olmaları ve bazılarının uluslararası emperyalist kurumlarda çalıştıktan sonra ülkeye gelmeleri rastlantı değildir.
Belli bir partinin ya da bazen parti içindeki bir hizbin önünün tekelci burjuvazinin parasal ve manevi desteğiyle açılması, bütün alanlarda sınırsız propaganda yapabilmesinin sağlanması da başka bir yöntemdir.
Aynı sürece medya tekellerinin dahil edilmesi ve yükselmesi istenen kişi ve partilere yönelik eleştirilerin kısılarak pohpohlayıcı propagandanın izlenmesi, gerekiyorsa bu kişi ve partilerin rakiplerinin şantaj ve medya kampanyalarıyla sindirilmeleri işin bir başka cephesidir.
Emperyalist ülkelerin ve uluslararası kurumların belli politik parti ya da liderlerle ilişkilerinin “iyi” olduğunu bir biçimde hissettirmesi, bu ekibin iktidar olması halinde kredilerin, ekonomik-politik avantajların çoğalacağı izleniminin yaratılması, tersi durumda ise ilişkilerin kötüye gideceğinin ima edilmesi, en bildik yöntemlerden bir başkasıdır. Çoğu kez çok net işbirliği vurgularının kitleler arasında ters tepki yaratabileceği hesaplandığından, bu imalar olabildiğince “ölçülü” tutulur; örneğin söz konusu parti liderlerinin emperyalist ülkeleri ziyaretlerinde sıcak ve gösterişli karşılamalar yapılması bile bazen yeterince açık mesajlardır.
Öte yandan ülke içindeki “piyasalar” denilen tekellerin spekülasyon alanı da politik alanı bir biçimde yönlendirmekte kullanılır. Halen iktidarda olan partileri de zaman zaman köşeye sıkıştıran, şiddetli “düşüş” numaralarıyla tehdit ederek hizaya getiren “piyasalar”, bazen de belli bir ekibe desteğini ifade edebilmekte, X siyasi partisinin kuruluş ve güçlenişinin “borsa üzerinde olumlu etki yaptığı” haberleri yayılmaktadır.
Hepsi bu kadar değil tabii, burjuva siyaset sahnesinin tekeller ve emperyalizm tarafından yönlendirilmesinin, aykırı unsurların cezalandırılıp pürüzlü olanların kontrol altında tutulmasının ve nihayet tercih edilenlerin yıldızının parlatılmasının daha akla gelmedik yüzlerce yolu var.

Politika Oyunundan Kısa Kısa Sahneler
Ama bu kadarı bile, Türkiye siyasi tarihinin bir özeti gibidir.
Gerçekten de Türkiye’nin siyasi partiler tarihi, açıklanması pek zor olmayan rastantılarla, hızlı yükseliş ve düşüşlerle doludur.
Örneğin 1945 yılında CHP içinden bir muhalefet hareketi olarak ünlü “Dörtlü Takrir” önergesini yayınlayan dört kişiden (Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuat Köprülü) en genci ve en deneyimsizi olan Menderes’in daha sonra oluşacak olan Demokrat Parti”nin başına geçirilmesi bu tür durumların ilkidir. CHP Aydın İl Başkanlığından gelen bu toprak ağası, kısa sürede önlenemez bir hızla yükselmiş ve Türkiye’nin siyasi hayatındaki en büyük burjuva kadronun temsilcisi olabilmiştir.
O defter kapanıp 1960’lara gelindiğinde ise Demirel olayı ile karşılaşırız. 1964’te Adalet Partisi Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala öldüğünde, ÜTÜ’yü bitirip ABD üniversitelerinde Eisenhover bursuyla eğitim gördükten sonra Morisson firmasının Türkiye temsilciliğini yapmış olan bu su mühendisi, parti içinde kendisinden çok daha kıdemli, deneyimli birçok politikacı olduğu halde, ilk kongreyi inanılmaz bir yükselişle kazanabilmiştir. Vehbi Koç’un anılarında “Süleyman Beyi desteklememiz istendi, biz de taşradaki acentelerimizi bu doğrultuda yönlendirdik” demesi, sanırız bu durumu açıklamaktadır.
Aynı yıllarda Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)’nin küçücük bir partiyken Başkan Osman Bölükbaşı’yı tasfiye eden Türkeş ve Turancı arkadaşları tarafından ele geçirilmesi ayrı bir maceradır. Doğrusu kongrede her şey gereğinden çok fazla kolay olmuş, biraz zorbalık, biraz dış destekle ele geçirilen parti kısa sürede MHP’ye dönüşmüştür. Tüm yeni-sömürge ülkelerde kontra örgütler birbiri ardına kurulurken, bütün bunları anlamak zor değildir.
1973 yılında CHP içindeki hesaplaşma sırasında Ecevit’in İnönü’yü kenara itmesi, belki tam böyle faktörlerle açıklanamaz; ama Ecevit’in hızla yükselmekte olan solu ve toplumsal muhalefeti pasifize etmekte gösterdiği performans, kısa sürede farkedilmiş ve doğrusu bu yönden her zaman emperyalizmin ve tekellerin övgüsüne mazhar olmuştur.
Bu arada doğrudan CIA tarafından organize edilen cuntaları atlıyoruz. 12 Mart cuntasının ilk bakanlar kuruluna tepeden (IMF’den) inip gelen Atilla Karaosmanoğlu’nun şimdilerde IMF’nin uzakdoğu masasında görevli olmasını da geçiyoruz.
12 Eylül’e geldiğimizde ise bir başka gereğinden hızlı yükseliş öyküsüyle karşılaşırız. O günlerde Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası yöneticiliğini yapan Turgut Özal’ın 24 Ocak 1980 IMF istikrar paketi ile birlikte ekonominin başına geçirilmesi, daha sonra cuntanın ilk gününden başlayarak bütün ekonomik işleyişi eline geçirmesi, hiç rastlantı gibi görünmemektedir. O da ABD ile içli dışlıdır.
İş parti kurmaya geldiğinde ise Özal, hepsi de otuzlu yaşlarda olan ve hepsi de ABD üniversitelerinde eğitim görmüş bir “prensler” ekibini Türkiye’ye getirir; partide ve sonraları ekonominin kilit noktalarında Adnan Kahveci’den Mesut Yılmaz’a, İsmail Özdağlar ve Rüştü Saracoğlu’na dek hep bu ekip vardır. Esasında ANAP’ın kuruluşu (ya da kurduruluşu) da ABD topraklarında gerçekleşmiştir. Açıkça ABD desteğini alan bu ekip orada gerekli “görüşmeleri” yaptıktan sonra sonra Türkiye’ye dönmüş ve partiyi kurmuştur.
Şüphesiz yine bir ABD üniversitesi mezunu olan Tansu Çiller’in yükseliş ve düşüşü biliniyor. Bu örnek, herhalde parti başkanı olmanın akılla değil ilişkilerle ilgili olduğunun en açık kanıtı olarak tarihe çoktan geçmiştir.
Ve nihayet, aradaki ayrıntıları geçip, birisi rezaletle diğeri başarıyla sonuçlanan en son ikili operasyona geliyoruz. Ecevit’i tasfiye edip büyük bir merkez partisi kurmak amacına yönelik YTP operasyonu gerçekten de tam bir skandalla bitmiştir. İlk bakışta mükemmel görünen üçlü mekanizma (Hüsamettin Özkan, İsmail Cem, Kemal Derviş) daha üç gün geçmeden çökmüş ve sonuç hazin olmuştur. Bu, istenen şeylerin her zaman kolayca gerçekleşmediğinin de kanıtıdır.
Ama aynı zamanlarda gerçekleştirilen bir başka operasyon olan AKP, tipik bir başarı öyküsüdür. Erbakan’ın köhne politikalarının yarattığı tepkiye ve islamcı iş çevrelerinin devletle arayı düzeltme eğilimine dayanan ve bir yandan yoksulların tepkilerini de sahte imajlarla arkasına alan, yani toplumsal bir zemine de oturan bu operasyon, sivri yerlerini törpüleye törpüleye güçlü bir iktidar yaratmış ve bugüne kadar getirmiştir.
Doğrusu Tayyip, hiçbir ABD üniversitesinin arka kapısından bile girmemiştir ama bu da fazla sorun teşkil etmemişir. Tipik şekilde işbirlikçi politikalar uygulayan AKP’de Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan gibi hızlı yükselmiş parlak çocuklar zaten yeterince vardır.

AKP Sonrasına Hazırlık Yapılıyor mu?
Şimdi yeniden başa dönerek CHP Kurultayı’na geldiğimizde, artık sorunun adını biraz daha net koyabiliriz.
Çok açık ve anlaşılır bir biçimde ifade edersek, hiçbir zaman tek ata oynamayan emperyalizm ve tekeller açısından sorun şudur: Her iktidar çıkışının bir inişi vardır ve özellikle sert IMF tedbirleri uygulayan, ağır ekonomik kararlar alan hükümetlerin tümü gibi AKP hükümeti de yıpranmaktadır ve gitgide daha fazla yıpranacaktır. Dolayısıyla, bu yıpranmanın belli bir noktasında devreye sokulmak üzere değişik alternatiflerin şimdiden düşünülmesi düzen açısından bir zorunluluktur. Bu düşünülmediğinde, özellikle CHP gibi sosyal-demokrat iddiaya sahip bir parti Baykal kadar kötü, kitlelerin sevmediği bir lider tarafından yönetiliyorsa, halk kitleleri artık bu partiyi terk etmişse, ortaya risk unsurları çıkabilir. Vahşi kapitalist uygulamaların halkın tepkilerini biriktirdiği bir aşamada, uygun çözümler ve alternatif liderler imal edilmezse, bu tür partilerden istenmeyen lider adayları da çıkıp problem yaratabilirler. Örneğin gerçekten halkın acılarından etkilenen yeni bir genç liderin ortaya çıkması ihtimali bile, pek mümkünmüş gibi görünmese de, can sıkıcıdır. Eninde sonunda böyle bir riskli liderlik de elbette kontrol ve baskı altına alınabilir ama bu zahmetli bir iştir.
Yani sonuçta, CHP’yi ve düzenin bütün diğer partilerini bir biçimde boş bırakmamak, emperyalizm ve oligarşi açısından yararlı bir iştir. Sarıgül olayı böyle bir girişim midir değil midir sorusunun yanıtı çok önemli değil; olabilir de olmayabilir de. Kesin olan şey, bu tür girişimlerin arkasının geleceği ve emperyalizm ve oligarşinin eninde sonunda CHP ya da başka bir yerde kendisine uygun, kitleleri kandırabilme yeteneği yüksek bir alternatif siyasi odak yaratmayı denemekten vazgeçmeyeceğidir. Çünkü oyun sürmek zorundadır ve yorgun düşmüş oyuncuları yedek kulübesine alabilmek için her zaman yeni yıldızlar transfer etmek gerekir.
Düzen cephesinin asıl açmazı da zaten tam bu noktadadır: Çürümüş burjuva politikası uzun süredir yeni yıldız üretememekte, eskilerle durumu idare etmektedir. Eski bir kontra şefi, tosuncuklarının tasmasını yeniden gevşeterek güç toplamaya çalışan çok kullanılmış bir faşist, beyaz ırkın temsilcisi olarak yoksul halka tamamen yabancı bir “sosyal demokrat” lider... Manzara, düzen açısından hazindir.
Ve yine tekrarlamakta yarar var, hep tekrarlayacağız; bütün bu çürümüş manzara içersinde, ciddi bir şansa sahip olan tek politik odak devrimci sosyalizmden başkası değildir. Yeter ki o, bu şansı somut bir atılımla somut bir gerçeklik haline dönüştürebilsin.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul