|
|
|
|
Örgütsel
Gelişmenin En Büyük Engeli:
Liberal
Kişilik
U. Güler
|
Geçtiğimiz aylarda en çok tartıştığımız
konuların başında “liberal kişilik” geliyordu. Konu
başlıkları daha çok kişilikteki liberalizm, ve yalan
olarak sıralanmış, kişinin kendine karşı liberalizmi
ve çevresindeki bireylere karşı liberal tutumları
olarak ikiye ayrılmıştı. Tartışmalar sırasında liberal
kişilik kavramı, eleştiri-özeleştiri mekanizmasının
işlemeyişine bağlı olarak, faydacı, iradi müdahaleyi
dışlayan inatcılık, bir noktadan sonra olayların
üstünü örterek başkaları tarafından görülmesine
izin vermemek biçiminde şekillendi. Aslında bu,
bir ölçüde kişinin bütün bunları kendisinin de görmek
ve değiştirmek istememesi olarak da algılanabilir.
Aslında “liberal kişilik” kavramının etrafına eklemlenebilecek
konu başlıkları, yani çözülme ve nedenleri, eleştiri-özeleştiri
mekanizması, paylaşım, yoldaşlık, kolektivizm, devrimci
sorumluluk, muhalif kişilik, sistemin soluk aldırmaz
baskıcı tutumu karşısında devrimci duruş vb. her
zaman devrimci hareketin asli sorunlarıdır. Sistemin
insana, hatta kendini muhalif bir noktadan ifade
eden devrimci kişiliği bile dayattığı çürüten yoz
ilişkilerine ve bu yabancılaşmaya karşı nasıl karşı
koyulacağı da hep tartışılmıştır. Kuşkusuz bu tartışmaların
sonucunda ulaşılmak istenen şey, mükemmel insan
tipi değil, bu yeni insan tipini hedef olarak ortaya
koyan, bunun uzun ve çetin bir sürece denk düştüğünü
bilen bir yaklaşımın açığa çıkarılmasıdır.
Gerçekten de liberal kişilik tartışmasının yukarıda
sayılan konu başlıklarından kopuk olarak ele alınması
bizi çözümden uzak bir noktaya sürükleyecektir.
Her şeyden önce yeni insan tipine ulaşmada ortaya
çıkan eksikliklerden en önemlisi olarak eleştiri-özeleştiri
mekanizmasının işlemeyişi mutlaka ele alınmalıdır.
Ve eleştiri, çoğu zaman olduğu gibi açıkça görünen
olumsuzluklara, hatalara, eksikliklere yöneltilmemeli,
ilk bakışta doğru sanılan, hatta gelişimin göstergesi
sayılan davranışlara karşı da yapılmalı ve bu gelişime
engel olabilecek durumlara önceden müdahale edebilmelidir.
Asıl önemlisi ise şu: eleştiri-özeleştiri mekanizmasının
yalnızca hatalar fiilen gerçekleştiğinde, eksiklikler
ortaya çıktığında değil, bu hataların oluşumundan
önceki süreçte de, yani yaşamın hata ve eksikliklerden
ibaret olmayan diğer zamanlarında da kullanılması
gerekmekte oluşudur. Bu ise yaşamların içine ne
kadar girildiğiyle bağlantılıdır. Ayrıca, “seni
eleştiriyorum”, “böyle mi yapılır”, “kör müsün”
gibi ezici ve doğruyu birlikte yaratmaktan uzak
bir üslup içerisinde davranılması da kuşkusuz ön
açıcılıktan, gelişime inanmaktan uzak bir durum
göstergesidir. Eleştiri-özeleştiriyi yaşamın tüm
alanlarında egemen kılmak bireyin bunu ne kadar
hissettiğiyle ve doğruluğunu kabullenmesiyle ilintilidir.
Bu ilintiyi kavramak bilgi donanımının net biçimde
sağlanmasıyla mümkün olacaktır. Net duruşlar ise
kendini samimiyet, sahiplenicilik üzerinden inşa
eder. Samimi insan, sistemi ve insanı ne kadar algıladığını,
yaşam pratiğini devamlı sorgulayarak ve zor şartlarda
da bunu sürdürerek ortaya koyacaktır. Kolay ve rahat
şartlar içerisinde atıp tutmak ve “dağları yıkmak”,
buna karşın çetin ve zor süreçlerde, pratik eylemde
bir çakıl taşını yerinden oynatmak farklı şeylerdir.
Bundan işin önemliliği yada önemsizliği anlaşılmamalıdır.
Böyle bir durumda zaafiyet gösteren unsur samimiyet
ve sahipleniciliktir. Oysa samimiyet, yaşamın bütünselliğidir.
Yaşamının farklı alanlarında birbirinden kopuk yaşamak
samimiyet değil, kendini kandırmaktır, yalancılığın
önde gidenidir. “Ben evde böyleyim”, “kardeşim benim
kürdancıbaşımdır”, “arkadaşım politik literatürden
anlamıyor, o yüzden argo konuşuyorum”, “çok renkli
bir kişiliğim var o yüzden her yerde farklıyım”,
“seni bağlamaz, sevgilim ve ailem benim özelimdir.”,
“işim var”, “işim var”, “işim var”...
Bu ve bunun gibi bir çok örnek kuşkusuz ki insanı
açıklamaya yeterli değildir. Yanlışı-doğruyu birlikte
bulmak, yanlışlıklar alışkanlık halini almadan,
yaşamın diğer alanlarını ve tüm yönlerini zedelemeden,
önünü alabilmek ve sağlıklı çıkarımlarda bulunmak
gereklidir. Yaşam birikimlerle zemine oturur. Kendini
bu birikimler üzerinden var eden tercihler, özellikle
bu tercih sistem karşıtı bir yeniyi örme tercihiyse,
sistemin saldırılarına o kadar açıktır ki, bu saldırıların
her zaman başkaları tarafından görülmesi ve panzehirinin
üretilmesi zorlaşmaktadır.
Bunu yapamadığımızda ise durum vahimdir. Böyle bir
durum tamamıyla bir yok oluştur ki, bu, yaşamı ve
dünyayı sadece günlük zevklerden ibaretmiş gibi
algılayan milyonlarca insanın arasına katılıp yok
olmak demektir. Panzehir ise paylaşım, samimiyet,
bilme ve öğrenme, açıklık ve şeffaflıktır. Paylaşım
burada çözücü bir rol oynamaktadır. Paylaşım, sadece
maddi olanakları, somut durumları, olayları, zaman
dilimlerini paylaşmak değildir. Bu, onu karşılıklı
bir alışveriş içine götürmek ve sınırlandırmak olacaktır.
İnsan yaşamda, maddesel yanının yanında manevi ve
duygusal yönüyle de vardır. Olaylardaki, pratik
eylem içerisindeki duygulanışı, hissettikleri, davranışları
kadar önemlidir. O duygulardan kopuk olarak yapılan
bir anlatım eksik bir anlatım olacaktır. “Korkuyorum
ama gideyim mi”, “her ay bu parayı vermek zor geliyor”,
“başka kimse yok mu? hep ben hep ben”. Tüm bu örnekler
samimiyetsizlikle de açıklanabilmesine rağmen paylaşımsızlığın
ve uzaklığın kokusu ortalıkta dolaşmaktadır. Yalan
ise böyle samimiyetsizlik ortamında çözüm arayışı
olarak durumu kurtarmak, sorunu ileriye atmak anlamına
gelmektedir.
Çoğu zaman ise yalan, çözüm arayışından uzak gerçeklerin,
somut durumların, duyguların ve düşüncelerin gizlenilmesi
için bir perde görevi görmektedir. Oysa yaşamın
kendisi hiçbir yalanı gizlemeyecek kadar saf ve
açıktır. Ve zamanın karşısında hiçbir yalan gizlenememektedir.
Bunun böyle olduğunu tarih en açık biçimiyle ortaya
koymaktadır.
Güneşin balçıkla sıvanmayacağını bilmeyenler bunun
acı örnekleriyle tarihimizi doldurmuşlardır.
|
|
|
|
|
|
|
|