Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Parti ve Kültür:
Hiç bir politik akım veya parti, genel ve teorik olanla yetinerek politik güç olamaz. Politik güç; iktidar savaşında, teori ve pratiğin, strateji ile taktiğin birliği içinde, güncel mücadeleyi kazanarak elde edilir. Tersi, durumda niyet ve irademizden bağımsız olarak, ya “teori” adına politik mücadele gerçeğinden kopmaktır, ya da pratiği geliştirmek adına dar pratikçilikten öteye gidememektir. Devrimci sosyalizm, bu tür akım ve tarzlarla arasına kalın bir mesafe koyar. Devrimci sosyalizm Marksist-Leninist öğretinin yol göstericiliğinde ortaya çıkan politik iradeyi, sınıf mücadelesinin tüm alanlarında, çok yönlü bir tarzla kitlelere ulaştırmayı, teori ve pratiğin birliğini doğru kurup, iktidar savaşını büyütmeyi ifade eder.
Tam bu noktada, öz deneylerden öğrenmek özel bir önem kazanır. Öz deneylerden öğrenmek, en verimli öğrenme yöntemlerinden biridir. Öz deneylerden öğrenmek, aynı zamanda kendine ve iradesini temsil ettiği sınıfa, proletaryaya karşı samimiyetin de temel göstergelerinden biridir, çünkü bu yol aynı zamanda güçlü bir eleştiri ve özeleştiriyi de bağrında taşır; bu yöntem içselleştirildiği ölçüde ilerlemek mümkündür. O halde Nisan-Mayıs-Haziran aylarını kapsayan, iki politik kampanyanın; 1 Mayıs ve Nato’ya karşı gerçekleşen anti-emperyalist kampanyanın kimi yönleriyle ele alıp bilince çıkarılması zorunludur.
Öncelikle net vurgulayalım uzun dönem böylesi kampanyalar pratiğinden uzak olan devrimci sosyalizm için 1 Mayıs ve Nato karşıtı kampanya, alınan siyasal-örgütsel mesafe üzerinden ciddi kazanımlara yol açmıştır. Elde edilen bu kazanımlar sadece devrimci sosyalizm tarafından değil, tüm dürüst, samimi çevre ve bireyler tarafından gözleniyor, paylaşılıyor. Ve bu olgu bir kez daha sorumluluklarımızın altını çiziyor. ancak, bu kazanımlar sorunun bir yanıdır. Ve bu süreçte ortaya çıkan bir dizi eksik, hata ve zaafların üstünü örtmüyor. Eleştiri aynı zamanda özeleştiri anlamına geliyor; bu açıdan kendimize yönelmeli, eleştiriyi “herkesi eleştiren ama özeleştiriye yaklaşmayan” bir noktadan değil, her eksiklik ve zaafta kendi özgün payımızı bilerek ilkeli kurallı bir işleyiş içinde ele almalıyız. Eleştiri ve özeleştiri parti yaşamında en temel ilkedir ve bu ilkeyi doğru ele almayan, bunu içselleştirmeyen birey proletaryanın ve halkların kurtuluş savaşında, partili birey/komünist olma niteliğine ulaşamaz. Kendi eksik ve zaaflarına karşı eleştirel bir tutum takınmayan parti ise, Lenin’in her vesile ile bize hatırlattığı temel bakış açısından uzaklaşmakla kalmaz, öncü veya proletarya partisi olamaz.
Yönümüzü geleceğe dönerek, bazı açılardan aynayı kendimize tutalım; kazanımları böyle ileri taşıyalım... Bugün devrimci sosyalizmin literatüründe “devrimci yenilenme” bir kavram olarak ifade ediliyor. Her kavramda olduğu gibi, bu kavramında içeriği önem kazanıyor. Bu kavram sık sık kullanılsa da, bu kavramın her açıdan bilince çıkarıldığı, siyasal-örgütsel sürece yön verdiği söylenemez. Bu noktada bilinç sorunu öne çıkıyor. Ayrıca atılan olumlu adımlar, rehavetle karışık bu kavramın içeriğini zayıflatma riskini yaratıyor. Hemen belirtelim bir kavram olarak “yenilenme” yeni, bizim icat ettiğimiz bir kavram değildir. Hatırlanmalıdır; “yenilenme” kavramı, 12 Eylül sonrası daha sık kullanılmaya başlanmış, “Reel Sosyalizm”in çözülmesi ile 89-90’dan sonra adeta her renkten akım için anahtar sözcük, kavram olmuştur. Örneğin liberal solun elinde bu kavram, Kuruçeşme tartışmalarından ÖDP’ye uzanan bir süreçte sık sık kullanılmış, hatta ÖDP somutunda olduğu gibi, devrimcilikten kopuşun reformist-legalist konumlanışın çıkış noktası olmuştur. Kürt devrimci dinamizmi, bir tarihsel dönemi işaretlemek açısından belirtirsek, İmralı sürecinde “demokratik cumhuriyet” projesi temelinde yaptığı açılımla devrimcilikten burjuva liberalizmine savrulduğunda, yine “Yenilenme” ve “değişim” kavramını kullanmıştır. Bugün de burjuva liberalizmi, ezilen ulus adına “Marksizmin aşılması”, “demokratik uygarlık”, “demokratik ve ekolojik toplum” vb. söylemler temelinde en sıradan bir postmodern reformist milliyetçiliğin ifadesi olarak halkların bilincini karartıyor. Elbette tüm bunlar tek başına iç dinamikle; sömürgecilik ve yeni-sömürgecilikle beslenen yenilgi yıllarının sonuçları ile birleşen olumsuzluklarla açıklanamaz. Bunun yanı sıra, uluslararası sosyalist harekette yaşanan çöküş ve emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı büyük restorasyonda bu süreci hızlandırmış bir kavram olarak yenilenmeyi güncelleştirmiştir.
Buradan anlaşılması gereken ilk nokta, içeriğinin nasıl doldurulduğudur: İkinci nokta, “yenilenme”nin bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmasıdır. Üçüncü nokta ise “yenilenme”nin yönü ve yükseldiği siyasal örgütsel zeminin önemidir. Eğer bir ihtiyaç olarak ortaya çıkan yenilenme, Marksist-Leninist bir zeminden kopuk liberal rüzgarlara savrulursa, pekala bu yenilenme girişimi bir tehlikeye dönüşebilir. Hatta Marksizm dışına düşme olarak, proletarya ve halkların mücadelesinin önünde gerici bir rol oynayabilir.
Ancak, “yenilenme”nin doğru ele alınması da, böylesi bir bilince ulaşmakta bir süreç sorunudur. Çünkü, her “yeni” önce savunma mekanizmasına çarpmaktadır; TDH’nin teori ve pratiği ile savunma zemininde olduğunu düşünürsek, bu doğal bir refleks olarak ortaya çıkıyor. Örneğin, yine hatırlanmalıdır, 90 başında yaşanan “sosyalizm sorunları” ve Stalin tartışmalarında, bu refleks görülmüş, ama en dogmatik çevrelerin bile, savundukları yaşam tarafından ret edilmiş, yeni arayışlara yönelinmiştir. Açıkcası, bu “yeni yönelimlerin” çoğu da pek hayırlı olmamıştır. Liberal tasfiyecilik güçlenmiştir. Öte yandan, devrimci eleştirel yöntem liberal savrulmaya karşı dogmatizmi kutsamak değildir; inkar değil aşmadır. Eleştirel yöntemi içselleştiren devrimci sosyalizm için yenilenme devrimci sosyalizme bağlı kalarak devrimin güncelliği ile bugünün ihtiyaçlarına yanıt vermedir.
Devrimci yenilenme, salt bir örgütsel toparlanma, bir kaç yeni açılım veya siyasal teorik sorunlarda bir kaç yeni kavramın güncelleşmesi vb. değildir. Bundan öte, devrimi her şeyin merkezine koyan Marksizme, proleter enternasyonalizme bağlı olarak, her alanda değişim ve dönüşümü ifade eder. Teorik-ideolojik-politik- kültürel-kişilik tüm alanları kapsar. Daha önce ifade ettik, örneğin Lenin’in “Ne Yapmalı”da işaret ettiği Marksizmi geliştirme yöntemi, bugün devrimci sosyalizm için günceldir. Çok daha ağır ve kapsamlı sorunları buradan yürüyerek çözüme ulaştırmak mümkündür. Enternasyonal boyutu olan Marksizmin yeniden üretimi ideolojik yenilenmede yaşanmalıdır, ama tek başına devrimci yenilenme bununla sınırlı değildir. Yine, “Ne Yapmalı”daki Leninist mantıkta ilerlersek, tüm çok yönlü görevlerin başarılması ancak siyasal-örgütsel açılımlarla anlamlıdır, mümkündür. “Partinin örgütlenmesi devrimin örgütlenmesidir”; bu şiar devrimci yenilenmede yakalanması gereken, temel öncelikli halkadır. Ve bu halka; devrim-sosyalizm-partinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan, düzen içi tüm anlayış, alışkanlık, davranış biçimlerine net tavır alan, bunlardan arınan emek ve paylaşımla siyasallaşan, siyasallaştıkça özgürleşen bir yaşam biçiminin inşası, tüm bunları siyasal mücadelede somutlaştıran bir perspektif ve pratiğin örülmesidir... İşte bugün güncel olan görev budur.
Demek ki devrimci yenilenme, geçmişin inkarına değil, tarihsel birikime dayanıyor, buradan güç alarak, çok yönlü tüm alanlarda yeniden inşayı içeriyor. Yönümüzü düzene, düzen içi, alışkanlık ve davranış biçimlerine değil devrime, sosyalizmin ilke ve normlarına dönmemiz ve geliştirmemiz, kendimizi ve siyasal pratiğimizi çoğaltmamız, politika, örgüt ve kişilikte hamle yapıp ustalaşmamız yenilenme çizgimizin özünü oluşturuyor. Elbette bu süreklilik ve kopuş diyalektiğidir. Tarihsel ve siyasal açıdan süreklilik; düzenden, düzen içi alışkanlık, anlayış ve davranışlardan, dogmatizm ve liberal yaklaşımlardan, verimsiz çalışma, ufuksuzluk vb. geriletici pratiklerden kopuş, devrim-sosyalizm-partili yaşamda bütünleşme!
Bu özet bakış açısını kavramak, bilince çıkarmak, somut davranış biçimine dönüştürmek her devrimci sosyalist için zorunludur. Ancak devrimci sosyalizmin saflarında, en başta aktif çalışan yoldaşlarda bunun yeterli ölçüde kavranıp, davranış biçimine dönüştüğü söylenemez. Bu kampanyaların öğrettiği budur, bunu aşmak görevdir.
Bugün geçmiş dönemlerden farklı olarak, “Ne Yapmalı” değil, belirlenen hedeflere “nasıl ulaşmalı”da değil, bu hedeflere ulaşmak için atılan adımları “nasıl çoğaltmalı” sorusu tüm gündemlerin ortak paydasıdır. Alınan mesafeleri abartmak gerekmiyor ama atılan adımların tarihsel ve siyasal anlamını netleştirmek, bunlar üzerinden daha ileri adımların nasıl geliştirileceğini belirlemek, daha ileri adımları pratikte çoğaltmak gerekiyor. Bugün bunlar önem kazanıyor. Bütünü değil parçayı gören bir göz, o parçanın özgün yapısına göre, pek ala “olumlu” veya “olumsuz” değerlendirmesi yapabilir. Ama bu sonuç, ister “olumlu”, ister “olumsuz” olsun bize gerçeği tam olarak vermez. Bütün ile parça ilişkisini doğru kurmak, öznel ölçülerle değil nesnel ölçülerle süreci değerlendirmek; ama tüm bunları mutlaka partili mücadeleye bağlamak zorunludur. Ancak böylesi bir bakış, sadece devrimci gerçekleri yakalamamızı sağlamakla kalmayacak, zaman zaman önümüzü bulanıklaştıran statükoculuğun, özgüvensiz ve kuşkulu yaklaşımların, atılan ileri adımların üzerinde bir ağırlık oluşturmasının önüne set olabilir. Dahası, örneğin 1 Mayıs ve NATO karşıtı kampanyada ortaya çıkan, “politik etki” ile “politik güç” olma arasındaki ilişki, ancak bu yoldan güçlendirilebilir. Nesnel ölçülerle gözlediğimizde, genel olarak TDH’nin politik etkisiyle örgütlediği güç, özel olarak da devrimci sosyalizmin politik etkisi ile bu etkinin örgütlü güce dönüşmesi arasında mesafe olduğu tespit edilebilir. Anti-emperyalist tepkileri milyonlar paylaşıyor. Ama, elbette, oligarşinin tüm baskı ve kuşatma politikalarının da etkisiyle harekete geçen, tepkisini eylemle ifade eden kitle gücü, bu tepkilerin sınırlı bir parçasını ifade ediyor.
Öte yandan, bir kez daha açıkça görülüyor ki, kitleler genel olarak “çağrılar”la, “basın açıklamaları” ile değil, politik etki ile süreklileştirilmiş örgütlü ilişkinin birleştirilebildiği zeminlerde harekete geçiyor. O halde, ajitasyon malzemesinin tek başına kitlelere ulaşması, kitlelerin gücünün eyleme dönüşmesi için yeterli değildir. Kitleleri aydınlatmak, onlarla politik ilişkiyi sürekli kılmak, ajitasyon malzemesinin binlere değil, milyonlara ulaşmasını sağlamak, her vesileyle kitlelerle güçlü bağlar kurmak için yeni alan ve ilişkilere sıçramak, yaratılan ilişkileri ileriye taşımak, sadece politik etkimizi değil, bu etki üzerinden ilişkilerimizin örgütlü güce dönüşmesinin önünü açacaktır. Bir politik kampanyada mevcut olanla yetinmek, kitlelerin devrimci sosyalizmin saflarına gelmesini beklemek, bugünün taktik politika ve açılımlarıyla uyumlu değildir. Sınırları zorlamak, kafaların içinde oluşan statükoları yıkmak, çok yönlü ve dinamik bir tarzla her adımı planlayıp, her koşula göre esnek yaklaşımlar geliştirmek gerekiyor. Bu, sadece “politik” etkiyle “politik güç” arasındaki mesafeyi kısaltmakla kalmayacak aynı zamanda yeniden inşa sürecinde adımlarımızın güçlenmesi anlamına da gelecektir.
Devrimcilik yaşam biçimidir. Lenin’in ifade ettiği gibi, barışçıl ve nispeten dingin dönemlerde devrimcilik kolaydır. Zor dönemlerde devrimci olmak anlamlıdır, aynı zamanda büyük bir onurdur. Kitle hareketinin geliştiği devrimciliğin “moda” olduğu dönemde bir çok insan şu veya bu nedenlerle devrimci saflarda kendine yer bulabilir, kendini “devrimci” olarak tanımlayabilir. Ve böylesi bir süreci ifade etmek gerekirse, 1965-70 dönemi 1974-80 dönemi, hatta daha zayıf bir biçimde de olsa 95-96’lı yıllar böylesi dönemlerdir. Bu dönemler geride kalmıştır. Artık her adım güçlü mücadele ve örgütlülüğü gerektiriyor, en küçük demokratik-siyasal kazanımlar için ağır bedeller ödeniyor. Örneğin 1961 anayasasında olduğu gibi hiçbir şey “yukarı”dan verilmiyor; işte bu dönemde veya böylesi dönemlerde devrimci olmak zordur, onurludur. Sağlam devrimciler böylesi dönemlerde ortaya çıkar. Ayrıca tarih sayısız irade ve politik gücün çatışması olarak ilerliyor, hiçbir adım veya kazanım ısrarla üzerinde durulup savunulmazsa kalıcı olmuyor. Bundan dolayı, politik mücadelede cüret, düzen içi yaşamdan kopuş, devrim-sosyalizm-partili mücadeleyle bütünleşme özel önem kazanıyor.
Evet, açlık-yoksulluk-savaş baskılar, bunlar devrimin nesnel zeminini güçlendiriyor. Emperyalizm, küresel saldırılarını yoğunlaştırıyor, her şeyi tam bir pervasızlıkla kendi çıkarına göre biçimlendiriyor. Emperyalizm, “demokrasi” değil her yere işgal, ilhak ve gerici, sömürgeci, yeni-sömürgeci egemenliğini götürüyor, demokrasiyi tümden inkar ediyor. Ama, tüm bunlara karşı halklar direniyor! Topluma pompalanan korku, ki 12 Eylül’den bu yana sistemleştirilmiştir, toplumsal çürüme en uç noktasına ulaşıyor. Bu olgular bir yandan önümüze setler örerken, bir yandan da devrimci mücadele için yeni olanaklar ortaya çıkıyor. 1 Mayıs’ta onbinlerin çatışmayı göze alarak Saraçhanede toplanması, NATO’nun barikatlarına karşı binlerin taş ve yumruklarla çatışması, bu dinamizmin resmini bize veriyor. Böylesi günler kitlelerin siyasallaştığı, mücadeleyle özgürleştiği, Lenin’in ifadesiyle “bayram” günleridir. Bu dönemde devrimci olmak, bedel ödemeyi göze alarak cüret etmek, büyük onurdur, ileriye yürümede, yeniden inşa sürecinde bu onuru paylaşmak anlamlıdır. Ne yapılacaksa bugün yapılmalıdır; bugün kazanılmadan geleceğe yürümek, “işte bu benim partim” diyerek Parti tarihimizin yeni bir dönemini, üçüncü dönemini başlatmak mümkün değildir...
Elbette tüm bunlar ufuk sorunuyla ilişkilidir, yaşanan toplumsal-siyasal süreç olumsuz yanları ve dağınık, parçalı örgütsel ilişkiler, sadece özgüvenin zayıflamasına, kuşkulu yaklaşımlara vb. değil, aynı zamanda ufukların darlaşmasına, giderek statükoculuğun davranış biçimine dönüşmesine yol açar. Kapitalizm ve yeni-sömürgecilik ilişkileri, en rezil, en yoz, en çürümüş toplumsal ilişkileri yaratıyor; darlaşma, tembellik, asalak yaşam biçimi, marjinallik, parçalanma, yerellik, dinsel etki, en az ile yetinme, günü kurtarma vb. adeta topluma pompalanıyor. Elbette bu sonuç, on yılların politik-kültürel sürecinin sonucu olarak kitlelerin önünde nesnel olarak duruyor, kitlelere her vesileyle yediriliyor. Sadece bu değil, faşizm “düşük yoğunluklu savaş-düşük yoğunluklu demokrasi” konsepti içinde açık ve gizli faşizmin yöntemlerinin iç içe geçtiği kurumlaşma ile yeniden yapılanıyor. Başta açık zor yöntemi olmak üzere, tüm pasifikasyon araçlarını seferber ediliyor, kitleler teslim alınmaya çalışılıyor. Emperyalizm ve yerli tekelci sermayeye dayanan faşizm, neo-liberal politikaları kitlelere dayatırken, “özelleştirme”, “esnek üretim”, “sendikasızlaştırma”, “kamu reformu” vb. ile sadece sınıfın birliğini parçalamakla kalmıyor, geleceğe olan umutları da tüketiyor. “İş istiyorum” diyenlere “al sana iş” denilerek, yapılan işkence, sıradan insanlara, sokağa hakim oluyor. F Tipi Cezaevi saldırısı, sadece devrimci tutsaklara değil, hak aramaya, toplumsal muhalefete karşı, kurumsallaşan faşizmin bir ayağını oluşturuyor. Toplum düşürülüyor, insan hiçleştiriliyor. Tüm bunlar ufukları daraltıyor.
Daralan ufuklar, plan ve programsız, kendiliğinden yaşamı ortaya çıkarıyor, kendiliğindencilik toplumsal hastalık olarak her alan ve ilişkide ortaya çıkıyor. Tüm bu yoksunluklar, darlaşma aynı zamanda bunlara karşı büyük bir öfke de yaratıyor. Bu bağlamda devrimin nesnel koşulları olgunlaşıyor. Ama sosyalist hareketin zayıflığına paralel, düzene tepkiler, tekrar “ulusallık”, “din”, “kemalizm”, “liberalizm” adı altında düzene bağlanıyor. Kapitalizm tarihsel ve fiziksel sınırlarını tüketiyor, devrim ve sosyalizm güncelleşiyor, ama en önemlisi de devrimci sosyalizmin bir seçenek olarak kitlelerin gözünde ortaya çıkmadığından, kitleler devrime mesafeli duruyor. İşte bu tabloda, kendiliğindencilik, veya “plan-program” söyleminin pratikten uzak bir yerde durması, darlaşan ufukların öte yanı oluyor.
Halbuki, Parti; program-taktik-eylem birliği demektir, Leninizm iradeciliktir. Devrimci sosyalizmin Türkiye devrimine ilişkin programatik tezleri nettir, devrim bu yoldan zafere ulaşacaktır. Ama tek başına bu yetmez, nesnel ve öznel koşulların analizine dayanarak, devrimci sosyalizmin ana yönelimleri günlük ve dönemsel süreçlere müdahale etmemizi sağlayacak taktiklere dönüşür, dönüşmek zorundadır. Ve, bu taktik politikalar, eylem birliği ile örgütlü, partili mücadeleye dönüşür. Programda ortaya çıkan irade, eylem birliği ile somutlaşır; ve ancak, böyle bir mücadele süreci devrimci sosyalizmi bir seçenek olarak ortaya çıkarır. O halde, atıl, hareketsiz, az olanla yetinme, “ne olacak” belirsizliği, “sorunum var” gerekçeleri vb. dönemi çoktan geride kalmıştır, militan bir mücadele hattından ilerlenecektir.
Devrimci sosyalizmin program-taktik-eylem birliği noktalarından bir belirsizliği yoktur, nettir. Bunun bilince çıkarılıp, her adım ve açılımın bu temelde planlanması, bu planlamanın somut olgu ve ilişkilere dayanarak, irade ve örgütlü çalışma ile ilerlemesi yaşamsaldır. Kendiliğinden tek bir gün, ortaya çıkan imkan ve olanak kazanıma dönüşemez.
Daha somut ifade etmek gerekirse, yeniden inşa sürecimizin program ve planı, bu bütünlük içinde, her alan için somutlanmalıdır, somutlananlar her vesile ile yeniden değerlendirilmelidir. Program temel hedefleri belirler, plan bunlara nasıl ulaşılacağını ifade eder. Ve ancak bunlar, partili mücadele ile irade ve eylem birliğine dönüşür. Eğer “plan-program” söylemi var, ama güçlü hamleler, açılımlar ortaya konamıyorsa orada güçlü bir eylem iradesi, pratik iradesi, güçlü bir örgütçülük, iş organizasyonu yok demektir. Dahası, her adım ve açılım partili mücadeleye bağlanamıyorsa, partili mücadele ve birey bu ilişki içinde çoğalamıyorsa, belki bir şey vardır ama bu dönemin ihtiyaçlarına yanıt değildir.
Bu vesile ile statükoculuğa özel vurgu yapmak gereklidir. Çünkü ufuk sorunu, statükoculukla özel bir ilişki içindedir, ters orantılıdır, biri ilerlerse diğeri geriler. Ufuk genişliği ne kadar zenginleşirse, statükoculuk o kadar geriler; statükoculuk parti yaşamında ne kadar ayak direrse, ufuklar o kadar darlaşır, gelişme değil, en fazla varolanla yetinir. Statükoculuk; düşünce ve davranış biçiminde ortaya çıkıyor, risk almama, günü kurtarma, başka güçlere bel bağlama, özgüven zayıflığı, “en az direniş” noktasında durma, zorlu dönemeçlerde uzlaşma vb. olarak tezahür ediyor. Söylemde “devrimci yenilenme” dillendirilse bile, özde buna uygun bir siyasal duruş ve eylemden uzak durur. Statükoculuk, misyonu ne olursa olsun, bazı zaman vizyon sorunu olarak ortaya çıkar. Yani, örneğin devrimci sosyalizmin savaşçı geleneği bir an unutulduğunda, örgütsüz ve iddiasız dönemde oluşan çarpık tarz ve söylem zemininde militan tarzla aynı akordu tutturamama, düşünce ve davranış birliğini sağlayamama olarak görülür. Devrimci sosyalizm bir misyonu temsil eder; ve tek tek kadroların, yapıların bu misyona uygun irade ve eylem birliği içinde olması vizyon sorunudur. Statükocu vizyon ikna ve sabır göstermez, veya “ikna” adına günü ıskalayan “durum değerlendirmesi” ile uğraşır, TDH’nin kimi sol çocukluklarına tepkiyle gözü kararır ve kendi devrimci görevini, esas ekseni ve hedefi tam görmez, düne takılır, ana yönelimle uyum sağlayamaz. Onlarca doğru hamle yapsa bile, finalde bocalar. Halbuki yeniden inşa sürecimizde, devrimci atılım, ancak militan bir kitle çizgisiyle adım adım yaratılır. Evet “yaratılır” yani, burada yoğunlaşmış bir irade vardır ve devrimci sosyalist irade, her adımı, kendi tarzı ile yaratacaktır.
Tarih, hele de söz konusu devrimci mücadele ise, hiçbir zaman “mükemmel olan”a şahit olmamıştır. “Mükemmel” olarak tanımlanan her şey, özünde birçok eksik ve zaafı ifade eder; bu devrimci mücadeleyse çok daha net ortaya çıkar. Sınıf mücadelesi, beklemeyi, her şeyin mükemmel olarak hazırlanıp tüm koşulların olgunlaşması temelinde harekete geçmeyi hep dıştaladı. “Koşulların olgunlaşmasını” veya sayısız “plan ve programı” bekleyenler, sınıf mücadelesinde hiç özne olamadı, sadece tarihte belki bir dipnot oldu. Devrim nesnel koşullara yoğunlaşmış iradecilikle müdahale temelinde kitlelerin örgütlenmesi sonucu ortaya çıkmıştır. “Devrim kitlelerin eseridir” sözü de, ancak ve ancak bu temelde anlamlıdır, yoksa tek başına “kitleler” fazla bir anlam ifade etmez. Devrim, toplumsal eylemdir, büyük alt-üst oluştur. Ve devrim, sınıf mücadelesinin en karmaşık süreçlerde ve basınç altındayken ileri doğru atılan adımlarla ilerler; önemli tarihsel dönemlerin, politik atılımların böylesi “sıkışma” anlarında ortaya çıkması tesadüf değildir. Yani, her kim ki mühendis titizliği ile tüm koşulları ve olguları alt alta toplar ve sınıf mücadelesini matematiksel kesinliğe bağlar, ufkunu içinde devindiği dar ilişkilerle sınırlı tutar, sınıf mücadelesinin dinamizmini göremezse, belki iyiniyetli olabilir ama asla devrimci sosyalist mücadeleyi ilerletemez! Bilinmelidir, sınıf mücadelesinden, bu çarpık, yeni-sömürgeci toplumsal ilişkilerden, bu toplumun yarattığı insandan besleniyoruz. Proletaryanın, yoksulların, ezilenlerin hareketi olacağız ve “büyüme sancıları” şu veya bu ölçüde hep gündemimiz olacaktır. Bunun dışında bir başka seçenekte yoktur.
Ne yapılacaksa bugün yapılacak. Eksikliklere, zaaflara, hatalara savaş açılacak, bizim elimizi bağlayan tüm ağırlıklardan kurtulunacak, gözlerimizi devrimci sosyalizmin ufkundan hiç ayırmadan, kendimize ve kitlelere güvenerek, yükselen yapının taşı, tuğlası olunacak.
Başka yol yoktur, devrimcilik budur!

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul