Günümüzde yaşları kırkın üzerinde
olan büyüklerimizden, özellikle sofralarda sıkça
duyduğumuz sitem dolu sözcükler vardır; “nerde o
eski domateslerin tadı”, “zamane gençliği neden
bu kadar sağlıksız” diye başlayan ve devam eden
geçmişin güzel tatlarını anlatan konuşmalar.
Gerçek olan bir şey varsa o da bugün yediğimiz,
bir çok meyve ve sebzenin sağlıklı olup olmadığını
bilmediğimizdir. Çünkü kapitalizmin üst evresi olan
emperyalist politikaların sonucu olarak kâr hırsıyla,
daha çok para kazanmak amacıyla hayatımızın bir
çok alanında yaratılmış olan tahribatlar, yediğimiz
bir çok gıda ürününün yetiştirildiği tarımda da
karşılığını bulmuştur.
Bugün televizyonlarda, gazetelerde sıkça karşımıza
çıkan GDO’lu (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar)
tarım ürünlerinin toprakta, havada, suda, hayvanlarda
ve insan sağlığı üzerinde yarattığı tahribatlar
konuşulup tartışılmakta.
GDO Nedir?
Genetiği değiştirilmiş organizmalar, kısa adıyla
GDO’lar, bir canlının gen diziliminin değiştirilmesi
ya da kendi doğasında bulunmayan bir karakter
kazandırılmasıyla yeni bir canlı organizma elde
edilmesi anlamına geliyor.
GDO’lu Üretimin Ortaya Çıkışı
Emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin son
zamanlarda her alanda ilan etmeye alıştıkları
“devrim”lere bir yenisi, “genetik devrimi” de
eklenmiş bulunuyor. Akla gelebilecek her şeye
bir gen bulunması, genetik mühendisliğinin yüzyılın
mesleği olarak sunulması vb. bu furyanın yaygın
söylemi olmaktadır.
Peki “Genetik Devrimi” insanlığın kurtuluşu olacak
mı?
Tarımsal ürünlerin bollaşıp zenginleşeceğinden
sözeden bu günümüz yalanı, aslında tekellerin
kasasında zenginlik ve dünya canlılarının yok
oluşa doğru gidişini ifade etmektedir.
20. yüzyılda uygulama alanı hızla genişleyen suni
gübreler, kimyasallar ve hormonlar gibi bitkisel
üretimde verim artışını hedefleyen metotlar nedeniyle
tarım topraklarının verimi düştü. Oysa kapitalist
sömürünün derinleştirilmesinde görev alan burjuva
bilim adamlarına göre, yakın gelecekte açlık tehlikesiyle
karşı karşıya kalacak olan insanlığın tek kurtuluş
reçetesi, genetik teknolojisidir. Bu propagandalarla
burjuva basın yayın organlarında yaygaralar kopartılıp,
tarımda genetik teknoloji çalışmalarına son yılllarda
hız verildi. İlk başlarda buğdayın genini arpaya,
mercimeğin genini nohuta aktarma şeklinde yürüyen
bilimsel çalışmalar, bugün farklı canlı âlemlerden
bitki türlerine gen transferi noktasına geldi.
Gen aktarımıyla, yabani otlara, soğuğa, hastalıklara
dayanıklı ürünler elde edildi. Bütün bu yeniliklerin
sonucu oluşan mısır, soya, kolza, pirinç, domates,
patates tohumları daha laboratuvar aşaması tamamlanmadan
kendini tarlalarda buluverdi.
Son yıllarda şahit olduğumuz besin kirlenmeleri,
tarım ürünlerinin böcek ilaçlarıyla kaplanması,
kanserojen etki gösteren çilekler, mısırlardaki
genetik değişim, hormonlu patatesler bütün bu
sürecin yeni ürünleri ve sorunları olarak karşımıza
çıktı. İlk zamanlarda hastalık ve zararlılara
dayanıklı olduğu için tek tip ürün yetiştirmeye
ikna edilen çiftçiler,bu tohumların büyütülmesi
için gerekli olan yeni ilaçlar için bunları üreten
tekellere bağımlı hale getirilirken, her yıl hasattan
sonra ellerinde kalan tohumlar kısır olduğundan
tohum tekellerine de bağımlı oluyorlar.
Zenginlik beklentisi ve teknolojinin katkısıyla
girilen bu yeşil devrim yolu, yeryüzündeki biyolojik
çeşitliliğin yok olması tehdidini de beraberinde
getirdi. Biyogenetik müdahale yapılarak üretilen
yeni canlı türlerin gerçekten açlığa ve kıtlığa
çözüm mü olacağı, yoksa türleri tehdit eder hale
mi geldiği sorularının cevapları aslında çok açık.
GDO’lu ürünlerin dünya pazarındaki ticari büyüklüğü
70 milyar dolar olarak ifade ediliyor; ve bu da
uluslararası şirketlerin ağzını sulandırmaktadır.
Bugün dünyada gen aktarılmış tohumlarla yapılan
tarımsal üretim alanı 68 milyon hektarı buldu.
Yani Türkiye topraklarının büyüklüğüne ulaştı.
1997’de 1,7 milyon hektarla başlayan bu tarım,
aradan geçen 7 yılda neredeyse 40 kat arttı. ABD’de
GDO’lu bitki tarımının yapıldığı alanlar 36 milyon
hektarı, Arjantin’de 12 milyon, Brezilya’da 3,2
milyon, Kanada’da 1,5 milyon, Çin’de 260 bin hektarı
geçti. Üretimi yapılan ve piyasada bulunan GDO’lu
ürünler arasında soya fasulyesi, mısır, pamuk,
buğday, kolza, pirinç, domates, bal kabağı, ayçiçeği,
yer fıstığı ve bazı balık türleri yer alıyor.
Mısır ve soya, genleriyle oynanmış bitkiler arasında
ilk sıralarda yer alıyor. (aksiyon dergisi 55.
sayı)
Günümüzde hükümet ve yetkililer tarafından “Türkiye’de
GDO’lu üretimin yapılmadığı” her fırsatta bağıra
çağıra söylenmektedir. Ancak nasıl ki Çernobil
faciasında çayda radyasyon yoktur deyip halkı
kandırdırdılarsa, bügün de GDO’lu üretim yoktur
deyip yine halkı kandırmaktalar. Kandırmaktalar,
çünkü Türkiye, emperyalizme göbekten bağlı olduğu
için, IMF ve Dünya Bankası direktifleriyle çiftçilere
“siz üretim yapmayın çalışmayın biz size para
verelim” denilerek bir çok tarımsal ürünün yetiştirilmesi
engellenmektedir. Böylece Türkiye’de üretimi engellenen
gıda maddeleri, GDO’lu üretimi ile ön plana çıkmış
ülkelerden ithal edilmektedir. Üstelik yapılan
Gümrük Birliği Anlaşması gereği Türkiye’ye giren
hammaddelerin kontrolü yapılmadığı için kullanılan
tarım ürünlerinin GDO’lu olup olmadığını da bilmiyoruz.
Türkiye Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan
Günaydın’ın bu konudaki açıklaması gayet nettir,
“Evet, Türkiye’ye GDO’lu ürünlerin hammadde olarak
girdiğini biliyoruz, ama tohumların girdiğine
dair bir bilgi yok. Bu alanda üretim yapan ABD,
Arjantin, Çin, Brezilya ve Kanada dünya genelinde
tarım alanında yüzde 99 pay sahibi. Soya, pamuk,
mısır ve kolza gibi ürünlerde biz dışa bağımlıyız.
ABD ve Arjantin ise en önemli ticaret ortaklarımız.
1999’da aldığımız 1,8 milyon ton mısırın yüzde
81’i ABD ve Arjantin’den, 2003’te alınan 800 ton
soyanın yüzde 88’i de yine bu iki ülkeden geldi.”
(aksiyon dergisi 55. sayı)
Konvansiyonel-Hormonal
Veya GDO’lu Üretimin Zararları
Dünyada yaşayan canlıların yaşamları zincirleme
reaksiyonla birbirine bağlıdır. Bundan dolayı
tarımda yaratılan tahribat sadece bitkileri değil,
hayvanları, insanları ve havayı, suyu yani bütün
doğayı etkilemektedir.
Toprağa kentleşme, sanayileşme, tarım ilaçları
ve hormonlar yoluyla geçen zararlı maddelerin
yeni hastalıklara sebep olması, bağışıklık kazanmış
yeni zararlıların ortaya çıkması, kullanılan ilaçların
zararlıların yanında yararlıları da öldürmesi,
doğal dengenin bozulmasına neden oluyor. Pestisid
adı verilen zararlı maddeler sadece toprağın yapısını
bozmakla kalmıyor. Bu zararlı maddelerin yüzde
9O’ı kullanıldıktan altı saat sonra havaya karışıyor.
Dolayısıyla ormanların ölümü, ozon tabakasının
delinmesi, buzların erimesi susuzluğun başlaması
vb. tahribatlar yaşanıyor.
Konvansiyonel üretim (kimyasalların kullanıldığı,
bildik ve uygulanan tarım yöntemi) ilk kullanıldığında
tarımda bir devrim gibi görülmüştü. Ancak daha
sonra tam bir felaket olduğu anlaşıldı. Pestisidlerin
kullanımı sonucunda daha önce hiç bilinmeyen ve
şu anda mücadelesi güç olan sorunlar görülünceye
kadar tarımda devrim aldatmacası devam etti. Bunları
kullanan çiftçi, mahsülü topladıktan sonra aynı
topraktan bir daha verim alamaz olmuştur. Bu da
tekelci kapitalizme yeni bir kazanç kapısı olmuştur,
çiftçiler topraklarını yeniden ekebilmek için
bu gübreleri üreten firmalardan ilaç almak zorunda
bırakılmıştır.
Tarımda kullanılan pestisidler zincirleme bir
felaketi beraberinde getiriyor. Örneğin, azot
ile gübrelemede bitki, ihtiyacı olan azotu aldıktan
sonra geride kalan taban suyuna nitrat formunda
karışıyor. Ürün hasat edildikten sonra nitrat
nitrite dönüşerek canlı bünyesinde nitrozaminlere
dönüşüyor ve bu da kansere yol açıyor.
Üstelik konvansiyonel tarım yöntemi, yalnızca
çevre kirliliği ve doğal dengenin bozulmasına
neden olmamakta aynı zamanda besin zinciriyle
tüm canlılara ulaşarak yaşamlarını tehdit etmektedir.
Bu tehdidin sürekliliği ve hızla ilerleyişi her
geçen gün doğadaki geriye dönüşümü ve besin çevrimini
biraz daha zorlaştırmaktadır.
Emperyalist tekellerinin önlerine koydukları en
önemli hedeflerin başında bugün yeni-sömürge ülkelerde
tarım politikalarına ilişkin engellerin ortadan
kaldırılması gelmektedir. Bundan dolayıdır ki
WTO’nun (Dünya Ticaret Ögütü) toplantılarında
en sert geçen konu tarım üzerinedir.
Uluslararası sermayenin saldırılarının bazen tütün,
bazen pamuk, bazen de muz gibi kalemler üzerinden
yürütülüyor olsada, bu saldırının tarımın her
alanına yönelik olduğu açıktır.
Bunun somut ifadelerini kendi ülkemizde de görmekteyiz
Türkiye’de geçmişte, önce haşhaş, sonra zeytinyağı,
tütün gibi bazı tarım ürünleri için dayatmalar
gelirken; son 10 yıldan bu yana “tarıma yönelik
sübvansiyonların kaldırılması”nın IMF ve Dünya
Bankası’nın “olmazsa olmaz”ı, tarımın tümünün
hedef alındığının açık bir göstergesidir.
Türkiye gibi yeni-sömürge ülkelerinin tarımlarının
çökertilmesi, emperyalistlerin tarım ürünü stokları
için açık pazar haline getirilmesidir.
Sonuç Olarak
Artık yukarıda sorduğumuz sorunun cevabını verebiliriz.
“Genetik Devrim” aldatmacası insanlığın kurtuluşunu
sağlayamaz. Açlık görüntülerini (ki bunlar yalnızca
Afrika’ya ait görüntüler değildir. Sağlıklı besin
ve su kaynaklarından yoksun bırakılan milyonlarca
insanı da bu açlık görüntülerine ekleyebiliriz)
yeryüzünden silmek, tek kaygısı kâr etmek olan
kapitalistlerin işi değildir ve olamaz. Açlığın
yaratıcısı emperyalist kan emiciler, insanlığa
bolluk, zenginlik, refah vaat edemezler. Bu sömürü
düzenine son vermedikçe doğal kaynakların korunması
ve insanlığın yararına kullanılması mümkün olmayacaktır.
“Devrimci sosyalizmin ekoloji konusundaki görüşleri,
esas olarak, dünyanın artık kapitalist uygarlığın
sonuna geldiği ve buradan öteye yalnızca yeni
bir sosyalist uygarlık projesinin hayata geçirilmesiyle
yürünebileceği gerçeğine dayanır. Bu, reformizmle
devrimci düşüncelerin yüzlerce yıllık çatışması
boyunca hep söylenmiş olan sözlerden biri değildir;
bu kez gerçekten de ünlü halk deyiminde olduğu
gibi “deniz bitmiş”tir!
Gerçekten de bu mesele artık tarih boyunca gelebildiği
en vahim noktadadır ve bu uçurum çizgisi üzerinde
yürürken kapitalizm sınırları içinde bulunabilecek
her kısmi çözüm, yalnızca avuntu anlamına gelecektir.
İnsanlık, kapitalizmden kurtulmadıkça ve daha
önemlisi bu kez gerçekten doğru bir sosyalist
uygarlığı inşa etmedikçe dünya bir yıkımın sonuçlarından
kurtulamayacaktır.
Şüphesiz bu, her günlük süreçte kitlelerin düzene
karşı mücadelesinin örgütlenmesinin bir parçası
olarak doğal çevrenin kirletilmesine karşı mücadeleye
özel bir önem vermeyeceğimiz anlamına gelmez;
ama devrimci sosyalizm bunu devrimci perspektiften
uzaklaşmak pahasına yapmayacaktır”. (S.Barikat
12.sayı s.33)
|