Geçen haftalardaki okul baskınıyla
birlikte yeniden ve bu kez çok acı bir tabloyla
gündeme gelen Çeçenistan sorunu, 90’lar sonrasında
adeta yerden fışkıran ulusal sorunların çoğunda
olduğu gibi yine ortaya bir dizi kafa karışıklığı
çıkardı. Gerçekten de bu kez ortadaki vicdanları
çok zorlayan korkunç bir insani trajediydi. Ağır
silahlarla koca bir okulu ele geçiren ve çoğu çocuk
binin üzerinde insanı rehin alan Çeçen İslamcılarının
umutsuz barbarlığı ve öte yanda her zaman olduğu
gibi hayvanca bir gaddarlıkla saldıran ve düzenlediği
“hayata dönüş” operasyonuyla beşyüze yakın insanın
ölümüne neden olan Rus ordusu... Manzara vahimdi
ve ortada politik anlamda pek çok soru işareti vardı.
Bu insanları bu kadar kanlı eylemlere iten şeyin
ne olduğu sorusu bunlardan biriydi elbette; en gerici
Çeçen liderlerin bile üstlenip savunmaya cesaret
edemediği bu vahşi eylemi yapanlar hangi topraklarda,
nasıl koşullarda yetişmişlerdi?
Elbette bütün olup bitenler konusunda tek cümlelik
basit yanıtlara sahip olanlar da vardır. Saf Amerikan
işbirlikçilerinin şu malum “beyni yıkanmış teröristler”
hikayesini artık biliyoruz. Sınırları Washington’da
çizilmiş bir laiklik anlayışının yılmaz savunucuları
olan “Kemalistleri”imizin yanıtları da basitti elbette:
Dinci terör örgütünün vahşeti! Türkiye’yle yetinmeyip
Rusya’nın da “ülkesiyle milletiyle bölünmez bütünlüğünü”
savunmayı görev bellemiş olan bu kesimler ve onların
soldaki uzantıları bu “irtica” hareketi karşısında
hemen seslerini yükselttiler. “Her türlü şiddete”
karşı çıkma meraklılarını ve utangaç sözcüklerle
“evet ama Çeçenistan’da olanlar da kötü” diye söze
başlayan gerici basını ise zaten hiç saymıyoruz.
Ama hepsi bu değil; bu korkunç olay, devrimci ve
sosyalist kesimlerde de çözülmesi gereken soru işaretlerini
ortaya çıkarmaktadır; pratikte, kitleler arasında
çalışan ve halktan insanların sorularına yanıt vermek
zorunda olan devrimci militan, bu çarpıcı ve çelişkili
tabloyu çözümleyip bir tutum ortaya koymak zorundadır.
Aslında despotik ve barbar bir devlet ve ona karşı
bağımsızlık isteğiyle savaşan gerici bir ulusal
önderlik tablosu önümüze çıktığında hep aynı şey
olur. Böyle durumlarda çoğu kez her şey birbirine
karışır ve tarafların birbirinden beter gericilikleri
ortalığı toz dumana boğarken, göç yollarında yaşamlarını
ve geleceklerini yitiren yoksul insanların çektikleri
acı, deyim yerindeyse arada “gürültüye” gider. Çeçen
sorunu bunun tipik örneğidir; üstelik bu kez gerici
Çeçen önderliğinin uzun yıllardır Türkiye’deki halk
düşmanı faşistlerle ve kontrgerilla birimleriyle
apaçık bir ilişki ve paralellik içinde olması gerçeği
de olgunun bir başka yanıdır.
Çarlık’tan Devrim’e Çeçenistan
Kuşkusuz bu tür sorunlara yalnızca şu andaki gelişmeler
ve sonuçlar üzerinden bakmak bizi yanlış yargılara
götürecektir. Marksistler, her soruna belli bir
neden-sonuç diyalektiğiyle ve tarihsel sürecin
içinden bakmak durumundadırlar. Dolayısıyla, olup
bitenleri doğru anlamak ya da en azından soruna
bakışta bir başlangıç noktası oluşturmak için
biraz geriye dönmek gerekiyor.
Karmaşık etnik yapısıyla Kafkas coğrafyası neredeyse
yüzyıllardır bir sorun kaynağı olarak derin ayrılıklar
ve karşılıklı düşmanlıklarla yaşamaktadır. Lenin’in
deyimiyle bir “halklar hapishanesi” olan Çarlık
Rusya’sı ise kuşkusuz bu tablonun ve bu tablodan
doğan güçlü milliyetçilik eğilimlerinin gerçek
yaratıcısıdır. 19. yüzyılın ikinci yarısında ve
özellikle 1860’larda gerçekleşen büyük soykırımlar
bunun en somut örneğidir. Çarlığa karşı başlayan
ayaklanmaların yenilgiye uğraması sonucunda 1864’te
bazı kaynaklara göre 1 milyon 500 bin Kafkasyalı
Karadeniz’deki limanlardan Rus, Osmanlı ve İngiliz
gemilerine balık gibi istif edilerek, Osmanlı
topraklarına yani Trabzon, Ordu, Samsun, Sinop,
Kefken, Varna, Burgaz, Köstence, İstanbul ve Ege
kıyılarına atılmıştır. Bu insanların yaklaşık
500 bini yolculuk sırasında ölmüştür. Üstelik
sürgün yalnızca bu kadarla sınırlı da kalmamış,
sonuçta, yurtlarından edilen Kuzey Kafkas halkları
Türkiye, Suriye, Ürdün, İsrail, Mısır, Irak, Lübnan,
Kuveyt, Libya, Yunanistan, Makedonya, Kosova gibi
dünyanın 40 değişik ülkesinde yaşamaya mecbur
kalmışlardır.
Daha sonra, Çarlık düzeni yıkıldığında da aslında
uzun süre bu bölgede bir istikrar sağlanamamıştır.
Beyaz orduların bölgedeki etkinliği, uzun süren
iç savaş dönemi ve emperyalistlerin genç Sovyet
devletini köşeye sıkıştırmak için Kafkas ve Orta
Asya halklarını kışkırtması bir dizi sıkıntıya
neden olmuş, bu halkların bolşevikler tarafından
kazanılması uzun bir zaman almıştır. Hatta bazı
bölgelerde bu “kazanma” eyleminin her şeye rağmen
pek başarılı olamadığı ve devrimle bölge halklarının
bazıları arasındaki ilişkinin istenilen oranda
sağlamlaşmadığı söylenebilir. Ancak en katı Turancıların
bile teslim ettikleri gerçek, Ekim Devrimi’nin
UKKTH yaklaşımıyla bölgedeki halklara belli bir
rahatlama getirdiğidir. Bu süreçte Kafkasya’daki
çok parçalı etnik yapıya ciddi biçimde çözümler
arandığı, cumhuriyet sisteminin dışında pek çok
özerk bölgenin ve daha alt yönetsel birimlerin
böylece kurulduğu ve dillerin-kültürlerinin ve
yönetsle yapılarının gelişmesi için muazzam olanaklar
yaratıldığı bilinmektedir. Ayrıca Sovyet devriminin
bu halkların iktisadi-sosyal yaşamlarına da büyük
değişiklikler getirdiği, yaşam standartlarının
geçmişe oranla olağanüstü düzeyde yükseldiği kesindir.
Bütün bu işleyişin yeterince eşitlikçi olmadığı,
süreç boyunca -bazıları Lenin tarafından da eleştirilen-
bir dizi hata yapıldığı kabul edilse dahi Kafkasya’daki
ekonomik-sosyal gelişme yine de inkâr edilemez
boyuttadır. Çarlık rejiminin zincirlerini parçalayan
Ekim Devrimi, bir yandan “Doğu Halkları Kurultayı”
gibi politik organizasyonlarla yeni siyasal önderlikler
yaratmaya çalışırken, süreç boyunca değişik ulusal
grupların yaşamını düzenlemek için de bir dizi
düzenleme yapmış, zaman zaman bunları değiştirip
yeni formüller aramış ve sonuçta SSCB bünyesinde
birçok cumhuriyet, özerk bölge, vb.’den oluşan
bir düzen yaratılmıştır. Hem güney, hem de kuzey
Kafkasya halkları ilk kez Sovyetler Birliği ile
birlikte uzun esaret döneminden kurtularak kendi
devletlerini kurmuşlar ve ulusal özgürlüklerini
kazanmışlardır.
Nazi Saldırısı ve İşbirlikçilik
Her şeye karşın, en gerici kaynaklarda bile 1940’lara
dek geçen 20 yıl -bazı milliyetçi kışkırtmalar
olsa da- bir gelişme dönemi olarak yer almaktadır.
Daha sonradan, 1944’te bazı halkların toplu olarak
sürgün edilmelerine yol açan olaylar ise, 1942’de
başlayan Nazi işgali sırasında yaşanan büyük çatlakla
ilgilidir. Gerçekten de 20 yıl boyunca tamamen
giderilemeyen ama kontrol altında tutulan milliyetçi
eğilimler, Alman işgaliyle birlikte kışkırtma
ve provokasyonlara açık hale gelmiş, yalnızca
Kafkasya’da değil, Rusya ve Ukrayna gibi yerlerde
de işler yer yer Alman ordularıyla doğrudan işbirliğine
kadar varmıştır. İşgalin ilk günlerinde Nazilere
teslim olarak Hitler’in hizmetine giren hain General
Vlasov’un düzmece ordusunun yüzbinlere ulaştığı
da bilinen gerçeklerdendir. Sonuçta, işgal harekatı
yarattığı büyük travma ile çeşitli halklardan
Sovyet insanlarını yol ayrımına getirmiş, bu ayrım
noktasında ezici bir halk çoğunluğu onurlu direniş
yolunu seçerken küçük bir azınlığın da boyun eğmeyi
seçtiği gözlenmiştir.
Ancak Kafkasya burada özel bir yerdedir. Daha
işgal başlamadan önce bile Sovyet ordusunun petrol
yollarının kesilmesine özel bir önem veren Hitler’in
emriyle Kafkas kökenli işbirlikçilerden oluşturulan
“Kuzey Kafkasya Özel Komandosu-Şamil” gibi indirme
harekatları gerçekleştirilmektedir. İşgal harekatı
fiilen başladığında ise özellikle Karaçay-Malkar
bölgesinde Alman orduları sempatiyle karşılanmakta,
Nazi işgal komutanlığı bölgedeki bütün halklara
bol keseden “bağımsızlık’ vaadleri savurmakta
ve bir yandan da Kafkaslar’daki Alman birliklerine
aşağı ırklar ve üstün arî ırklar konularındaki
ağır ırkçı propagandalardan kaçınmaları gizli
emirlerle bildirilmektedir. Hatta Kafkasya ve
Kafkas Ötesi’nde yaşayan halklar arasında Ermeniler’in
dışında kalanlar Nazi ideologları tarafından Slavlar’dan
üstün ilan edilmektedirler. Örneğin 1942’de yayınlanan
bir Alman ordu bildirisinde, Kafkasyalılara dostça
davranılması, Kolhozların ortadan kaldırılması,
dini kurumlara saygı gösterilmesi, halkın “güveninin”
kazanılması, “kadınlara dikkatli davranılması”
gibi emirler yağdırılmaktadır. Gerçekten de bir
yıl içersinde Kolhozların yüzde kırkı ortadan
kaldırılmıştır. Böylece bir yandan hain general
Vlasov’un birlikleri, diğer yandan da çeşitli
Kafkas halklarından oluşturulan birlikler Sovyet
ordusunu ve partizan güçlerini vurmakta, bu güçler
yer yer Almanlarla birlikte büyük katliamlara
da katılarak geri çekilmekte olan Kızılordu’ya
ağır zararlar vermektedirler. Artık bazı yerlerde
Alman subayları Ramazan ve Kurban Bayramı kutlamalarına
katılmakta, bu bayramlardan Hitler’e özel hediyeler
gönderilmektedir.
Ve elbette bütün bu gelişmelerin diğer ayağında,
Hitler’le doğrudan temas içersinde olan Türkiyeli
turancı faşistlerin faaliyetleri vardır. Özellikle
General Hüsnü Erkilet, Nihal Atsız gibi dönemin
bütün Alman ajanı faşistleri bu süreçte Almanya
ve Kafkasya’yı ziyaret etmekte, Nazi ilerlemesinde
kendi Turan rüyalarını görmektedirler.
Şüphesiz bu süreçte bütün Kafkas halkları Almanlarla
işbirliği yapmış değillerdir. Ayrıca işbirliği
eğilimleri de sadece Kafkasya ile sınırlı değildir.
Ancak nüfusun bütününü kapsamasalar da aldıkları
Alman yardımıyla belli bir saldırı gücüne kavuşmuş
olan bazı grupların Kızılordu ve yerli halka büyük
zararlar verdiği kesindir. Daha sonra 1942 yılı
sonlarında Stalingrad dönemeciyle birlikte işlerin
rengi değişip Almanlar Kafkasya’dan çekilmeye
başladıklarında ise Adige-Kabardey, Karaçay-Malkar
ve Osetler’den oluşan yaklaşık 25 bin kişilik
bir işbirlikçiler grubu da Alman ordusu ile birlikte
Kafkasya’yı terk edecektir.
1943’te Kızıl Ordu büyük Kafkasya harekatına başladığında,
Alman desteğinden mahrum kalmış olan silahlı çeteler
tamamen ezilmiştir. Ancak Sovyet yönetimi bununla
yetinmemiş, 12 Ekim 1943’te alınan bir kararla
Karaçay halkını, 1944’te ise Çeçen-İnguşlar ve
Malkarlıları ve Kırım Tatarlarını topyekûn sürgüne
göndermiştir. Kararın gerekçesi şöyledir: “Alman
faşistlerinin işgal hareketlerine karşı SSCB’nin
vatansever insanları vatanlarının bağımsızlığı
ve şerefi için kahramanca savaşırken Alman propagandasına
kanan birçok Çeçen ve Kırımlı Tatar silahlı gruplar
oluşturarak Alman ajanlarıyla birlikte Sovyet
birliklerine arkadan vurma girişiminde bulundu.
Üstelik Çeçen-İnguş ve Kırım Özerk Bölgelerinde
yaşayan yerli halk, bu hainlere karşı tepkisiz
kaldı. Bu sebepten ötürü Çeçenlerin ve de Kırımlı
Tatarların anavatanları haricinde başka bölgelerde
iskan edinmelerine karar verilmiştir.”
Anti-komünist propagandanın yıllarca diline doladığı
bu büyük sürgün kararının çok sert olup olmadığı,
bir bütün olarak aileleri, vb. kapsamasının doğru
olup olmadığı üzerine birçok tartışma yapılabilse
de “nedensiz” olduğu öne sürülemez. Sonuçta Almanlarla
yapılan işbirliği ırkçı-faşist kaynakların bile
reddetmediği bir gerçektir ve 20 milyon insanın
ölümü pahasına Nazi işgalcilerini püskürtmüş olan
Sovyet ülkesinin kendisini sırtından hançerleyen
güçlere karşı önlemler alma hakkı olduğu da tartışılamaz.
Bu kararın sürgüne gönderilenler bakımından büyük
acılar anlamına geldiği doğrudur elbette; ama
Nazi darağaçlarında sallanan, vahşi işkenceleriyle
katledilen, yurtseverlerin de acı çektikleri aynı
biçimde doğrudur. Dolayısıyla bizzat kendisi de
Stalingrad savaşında bulunmuş olan Kruşçev’in
sonradan 1957’deki bir kararla bu halklara “geri
dönme” hakkı tanıması da, belki bir defterin kapatılması
olarak algılanabilir ama kararın doğruluğu-yanlışlığı
konusunda bir ölçüt oluşturmaz.
Yakın Tarih ve Reel Sosyalizmin Yıkılışı Sonrasında
Çeçenistan
Bu tarihten 1990’lardaki çöküş zamanlarına dek
genel olarak Kafkasya’da kayda değer bir milliyetçi
ayaklanmanın olmayışı şüphesiz rastlantı değildir.
Ulusal özgürlük sorunu bir burjuva demokratik
sorundur. Sosyalist devrim bu sorunu da çözmüştür.
Sovyet sınırları içindeki uluslar büyük bir barış
ve kardeşlik süreci yaşamışlardır. Bir çok ulus
SSCB sayesinde gerçek ve devrimci bir uluslaşma
süreci yaşamıştır. Yüzlerce küçük ulusal topluluk
büyük bir ulusal özgürlük alanına kavuşmuştur.
Dünyada ilk kez bu denli çok sayıda ulus ve ulusal
topluluk tüm ulusal haklarını kullanarak, barış
içinde yaşamışlardır. Sorun devrimci tarzda çözülmüş
olduğu için, reel sosyalizmin çöktüğü koşullarda
yine dünyada eşine az rastlanır biçimde uluslar
ayrılma haklarını özgürce kullanmışlardır. Hatta
kapitalist yolcular SSCB’nin varlığının topyekün
ortadan kaldırılması yolunda refarandum düzenlediklerinde,
Rusya dışındaki cumhuriyetlerde birliğin devam
etmesi yönündeki oyların daha fazla çıktığı görülmüştür.
Ayrılmak isteyen cumhuriyetlere karşı da, Azerbaycan’da
yaşanan kimi küçük çaplı olaylar dışında herhangi
bir zor kullanılmamıştır. 15 Sovyet cumhuriyetide
çatışma olmadan birbirlerinden ayrılmıştır. (Yine
Sovyetlerin kurduğu devletler sisteminin bir parçası
olan Çekoslavakya’da da Çekler ve Slovaklar da
herhangi bir çatışma olmadan birbirlerinden ayrılmışlardır.)
Kimi zaman garip biçimde, reel sosyalizmin çöktüğü
koşullarda Sovyetlerin cumhuriyetlerinin birbirlerinden
ayrılarak ayrı cumhuriyetler kurmaları Sovyetlerin
ulusal sorunu çözümedikleri yönündeki savlara
dayanak olarak gösterebilmektedir. Bu gerçekten
garip ve anlamsız bir bir dayanak noktasıdır.
Ayrılma hakkının kullanılması, hem de barışçıl
tarzda kullanılması ulusal sorunun çözülmemiş
olmasını değil, tam tersine çözülmüş olduğunu
gösterir. Gönüllü birlik, çatışmadan ayrılma;
uluslar arasındaki ilişkilerde demokratik yaklaşım
budur. Bunun uygulanmasının nesi yanlış olabilir?
Hiç kuşkusuz, bu sürecin izleri Sovyetlerin Birliği
dönemine doğru sürülebilir. Özellikle 1980’li
yıllara.. Bu yıllar reel sosyalist sistemin çözülüşünün
hızlandığı, revizyonist bürokratik yapının hızla
kapitalist restorasyona hazır hale geldiği yıllardır.
Aynı zamanda, tüm Sovyet topraklarında milliyetçi
eğilimlerin şu veya bu düzeyde boy attığı yıllardır.
Ancak bu süreç milliyetçi eğilimler açısından
bir yeniden mayalanma dönemi olarak ele alınabilir.
Asıl süreç Sovyetlerin dağılma süreci ile başlamıştır.
Sahtekar Sovyet bürokrasisi, reel sosyalizmi gömer
gömmez, doğal ve anlaşılır bir refleksle, kapitalizmin
temel tarihsel ideolojik söylemi olan milliyetçiliğe
hızla geçiş yapmıştır. Sosyalist devrim ulusal
sorunu demokratik temelde çözmüş olduğu için esas
olarak büyük sorunlar yaşanmamıştır. Kısacası,
kimi zaman iddia edildiği gibi, ulusal sorunun
Sovyetler de çözülmediği ve bundan kaynaklanan
ulusal haksızlıkların ve sorunların Sovyetlerin
çözülüşünde önemli rol oynadığı söylemi doğru
değildir. Sovyetler çökerken ulusal sorunların,
ulusal taleplerin esamesi bile yoktu, yada vardıysa
ve dünya kamuoyunun gözünden kaçtıysa, herhalde
gündemin olsa olsa en son sıralarında olmasındandır.
Doğru olan, tersine Sovyetlerin çözülüşünün ciddi
ulusal sorunların mayalanması için zemin oluşmasına
neden olduğudur.
Kuzey Kafkasya’daki ve diğer eski Sovyet topraklarındaki
küçük halkların durumuna gelince; sorun kapitalizme
geçiş ve buna bağlı olarak büyüklerin küçükler
üzerinde hegemonya kurma çabasından ve bunun yarattığı
haksızlıklar ve barbarlıklardan başka birşey değildir.
Cumhuriyetler birbirlerinden fazlaca sorun olmadan
ayrılıp, bağımsız devletlere dönüşürken (daha
doğrusu emperyalistlerin yeni-sömürgelerine dönüşme
yoluna girerken), bu cumhuriyetlere bağlı özerk
cumhuriyetlerin durumu kritik bir olgu olarak
kalmaktaydı. Bunların Çeçenistan, Abhazya, Güney
Osetya gibi çok küçük bir kısmı bağımsız talebi
ile ortaya çıkarken, diğerleri esas olarak böyle
bir talep öne sürmediler. Sovyetler döneminde
sağlanan ulusal özgürlük ortamının devam etmesi
durumunda, bağlı oldukları devletlerle birlikte
yaşamaya razılar. Abhazya ve Güney Osetya’da durum
tipiktir. Gürcistan’a bağlı bu özerk bölgeler,
Gürcistan’daki gerici hükümetin işbaşına gelir
gelmez küçük halkların özerk cumhuriyetlerini
ortadan kaldıran, ulusal özgürlüklerini yokeden
kararlar almaları üzerine, derhal Gürcistan’dan
ayrılma talebi ile ayağa kalkmışlardır. Güney
Osetya, Rusya’ya bağlı olan Kuzey Osetya ile birleşerek
Rusya’ya bağlı tek bir özerk cumhuriyet olmak
isterken, Abhazya ise bağımsız cumhuriyet olma
talebi ile ortaya çıkmıştır. Rusya’da ise Çeçenya
dışında, diğer özerk bölgelerde ciddi bir ayrılma
talebi yok. Rusya’da 100 civarı özerk cumhuriyet
ve bölge var ve neredeyse sadece Çeçenya’da savaş
var. Çeçenler Sovyetlerin dağılmasının ardından,
Rusya’ya bağlılık göstermek istemiyorlar. Bu da
onların doğal hakkı. Şu anda sorun sadece Çeçenistan
gibi görünsede, kesinlikle onunla sınırlı kalmayacak,
büyüyecek. Çünkü emperyalist-kapitalist Rusya,
bu bölgeleri denetim altında tutmak için bunların
SSCB döneminde tanınmış ulusal demokratik haklarını
buduyor. Bu bir tepki yaratacak. Ayrıca bu özerk
bölgelerin, küçük ulusal toplulukların gelişen
burjuvazileri, bu bölgelerin zenginliklerini Rusya
ile paylaşmak istemeyecektir ve onlarda başlarını
kaldıracaklardır. Bütün sorun esas olarak tam
da bu nokada düğümlenmektedir. Kardeşliğin zeminleri
kapitalizm koşullarında giderek daralmaktadır
ve ulusal hakların gaspı ve ezilme, bu bölgelerde
yaratılan maddi zenginliğin paylaşılmasında büyük
ulus ile bölge burjuvazisi arasındaki çatışmalar
vb. yeni ve kanlı çatışmaların zeminini şimdiden
yaratmaktadır.
Şimdi, 1991 sonrası Çeçenistan’da yaşananlara
yeniden dönecek olursak;
Baltık cumhuriyetlerinde, Azerbaycan ve Ermenistan
bölgesinde, Gürcistan-Osetya-Abhazya üçgeninde
yaşanan çatışmalar, 1990’da Rusya’nın bağımsızlık
ilanı, 1991’de SBKP Merkez Komitesinin feshi,
Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’nın 8 Aralık 1991
tarihinde SSCB’nin artık son bulduğunu açıklamasıyla
birlikte ortaya 15 yeni cumhuriyetin çıkması,
31 Mart 1992 tarihinde “Rusya Federasyonu İçindeki
Egemen Cumhuriyetlerin İktidar Organları ile Rusya
Federasyonu İktidar Organları Arasında Yetkinin
Paylaşımı Hakkında Anlaşma”nın ve daha sonra 1994-1999
arasında Rusya ile çeşitli topluluk ve cumhuriyetler
arasında yaklaşık 50 ayrı anlaşmanın imzalanması,
bu sürecin belli başlı gelişmeleridir.
Sonuçta bu yazı çerçevesinde anlatılması mümkün
olmayan bir çok aşamadan geçen parçalanma süreci,
sonuçta eski Sovyet ülkesinin tümüyle dağılmasına
yol açarken, bu arada diğer etnik topluluklar
gibi Çeçenler de bağımsızlık talebiyle harekete
geçmektedirler.
SSCB döneminde özerk statüsü olan Çeçen-İnguş
Cumhuriyeti 23-25 Kasım 1990 yılında Çeçen Genel
Halk Kongresi kararıyla Bağımsız Çeçen Cumhuriyeti’ni
ilan etmesi bu sürecin başlangıcıdır. Daha sonra
27 Ekim 1991’de yapılan Cumhurbaşkanı ve Parlamento
seçimleri ve 1 Kasım 1991’de Çeçenistan’ın bağımsızlığının
ve Rusya Federasyonu’ndan ayrıldığının ilanı,
Çeçenistan’ın federasyon seçimlerinin hiçbirine
katılmayacağının açıklanması daha somut aşamalardır.
Ancak bütün bu süreçler hep sancılı geçmiş, bu
arada popülerliği artan Cehar Dudayev’in taraftarlarıyla
beraber 1992 yılında iktidarı ele geçirmesi birçok
çatışmayı tetiklemiştir.
Böylece, 26 Kasım 1994’te ilk Rus tank birliğinin
Grozni’ye saldırısıyla başlayan birinci Çeçen
savaşı iki yıl sürmüş, iki tarafın da “alçakça
ve vahşice” olarak adlandırdıkları bu savaşta
Grozni ve onlarca yerleşim yeri harabeye dönmüştür.
Savaş boyunca Çeçen halkı bir milyon civarında
olan nüfusunun 100-120 binini yitirmiş, halkın
yarısı ise cumhuriyet sınırlarını terk etmiştir.
Toplama kamplarına konulan 25 bin Çeçenden 17
bininin öldürüldüğü ve binbeşyüzünün de kaybolduğu
iddialar arasındadır. Aynı savaşta 3 bin Rus askeri
de ölmüş ve Çeçenler tarafından esir alınanların
akıbeti ise öğrenilememiştir.
Daha sonra, 1996’da yapılan bir anlaşmanın ardından
devlet başkanı seçilen Aslan Mashadov ve Yeltsin
tarafından 1997’de imzalanan ikinci bir anlaşmayla
işler durulmuş gibi görünse de, 1999’da gerçekleşen
ve kökeni oldukça karanlık olan bir dizi silahlı
eylemi bahane eden Rus birlikleri anlaşmayı bozmuşlar
yeniden Çeçenistan’ı işgale girişmişlerdir. Bu
kez yıkım daha ağırdır. Köylerin ve şehirlerin
neredeyse yarısı tamamen yıkılmış, Çeçen kaynaklarına
göre 1990-2001 arasında 100 binin üzerinde insan
savaşta ve hapishanelerde ölmüş, 2 bin 300 çocuk
mayınlarda hayatını kaybetmiştir. Savaş boyunca
bölgede yoğun olarak kimyasal silahların, misket
bombalarının kullanılması, insanların Filtrasyon
Kampları diye anılan kamplara kapatılması ya da
mülteci kamplarında açlıkla karşı karşıya bırakılması,
vb. hepsi uluslararası gözlem örgütleri tarafından
da doğrulanan uygulamalar olmuştur.
Köylerde yapılan genel “temizlik” operasyonları,
adam kaçırıp kaybetmeler, tecavüzler, toplu infazlar,
mal ve eşya yağmalama, cesetlerin ailelere satılması
ve burada saymamız gerekmeyen bir dizi vahşet
ise sanki Nazilerden ya da yeni sömürge cuntalarından
öğrenilmiş gibidir. Üstelik Rusya, aynen Bush’un
Afganistan’da ya da Irak’ta yaptığı gibi kendisini
uluslararası askeri sözleşmelerle de bağlı saymamaktadır.
Özgür-Eşit-Kardeşçe Bir Çözüm İçin Umut Var
mı?
Kısacası, nereden bakılırsa bakılsın, Çeçenistan’daki
manzara, tam anlamıyla bir soykırım ve vahşet
manzarasıdır. Büyük devlet şovenizmi yoksul kitleleri
ezmekte, bu ezilme ise büyük ve umutsuz şiddet
dalgaları halinde geriye dönerek çoğu kez yine
sıradan Rus insanlarını vurmaktadır. Sonuçta Çarlık
döneminden beri büyümekte olan korkunç bir iltihap
patlamış ve insanlık dışı bir kıyım ortamını hazırlamıştır.
Bir yanda bir tür Yeni-Çarlık inşa etme hevesindeki
Putin diktatörlüğünün azgın şovenizmi, diğer yanda
ise dinci gericiliğin en karanlık sularından doğmuş
olan Çeçen yobazlığı vardır. Karşılıklı düşmanlık
her geçen gün daha da alevlenmekte, daha büyük
kıyımların önü açılmaktadır. Diğer yanda ise Rusya’nın
hakimiyet alanlarındaki her çatlağı derinleştirmek
isteyen ama buna karşın bir dinci “terör devleti”nin
doğuşundan da endişe duyan ABD’nin entrikaları
bulunmaktadır. Bugün Çeçenistan’da ya da başka
bazı Kafkas-Ortadoğu ülkelerinde şeriatçı hareketleri
örgütleyenler, daha yirmi yıl önce CIA’nın ve
“Amerika’nın Sesi” radyosunun Sovyetler Birliğini
yıkmak için kışkırtıp beslediği güçlerdir ve büyük
olasılıkla bağları da hâlâ sürmektedir.
Sonuç olarak, bu tablonun kısa sürede değişeceğini,
Kafkasya ya da Balkanlardaki ulusal karmaşanın
kısa vadede eşitlikçi-kardeşçe çözümlere ulaşacağını
ummak da pek gerçekçi görünmemektedir. Bütün diğer
savaşlardan daha kötü olan etnik savaşlar, işin
içine tecavüzlerin ve kitle kıyımlarının da girmesinden
ötürü etkileri kolayca giderilebilen savaşlar
değildirler. Bugün gelinen noktadan sonra Çeçenistan
ya da Bosna’da ortaya çıkacak bütün çözüm biçimleri
toplu mezarların soğuk yüzüne çarpacak ve ancak
birkaç kuşak sonra yavaş yavaş bir şans bulabilecektir.
O yüzden, bölgede sular tamamen durulduğunda bile
derinlerden akan şovenizm-milliyetçilik ırmağının
kolayca kuruyabileceğini sanmak saflık olacaktır.
Bütün bu kördüğüm, ancak sosyalist hareketin yerel
ve uluslararası boyutlarda ciddi bir ivme yakalamasıyla
çözülme sürecine doğru evrilecek, ancak dünyanın
başka köşelerinde gerçekleşecek devrimlerin ulusal
sorunlara getirdiği çözümlerin etkisi bölgeyi
de kapsamına alacaktır.
O yüzden bugünkü aşamada devrimci sosyalizm açısından
Kafkasya-Balkanlar için hariçten çözüm önerileri
sıralamak çok anlamlı olmayacaktır. Ama her şeye
karşın, belli bir tutum almak, şovenist barbarlık
karşısında sosyalizmin tavrını ortaya koymak önemlidir.
Devrimci sosyalizm, Ulusların Kaderlerini Tayin
Hakkı’nın bilinen Leninist yorumunun, bütün bu
karışıklık ve kan deryası içinde bile doğru ve
geçerli olduğunu, Çeçenler dahil her ulusun ya
da etnik topluluğun kendi siyasi-kültürel haklarına
sahip olduklarını söylemeye devam etmektedir.
Kopkoyu gerici bir Çeçen devletine karşı olup
olmamanın ötesinde, bu Çeçenlerin ya da başka
herhangi bir halkın doğal ve geri alınamaz hakkıdır.
Çeçen halkı emperyalist Rusya’nın boyunduruğu
altında yaşamak zorunda değildir. Evet, devrimci
sosyalizm ulusların kardeşçe yaşadığı büyük devletlerden
yanadır. Fakat bu devletlerin ulusların demokratik
ve gönüllü birliği temelinde kurulmaları koşuluyla...
Rus işgali sona ermelidir ve Çeçen halkı kendi
özgür iradesini ortaya koymalıdır. Çeçenya Rus
toprağı değildir. Çeçenya Çeçenlerindir.
Öte yandan devrimci sosyalistler, sol dahil herkesi
ortalama/yüzeysel bir düşünme tarzına ve “teröre
karşı olma” demagojisine çekme gayretlerine kesin
biçimde karşı durmak, Amerikan yeni-sağının histerisine
ortak olmamak durumundadırlar. Eylemin çocukları
da hedef alan gaddarca niteliğini kullanarak önce
infial yaratmak, sonra da buradan emperyalist
haydutluğa meşruiyet malzemesi çıkarmak, başlı
başına ahlaksızca bir tutumdur ve aklını “irtica”
ile bozmuş olanlar dışında aklı başında hiçkimse
bu tutuma ortak olamaz.
Ve kuşkusuz yine aklı başında hiç kimse, açıkça
faşist nitelik taşıyan Çeçen hareketini de, Rus
şovenizminin cinayetlerini öne sürerek meşrulaştıramaz.
Ancak sorunun öncelikle görülmesi gereken kaynağı-yüzü,
Rus gericiliğinin kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden
katlettiği yüzbinlerce Çeçendir, yanmış yıkılmış
Çeçen kentleri ve köyleridir, Çeçenya’da sürmekte
olan Rus işgalidir. Eğer sorunun kaynağının bu
olduğunu görmezsek, emperyalist gerici medyanın
etkisiyle tarafları eşitleyici bir tutum alırız
ve Çeçen halkının haklı ulusal demokratik taleplerini
görmezden gelme noktasına düşeriz. Evet, biz Çeçen
halkının tüm ulusal demokratik taleplerini kesin
bir biçimde destekliyoruz. Çocuk, yaşlı, genç,
ihtiyar demeden kendileri dışındaki herkesi vahşice
öldürme hakkını kendilerinde bulan Çeçen gericilerini
ise lanetliyoruz. Fakat, vahşice öldürülen 500
insanın ölümünün kaynağında Rus gericiliğinin
Çeçenya’daki işgalinin ve yüzbinlerce Çeçeni vahşice
katletmesinin yattığını da görüyoruz. Çeçenya’da
yaşananlar ancak bu gerçeklik görülerek doğru
biçimde değerlendirilebilir.
Ulusal Sorun’un günümüzde aldığı biçimleri ayrıntılarıyla
incelediğimiz 10. sayımızdaki yazımızda da belirttiğimiz
gibi, geçen yüzyıldan çözülmeden ve patlama dinamiklerini
biriktirerek gelmiş olan ulusal sorunların artık
gerici ve milliyetçi yaklaşımlar ve önderliklerle
çözülme şansı yoktur. Bu tür önderlikler, tersine
kangrenleşmiş olan sorunları daha da derinleştirmekte
ve çıkmaza sürüklemektedirler. Bu çıkmaz sokağın
açılması ve halkların kardeşçe yaşadıkları bir
dünyanın inşa edilmesi, 21. yüzyılın yeni devrimci
hareketlerinin üzerine yıkılmış en ağır görev
ve sorumluluktur. Yeni bir sosyalist toplumun
ekonomik-politik ayaklarının kurulmasından da
daha zor olacağı şimdiden anlaşılan bu görev,
ancak yenilenmiş bir devrimci sosyalist hareket
tarafından başarılacaktır.
|