Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

E. Yavaş

Günümüzde yaşları kırkın üzerinde olan büyüklerimizden, özellikle sofralarda sıkça duyduğumuz sitem dolu sözcükler vardır; “nerde o eski domateslerin tadı”, “zamane gençliği neden bu kadar sağlıksız” diye başlayan ve devam eden geçmişin güzel tatlarını anlatan konuşmalar.
Gerçek olan bir şey varsa o da bugün yediğimiz, bir çok meyve ve sebzenin sağlıklı olup olmadığını bilmediğimizdir. Çünkü kapitalizmin üst evresi olan emperyalist politikaların sonucu olarak kâr hırsıyla, daha çok para kazanmak amacıyla hayatımızın bir çok alanında yaratılmış olan tahribatlar, yediğimiz bir çok gıda ürününün yetiştirildiği tarımda da karşılığını bulmuştur.
Bugün televizyonlarda, gazetelerde sıkça karşımıza çıkan GDO’lu (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) tarım ürünlerinin toprakta, havada, suda, hayvanlarda ve insan sağlığı üzerinde yarattığı tahribatlar konuşulup tartışılmakta.

GDO Nedir?
Genetiği değiştirilmiş organizmalar, kısa adıyla GDO’lar, bir canlının gen diziliminin değiştirilmesi ya da kendi doğasında bulunmayan bir karakter kazandırılmasıyla yeni bir canlı organizma elde edilmesi anlamına geliyor.

GDO’lu Üretimin Ortaya Çıkışı
Emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin son zamanlarda her alanda ilan etmeye alıştıkları “devrim”lere bir yenisi, “genetik devrimi” de eklenmiş bulunuyor. Akla gelebilecek her şeye bir gen bulunması, genetik mühendisliğinin yüzyılın mesleği olarak sunulması vb. bu furyanın yaygın söylemi olmaktadır.
Peki “Genetik Devrimi” insanlığın kurtuluşu olacak mı?
Tarımsal ürünlerin bollaşıp zenginleşeceğinden sözeden bu günümüz yalanı, aslında tekellerin kasasında zenginlik ve dünya canlılarının yok oluşa doğru gidişini ifade etmektedir.
20. yüzyılda uygulama alanı hızla genişleyen suni gübreler, kimyasallar ve hormonlar gibi bitkisel üretimde verim artışını hedefleyen metotlar nedeniyle tarım topraklarının verimi düştü. Oysa kapitalist sömürünün derinleştirilmesinde görev alan burjuva bilim adamlarına göre, yakın gelecekte açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalacak olan insanlığın tek kurtuluş reçetesi, genetik teknolojisidir. Bu propagandalarla burjuva basın yayın organlarında yaygaralar kopartılıp, tarımda genetik teknoloji çalışmalarına son yılllarda hız verildi. İlk başlarda buğdayın genini arpaya, mercimeğin genini nohuta aktarma şeklinde yürüyen bilimsel çalışmalar, bugün farklı canlı âlemlerden bitki türlerine gen transferi noktasına geldi. Gen aktarımıyla, yabani otlara, soğuğa, hastalıklara dayanıklı ürünler elde edildi. Bütün bu yeniliklerin sonucu oluşan mısır, soya, kolza, pirinç, domates, patates tohumları daha laboratuvar aşaması tamamlanmadan kendini tarlalarda buluverdi.
Son yıllarda şahit olduğumuz besin kirlenmeleri, tarım ürünlerinin böcek ilaçlarıyla kaplanması, kanserojen etki gösteren çilekler, mısırlardaki genetik değişim, hormonlu patatesler bütün bu sürecin yeni ürünleri ve sorunları olarak karşımıza çıktı. İlk zamanlarda hastalık ve zararlılara dayanıklı olduğu için tek tip ürün yetiştirmeye ikna edilen çiftçiler,bu tohumların büyütülmesi için gerekli olan yeni ilaçlar için bunları üreten tekellere bağımlı hale getirilirken, her yıl hasattan sonra ellerinde kalan tohumlar kısır olduğundan tohum tekellerine de bağımlı oluyorlar.
Zenginlik beklentisi ve teknolojinin katkısıyla girilen bu yeşil devrim yolu, yeryüzündeki biyolojik çeşitliliğin yok olması tehdidini de beraberinde getirdi. Biyogenetik müdahale yapılarak üretilen yeni canlı türlerin gerçekten açlığa ve kıtlığa çözüm mü olacağı, yoksa türleri tehdit eder hale mi geldiği sorularının cevapları aslında çok açık.
GDO’lu ürünlerin dünya pazarındaki ticari büyüklüğü 70 milyar dolar olarak ifade ediliyor; ve bu da uluslararası şirketlerin ağzını sulandırmaktadır.
Bugün dünyada gen aktarılmış tohumlarla yapılan tarımsal üretim alanı 68 milyon hektarı buldu. Yani Türkiye topraklarının büyüklüğüne ulaştı. 1997’de 1,7 milyon hektarla başlayan bu tarım, aradan geçen 7 yılda neredeyse 40 kat arttı. ABD’de GDO’lu bitki tarımının yapıldığı alanlar 36 milyon hektarı, Arjantin’de 12 milyon, Brezilya’da 3,2 milyon, Kanada’da 1,5 milyon, Çin’de 260 bin hektarı geçti. Üretimi yapılan ve piyasada bulunan GDO’lu ürünler arasında soya fasulyesi, mısır, pamuk, buğday, kolza, pirinç, domates, bal kabağı, ayçiçeği, yer fıstığı ve bazı balık türleri yer alıyor. Mısır ve soya, genleriyle oynanmış bitkiler arasında ilk sıralarda yer alıyor. (aksiyon dergisi 55. sayı)
Günümüzde hükümet ve yetkililer tarafından “Türkiye’de GDO’lu üretimin yapılmadığı” her fırsatta bağıra çağıra söylenmektedir. Ancak nasıl ki Çernobil faciasında çayda radyasyon yoktur deyip halkı kandırdırdılarsa, bügün de GDO’lu üretim yoktur deyip yine halkı kandırmaktalar. Kandırmaktalar, çünkü Türkiye, emperyalizme göbekten bağlı olduğu için, IMF ve Dünya Bankası direktifleriyle çiftçilere “siz üretim yapmayın çalışmayın biz size para verelim” denilerek bir çok tarımsal ürünün yetiştirilmesi engellenmektedir. Böylece Türkiye’de üretimi engellenen gıda maddeleri, GDO’lu üretimi ile ön plana çıkmış ülkelerden ithal edilmektedir. Üstelik yapılan Gümrük Birliği Anlaşması gereği Türkiye’ye giren hammaddelerin kontrolü yapılmadığı için kullanılan tarım ürünlerinin GDO’lu olup olmadığını da bilmiyoruz.
Türkiye Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın’ın bu konudaki açıklaması gayet nettir, “Evet, Türkiye’ye GDO’lu ürünlerin hammadde olarak girdiğini biliyoruz, ama tohumların girdiğine dair bir bilgi yok. Bu alanda üretim yapan ABD, Arjantin, Çin, Brezilya ve Kanada dünya genelinde tarım alanında yüzde 99 pay sahibi. Soya, pamuk, mısır ve kolza gibi ürünlerde biz dışa bağımlıyız. ABD ve Arjantin ise en önemli ticaret ortaklarımız. 1999’da aldığımız 1,8 milyon ton mısırın yüzde 81’i ABD ve Arjantin’den, 2003’te alınan 800 ton soyanın yüzde 88’i de yine bu iki ülkeden geldi.” (aksiyon dergisi 55. sayı)

Konvansiyonel-Hormonal
Veya GDO’lu Üretimin Zararları

Dünyada yaşayan canlıların yaşamları zincirleme reaksiyonla birbirine bağlıdır. Bundan dolayı tarımda yaratılan tahribat sadece bitkileri değil, hayvanları, insanları ve havayı, suyu yani bütün doğayı etkilemektedir.
Toprağa kentleşme, sanayileşme, tarım ilaçları ve hormonlar yoluyla geçen zararlı maddelerin yeni hastalıklara sebep olması, bağışıklık kazanmış yeni zararlıların ortaya çıkması, kullanılan ilaçların zararlıların yanında yararlıları da öldürmesi, doğal dengenin bozulmasına neden oluyor. Pestisid adı verilen zararlı maddeler sadece toprağın yapısını bozmakla kalmıyor. Bu zararlı maddelerin yüzde 9O’ı kullanıldıktan altı saat sonra havaya karışıyor. Dolayısıyla ormanların ölümü, ozon tabakasının delinmesi, buzların erimesi susuzluğun başlaması vb. tahribatlar yaşanıyor.
Konvansiyonel üretim (kimyasalların kullanıldığı, bildik ve uygulanan tarım yöntemi) ilk kullanıldığında tarımda bir devrim gibi görülmüştü. Ancak daha sonra tam bir felaket olduğu anlaşıldı. Pestisidlerin kullanımı sonucunda daha önce hiç bilinmeyen ve şu anda mücadelesi güç olan sorunlar görülünceye kadar tarımda devrim aldatmacası devam etti. Bunları kullanan çiftçi, mahsülü topladıktan sonra aynı topraktan bir daha verim alamaz olmuştur. Bu da tekelci kapitalizme yeni bir kazanç kapısı olmuştur, çiftçiler topraklarını yeniden ekebilmek için bu gübreleri üreten firmalardan ilaç almak zorunda bırakılmıştır.
Tarımda kullanılan pestisidler zincirleme bir felaketi beraberinde getiriyor. Örneğin, azot ile gübrelemede bitki, ihtiyacı olan azotu aldıktan sonra geride kalan taban suyuna nitrat formunda karışıyor. Ürün hasat edildikten sonra nitrat nitrite dönüşerek canlı bünyesinde nitrozaminlere dönüşüyor ve bu da kansere yol açıyor.
Üstelik konvansiyonel tarım yöntemi, yalnızca çevre kirliliği ve doğal dengenin bozulmasına neden olmamakta aynı zamanda besin zinciriyle tüm canlılara ulaşarak yaşamlarını tehdit etmektedir. Bu tehdidin sürekliliği ve hızla ilerleyişi her geçen gün doğadaki geriye dönüşümü ve besin çevrimini biraz daha zorlaştırmaktadır.
Emperyalist tekellerinin önlerine koydukları en önemli hedeflerin başında bugün yeni-sömürge ülkelerde tarım politikalarına ilişkin engellerin ortadan kaldırılması gelmektedir. Bundan dolayıdır ki WTO’nun (Dünya Ticaret Ögütü) toplantılarında en sert geçen konu tarım üzerinedir.
Uluslararası sermayenin saldırılarının bazen tütün, bazen pamuk, bazen de muz gibi kalemler üzerinden yürütülüyor olsada, bu saldırının tarımın her alanına yönelik olduğu açıktır.
Bunun somut ifadelerini kendi ülkemizde de görmekteyiz Türkiye’de geçmişte, önce haşhaş, sonra zeytinyağı, tütün gibi bazı tarım ürünleri için dayatmalar gelirken; son 10 yıldan bu yana “tarıma yönelik sübvansiyonların kaldırılması”nın IMF ve Dünya Bankası’nın “olmazsa olmaz”ı, tarımın tümünün hedef alındığının açık bir göstergesidir.
Türkiye gibi yeni-sömürge ülkelerinin tarımlarının çökertilmesi, emperyalistlerin tarım ürünü stokları için açık pazar haline getirilmesidir.

Sonuç Olarak
Artık yukarıda sorduğumuz sorunun cevabını verebiliriz. “Genetik Devrim” aldatmacası insanlığın kurtuluşunu sağlayamaz. Açlık görüntülerini (ki bunlar yalnızca Afrika’ya ait görüntüler değildir. Sağlıklı besin ve su kaynaklarından yoksun bırakılan milyonlarca insanı da bu açlık görüntülerine ekleyebiliriz) yeryüzünden silmek, tek kaygısı kâr etmek olan kapitalistlerin işi değildir ve olamaz. Açlığın yaratıcısı emperyalist kan emiciler, insanlığa bolluk, zenginlik, refah vaat edemezler. Bu sömürü düzenine son vermedikçe doğal kaynakların korunması ve insanlığın yararına kullanılması mümkün olmayacaktır.
“Devrimci sosyalizmin ekoloji konusundaki görüşleri, esas olarak, dünyanın artık kapitalist uygarlığın sonuna geldiği ve buradan öteye yalnızca yeni bir sosyalist uygarlık projesinin hayata geçirilmesiyle yürünebileceği gerçeğine dayanır. Bu, reformizmle devrimci düşüncelerin yüzlerce yıllık çatışması boyunca hep söylenmiş olan sözlerden biri değildir; bu kez gerçekten de ünlü halk deyiminde olduğu gibi “deniz bitmiş”tir!
Gerçekten de bu mesele artık tarih boyunca gelebildiği en vahim noktadadır ve bu uçurum çizgisi üzerinde yürürken kapitalizm sınırları içinde bulunabilecek her kısmi çözüm, yalnızca avuntu anlamına gelecektir.
İnsanlık, kapitalizmden kurtulmadıkça ve daha önemlisi bu kez gerçekten doğru bir sosyalist uygarlığı inşa etmedikçe dünya bir yıkımın sonuçlarından kurtulamayacaktır.
Şüphesiz bu, her günlük süreçte kitlelerin düzene karşı mücadelesinin örgütlenmesinin bir parçası olarak doğal çevrenin kirletilmesine karşı mücadeleye özel bir önem vermeyeceğimiz anlamına gelmez; ama devrimci sosyalizm bunu devrimci perspektiften uzaklaşmak pahasına yapmayacaktır”. (S.Barikat 12.sayı s.33)

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul