Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

D. Sena

Ekim Devrimi’nin üzerinden 87 yıl geçti... Aslında, tarihsel açıdan bakıldığında, bu zaman dilimi, 20. yüzyıl olarak da algılanabilir. Koca bir yüzyıl, bu muazzam olayın doğrudan ya da dolaylı biçimde belirlediği gelişmelere tanık oldu. Öyle ki, bu yüzyıl içersinde, Lenin’den, öncesiyle-sonrasıyla Ekim Devrimi’nin teorik ve pratik mirasından etkilenmemiş, ondan uzakta gerçekleşmiş bir tek toplumsal olgu yoktur. Bu yüzyıl boyunca Ekim Devrimi, hiçbir zaman, bir vakitler gerçekleşmiş ve artık tarihin sıradan bir parçası haline gelmiş olan sıradan bir olay gibi algılanmadı; o her zaman burjuvazinin amansız korkularını ve ezilenlerin gelecek umutlarını besleyen büyük ve güçlü bir ışık kaynağı oldu. Bu mirasın bizzat sosyalist ülkelerin revizyonist yöneticileri tarafından hoyratça çarçur edildiği, bu ülkelerin gitgide çürütüldüğü, içinden kemirildiği yıllarda bile, dünya proletaryası ve emekçi insanlar, Ekim Devrimi’ni her zaman ayrı bir yere koydular, onu bütün güncel sakatlıkların üstünde, parlak bir yıldız gibi düşündüler. Yüz yıl boyunca dünyanın dört bir köşesinde milyonlarca insan bu eşsiz pratiğin derslerini yüzlerce, binlerce kez okudular, yüzlerce binlerce kez tartıştılar. Bu pratiğin yazıya dökülmüş ifadeleri her yeni devrimci kuşağın eğitim çalışmalarının odak noktasını oluşturdu. Dünyanın en uç köşelerinde yaşayan Ruslar ve Rusya üzerine en küçük bir kişisel deneyime sahip olmayan insanlar, bu çağ açan devrimin ortaya çıkardığı koordinat noktalarını, temel çerçevelerini kendi pratiklerinin ekseni yaptılar.
Boşuna değil! Dünya tarihinde (Paris Komünü sayılmazsa) ilk kez, yoksunluk ve yoksulluk içinde yaşayanlar, yüzyıllardır hep yönetilen ama bir türlü yönetemeyenler; dahası, yönetebileceğine de ihtimal verilmeyenler, hatta bizzat kendileri de buna inanmayanlar, yani dünyanın lanetlileri, ayağa kalkıp yalnızca iktidara değil, kendi kaderlerine de el koymuşlardı. Ayaklar baş olmuştu ilk kez, ilk kez baldırıçıplaklar, çulsuzlar, kendi güçleriyle ortaya çıkıp kendi sözlerini söylemeye, kendi kendilerini yönetmeye cesaret etmişlerdi. İşçi sınıfının o güne kadarki tarihi belki ayaklanmalar ve genel grevlerle doluydu; ama bu kez söz konusu olan son derece sihirli bir şeydi: İktidar! İşçi sınıfı iktidarı almıştı ve bu öyle gelip geçici bir macera değildi artık; Rus proletaryası iktidarı almakla yetinmemekte, iktidarda kalmayı da önüne bir hedef olarak koymaktaydı. Ve onlar, Paris Komüncülerinin trajik hatalarını yapmamakta kararlıydılar; Marks’ın düşünü kurduğu devlet biçimi, proletarya diktatörlüğü, işte bütün azametiyle ortadaydı ve elindeki iktidarı yeniden burjuvaziye devretmek gibi bir niyete de sahip değildi. Tek ülkede ne olurdu ne kadar olurdu tartışmaları bir yana, ki bunlar çok önemli tartışmalardır elbette, asıl çarpıcı olan proletaryanın kendi iktidarına sahip olma ve onu sağlamca elinde tutma konusunda sarsılmaz bir irade göstermesiydi.
Daha sonra, koca bir yüzyılı yaşadık... Koca bir yüzyıl, mucizevi gelişmelerle, en kanlı savaşlar ve katliamlarla, en kahramanca devrimlerle gelip geçti. Salt bir fantazi olarak Lenin’in örneğin 1970’lerde yeniden dünyaya geldiğini düşünsek, onun gördüğü dünya tablosu üzerine neler söyleyeceğini elbette hiçbirimiz kestiremeyiz. Ama herhalde gördüğü şey, onun için bir ölçüde şaşırtıcı olurdu. Dünya devrimine bütün kalbiyle inanmış olan bu büyük devrimci, Vietnam’dan Küba’ya ve Angola’ya, Bulgaristan’dan Çin’e kadar uzanan bu uçsuz bucaksız coğrafyaya baktığında, şüphesiz 1920 kışındaki kıtlık ve açlık günlerini, abluka zamanlarını anımsar, Alman devriminin acı yenilgisini düşünür ve ayakta kalıp kalmayacağı bile henüz pek belli olmayan genç Sovyet devrimi ile gördüğü bu yeni tabloyu kıyaslama olanağını bulurdu. Şüphesiz o, eşsiz öngörüleriyle önündeki bu tablonun zaaflarını da görürdü ama öte yandan bir kilo buğdayın bile hesabının yapıldığı günlerle kıyaslandığında kaynakları açısından tamamen kendine yeterli olan bu muazzam coğrafyanın ne kadar büyük imkânları içinde barındırdığını da farkederdi.
Koca bir yüzyıl geçip gitti. Ve biz, bu müthiş imkânların revizyonizm ya da çeşitli darkafalılık odakları tarafından nasıl heba edildiğini, ileriye doğru büyük bir sıçramanın zemini olabilecek bu prestij ve gücün, nasıl büyük bir geri adımla elimizden kayıp gittiğini gördük.
Ve sonra, 1990’lara geldiğimizde, yüzyılın sonunda, yetmiş yıllık işçi emeğimizin, eleştirsek de, hatta reddetsek de sonuçta bizim olan o muazzam şeyin gürültülü çöküşünü yaşadık. Yalnızca A ya da B ülkesinde bir rejim değişikliği anlamına gelmeyen, aynı zamanda sosyalist hareketin dünya çapındaki büyük gerilemesine de kaynaklık eden bu büyük geri adımın etkilerini hâlâ yaşıyoruz ve bir süre daha yaşamaya devam edeceğiz.
Bu arada burjuvazinin şımarıklığının her türüne tanık olduk. O günden bugüne, özellikle de 90’ların karanlık zamanlarında neler dinlemedik ki! Sosyalizmin tarih sahnesinden ebediyen silindiği her gün her yoldan binlerce kez tekrarlandı. “Tarihin Sonu”ndan bahsedildi, kurtuluş teorilerinin toprağa gömüldüğü kafamıza kazınmak istendi, vs. vs...
Sosyalist hareket de gerileme zamanlarının kafa karışıklığından ve sapmalarından payını aldı. Bugünlerde aynı hararetle savunan var mı bilmiyoruz ama 1990’ların ilk karmaşası içinde, Ekim Devrimi’nin “zamansızlığından” bile bahsedildiğini anımsıyoruz. Yıllar öncesinden bu yana, Avrupa’daki tatlı su entellektüellerince bolca tartışılmış olan bu olgudan hareketle madem ki yıkıldı, deniliyordu, demek kuruluşunda bir bozukluk var! “Belki de erken bir iktidardı bu” deniliyordu. Tuhaf şey! 1917 Ekim’inde Bolşeviklerin yaşadıkları “ayaklanalım mı ayaklanmayalım mı” tartışmalarını yeniden yaşıyorduk sanki! Tarihin bir film şeridi gibi yeniden geriye sarılıp yeniden oynatılamayacağından habersiz görünen bu insanlar, şu ya da bu tarihte iktidarın zamansızlığı ya da uygunluğu üzerine akıllar fikirler üretebiliyorlardı. Ve sonra, işler daha da ileri götürülüyordu: Madem ki yıkıldı, deniliyordu, öyleyse bu işin temelinde, marksizmin ta kendisinde bir sorun olmalı! Madem ki yıkıldı, şu “parti” meselesinde de bir sakatlık olmalı! Madem ki yıkıldı, şu merkezi planlamaya yeniden bir bakmalı ve “serbest piyasa”nın erdemlerini yeniden tartışmalıyız, vs. vs...
Öyle sanıyoruz ki, artık bu güzergah üzerinden söylenebilecekler bitti; daha doğrusu bu söylenenlere eklenecek yeni ve orijinal bir şey kalmadı. Marksizm-Leninizme karşı açılan büyük haçlı savaşı elbette henüz sona ermiş değil, devrimci sosyalizmin bu güçlerle ideolojik hesaplaşması da daha uzun bir süre devam edecek gibi görünüyor. Ama öte yandan ortalığın toz dumana kestiği bir karışıklık dönemi de arkasında çürümüş sözcüklerden oluşan koca bir çöp yığını bırakarak yavaş yavaş hayatımızdan çekiliyor. Artık 2000’lerde yiz. Ekim Devrimi’nin 87. yılında, inkârcılıkla darkafalılık eğilimlerinden ötede bir yerden tartışmaya başlayabiliriz. Aradan geçen on yıl bile çok önemlidir ve bu sürede çöküş sürecinin kendi özel tarihi de “soğumaya” başlamış, daha iyi, daha sakin bir kafayla ele alınmaya uygun hale gelmiştir. İlk karışıklık döneminde pek sık duyduğumuz “olaylar bizi doğruladı, şunu yalanladı” gibi dar ve sübjektif laf yığınları da etkisini giderek yitirmekte, sağlıklı bir geçmiş değerlendirmesine dayanan yeni bir Sosyalist Uygarlık projesinin inşası için tam da uygun zaman gelmektedir.

Yüzyılın Başında Ne Oldu?
Ünlü tarihçi E.H.Carr, Tarih Nedir isimli kitabında şöyle yazıyordu: “1917’de Rusya’da niçin devrim oldu sorusunu cevaplarken tek bir neden gösteren öğrenci, orta alırsa şanslı sayılır...
...Aynı soruya cevabında Rus Devrimi’nin bir düzine nedenini birbiri ardına sıralayıp böylece bırakmakla yetinen bir öğrenci iyi alır, ama pekiyi alamaz. Sınavı yapanların yargısı, ‘bilgili ama düşünme gücü zayıf’ olur. Gerçek bir tarihçi, kendi topladığı bu nedenler listesini eline alınca bir çeşit mesleki zorlama ile bunu bir düzene indirgemek, birbirleriyle ilişkilerini kuran bir nedenler hiyerarşisi meydana getirmek, belki hangi nedenin ya da nedenler grubunun ‘son bakışta’ ya da ‘nihai analizde’ en son neden, bütün nedenler nedeni olarak ele alınması gerektiğini kararlaştırmak gereğini duyacaktır.” (sf: 119)
Gerçekten de, Ekim Devrimi sürecinde belirleyici olan, “nedenler nedeni” olan olgu ya da olgular nelerdir?
“Doğada ve tarihte mucize yoktur -diye yazıyordu Lenin Mart 1917’de- fakat her devrim, tarihin her ani dönemeci gibi öyle zengin bir içeriğe sahiptir, mücadele biçimlerinin ve mücadele eden güçlerin karşılıklı ilişkisinin kendine özgü bileşimlerini o kadar beklenmedik biçimde ortaya çıkarır ki, birçok şey dar kafalı beyinlerde mucize olarak görünmek zorundadır.” (1917, İnter Yay., Sf: 13-14)
Aynı mektubunda, Şubat günlerini değerlendirirken Lenin, 1905’ten beri birçok unsurun üstüste birikerek geldiğini, “Çarlık monarşisinin birkaç gün içersinde çökebilmesi için, dünya çapında tarihsel öneme sahip bir dizi koşulun iç içe geçmesinin gerekli olduğunu” kaydeder. Bu çerçevede 1905’ten beri devam eden sınıf savaşlarının, devrim provası sayılabilecek büyük kapışmaların önemine vurgu yapmakla birlikte Lenin, yine de bütün bunların yeterli olmadığını, “eşi duyulmadık şiddette” büyük krizlere yol açabilecek bir başka “rejisör”ün de gerekli olduğunu söyler. “Gelişimi güçlü bir biçimde hızlandıran bu ‘rejisör’ emperyalist dünya savaşıdır.” Bütün dünyada kapitalist düzenin efendilerini “tek bir kanlı yumak” haline getiren bu büyük savaş, bütün Avrupa’yı devrimlere hazırlamıştır; ama sürecin en zayıf halkası olan Rusya için savaşın sonu, Çarlık bakımından “sonun başlangıcı”dır. Burada sözü edilen şey bir rastlantılar zinciri değildir; bir karışıklık anında fırsatçı davranıp hükümet darbesi düzenlemek hiç değildir. Bir tarihsel birikim vardır ve bu birikimi bir sıçrama haline etiren olaylar zinciri vardır.
Yine de salt bu kadarını ortaya koymak, herhalde Lenin açısından büyük bir alçakgönüllülüktür. Çünkü herkesin bildiği gibi ne savaşlar ne de ekonomik-toplumsal krizler, kendiliğinden bir biçimde devrimlere yol açmazlar. Devrimlerin koşullarını hazırlarlar, ezilen sınıfların cüretkâr bir biçimde öne atılması için uygun politik-psikolojik atmosferi yaratırlar ama devrim dediğimiz şey, yine de bütün bu koşulları doğru biçimde değerlendirerek doğru zamanda doğru atılımı gerçekleştirecek bir devrimci iradenin eseridir. Yani, bütün Avrupa için genel bir devrimci ortam yaratan büyük savaş krizinin Rusya’da devrime yol açması, yalnızca “zayıf halka” teorisiyle açıklanamaz; bu zayıf halkaya bütün gücüyle asılan ve onu koparma becerisini gösteren irade, tartışmasız biçimde sürecin asli unsurudur.
Leninizm, bu iradenin adıdır.
Ve bu irade, Carr’ın “nedenler hiyerarşisi” içinde, en üst, en belirleyici noktada durur.
Elbette, kişi adıyla anılan bütün büyük düşünce akımlarında olduğu gibi, Leninizm de onun yaratıcısı olan kişiyle, yani V. İlyiç Lenin’le sınırlı değildir. Bütün büyük akımlar gibi Leninizm de, verili tarihsel koşular içinde kendini ortaya koyabilir ve koymuştur.
Ama bütün bunlara karşın, yine de tarih, koşulların otomatik olarak büyük kişilikleri yarattığı mekanik bir nesnellik-öznellik ilişkisi üzerinden yürümez. Nasıl tek tek kapitalistler ve kapitalist ülkeler eşitsiz ve sıçramalı bir gelişme gösterirlerse, proletarya hareketinde de bu harekete katılan bütün insanların birbirlerine eşit olarak geliştikleri bir durum yaşanmaz. Proletaryanın bütün kitlesi ya da hatta bir ülkedeki devrimci insanlar ve partiler toplamının tamamı birbirine eşit bir çizgi üzerinden yürümez. Sürecin belli aşamalarında, öne fırlayan kişiler ya da gruplar, partiler, tarihe müdahale ederler ve bu müdahaleleri ne kadar doğruysa onların tarihin yönünü değiştirme şansları da o kadar fazla olur. Bu müdahalenin belli bir çağ dönüşümüne denk düştüğü durumlarda ise, önümüze çıkan şey, artık bütün yerellikleri aşan Leninizm gibi muazzam bir çerçevedir.
Yani, bir ölçüde determinist anlayışın etkisi altında kalarak mekanik bir “koşullar-önderler” ilişkisi kurmak doğru değildir. Leninizm kavramının içinde Lenin’i bizzat kendisi ve onun öngörülü düşüncesi, iradesi hayati bir önem taşır.
Örneğin, benzer bir biçimde, “THKP-C 1960’larda yükselen sınıf mücadelesinin eseridir” denildiğinde, THKP-C gerçeği de eksik anlatılmış olur. Çünkü aynı süreç, şüphesiz kendisi de verili koşullarda yetişmiş ve devrimcileşmiş olan Mahir Çayan’ın müdahalesinden ayrı düşünülemez. Onun, III. Bunalım Dönemi’nin olgularını çözümleyerek bir devrimci kılavuz ortaya koyarak aldığı inisiyatif, 1960’ların sonunda tarihsel önemdedir. Tarih böyledir ve böyle anlaşılmalıdır. Yoksa, bunun tersi düşünce, biraz karikatürize ederek söylersek, eninde sonunda “nasıl olsa tarihsel koşullar gereğini yapar” diyerek kendi yaratıcı çabamızdan vazgeçmemiz sonucunu doğurur. Oysa tarihsel koşullar, bizim onlara müdahale etmemiz halinde gerçek tarihsel gelişmeleri ortaya çıkarırlar, kendiliğinden işleyen bir tarih çarkı ise hiç mevcut olmamıştır. Tarih, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar tek tek insanların parmağıyla işaret ettiği yoldan yürümez. Ama büyük ve güçlü bir irade parmağını kararlı bir biçimde ileriye uzatmadığında da tarih, kendi başına bir şey yapmaz. Tarih bir kişi değildir çünkü, tarih kendi başına bir şey yapmaz; o insanların tarihidir ve insanlar hareket ettiklerinde yaptıkları şey tarih olur.
Aynı şey, Leninizm için çok daha fazla geçerlidir. Lenin’in sağlığında Leninizm kavramının bir resmi ifade olarak kullanılmadığı, bunun tercih edilmediği pek sık söylenir ve bu doğrudur. Ama aynı biçimde doğru olan bir başka şey, ta 1900’lerin başından beri Rus Devrimci hareketi içinde “Lenin taraftarları”nın, “Leninciler”in varlığıdır. Lenin’in teorik yazılarının ve kitaplarının bir adım ötesine geçerek döneme ait anıları okuduğumuzda hemen göreceğimiz şey, kongrelerdeki, toplantılardaki polemiklerin ve bu polemiklerde sık sık adı geçen şöhretli insanların dışında, Lenin’in düşünce ve öngörülerini benimsemiş yüzlerce insanın arı gibi çalışmasıdır. Sınırlardan gazete geçiren, onları dağıtan, onlarca kentte yüzlerce fabrikada sabahtan akşama tabana kuvvet koşuşturan bu insanlar, Lenin’in kişisel isimlendirme tercihinin de ötesinde “Leninci”lerdir. Lenin’in devrimci harekete yaptığı müdahalenin önemini kavramış olan bu insanlar, Babuşkin ve daha yüzlerce örnek, gerçekte Ekim Devrimi’nin isimsiz kahramanları olarak vardırlar. Burjuva tarihçiler onları hep “sadık müritler” diyerek küçümseseler de, bu insanlar düşünme yetisinden uzak robotlar değillerdir. Burada mesele, fanatizm değildir. Asıl mesele, bu insanların, Lenin’de “geleceğin ışığını” görmeleridir. Granma yatına binenlerin Fidel’de, Uzun Yürüyüş’e çıkanların Mao’da, Dien Bien Phu’da devasa Fransız ordusunu hezimete uğratanların Ho Chi Minh’te gördükleri “ışık”, aynı ışıktır. Bu, körü körüne bağlanma değil, politik öngörü ve iradenin karşılığıdır.
Peki Lenin kimdir? Ondaki “ışık” nedir?
Bu gücü nereden ve nasıl elde edebilmiştir? Başlangıçta Rus devrimci aydınlarından herhangi biriyken, aynı zeminde kendisinden önce var olan onca “eski tüfek”i aşarak bir adım öne çıkmasının sırrı nedir? Marks’ın sofrasında oturma şerefine nail olmuş, onun “yakın çalışma arkadaşı” olarak şöhret yapmış Kautsky gibi adamlarla çatışmaya giriştiğinde ya da Rus Marksizminin “babası” sayılan Plehanov’la çekinmeksizin hesaplaştığında henüz otuzlu yaşlarda olan bu adam, bu cüretini nereden almaktadır?
Burjuva tarihçilerin bu konuya ilişkin yorumları, çoğu kez yalnızca kötü niyetli değil aynı zamanda ahmakçadır. “Karizma”, “tutkulu kişilik”, “fanatizm” gibi kendi başına anlam ifade etmeyen kavramlar onların dağarcığında pek boldur. Elbette, proletarya davasına tutku dolu bir bağlılık onun çok önemli bir özelliğidir. RSDİP’teki polemiklerde en büyük rakibi olan Axelrod, kendisine “bütün bu çatışmalar nasıl oluyor da Lenin gibi tek bir adamın başının altından çıkıyor?” diye sorulduğunda, 1910 yılında şöyle yanıt veriyordu: “Çünkü gününün yirmidört saati devrime hasredilmiş, kafasını devrimden başka hiçbir düşünce ile meşgul etmeyen, hatta uyusa bile uykusunda devrim rüyalarından başka rüya görmeyen bir başka adam daha yok da ondan. Bırakınız ötesini, kestirmeden gidip böyle bir adam bulmaya ve böyle bir adama sahip olmaya bakınız.” (B.D.Wolfe, Devrim Yapan Üç Adam I, sf: 278)
Başka bir dizi kaynakta da kimi zaman art niyetli ifadeler olarak kimi zaman da övgü anlamında böylesi ayrıntılara rastlayabiliriz. Şüphesiz bütün bunlar doğrudur ve son derece önemlidir; yaptığı işe tutkuyla sarılmak, tüm yaşamını buna göre örgütlemek bütün büyük önderlerin ortak özellikleridir. Ama yine de bu her şey demek değildir. Nihayetinde, Rus devrimci hareketinin diğer kanatlarında yer alan insanların da çoğu, kendi yanlışları üzerinde sonuna dek ısrar edebilen tutku dolu kişiliklerdir. Ve hatta, bir adım öteye giderek bazı burjuva önderlerin de kendi davalarına hırsla bağlı olduklarını söyleyebiliriz.
Öte yandan, onun “örgütçülüğü”ne yapılan vurgular da yine son derece doğru olmakla birlikte durumu tam açıklamamızı sağlamaz. Kimi zaman, çok büyük bir cahillik ve haksızlık örneği olarak Marks’ın büyük bir kuramcı ve harika bir çözümleyici olduğu ama politika alanında “zayıf” kaldığı, Lenin’in de işte tam bu gediği kapattığı söylenir. Oysa bu, aslında çok taraflı bir haksızlıktır. Marks açısından haksızlıktır; çünkü gerçek durum böyle değildir. 1848’den Komün’e dek bütün büyük Avrupa devrimlerinde Marks-Engels vardır ve ayrıca özellikle iktidar sorununa dair bugünkü temel referanslarımızın neredeyse tamamı Marks-Engels ikilisine aittir. Lenin açısından haksızlıktır; çünkü bu tanımlama onu basit bir “uygulayıcı” konumuna indirmekte ve marksizme yaptığı derinlikli katkıları yok saymaktadır. Oysa aşağıda göreceğimiz gibi, sorun, şu ya da bu alandaki “zayıflıklar” ya da “yetenekler” ile değil, dönemlerle ve farklı dönemlerin ihtiyaçlarıyla ilgilidir.
Birkaç paragraftır sorgulamaya çalıştığımız “niçin Lenin” sorusunun gerçek yanıtı da aslında işte tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Geçtiğimiz yüzyıl boyunca dünyanın pek çok köşesinde bilimsel sosyalizmi kendi ülkesinin koşullarına uyarlayan ve bunu yaparken de kuşkusuz kendi yaratıcı çabasını parlak biçimlerde sergileyen bir dizi devrimci önder ya da önderler grubu vardır. Kuşkusuz bunlardan bazıları da sadece “yaratıcı uygulama” noktasından öteye taşmışlar ve bazen bir bunalım dönemini ya da tarihsel süreci tümden etkileyen çok önemli katkılar yapmışlardır. Ancak yine de Marks-Engels’le birlikte Lenin’in tarihsel olarak durduğu yer farklıdır. Lenin’i, bu genel toplam içersinden öne çıkaran şey, yalnızca ilk sosyalist devrimin başında olması değildir; asıl mesele, onun 20. yüzyılın başında, Rusya özgülünü aşan bir noktada durması ve insanlık tarihinin bu dönemeç noktasında, yalnızca Rus devrimci hareketi için değil, uluslararası proletarya hareketinin bütünü için hayati değer taşıyan bir devrimci yenilenme atılımını gerçekleştirmiş olmasıdır. Emperyalizm çağına ilişkin bütün temel belirlemelerin ortaya konulması ve bu çözümlemelerden yalnızca Rusya’ya özgü olmayan bütünlüklü ve çok yönlü bir yol haritasının çizilmesi, Lenin’in düşüncelerini Leninizm yapan şeydir.

Yüzyılın Başındaki Devrimci
Yenilenme Atılımı: Leninizm

A) Kaynağa Dönüş ve Geçmişin
Diyalektik Biçimde Aşılması Yöntemi

Leninizm, emperyalizm çağının, proletarya devrimleri çağının marksizmidir. Arkasına-önüne sonradan çeşitli gruplar tarafından ne kadar özel ek yapılırsa yapılsın, Marksizm-Leninizm şeklindeki ikili kavramın yine de sıkı bir çekirdek gibi algılanmasının gerçek nedeni budur. Az sonra aşağıda açacağız, ama şimdiden hiç tereddüt etmeksizin söyleyebiliriz: Bunun gerçek nedeni, Leninizmin-Bolşevizmin, 20. yüzyılın başında muazzam bir devrimci yenilenmeyi başarmış olması, Marks-Engels düşüncesinin etrafına örülmek istenen tutucu örümcek ağlarını parçalamasıdır. Lenin’in deyimiyle marksizmi “ölü harflere feda eden” yerleşik Avrupa solunun bütün dogmatik-reformist çerçeveleri bu süreçte parçalanmış ve bu yıkıntının içinden sonunda yeni bir Enternasyonal’e dek uzanan yepyeni bir dünya devrimci hareketi yaratılmıştır. Yeni bir yüzyılın ve insanlık tarihinin yeni bir evresinin başında olan bizler için bu, heyecan verici bir gerçekliktir.
Bütün bunların içinde gerçekleştiği politik ortamı biraz düşünürsek, aslında yapılan işin güçlüğünü de anlamış oluruz.
Bilindiği gibi Komün sonrasındaki yaklaşık yirmi yıllık süreci sosyalizm açısından karakterize eden temel unsur , teorik eksikliklerin tamamlanması ve bu arada yeniden büyük bir kalkışmaya hazırlanmanın bir aracı olarak proletaryanın uluslararası partisinin olgunlaştırılmasıydı. Şüphesiz bu, ağır bir işti ve süreç boyunca Marks ve Engels, bir dizi ‘budalalık’la, kendi söylediklerinin bir bütün halinde kavranılmamasından kaynaklanan ekonomist/reformist kaymalarla, vb. uğraşmak zorunda kaldılar. 1848’lerin devrimlerinin ve Komün’ün ezilmesinin gerçek sebeplerinin doğru kavranılmamasından kaynaklanan bu kaymalar, devrimci dalganın zayıflığı koşullarında, Marks ve Engels’in ‘altyapı’ya yönelik vurgularını referans alıyor ve çoğu durumda en bayağı cinsten ekonomizme, reformizme dek uzanan uçlar halinde gelişiyordu.
Bu bakımdan, daha sağlıklarında başlayan reformist dalga, onları kendi sözcükleriyle vurmak gibi ahlaki de olmayan bir noktadan işe girişmişti. Marksist bütünlük, giderek onun yalnızca bir parçası olan iktisadi tahlillere indirgenmekte, “filozofların yapması gereken” üzerine düşüncelerini yeterince açık bir biçimde ifade etmiş olmasına karşın Marks, neredeyse herhangi bir iktisat bilgini düzeyinde ele alınmaktaydı. Bütün hayatını komünist bir devrim düşüne bağlamış olan Marks ve Engels böylece akademisyen olarak kutsandıklarında ise Marksizm, bir devrimci kılavuz olmaktan çıkarılıyor, onun içindeki devrimci ruh boşaltılmış oluyordu.
1900’lerin başında, dünya sosyalist hareketi, kaskatı bir “ortodoks marksizm” savunuculuğu adı altında en sağ noktaya dek kaymış bulunan Avrupa solunun yoğun etkisi altındayken ortaya çıkan Leninist çizgi, bütün bu çerçeveleri paramparça etmiş, emperyalizmle birlikte başlayan yeni sürecin mükemmel bir çözümlemesinden hareketle yeni bir devrimci kılavuz yaratmıştır. Bu yeni devrimci kılavuzun en temel özelliği, doğrudan marksist ilkelerin özüne doğru yapılan keskin bir dönüş ve geçmişin bu referanslar üzerinden diyalektik bir biçimde aşılmasıdır. Garip bir çelişkidir; burjuva dünyasında Lenin adı ve Leninizm hep “ortodoksluk” ve “muhafazakârlık”la, “ideolojik katılık ve değişmezlik”le birlikte anılır; oysa durum tam tersidir. Tam tersine, karşısındaki güçler, yani Alman solunun şöhretleri ve onların Rusya’daki Menşevik uzantıları marksizmin ölü lafızlarına sarılmakta, ağızlarından Marks ve Engels’i düşürmeksizin onların geçen yüzyıl için söylediklerini bağıra çağıra tekrarlayarak devrimci hareketi sağa doğru çekmektedirler. Örneğin ekonomik grevlerin önemi üzerine yapılan kendiliğindenci gevezeliklerin çoğu kendisine referans olarak Engels’i seçmekte, 1905’te burjuva liberallerle ne pahasına olursa olsun birlikte olmak isteyen Struve’ler de tanık kürsüsüne sık sık Marks’ı çıkarmaktadırlar. Silahlı ayaklanma günü geldiğinde ise aynı “sıkı marksistler” Marks’ın ayaklanma üzerine söylediklerini hemen unutup bir başka zamanda söylemiş olduğu “legal çalışmanın önemi”ne ilişkin cümlelerine tutunmaktadırlar. Buna karşın Lenin, son derece net bir dönem tanımlaması yapmakta ve büyük bir ideolojik cüretkârlıkla Marks ve Engels’in 1850’ler için telaffuz ettiği kavramların bazılarının emperyalizm çağında yeniden ele alınmaları gerektiğini söylemektedir. Ekonomist Credo’dan 1902’deki parti üyeliğine ilişkin polemiklere, 1905’teki “iki taktik”ten 1917’deki ayaklanma krizine dek sürecin bütün noktalarındaki bütün tartışmalar aslında üzerinde tartışılan konunun özgül içeriğinin ötesinde, her zaman ama her zaman doğrudan doğruya yeni dönemin devrimci olanaklarını anlayıp anlamamayla ilgilidir. Bütün bu tartışmalarda her zaman Lenin yenilikçi ve çığır açıcıdır, siyasi rakipleri ise bir önceki sürecin kavramları ve siyasi taktikleri noktasında takılıp kalmışlardır. Ve yine her zaman bu siyasi rakipler, kendilerinin marksizme “sadık” olduklarına yemin billah etmekte, Lenin’i ise kimi zaman Bakuninci, kimi zaman “maceracı” olarak görmektedirler. Ama her durumda, itirazlarının dayanağı aynıdır: Bunlar kitapta yok ki!
Oysa bilimsel sosyalizmin metinleri kutsal ayetler değildir Lenin’e göre; koşullar değiştiğinde, taktikler ve değerlendirmeler değişir. Değişmeyen, kendini yenilemeyen bir devrimci hareket ise yenilmeye ya da marksizmin dışına kaymaya mahkumdur.
1905 günlerinde “Avrupa’da Paris Komünü’nden bu yana neredeyse kesintisiz hüküm süren uzun gericilik dönemi, bizi fazlasıyla sadece ‘tabandan eylem’ düşüncesiyle doldurmuş, bizi fazlasıyla sadece savunma savaşını düşünmeye alıştırmıştır. Şimdi hiç kuşkusuz yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz; politik sarsıntılar ve devrimler dönemi başlamıştır” diyen Lenin’dir. Yine aynı günlerde “Yeni İskra’nın yazarları, olayların akışına ve zamanın gereklerine sırt çeviriyor ve inatla şunu iddia ediyorlar: Eskiyi unutma! Yeniye kapılma! (Menşevik) Konferans’ın tüm önemli kararlarının değişmeyen temel düşüncesi budur; oysa (Bolşevik) Kongre kararlarında hep şunu okursunuz: eskiyi (...) olumlarken yeni görevi öne çıkarıyoruz, dikkatleri bu göreve çekiyoruz, yeni bir şiar öne sürüyor ve gerçekten devrimci sosyal demokratları, derhal bu görevleri uygulamaya çalışmaya çağırıyoruz.” diyen de Lenin’dir. Ve nihayet, 1917’de partinin adının artık değiştirilmesi üzerine tartışırken çok daha açık bir biçimde söyledikleri şunlardır: “Durum artık Marks ve Engels’in gayet bilinçli olarak, yanlış, oportünist “sosyal demokrasi” ifadesine katlandıkları 1871-1914 arasındaki zamanda olduğu gibi değildir. Çünkü o zamanlar, Paris Komünü’nün yenilgisinden sonra tarih, yavaş örgütlenme ve aydınlatma çalışmasını gündeme koymuştu. Başka bir çalışma yoktu. (...) Anarşistler durumu yanlış değerlendirdiler, dünyanın durumunu kavramadılar: İngiltere’de emperyalist kârlarla ahlakı bozulmuş işçiler, yenilgiye uğratılmış Paris Komünü, Almanya’da yeni zafer kazanmış burjuva-ulusal hareket, yüzyıllardır süren uykusunu uyuyan yarı-serflik Rusya’sı. Marks ve Engels, durumu doğru değerlendirdiler; uluslararası durumu kavradılar, sosyal devrime yavaş yavaş yaklaşma görevlerini anladılar.
Biz de yeni dönemin görevlerini ve özelliklerini kavrayalım. Marks’ın haklarında “ejderha ektim pire biçtim” dediği o sözde marksistleri taklit etmeyelim.
Emperyalizme gelişmiş olan kapitalizm, zorunlu olarak emperyalist savaşı üretti. Savaş, tüm insanlığı uçurumun, tüm uygarlığın yıkıma uğramasının, barbarlığın kıyısına getirdi; milyonlarca yeni insanı ölüme sürüklemekle tehdit ediyor.
Proleter devrimden başka çıkış yolu yoktur!”
Son derece açık...
Tarihin her kritik noktasında, her şeyin düğümlenip köklü bir çözüm beklediği her aşamada, Lenin’in yaptığı budur. Derhal marksizmin esas kaynaklarına yönelmek ve “ölü harflere” bağlı kalmadan, gerçek duruma gerçek çözümler üretmek...
1917’de kendi bolşevik yoldaşlarının büyük bir çoğunluğuna karşı tek başına kaldığında bile yeni durumun yeni ihtiyacı olan Sovyet iktidarını savunan Lenin’dir. 1905 Devrimi’nde iktidarın burjuva liberallerine terk edilmesinin hiç gerekli olmadığını, işçilerin ve köylülerin devrimci diktatörlüğünün pekala mümkün olduğunu söylediğinde yeni bir çığır açar. 1917 Şubat’ında ise “tamam, olaylar bizim tam tasarladığımız biçimde gerçekleşmedi; ama şimdi artık kararsız burjuvazinin elinden iktidarı alabiliriz” dediğinde, yine yerleşik yargıları yıkıp geçmektedir. Bolşevizmin yeminli düşmanı olan Wolfe gibi burjuva tarihçilerin zaman zaman “oportünizm” ya da “sözünden dönme” olarak değerlendirdikleri bu durum, tam da bunun karşıtıdır. Karşımızdaki devrimci önder, bir tek şeyden, proletarya diktatörlüğü ve devrimden asla geri “dönmemekte”, ancak her yeni süreci kendi koşulları içinde hızla değerlendirip yeni strateji ve taktikler üretmektedir.
Bunun için eski kuşağın şöhretli isimleriyle hesaplaşılması gerektiğinde de tereddüt etmemektedir. “Hayatımda hiçbir zaman, ama hiçbir zaman herhangi birisinin karşısında bu kadar samimi bir saygı ve bağlılık hissi duymamıştım” dediği Plehanov’la yeni sürecin görevleri konusunda karşı karşıya geldiğinde, kendi deyimiyle “aşk” biter. Bu, onun için hep tekrarlanan bir şeydir; çığır açmak ve eskiyle hesaplaşmak.
Sonuç olarak Lenin’in yöntemi, sözcüğün tam anlamıyla bir “put kırıcılığı”dır ve doğru referanslar üzerinden gerçekleştirilen bir devrimci yenilenmenin tekrar tekrar dönüp ders alınacak bir örneğidir. “Yenilenme” sözcüğünün liberal kaçkınlıkla kirletilmiş olduğu 1990 sonrasında, bu tarihin dersleri muazzam bir önem taşımaktadır. O, Marks ve Engels’in “yakın dostları” olarak engin bir şöhrete sahip olan Alman solunun (ve onların Rusya’daki uzantılarının) “sadakat” adı altında Marksist ilkelerin üzerine yığdığı bütün o çerçöp yığınlarını süpürüp atmış, böylece gerçek kaynağa, Marks-Engels referanslarına dönmek ve oradan hareketle proletarya devrimleri çağı olan emperyalizm çağına uygun devrimci çözümler üretmenin yolunu bulmuştur.

B) Diyalektik Düşüncenin En Temel
Yöntemi: Dönem Kavrayışı

Bu hayranlık verici yöntemin özü, kuşkusuz “dönem kavrayışı”na dayanır.
Leninist Devrimci Yenilenme yönteminin en temel ögesi, esasen diyalektik çözümlemenin çok bilinen unsurlarını temel alır. Esasen, genel olarak marksist çözümleme yöntemi, tarihin içinde akıp geçen olguları, oldukları haliyle, kategorize etmeksizin ele almaz. “Kapitalizmin en temel özellikleri bellidir, geriye kalan her şey önemsiz ayrıntılardan ibarettir” diyerek gerici bir “tutarlılık” ilkesini savunmak, her yeni dönem belirdiğinde ve devrimciler ona dair yeni sözler söylediklerinde dehşete kapılarak marksist klasiklerin sayfalarının arasına kaçışmak, bilimsel sosyalizmin değil dogmatizmin tavrıdır. Böyle bir dogmatizmle, ne Ekim Devrimi’ni ne de daha sonraki gelişmeleri, emperyalizmin birbiri ardına girdiği bunalım dönemlerini anlamak, bu dönemlere uygun yeni ideolojik-politik çizgileri belirlemek mümkündür. Bu, her zaman en “genel-geçer” fikirlerle yetinmektir, ezberden şaşmamaktır; örneğin “emperyalizm dünyanın sömürülmesidir” demekle yetindiğinizde, sömürgeciliğin değişen biçimlerini anlayamazsınız. “Devrim işçi sınıfının ayaklanarak iktidarı ele geçirmesidir” gibi genel bir tanımı yineleyip durduğunuzda, iktidara yürümenin değişik dönemlerde ortaya çıkan değişik yollarını, sözgelimi halk savaşını, vb. asla anlayamazsınız. Oysa marksist çözümleme yöntemi, tarihsel süreçleri kendi içinde tutarlı bir bütünlük oluşturan dönemleri açısından ele alır ve anlamaya çalışır.
Daha önceki sayılarımızda çeşitli vesilelerle sık sık değindiğimiz gibi doğada ve toplumsal ilişkilerdeki gelişme çizgisi sıçramalı ve eşitsizdir. Adım adım gelişen süreçler, bu seyrin belli bir noktasında mevcut birikimi arkalayan bir sıçrama yoluyla yeni bir düzeye ulaşırlar. Bu, kerte kerte ilerleyen bir süreç değil, sarmal bir gelişmedir; “yavaş ya da hızlı bir biçimde yaşanan nicel gelişmeler, kendi içinde bu sıçramanın filizlerini taşır ve belli bir anda bütün cephelerde açığa vurur. Dolayısıyla artık önümüzdeki olguyu herhangi bir nicel gelişme olarak ele alıp inceleyemeyiz; o yeni bir şeydir ve daha üst düzeyden bir soyutlamayı hak eder.” (Sosyalist Barikat, Sayı:11, sayfa10)
Bu durumun tarihsel-toplumsal süreçlerdeki karşılığı ise, kendisini “tarihsel dönem” kavramında ortaya koyar. Üretim tarzlarına bağlı olarak şekillenen tarihsel dönemler (ilkel, köleci, feodal, kapitalist dönemler) böyledir. “Her toplumsal aşamada insan ile insan ve insan ile doğa arasındaki ilişkilerin karakteristik özellikleri temelden değişir, yeni bir tarzda ve düzeyde kurulur. Ve her aşama yeni bir uygarlık yaratır.” (Sosyalist Barikat Sayı:11, sayfa10)
Aynı şey, kapitalist dönemin kendi içindeki dönemeç noktaları için de bir başka düzeyde geçerlidir. Örneğin serbest rekabetçi kapitalizm döneminden tekel çağına, yani emperyalizme geçildiğinde de üretimin örgütlenişinden üretici güçlerin birbirleriye ilişkilerine, sömürü ve hegemonya biçimlerine dek bir çok alanda kapsamlı ve çok yönlü değişiklikler gerçekleşir. Ve nihayet, benzer bir durum, bir başka biçimde, emperyalist bunalımın çeşitli dönemlerine bağlı olarak da ortaya çıkar. Kuşkusuz bu durum, böylece ortaya çıkan toplumsal aşama düz bir hat izlememektedir. “Tersine, derin sınıf çatışmalarıyla, yerini bırakacağı yeni toplumsal aşamanın öncüllerinin mücadeleleriyle ve toplumsal yaşamın her alanındaki gelişmelerle sürekli değişim içindedir. Bu anlamda her toplumsal aşama sürekli değişimlerle ilerleyen bir iç evrimi yaşayan canlı bir organizmadır.” (Sosyalist Barikat Sayı:11, sayfa11)
Genel olarak her tarihsel dönem o sürecin temel çelişkisinin ortaya çıkardığı baş çelişkinin kendi iç devinimlerinin ve karşılıklı ilişki ve çatışmalarının belirli bir süreçte ortaya çıkardığı sistemin işleyiş modelini (insan ile insan ve insan ile doğa ilişkilerinin belirli bir mevzileniş düzeni) ve bu temelde oluşan toplumsal ilişkiler düzeyini ifade eder.
Kapitalizmin tarihi boyunca her yeni dönem, dünya kapitalist ekonomisinin yeni bir sömürü modeline, sermayenin, mal ve hizmetlerin hem ulusal, hem de uluslararası alanda dolaşım tarzına, mali sermaye ile üretim süreci arasındaki ilişkiye, uluslararası kapitalist işbölümüne, hegemonik sektörler, kapitalist iş örgütlenmesine, emperyalistler ile bağımlı (sömürge ve yarı-sömürge/yeni-sömürge ülkeler arasındaki ilişki tarzı ve bağımlı ülkelerin dünya ekonomisi içindeki konumlanışlarına, emekçilerin kazanımlarının ve örgütlenmelerinin düzeyi ile ücret ve ücret politikaları vb. öğelerin bütünsel tablosuna, vb. dek bize kapitalist ekonominin belirli bir süreçteki sömürü modelini verir. Aynı biçimde, kapitalist dünyanın siyasal, toplumsal, örgütleniş tarzı da (Emperyalistler arası ilişki ve çelişkilerin durumu, devlet biçimleri, kültürel sosyal ve ideolojik biçimleniş vb) her tarihsel dönemde aynı biçimde değişikliklere uğrar. Ve nihayet, sosyalist hareketin ve dünya halklarının mücadelelerinin durumu da her dönemeçte yeniden biçimlenir, yeniden harmanlanır.
Sonuçta, tarihe böyle bir diyalektik bakış açısıyla yaklaşan marksist-leninistler, toplumsal olguları birbiri üstüne yığılıp duran olaylar dizisi olarak görme sığlığına düşmeksizin doğru çözümlemeler yapabilme ve bu çözümlemelerden doğru yol kılavuzları çıkarabilme imkânına kavuşurlar.
Yüzyılın başında Lenin’in yaptığı şey tam da budur işte. O, tarihsel gelişimin olgularına düz bir biçimde bakmayı reddetmekte ve dünya tablosunun ulaşmış olduğu bu yeni sürecin olgularını cesaretle ele almakta ve çözümlemektedir. 1900’lerin başında o, dünyaya baktığında, kapitalizmin sürecinin artık yeni bir düzeye sıçradığını ve bu yeni düzeyin bütün temel önermeleri belirlediğini görmektedir.

C) Emperyalizm: Bir Dönem
Çözümlemesi

Hiç tereddüt etmeksizin, Lenin’in Emperyalizm kitabının tam da böyle bir anlam taşıdığını söyleyebiliriz. Bu kitabı, içeriğindeki rakamlara ve ekonomik çözümlemelere bakarak bir iktisat kitabı sanmak çok ağır bir yanılgıdır. Tersine, Çarlık sansürünün ağır baskısı altında yazılmış olmasına karşın Emperyalizm kitabı, bir politik eserdir ve tam bir tarihsel dönem çözümlemesidir. Hatta, denilebilir ki, Marks’ın sınıf mücadelesinin keşfi meselesinde olduğu gibi emperyalizm meselesinde de Lenin, emperyalizm konusundaki iktisadi verilere aslında çok orjinal, çok yeni şeyler eklememiş, parlak iktisadi çözümlemeler de yapmamıştır. Bu konuda kendisinden önce, özellikle Hilferding gibi yazarların (ve ayrıca burjuva dünyasından birçok ekonomistin) oldukça kapsamlı çalışmaları zaten vardır. Şüphesiz Lenin, bu çalışmalara hiçbir şey eklememiş değildir, kitabın sağlam bir ekonomi bilgisine dayandığı da hemen fark edilir. Ama Lenin’in burada asıl yaptığı şey, Marks’ın sınıf mücadelesi sorununda yaptığı gibi, ele aldığı konuyu sonuna dek götürüp oradan politik bir sonuç ve yol kılavuzu çıkarmasıdır.
Bu politik sonuç ise bellidir. Lenin, emperyalizm dönemiyle birlikte kapitalizmin genel tablosunun köklü ve kapsamlı bir biçimde değiştiğini, kapitalist üretim tarzının üretici güçleri genel olarak geliştirdiği bir sürecin temelli biçimde kapandığını ve asalaklaşarak gericileşen sistemin artık yıkılmaya mahkum olduğunu belirlemekte ve buradan proletarya devrimleri çağının açılmış olduğu sonucuna varmaktadır.
Sermayenin ve üretimin yoğunlaşarak, merkezileşmesi, ekonomiye ve giderek toplumsal yaşama egemen olan tekelleri ortaya çıkarmış, banka sermayesiyle sanayi sermayesinin içiçe geçmesiyle mali oligarşi oluşmuştur. Aynı süreçte, sermaye ihracı belirleyici hale gelirken tekeller uluslararası karakter kazanmış ve dünya emperyalistler tarafından paylaşılmıştır. Böylece, emperyalist tekeller genel bir çürüme ve asalaklaşma eğilimi yaratarak bilimsel ve teknik ilerlemeyi azami kâra bağımlı kılmış ve azami kârın gerektirdiği her durumda gelişmeyi frenler olmuştur. Üretici güçlerin gelişmesinin engellenmesi ve üretimden tümüyle kopmuş büyük bir rantiye kitlesinin yaratılarak asalaklaşmanın geliştirilmesi, bu yeni olgunun karakteristik unsurlarıdır.
Bu arada kapitalist sanayinin sürükleyici gücü olan hegemonik sektörler değişmiş, sanayi üretimi küçük işletmelerden, binlerce işçinin çalıştığı ulusal çapta ve ayrıca uluslararası pazarlara dönük üretim yapan, buna uygun dağıtım ağlarını oluşturan büyük fabrikalara, endüstri komplekslerine kaymış, kapitalist üretimin iş örgütlenmesi manifaktür esaslı üretimi tamamen tasfiye ederek buharlı, elektrikli ve içten patlamalı motorlara dayanan makine eksenli fabrika düzeni kesin biçimde egemen hale gelmiştir. Meta ihracına göre daha belirleyici hale gelen sermaye ihracının başlıca biçimi para sermaye ihracı, yani borçlandırma olurken, malların, sermayenin ve hizmetlerin üretim ve dolaşımında, mali oligarşilerin kesin egemenliği söz konusudur. Ve yine 1900’lerin başında emperyalist-kapitalist ülkelerin fetihler yoluyla sömürgeleştirilmedikleri ya da yarı-sömürgecilik ilişkileri içine çekmedikleri toprak parçası kalmamış durumdadır. Sömürgeleştirme sürecinin tamamlanmış oluşu aynı zamanda tekellerin pazarların sınırlarına vardıkları anlamına gelmektedir.
Dergimizin başka sayılarındaki yazılarda ayrıntılı olarak işlendiği gibi, aynı süreçte 1870’lerden 1900’e değin dünyanın siyasal coğrafyası da köklü bir değişme uğramış, eski hegemonya odakları güç yitirirken, eşitsiz gelişme yeni emperyalist haydutları ortaya çıkarmaya başlamıştır.
Yine emperyalizm çağı, işçi sınıfı ve emekçi halklar açısından köklü değişiklikler anlamına gelmiş, büyük fabrikaya dayanan iş örgütlenmesi doğal olarak kendi yaşam ve mücadele kültürünü de yaratmış, dev fabrika komplekslerinde bir araya gelen dev işçi orduları oluşmuştur. Dolayısıyla, sendikal örgütlenmeler bu büyük fabrika düzenine uygun olarak büyük bir gelişme göstermiş, geniş kitleleri örgütleyebilir hale gelmiştir.
Bir yandan bu nesnel zemin ve işçi sınıfının örgütlülüğü ve mücadele birikimi gelişirken, diğer yandan ise emperyalistler, kendi ülkelerinde işçi sınıfının devrime yönelmesini engellemek için, sınıfın bir bölümünü reformist hayallere bağlayan küçük ayrıcalıklarla donatmaya yönelmişler, diğer ülkelerde elde ettikleri büyük kârların kırıntılarıyla satın alınan işçi “aristokrasisi” sendikal harekette ve genel olarak solda artan bir etkiye sahip olmaya başlamıştır.
Kısaca söylendiğinde, 1870-1900 yılları arasında belirginleşen yeni ilişki ve çelişkiler, rekabetçi dönemin eski kapitalist formlarını aşmış ve 1900’lerin başına gelindiğinde tüm dünyanın siyasal, ekonomik, askeri, sosyal vb. yapısı, 1870’lere nazaran kesin ve köklü biçimde değişime uğramış durumdadır. 20. yüzyılın başında emperyalizmin 1. Bunalım dönemi başlarken emperyalist kapitalist dünya sisteminin genel tablosunun başlıca öğeleri bunlardır. 20. yüzyılın başı ile 1. Paylaşım Savaşı arasında geçen ondört yıl bu tablonun başlıca öğelerinin ve çelişkilerinin hızla olgunlaştığı ve kendi sınırlarına vardığı bir süreç oldu. 1914’e gelindiğinde, pazar sorunlarının çözümü, kar oranlarını koruyarak, yükselterek genişletilmiş yeniden üretimin sağlanması, rakip emperyalist güçlerin tasfiyesi, işçi hareketinin ve emekçi halkların mücadelesinin bir devrimci gelişmeye yol açmasının engellenmesi mevcut statükolar içinde artık olanaksız hale gelmişti. Emperyalist güçler arasında bir paylaşım savaşı artık kaçınılmazdır.
İşte Lenin’in gördüğü ve çözümlemelerine konu ettiği gerçeklikler bunlardır.

D) Sürekli ve Genel Bunalım ve
Devrimin Güncelliği

Yeni tarihsel dönemin ana çizgilerinin böylece netleştirilmesinin Lenin’in düşüncesinde yol açtığı politik sonuçlar ise çok çarpıcıdır.
Bunlardan en önemlisi, kuşkusuz, serbest rekabetçi kapitalizm çağında belirli zaman aralıklarıyla patlayıp sönen iktisadi bunalımların, artık klasik devreler işleyişini aşarak bütün dünya için bir genellik ve süreklilik kazanmasıdır.
İktisadi ve mali bunalımın genelleşerek tüm dünyaya yayılması, iktisadi bunalımları olağanüstü düzeyde derinleştirmiş, iktisadi devreler sıklaşmış, bunalım evreleri uzamaya başlamıştır. Emperyalist güçler sömürgeleştirilerek paylaşılmış pazarların yeniden paylaşımı için şiddetli mücadelelere girişmişler ve bu mücadeleler militarizmin ve emperyalist savaşların kaynağı haline gelmiştir. Öte yandan emperyalizm siyasi gericiliği geliştirmiştir. Emperyalizm çağında burjuvazi tüm ilerici dinamiklerini yitirmiştir. Emperyalizm burjuva aydınlanmasının değerlerinden de kesin ve köklü kopuştur. Genel çürüme ve bunalımı rasyonel gösterebilmek için kültür ve sosyal yaşamın bütün alanları sistematik olarak yozlaştırmakta ve çürütmektedir.
Böylece emperyalizm çağı ile birlikte, bunalım devrevi iktisadi bunalımlarla sınırlı olmaktan çıkarak dünya çapında kapitalist toplumsal ilişkilerin bütün alanlarını kapsayan genel ve sürekli bir nitelik kazanmış ve olağanüstü ölçüde şiddetlenmiştir. Genel bunalımla karakterize olan emperyalist kapitalist sistemin gelişim seyri de, barındırdığı çelişkilerin gelişerek toplumsal ilişkilerde yarattıkları bütünsel keskin dönüşümlerle biçimlenmektedir.
Bu genel bunalım, elbette düz ve kırılmasız bir çizgi izlememektedir. Emperyalist sistemin gelişim seyri; her tarihsel dönemeçte ortaya çıkan çelişkileri, bu çelişkilerin açığa çıkardığı devrimci olanaklar ve devrimci güçlerin durumu temelinde yeniden değerlendirilebilir. Ancak, artık kapitalizmin bütünü açısından son derece net ve açık olan şey, bu sürekli ve genel bunalımın, bütün zamanlar ve bütün ülkeler için proletarya devriminin objektif koşullarını yaratmış olmasıdır. Böylece, “bütün kapitalist ülkelerin bir zincirin halkaları gibi birbirine eklenmiş olduğu” koşullarda, artık devrimin şu ya da bu ülkede “mümkün olup olmadığı” tartışması temelli olarak tarihe karışmış, bu noktadan itibaren “nerede” ve “nasıl” sorularına kesin ve tartışmasız bir geçiş yapılmıştır.
Bu, sözcüğün tam anlamıyla bir zemin değişikliğidir. “Objektif şartların varlığı-yokluğu” tartışmasına konulan bu nokta, 20. yüzyılın başında dünya sosyalist hareketi açısından tarihsel bir önem taşır. Çünkü tam da bu noktadan sonra, devrim amacıyla yola çıkıp yürüyenlerle, “bir devrimin mümkün olup olmadığı”nı tartışmaya devam edenler kesin biçimde birbirlerinden kopmuşlardır.

E) Eşitsiz Gelişme- Zayıf Halka
ve Milli Kriz

Böyle bir dönemeç noktasından giderek varılan yer ise işte bu “nerede” ve “nasıl” sorularını yanıtlamak için Leninizmin yaptığı ikinci teorik hamledir, ki bu noktada da birincinin devamı olan bir başka yol ayrımı gerçekleşmiştir.
Avrupa-merkezli bir teorinin üzerinden yürüyen sağ odaklaşma, Marks ve Engels’in 1850’lerde yaşadığı hayal kırıklığının, kapitalizmin ulaşmış olduğu yeni aşamada artık aşılmış olduğunu görmüyor, ekonomik ve sosyal determinizmin hakim olduğu eski düşünme biçimlerine sıkı sıkı sarılarak, yaklaşan devrimci dalganın işaretlerini yok sayıyordu. Oysa, 1900’lere gelinirken, köprülerin altından çok sular akmıştı. Gelinen noktada artık ‘devrim’ sorunu, ‘olabilirlik’ tartışmasından temelli olarak kurtarılmış olduğu halde, sosyalizme geçişin ancak Avrupa’nın en gelişkin kapitalist ülkelerinde ve o da ancak tedrici-barışçıl yollardan mümkün olabileceği fikrine saplanmış olan yaşlı Alman kuşağı ne ‘eşitsiz gelişim’ kuralından ne de onun ortaya çıkardığı ‘zayıf halka’ teorisinden bir şey anlamaktaydı. Anlamadıkları asıl sorun, bir dönemin kapandığı ve “hayalet”in yeniden görüneceği o tarihsel anın gelip çattığıydı.
Buna karşın devrimci koşulların her yerde ve her zaman mevcut olduğu ön saptamasının ardından, herhangi bir yerdeki herhangi bir devrimin şu ya da bu anda patlamasının özgün koşullarına geçilmesi Leninizmin en belirleyici noktasıdır. Böylece Lenin, ön teorik zeminleri Marks-Engels’te var olsa da o güne dek hiçbir zaman açıklıkla ortaya konulmamış olan “milli kriz” kavramına ulaşmaktadır.
Lenin’e göre, kapitalizmin “eşitsiz gelişme” yasasının sonucu olarak, bir dizi yerel ve uluslararası etkenin belirlediği koşullarda herhangi bir ülkenin sistemin zayıf halkası haline gelmesi ve bu ülkede “yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemedikleri”, “yönetenlerin de artık eskisi gibi yönetemedikleri” ağır bir siyasi-ekonomik-sosyal krizin patlak vermesi mümkündür ve “devrimci durum” olarak da tanımlanabilecek bu şartlar ile proletaryanın devrimci iradesinin buluşması bir devrime yol açabilecektir.
Cesaretle ortaya atılmış olan bu teorik kurgu, RSDİP tarihinin her aşamasındaki her tartışmanın ve ayrışmanın esas nedenidir. Bu kurgu, hem leninist devrim teorisinin hem de Ne Yapmalı’da sayfalarca ifade edilen “merkezi devrimciler” örgütü gibi ayırıcı kavramların özünü oluşturmuştur. Martov’la yaşanan tüzük tartışmasından “geçici devrim hükümeti/kurucu meclis” sorununa dek bütün polemiklerin özünde hep bu sorun vardır; çünkü ancak devrim üzerine böyle saptamalar yapmışsanız, sürece müdahale ederek ayaklanmaya önderlik noktasına kadar gidebilecek bir örgüt tasarımı yaparsınız. Oysa Avrupa merkezli dogmatik ekolden ayrılmamakta ısrarlıysanız, bir devrimin (özellikle de Rusya koşullarında!) mümkün olmadığına en baştan iman etmişseniz, ‘her grevcinin’ üye olabildiği şekilsiz ve iradesiz bir örgütle de yetinebilirsiniz; çünkü yapmak istediğiniz şey devrim değildir. En çok varabileceğiniz yer, iyi bir muhalefet partisi olmaktır.

F) Demokratik Devrimin Proletarya
Tarafından Tamamlanması:
Kesintisiz Devrim

Bundan sonrası artık tam bir zincirin halkaları gibidir. Bütün kanatlar ve hizipler, hep bu temel zemin üzerinde oluşmaktadır. Bir yanda “Frankfurt gevezeleri” ve onların Rusya’daki uzantıları vardır. Onlar, sosyalizme geçişin ancak gelişkin kapitalist ülkelerde mümkün olabileceğini, dünyanın geri kalan kısmında ise evrimin kendi seyrini tamamlaması gerektiğini düşündükleri için, bu burjuva evrimin, proletarya tarafından ‘demokratik bir devrim’ yoluyla başka bir düzeye taşınmasının, devrimci bir yoldan sosyalizme doğru götürülmesinin imkânlarını hiç anlamamaktadırlar. Sonsuz büyüklükteki bir köylü ülkesi olan Rusya’da, üstelik bu ülke ağır bir monarşi ile yönetiliyorken bir devrim olabileceğini ise aslında hiçbir zaman düşünmemekteydiler.
Bir devrimci yenilenme atılımı olarak Leninizmin en ciddi müdahalesi de tam bu noktada gerçekleşmiştir. “Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği” kitabındaki tartışma, çoğu kez sanıldığı gibi “devrimin aşamaları” ile değil, bizzat “devrimin kendisi” ile ilgili bir tartışmadır. Bu tartışmayı “demokratik devrim-sosyalist devrim” gibi dar bir çerçeveye hapsetmek ve daha sonraki Ekim günleri ile kıyaslamalar yaparak şu ya da bu yönde sonuçlar elde etmeye çalışmak son derece ağır bir yanılgıdır. Kitap, derinlikli bir bakış açısıyla okunduğunda görülür ki, İki Taktik’in temel sorunu, Rusya’da bir devrimin mümkün olup olmadığı sorunudur ve tartışma esasen “beklemek”le “harekete geçmek” fiilleri arasındadır. Devrimin objektif koşulları ve milli kriz sorununu asla anlayamamış olan bir kesim, 1905’te başlayan devrimin “burjuva bir devrim olduğunu”, dolayısıyla proletaryanın “muhalefetin en solunda durarak” bu devrimin olgunlaşmasını beklemesi gerektiğini söylerken, Lenin, bu devrimin burjuva bir devrim olduğunu ama bu kez proletaryanın omuzlarına yıkıldığını belirtmekte ve özetle “madem ki durum böyle, biz de bu devrimden çıkarı olan bütün ezilenlerle birlikte yürürüz, işçi sınıfının ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğüne ulaşırız” demektedir. Ancak bu kez, artık iktidarı yeniden burjuvaziye vermek proletaryanın defterinden silinmiştir. Buradan sosyalizme doğru yürünebilir ve yürünmelidir.
Bu, açıkça görüldüğü gibi devrim için inisiyatif almakla olayların arşivini tutmak arasındaki bir farktır. Sorun, tam tamına Lenin tarafından yapılmış “dönem çözümlemesi”yle ilgilidir. Ve daha sonradan, 1917’de olaylar Lenin’in öngördüğünden bir ölçüde farklı bir yoldan gelişmiş olsa da, onu bu kez kendi Bolşevik yoldaşlarının çoğunluğuyla karşı karşıya getiren tartışma aslında yine aynı tartışmadır: Rusya’da bir devrim için harekete geçip geçmemek. RSDİP’in yüzlerce isimsiz militanını Lenin’in çevresinde bir araya getiren asıl vurgu, onun sürece yaptığı bu müdahaledir.

G) Devlet ve Devrim: Sorunu Ayakları Üstüne Dikmek
Şüphesiz, bütün bu saflaştırmayı gerçekleştirmek için yapılması gereken en önemli işlerden biri de devlet konusundaki bütün liberal hayallerin dağıtılması ve Marks-Engels tarafından aslında çok önceden temelleri atılmış bulunan devlet ve devrim kavramlarının yeniden ayakları üstüne dikilmesidir. Bu, marksizmin cevheri üzerindeki kiri pası temizlemek anlamına gelmiştir. Devrimci yenilenme sürecinde Leninizm, Ekim’den önce ve sonra defalarca bu sorunla uğraşmak zorunda kalmış, proletaryanın zihnini arındırmak için “Devlet ve Devrim” ya da “Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky” gibi eserleri ortaya koymuştur. Marks ve Engels’in devletin ezen sınıfların egemenlik aracı olduğu yolundaki tezlerinin ve proletarya diktatörlüğü, devletin parçalanması, giderek sönümlenmesi üzerine bir dizi belirlemenin yeniden üstünden geçmek, gelinen yeni tarihsel dönemde bu tezlerin anlamını ortaya koymak bolşevizmin bir başka ayrım noktasını oluşturur.

H) Ulusal Sorunun Devrimci Çözümü
1900’lerin başında, ilk anti-sömürgeci hareketler dalgasının kısmen geri çekildiği ve emperyalist sömürgeciliğe karşı yeni ve modern bir anti-emperyalist dalganın mayalandığı koşullarda Leninist devrimci yenilenmenin en büyük atılımlarından biri de ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorununa devrimci bir yaklaşım getirmesi ve klasik ulusal sorunlarla sömürgeciliğe karşı savaş veren hakların sorunlarını aynı potada ele almasıdır.
Aynı zamanda yeni türden bir sömürgeleştirme ve sermaye ihracına dayalı köleleştirme çağı olan emperyalizm üzerine yapılan çözümlemeler, ezilen uluslar sorununu Rusya’nın dar alanından dışa taşımış, dünya devrimci hareketinin genel sorunu haline getirmiştir.
Lenin, yaratıcı bir biçimde dünyaya bakmakta ve emperyalizme karşı direniş potansiyelleri biriktiren sömürge halkların ulusal kurtuluş mücadelelerinin derinden kavramaktadır. Bu anlamda, onun yaptığı şey, Wilson’un ulusların kendi kaderlerini tayin hakkıyla ilgili prensiplerinin çerçevesinden çıkarak hiçbir biçimde ikiyüzlü olmayan, her ezilen ulusun kendi kaderiyle ilgili kararlarını sadece ve sadece kendisinin verebileceğini açıkça ortaya koymaktır. Böylece yapmak istediği asıl şey ise, proletaryanın sosyalizm uğruna verdiği mücadelenin önünde duran bir tartışmayı temelli bir biçimde bitirmek ve yol açmaktır.

İ) Emperyalist Savaşa Karşı Sınıf
Savaşı ve Enternasyonal

Öte yandan Leninizmin bütün sonraki devrimci kuşaklara referans teşkil edecek netlikte çözümlemiş olduğu bir başka sorun da, emperyalist savaşa karşı tutum sorunudur. Devlet konusundaki liberal hayaller ve devrime yan çizmekten başlayarak kendi burjuvazisinin koltuk değneği olma noktasına dek sürüklenen Avrupa sosyal demokrasisinin tersine Leninizm, daha en başından itibaren I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın niteliğini belirlemiş ve kararlı bir biçimde her tür şovenizmin önüne dikilerek emperyalist savaşın sınıf savaşıyla karşılanması ve proleter devrimi için kullanılması gerektiğini ortaya koymuştur.
Aynı tavrı kararlılıkla alan Liebknecht ve Luxemburg gibi Avrupalı yoldaşlarının açtığı yoldan yürüyen Bolşevikler, böylece yeni bir Enternasyonal’in kapılarını aralamışlar ve Ekim Devrimi’ni bu girişimin temel taşı yapmışlardır. Lenin’in Nisan Tezleri’nde üstüne basa basa vurguladığı bu yeni Enternasyonal fikri, aslında bu anlamda 1914’ten beri gelişen bir sürecin parçasıdır. Ekim Devrimi, bu fikri bir öneri olmaktan çıkarmış ve III. Enternasyonal’in şahsında somut bir gerçeklik haline getirmiştir.

J) Yeni Bir Parti-Yeni Bir
Devrimcilik Biçimi

Daha önceki yazılarımızın birçoğunda da söylediğimiz gibi, her tarihsel dönem, yalnızca düzen cephesinde, o cephenin ilişki ve çelişkileri üzerinde değişiklikler yaratmaz; aynı zamanda karşıt cepheyi de büyük ölçüde etkiler. Yeni bir tarihsel dönem, işçi sınıfının ve ezilenlerin nicel ve nitel durumunu ve diğer düzen karşıtı güçlerin toplumsal-siyasi konumlanışlarını şu ya da bu ölçüde değiştirir; tarihsel dönemeçlerdeki değişiklik tablosu kültürel-ideolojik alanları da kapsadığı için bu alt üst oluş çoğu kez derinliklidir.
Aynı şey, devrimci örgütler ve bu örgütlerin içinde devinen insanların ilişkileri, kültürel-ruhsal biçimlenişi bakımından da geçerlidir. Kuşkusuz tarihsel süreçler bıçakla keser gibi bitip başlamazlar ve örgütsel biçimler, çalışma tarzları ve ilişkilerin şekillenişi her süreçte silbaştan ele alınmazlar; ama öte yandan her yeni tarihsel dönemde eskiye ait bazı olgular şu ya da bu oranda yetersiz hale gelir ve değiştirilmemeleri halinde devrimci mücadeleye ayakbağı olurlar. Tarihsel gelenekler ve esasa ilişkin ilkelerle yeni sürecin ihtiyaçları bir noktada buluşur ve oradan yeni bir örgütlenme-insan ilişkileri tablosu ortaya çıkar. Örneğin, partizan savaşı üzerine marksist klasiklerde yazılanların tarihi 150 yıl geriye dek uzansa da politik-askeri bir bütünlük olarak gerilla, Komün barikatlarında savaşanlardan ya da herhangi bir RSDİP üyesinden nitel olarak farklıdır. Politik olarak kesinlikle aynı hamurdan mayalanmışlardır ve leninist ölçütler her ikisi için de geçerlidir ama PASS anlayışı içinde iktidara yürüyen bir halk ordusunun kurucusu olarak gerilla, Kışlık Saray’ı ele geçirmek için yürüyen bir bahriyeli ile yapılanışının mantığı açısından farklıdır. Ya da bir başka örnek üzerinden gidersek, Kamo’da simgelenen anlayış ve mücadele tarzı belki bir önceki dönemde benimsenmeyen ya da başka biçimlerde ele alınan bir anlayış ve tarzdır. Lenin’in siyasi yaşamı boyunca iki-üç kez parti içinde yargılanmak istenmesinin nedeni de bu olmalıdır. Her seferinde yapılan suçlama, “sosyal demokrasiyi kirletecek işler yapmak”tır. Oysa burada asıl sorun, kendilerini yargıç yerine koyan doğmatiklerin geçmişin durgunluk günlerinde takılıp kalmaları, devrimler çağının başlangıcında işçi sınıfının ayaklanmaya hazırlanması gerektiğini anlamamalarıdır. Çünkü ayaklanmaya hazırlanmak demek, bunun için gereken silahların ve diğer malzemenin hazırlanması demektir. 1905 günlerinde “her birliğe kısa ve basit bir bomba formülü verin. Birlikler askeri eğitimlerine hemen girişecekleri fiili çarpışmalarla birlikte başlasınlar. Bazısı bir ispiyoncuyu öldürsün veya bir polis karakolunu havaya uçursun, diğerleri ise bir bankaya saldırsın. Aldığı paralar ayaklanma için kullanılsın” diye yazan Lenin, bu yüzden Avrupa solunun reformist gevezeleri için anlaşılmaz bir şeydir; çılgın biridir. Evlerinde kaldıkları İngiliz sosyalistlerinin Krupskaya’ya “siz gerçekten hapiste mi yattınız?” diye şaşkınlıkla bakması ve “benim karımı hapishaneye atsalar ne yapardım bilmiyorum” demesi de aynı yapısal farklılığın somut hayattaki karşılıklarıdır.
Leninist Devrimci Yenilenmenin en ayırıcı özelliği, yukarıda özetlemeye çalıştığımız dönem çözümlemelerinin ışığında proletarya partisini de bir savaş örgütü olarak örgütlemekteki olağanüstü ısrarıdır. Bu konudaki bütün tartışma, esasen Lenin’in yeni süreci anlamakta ve çözüm üretmekteki olağanüstü yeteneği ile Rusya’da bir devrimin olabileceğine inanmayan ve kendiliğindenci gelişmeye iman etmiş bulunan Avrupa merkezli anlayış arasındaki keskin farkı açığa çıkarır. Bir taraf, herkesin kolaylıkla kendisini parti üyesi olarak görebildiği gevşek bir örgütlenmeyi savunmakta, diğer taraf, yani Lenin ve Bolşevikler ise merkezi, sıkı disiplinli bir profesyonel devrimciler örgütünü bütün çalışmanın merkezine koyarak diğer tüm örgütsel biçimleri bu çekirdeğin etrafına örmektedir. Bütün tartışmalar boyunca her zaman yerelcilikle merkeziyetçiliğin, kendilindencilikle iradeciliğin, sınıfın kendi bilinci ile devrimci politik bilinçlendirmenin, vb. karşı karşıya gelmesi boşuna değildir. Çünkü tartışmanın özünde her zaman devrim vardır; devrim için harekete geçip geçmemek sorunu vardır ve bütün örgütsel önermeler bu eksen üzerinden biçimlenmektedir.
Sonuç olarak leninizm, yalnızca yeni tipte bir parti örgütü yaratmakla kalmamış, onun üyelerini de yeniden biçimlendirerek bir önceki durgunluk döneminin biriktirdiği uyuşukluğu silip atmış ve Bolşevik militanın şahsında yeni bir devrimci tipi yaratmıştır. Bu yeni tipte militan, burjuva tarihçilerinin aşağılık bir küçümsemeyle isimlendirdiği gibi “sadık mürit” ya da “terörist ajan” değildir; bu tarihçilerin 1914’lerin “tamamen demokratik yollardan seçilmiş” Avrupalı parti memurlarından övgüyle söz ederken “kendi kendini öncü ilan etmiş” olan Bolşevik kadroyu hor görmesi tiksinti vericidir. Oysa bu yeni tipte militan, tarihin gösterdiği gibi, herhangi bir “sosyalist” işçi aristokratından çok daha fazla sınıfın parçasıdır, onun içinde ve önündedir. Aradaki fark, devrim ufkuna sahip olup olmamakla ilgilidir; bu, hayatını devrim için ortaya koymakla konformizm arasındaki farktır.
Leninizm, işte bu kırmızı çizginin adıdır.

7 Kasım 2004: Yeni Bir
Yüzyılın Başında

Sonuç olarak söylenirse, Leninizmin 1900’lerin başında yaptığı şey, mevcut solun bütün yerleşik, katılaşmış kurgularını sarsarak dogmaları parçalamak, geçmiş döneme ait tezlerin papağanca tekrarlanmasından ibaret olan bir tutuculuğu süpürüp atmak ve bütün bunların yerine devrimler çağının marksizmini inşa etmektir. Sosyalist uygarlık için 1917’de çıkılan yol, 1990’larda nereye varmış olursa olsun, bu tarihsel olgunun değeri tartışılmaz biçimde ortadadır.
Yeni bir yüzyılın başlangıcında duran bizler için bu, heyecan verici bir gerçekliktir.
Bugün, 2004 yılında, çok net olarak ve hiçbir tereddüt duymaksızın söyleyebiliriz: Durduğumuz yer, bir yüzyıl önce Lenin’in durduğu yerdir.
Çağlar çağlara benzemez, görevler de görevlere benzemez. Politikada amacı aşan benzetmeler her zaman tehlikelidir. Bizler Leninizmin ortaya çıktığı çağ ile bugünü, Leninizm ile kendi varlığımızı mekanik bir biçimde kıyaslıyor değiliz.
Ama sürece tarihin içinden baktığımızda, kesintisiz bir devamlılıktan söz etmemiz mümkündür ve doğrudur. 1917’den bugüne, Çin, Vietnam, Küba ve başka coğrafyalar üzerinden geçerek akıp gelen dünya devrimi süreci, bugün tarihin kritik bir evresinde devrimci sosyalizmin ön açıcı çabalarına her şeyden fazla bağlanmıştır. Bütün bu yüzyıl boyunca her biri Marksizm-Leninizme büyük katkılar yapmış olan bir dizi devrimci önderin ve partinin deneyimleri, bugün bizim dağarcığımızda birikmiş durumdadır. Yüzyılın siyasi tarihinin hiçbir noktasında boşluk yoktur. Leninist çizgi, her aşamada yenilenerek günümüze, devrimci sosyalizme dek uzanmıştır. Bu birikim, ileriye sıçramak için gerekenden çok fazlasını bizlere sunmaktadır.
21. yüzyılın başı, 1990’larla başlayan yeni tarihsel sürecin niteliklerinin en çok belirginleştiği yıllar olmuştur. Kapitalizmin yeni iş örgütlenmesinden emperyalist hegemonyanın aldığı yeni biçimlere, neoliberalizm-yeni sağ-postmodernizm üçlemesinde kendini açığa vuran gericilikten yeni-sömürgeciliğin derinleştirilmiş biçimlerine, vb. dek her alanda yaşanan büyük değişiklikler devrimci sosyalizm tarafından sağlam bir Marksist-Leninist zemin üzerinde ele alınmakta ve yeni yüzyılın bilimsel sosyalist aydınlanmasının köşe taşları tek tek yerine oturtulmaktadır. Partimizin önderi Mahir Çayan’ın 1970’lerin başında gösterdiği olağanüstü teorik cesaret, bu çaba sırasında referans alacağımız en önemli politik temeldir.
7 Kasım 2004, bu anlamda sınıfın tarihindeki herhangi bir olayın anımsanması değil, yolgösterici bir devrimci yenilenme örneği olarak Leninizmin daha derinden kavranması için vesile olmalıdır. Her devrimci sosyalist, Ekim Devrimi deneyimine bu gözle bir daha bakmalı ve Ekim’e dek giden yoldaki bütün tartışma ve pratikleri özellikle bu yanıyla incelemelidir. Geleceğe bakmak, ancak geçmişten öğrenmekle mümkündür. Geçmişten öğrenmekse Carr’ın tembel öğrencisi gibi Rusya’da olup bitenlerin listesini çıkarmak değil, her satırın altındaki gerçek cevahiri yakalamaya çalışmaktır. İyice yakından bakıldığında görülecektir ki, o cevahirin özü, sağlam bir dönem kavrayışına dayanan cüretkâr bir devrimci yenilenme ve sarsılmaz bir devrimci iradedir.
21. yüzyılı bir daha burjuvaziye teslim etmemek üzere kazanmak, ancak böyle bir sağlam temel üzerinde yürüdüğümüz zaman mümkün olacaktır.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul