Geçtiğimiz ay içinde oligarşinin
siyasi gündemi yeni bir çalkalanmaya uğradı. Esasında
AB üyeliği tartışmaları çerçevesinde uzunca bir
süredir devam eden oligarşi içi çekişmeler, Başbakanlık
İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun (İHDK) açıkladığı
Azınlık Raporu ile yeni bir boyut kazanmış durumda.
Devletin insan hakları ihlali suçlamalarından kurtulmak
için göz boyama maksadı ile oluşturduğu kurumlardan
biri olan İHDK, bünyesine aldığı sivil toplum örgütleriyle
“devlet-sivil toplum” kucaklaşmasının bir örneği
olarak gösteriliyordu. Emniyet ve MİT’in de temsilci
bulundurduğu bu kurul, resmi bir danışma organı
olarak faaliyet gösterip diyalog ve uzlaşma söylemleriyle
dolu raporlar yayınlarken İnsan Hakları ve Azınlık
Raporları’nı yayınlamasıyla birlikte hedef tahtasına
oturtuldu. İsminin başında “Başbakanlık” ibaresi
bulunmasına rağmen resmi ideolojinin dışında görüşler
belirtme “gaflet”inde bulunan kurula karşı çeşitli
tonlarda bir saldırı kampanyası başlatıldı.
Raporlarda belirtilen görüşlerin içeriğini yorumlamadan
önce tüm süslü “demokrasi, düşünce özgürlüğü” söylemlerine
rağmen faşizmin kendi temel dayanaklarına dönük
en ufak eleştiriye bile tahammülünün olmadığının
altını bir kez daha çizmek gerekiyor. Önce İHDK’nun
devletçi kanadından raporun geçerliliğinin olmadığına
dair açıklamalarla birlikte vatan hainliği suçlamaları
yükseldi. Ardından insan haklarından sorumlu bakan
olarak Abdullah Gül’ün, raporun resmi niteliği olmadığı,
İHDK’un Başbakanlığa bağlı olmadığı açıklamaları
ve Başbakanlık’ta İHDK’una ayrılan toplantı odasının
kilidinin değiştirilmesi uygulaması geldi. Ve nihayet
“Cumhuriyet’in koruyucusu” ordu da Azınlık Raporunda
geçen Türk ulusu yerine Türkiyelilik üst kimliğinin
kullanılması vb. tartışmaların “tasvip edilemez”
olduğunu Genelkurmay 2. Başkanı’nın ağzından açıklamakta
gecikmedi. Özellikle bu açıklamadan sonra basının
keskin kalemleri, zamanında Sevr’i nasıl yırtıp
Lozan Anlaşması’nı imzaladıklarını ve bu 2. Sevr
çabalarını da boşa çıkarıp dahili düşmanlara hadlerini
bildireceklerini yazmaya başladılar. AB’ci kalemler
bile ordunun açıklamasından kendilerine vazife çıkarıp
“ülkeyi devleti ve milletiyle bölünmeye götürebilecek”
tartışmalardan uzak durmaya çalıştılar.
Bir yanda hazırladıkları rapor ellerinde kalan İHDK
üyeleri ve onlara destek olan az sayıda AB sevdalısı,
reformist; diğer yanda devlet ve her renkten statükocu
kurumdan oluşan bir saflaşma meydana geldi. Hatta
AKUT bile son zamanlarda Cumhuriyet’in değerlerini
yıpratmaya dönük olarak yapıldığını iddia ettiği
açıklama ve tartışmalardan rahatsızlığını dile getirerek,
Cumhuriyet’in değerlerine bağlılıklarının arama
ve kurtarma işlerinden bile önce geldiğini ve yaşanan
tartışmaların motivasyonlarını bozduğunu açıklayıverdi.
Ve son olarak aynı zamanda kurul üyesi olan faşist
Kamu-Sen’in genel sekreteri Fahrettin Yokuş, canlı
yayında İHDK başkanı İbrahim Kaboğlu’nun okuduğu
rapor özetini elinden alıp yırtınca tartışmalar
yeni bir boyut kazandı.
Raporlarının arkasında durmaya çalışan İHDK, yoğunlaşan
tepkilerle birlikte savunmalarını 6 Ekim’de açıklanan
AB İlerleme Raporu üzerinden yapmaya başladı. AB
İlerleme Raporu’nda yazılanlardan çok farklı bir
rapor hazırlamadıklarını, Türkiye’nin AB’ne girmesi
bu kadar çok istenirken Azınlık Raporu’na tepki
göstermenin büyük bir çelişki olduğuna dair beyanatlar
verdiler. Bu açıklamalara 6 Ekim’de Türkiye’ye Avrupa
kapılarının açıldığına inanan ve bunu bir “sessiz
devrim” olarak tanımlayıp, Burjuva Demokratik Devrim’in
nihayet tamamlandığını söyleyen reformist solcular
ile “demokratik cumhuriyet”çiler de tam destek verdiler.
Peki bir raporun bunca gürültü çıkarmasını nasıl
açıklamak gerekir? Bu sorunun cevabını, raporun,
devletin (faşist yapısından kaynaklı olarak) tartışılmasını
dahi kendi varlığına dönük tehdit olarak algıladığı
konulardan biriyle, Kürt sorunu ile doğrudan ilgili
olmasında aramak gerekir. Kürt ulusunun varlığını
inkar edip, 80 yıllık tarihinde inkarı kabullenmeyenlere
imha siyaseti uygulayan TC, ulus-devlet (üniter
devlet) olarak örgütlenmesini Türklük temelinde
gerçekleştirmiştir. Öyle ki, çok uluslu Osmanlı’dan
tek millete dayanan bir ulus-devletin oluşturulması
temelindeki devletleşme, yeni-sömürgecilik ilişkilerinin
gelişmeye başlamasıyla artık tümüyle faşist bir
karakter kazanmaya başlamıştı.
İlan edilen anayasaların, “değiştirilmesi teklif
dahi edilemeyecek” ilk maddeleri hep bu Türk uluslaşmasını,
dolayısıyla ülke topraklarında yaşayan diğer ulus
ve milliyetlerin bastırılmasını ifade edegelmiştir.
Kürt ulusal hareketinin gerilla savaşı temelinde
uyanışıyla “üniter devlet” faşizminin çatırdamaya
başladığını ve devletin bu durum karşısında tüm
gücüyle şovenizmi körüklediğini biliyoruz. Faşizm
tüm demokratik hakları kısıtlayıp bastırdığı gibi,
ulusların kendi kaderini tayin hakkını da reddedip
bastırmaya çalışır.
Azınlık Raporu Ne Diyor?
Bu noktada İHDK’na bağlı Azınlık Hakları ve Kültürel
Haklar Çalışma Grubu’nun hazırladığı Azınlık Raporu’nun
içeriğini özetleyerek, bu rapora karşı geliştirilen
faşist saldırıların nedenlerini anlamaya çalışalım.
Tek kültürlü ulus-devlet modelinin yerine çok
kültürlülüğü benimseyen; Türklük üst kimliği yerine
Türkiyelilik üst kimliğinde buluşulmasını öneren;
eşit haklı vatandaşlık temelinde farklı kimlik
ve kültüre sahip kişilerin kendi kimliklerini
koruma ve geliştirme haklarının güvence altına
alınmasını savunan; azınlık kavramını gayrı müslimlik
yerine etnik, dinsel, dilsel bakımdan farklılık
gösteren ve bu farklılığı kimliğinin ayrılmaz
parçası sayan gruplar olarak tanımlayan vs. vs.
Azınlık Raporu’nun devlet ve devletçi faşistler
katında fırtına koparmaması beklenemezdi herhalde.
Rapor ve Hayaller
Konunun tartışıldığı panelleri basmaktan, MHP’nin,
sokakları “Türkiye Türklerindir” pankartlarıyla
donatmasına kadar, kuyruğuna basılan faşistlerce
düzenlenen bir saldırı dalgası ortalığa yayılmış
durumda. Bununla birlikte kimi Kürt örgütlerinin
ve Alevi kurumlarının yaptığı “biz azınlık değiliz”
açıklamaları da devletin ekmeğine yağ sürüyor.
Kimi korkuyla, kimi İmralı’nın “asli kurucu öğe”
tanımlamasından hareketle Azınlık Raporu’na mesafeli
duran anlayışlar, bu ülkedeki faşizm gerçekliğinden
hiç nasiplerini almamış gibi davranmaya devam
ediyorlar. AB üyeliği gibi kapsamlı bir dönüşüm
programı gerektiren bir projeye bile gözü kapalı
dalmamayı ve yapılacak her düzenlemenin gelecek
için yaratacağı tehlikeleri hesaplayarak kontrollü
bir geçişi öngören faşist devlet yapısı, AB’ci
koronun hayal ve heveslerini kursağında bırakmaya
devam ediyor ve yapısı gereği etmeye devam edecek.
Devletin yeniden yapılanması ve AB süreci ile
ilgili çıkarılan tüm yasalarda, boşluk bırakmama,
taviz vermeme anlayışını görmek mümkün. Anadilde
yayın, Kürtçe dil kursu, TCK tartışmaları ilk
elde akla gelebilecek birkaç örnek sadece. Kağıt
üstünde verilen hakları kullandırmamak için akıllara
zarar yönetmelikler hazırladıklarını tüm kamuoyu
biliyor. Her fırsatta kültürel hakların bireysel
haklar olduğunu, siyasal amaçlarla kullanılamayacağını,
kullanmaya niyetlenenlere de hadlerinin bildirileceğini
söyleyip duruyorlar.
Burjuva demokrasisinin nimetlerinden yararlanmaya
hevesli sağ-sol tüm liberallerin görüp görecekleri
demokrasinin boyu ve ölçüsü bu kadar olacaktır.
Çünkü, tüm süsüne püsüne rağmen demokrasi (bugün
her zamankinden daha çok) reformlara değil, devrime
bağlı olarak gelişecektir. Bu ülkede faşizmin
yenilgisi ve demokrasi sorunu devrime bağlıdır.
Demokrasi bir devrim sorunudur.
Devlete Akıl Veren Bir Hoca
Raporu hazırlayan Çalışma Grubu’nun başkanı Baskın
Oran’ın yazı ve röportajlarında sürekli kullandığı
bir cümleye dikkat çekerek başta ulusal sorun
olmak üzere tüm demokratik sorunlara devrimci
bütünsel perspektiften bakışımızı netleştirelim.
“Azınlık sorununu, çoğulcu demokrasi sorunu, Kürt
sorunu Kemalist mantaliteyi terk ederek çağın
gereklerine göre çözen devlet, zayıflamaz, bölünmez,
aksine güçlenir” diyor Baskın Oran. Bütün çalışma
ve düşüncelerinin anafikri bu olmasına, yani devletin
nasıl daha güçlü olacağına kafa yormasına rağmen,
Baskın Oran gösterilen tepkilere hayret ediyor.
“Zaten devlet elden gidiyor, vatandaşıyla arasında
aşılmaz duvarlar oluşuyor, bu çatışma potansiyelleri
devrimci yönelişlere neden olur, iş buraya varmadan
reformlarla devleti kurtarın ve ayrıca bir de
bu çözülmeyen sorunlarınızı emperyalistlerin (daha
çok ABD kastediliyor) manipüle etmesine izin vermeyin.”
İşte demokratlığıyla nam salan Baskın Oran’ın
satır aralarından çıkan görüşlerinin özeti bu.
Demokrat profesörümüzün ulusal harekete de bir
sürprizi var. “Asli kurucu öğeyiz” diyerek 80
yıllık cumhuriyeti “demokratik cumhuriyet” yapacağını
sanan Kürt ulusal hareketine seslenen Baskın hoca,
“ne asli öğesi, siz asliyseniz tali kim?” sorusuyla
benden size hayır yok mesajı vermeyi ihmal etmedi.
Zaten eskiden beri ulusal hareketin kıyısından
köşesinden sarılmaya çalıştığı “demokrat şahsiyetler”in
“milliyetçiliğin her türüne, etnik temele dayanan
siyasete” karşı olmaları meşhurdur.
Sonuç Yerine
Devrimci sosyalistler bu tartışmaların neresinde
duruyor? Gündeme gelen her konu ve olay için olduğu
gibi bu Azınlık Raporu tartışmalarında da devrimci
sosyalizm, meseleye kendi enerjisini yoğunlaştırdığı
devrimci bütünsel perspektiften bakıyor. “Vatan,
millet, Sakarya” cephesine karşı AB sevdalılarının,
kibar demokratların, kendi halkına inancı ve özgüveni
bulunmayan, AB yolunu demokratik devrimin yolu
olarak gören reformistlerin, Kürtler’i devlete
yamamaya çalışan “demokratik cumhuriyet”çilerin
vs. vs. safında yer almıyoruz.
Daha epey başımızı ağrıtacağa benzeyen “statükocular-reformcular”
saflaşmasının dışında devrimci kurtuluşun saflarından
bakıyor, konuşuyor ve yürüyoruz. Ulusal soruna,
orta yolcu bir çözüm olan azınlık hakları aldatmacasını
değil, ulusların kendi kaderini tayin hakkının
tanınması çözümünü getiriyoruz.
Faşizmi yenmenin burjuva demokrasisine dönük hayaller
kurmakla değil, demokratik halk iktidarını kuracak
olan devrimle mümkün olacağını savunuyoruz.
Gündemimizi devrimci kurtuluşun ihtiyaç ve görevleri
belirlemeye devam edecek. Biz kazanacağız!...
|