Günümüzün popüler sol söyleminde
sıkça kullanılan bir tespit var; kapitalizm artık
sınırlarına vardı ve değişmek zorunda. Bunun en
önemli dayanaklarından biri ise dünyamızın kaynaklarının
kapitalist sistem tarafından olağanüstü ölçülerde
yağmalanması, talan ve tahrip edilerek tükenme noktasına
varması...
Dünyamızın kaynaklarının, kapitalist tüketim çılgınlığı
tarafından bitme noktasına geldiği doğrudur. Ancak
aynı doğru veriden değişik sonuçlar çıkarmak mümkündür.
Bu sınıra gelme durumunun kapitalizmi bir şeyler
yapmaya zorlayacağı doğrudur, ama bu asla kârdan
vazgeçerek doğal kaynakları korumak olmayacaktır.
Bundan hareketle kapitalist sistemin sonunun geldiği
kehanetinde bulunmak düpedüz saflıktır. Kapitalizm,
mezar kazıcısı işçi sınıfı tarafından tarihin çöplüğüne
gönderilene dek binbir değişik kılıfa/biçime bürünerek
varlığını sürdürecektir.
Geçtiğimiz sayımızda emperyalist-kapitalist sistemin
ekoloji alanında yol açtığı tahribatı açmaya çalışmıştık.
Bu, kapitalizmin isteğine bağlı olarak vazgeçebileceği
bir şey değildir. “Doğayla barışık üretim” üzerine
kafa yorup, sınıflı toplum gerçeğinin ve özel mülkiyet
olgusunun üzerinden atlayan ütopik bir yaklaşımın
varolan sorunlara çözüm olabilme şansı yoktur. Kapitalizmin
kârı maksimize etme eğilimi-zorunluluğu varoldukça
bu tahribatın önüne geçilemez.
Temel Yasalar
Kapitalizmin temel yasalarından biri genişletilmiş
yeniden üretim yasasıdır. Bu yasaya göre kapitalist
üretim, sürekli genişlemek, büyümek zorundadır.
Aksi durumda rekabet koşullarına karşı koyamaz.
Tekelci dönemde dahi bu gereklidir çünkü sermaye
elde ettiği artı-değeri yeniden sermaye haline
getirmek, yatırıma dönüştürmek zorunda olduğundan
(bunu yapmazsa elde ettiği kazanç ölü para haline
gelir ki bir kapitalist açısından bu hiçbir işe
yaramaz. Nasıl ki herhangi bir meta için stok,
zarar anlamına gelirse, sonuçta özel bir meta
olan paranın stok durumu da zarar demektir) kendi
üretim alanında pazarın doyduğu durumda farklı
üretim alanlarında faaliyete geçip, başka tekellerin
pazarının tehdit edilmesine sık rastlanır. Bu
zorunluluktan dolayı sürekli yeni yatırımlar yapıp
üretimi, teknolojiyi, sömürü oranlarını ve araçlarını
geliştirmek zorunda olan kapitalistlerin yaptığı
her yatırım, sabit sermaye miktarını artırmaktadır.
Bu ise, artı-değer değişmedikçe kâr oranını düşürür.
Genellikle de yapılan her yatırım, yeni teknolojiyi
beraberinde getirdiğinden işçi sayısını düşürür
ve her bir işçiden elde edilen artı-değeri artırsa
bile toplam artı-değerdeki artışın miktarı, sabit
sermaye yatırımı için giden paradan daha fazla
olmaz. Bundan dolayı değişen sermayenin, değişmeyen
(sabit) sermayeye oranından oluşan kâr oranı sürekli
olarak düşer. Çünkü değişen sermaye (işçi ücretleri,
fabrika ve hammadde giderleri, enerji vb.) harcamaları
içinde sadece işçi ücretleri, üzerinde oynanabilecek
rakamı oluştururken diğerlerinin fiyatını, kapitalistin
kendi dışındaki koşullar belirler. Yani kâr oranını
artırabilmenin tek yolu işçi ücretlerini düşürüp,
her bir işçiden elde edilen artı-değer miktarını
artırabilmektir. Hammadde fiyatlarındaki düşüşler,
aynı pazardaki her kapitalist için geçerli koşullar
olduğundan birbirleri karşısındaki pozisyonlarında
bir değişikliğe yol açmaz.
Şimdi bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Bir
otomobil fabrikası, eğer robot teknolojisini üretimde
kullanmazsa, diğer otomobil üreticilerine göre
daha pahalı ürünler üreteceği ve böylelikle pazar
payını kaybedeceği için mecburen (ya da bu teknolojiyi
ilk olarak kendisi geliştirmişse, rakiplerinin
önüne geçebilmek için) bu teknolojiyi uygular.
Sonuçta daha az işçiyle daha çok ve daha kusursuz
üretim yapabilmiş olur. Bu durumda her bir otomobil
için maliyet düşmüş olur, bu da kârı artırır.
Fakat bunun için yapılan sabit sermaye yatırımı
yani fabrikanın robot teknolojisine geçmesi için
yapılan harcama çok büyük boyutlardadır. Yani
bu teknolojiye geçildiğinde işçi sayısı düştüğü
için üretilen otomobilin maliyeti de düşer ve
kârlar yükselir. Ancak bu artışa rağmen yatırım
sermayesi çok büyük olduğundan ve kâr oranı yatırılan
sermaye başına gelen kâr miktarıyla da ilgili
olduğundan kâr oranı düşmüştür.
Sadece rekabetten dolayı bu yatırımı yapmak mecburi
değildir. Tüm piyasayı elinde tutan, rakipsiz
bir tekel bile olsa kapitalist, elinde biriken
parayı sermaye haline getirmek, yatırım yapmak,
o parayı para üreten paraya (sermayeye) dönüştürmek
zorundadır. Yoksa o para kapitalist pazar koşullarında
sürekli olarak kendini yeniden üreten diğer sermayeler
karşısında değersizleşir, sermaye olduğu zaman
kazandığı gücü yitirir.
Doğal Üretimin Sonu ve Doğanın Tüketilmesi
Kapitalizmin bir diğer özelliği ise doğal üretime
son vermesidir. Kapitalist üretim ortaya çıkana
kadar insanlık, doğal kaynaklarla, yani doğal
koşulların sağladığı kadar tahıl, meyve-sebze
ve hayvansal ürünlerle yetinmek zorundaydı. Üretim
tekniklerindeki gelişmeler ne olursa olsun, doğal
koşullar ve kaynaklar üretimin temel belirleyicisi
idi. Kapitalizmle birlikte insanın doğaya olan
bağımlılığı giderek azalmış, hatta insan doğaya
hükmeder olmuştur. Böylelikle geçmişte üretimin
temel bileşeni/belirleyeni olan doğa, artık üretimin
nesnesi haline gelmiştir. Artık doğa, üretim sürecinde
kendini yenileyen değil, tükenen, tüketilen bir
kaynaktır. Sağlığı, eğitimi, bilgiyi, her tür
insani duygu ve davranışı bile metalaştırarak
tüketim nesnesi haline getirmek için herşeyi yapan
kapitalizmin, insanın her canlı türü gibi ancak
onunla beraber, onun içinde yaşayabileceği yegane
ortam olan doğayı da tüketim nesnesi olarak ele
alması, onun için çok “doğaldı”. İşin traji-komik
yanı ise kapitalizmin tahribatıyla tükenme noktasına
gelen doğanın bu defa talandan arta kalan “temiz”
kısımlarının bu “temiz”lik özelliği ile pazarlanmasıydı.
Kimyasal gübre ve tarım ilacı kullanılmaksızın
yetiştirilen meyve/sebze pazarı diye yeni bir
sektörün ortaya çıkması tamamen bununla ilgilidir.
Bu pazarı yaratan da kimyasal gübreleri ve tarım
ilaçlarını üreten de, genetik özellikleri değiştirilmiş
bitkilerin tarımına yönelen de aynı kapitalizmdir.
Yani aynı kapitalist sistem, bir yandan dünyanın
akciğerleri olarak nitelenen yağmur ormanlarını
bitirirken diğer yandan bu katliama karşı kampanyalar
düzenleyip, bu kampanyalara sponsorluk yaparak
reklam çarkına yeni dişliler ekleyebilir. Ya da
bir yandan yeraltı sularını kirletecek birçok
fabrika açarken diğer taraftan kirlenmiş su kaynaklarının
temizlenmesi için yeni Dünya Bankası kredileri
açılabilir. Özellikle bu son örnek, kapitalist
sistemin kısır döngüsünü çok iyi özetler. Önemli
olan tüketimdir. Nasıl ki bir şehrin kaldırımları
gereksiz yere, bir takım müteahhitleri zengin
etmek için durmadan değiştirilirse, doğa da sanki
o kentin kaldırımlarıymış gibi önce kirletilir,
sonra temizlenir, daha sonra başka bir şey yapılır.
Arada yine kapitalistlerin cebi dolmuştur.
Sonuçta sermaye kendine yeni değerlenme alanları
açar ve doğa tüketilmeye devam eder. Doğaya salınan
karbondioksit oranını azaltıp ozon tabakasındaki
tehlikeli açılmayı önlemek, kapitalizmin aklının
ucundan geçmez. Çünkü böylesi bir girişim varolan
kâr akışını, yerine yenisinin aynı hızda konulamayacağı
bir şekilde aksatır. Ya da yağmur ormanlarının
yerine konulabilecek, aynı bollukta ve ucuzlukta
başka bir kaynak bulunmadıkça dünyanın akciğerleri
doğranmaya devam edecektir. En genel anlamda,
üretimin amacı ve organizasyonu, baştan sona sosyalist
bir anlayışla yeniden inşa edilmediği sürece,
bu gerçeklik değişmeyecektir. Bugün Küba’yı sürekli
yıpratmaya çalışan emperyalist propagandacıların
en çok üzerinde durdukları konu oradaki “yoksulluktur”.
Çünkü onlara göre tüketemeyen insanlar yoksuldur,
tüketen insan ise zengin. Oysa yine kendi yaptıkları
istatistikler göstermiştir ki bir Çinli, bir ABD
vatandaşı kadar tüketecek olsa, dünyanın tüm kaynakları
çok kısa bir sürede tükenir. Bu bile kapitalist
tüketim toplumunun sağlıklı ve istenir bir yapıya,
hele ki dünyanın kaynaklarıyla uyumlu bir yapıya
asla sahip olmadığını ve olamayacağını göstermektedir.
Sömürge ve yeni-sömürgelerden gelen kaynakların
hoyratça tüketilmesi üzerine kurulu emperyalist
tüketim kalıpları, insanlığın refahının değil,
bir tüketim makinesi olarak hayvanlaştırılmasının
göstergesidir. Ancak bu boyutta bir tüketim olmaksızın
emperyalist kapitalist sistemin kendini ayakta
tutmasının olanağı yoktur. ABD’de obezitenin (aşırı
şişmanlık) toplumsal bir hastalık boyutuna varması
kapitalistleri sadece onları zayıflatmaya yönelik
yeni bir sektörün açılması anlamıyla ilgilendirir.
Doğayı tüketen kapitalizmin, onun bir parçası
olan insana da aynı şekilde yaklaşmasının tipik
bir örneği de budur.
Kapitalist sistemde bir metaya üretim sürecinde
emek tarafından kazandırılan değer, satış ile
paraya çevrilir ve tüketilerek gerçekleşir. Bu
anlamda satış ve tüketim, kapitalizmin kalp atışlarıdır.
Bunlar olmadan kapitalizm yaşayamaz, kârını gerçekleştiremez.
Bu nedenle her türden doğal, insanal vb. kaynağın
kapitalist üretim-tüketim zincirinin birer halkası
haline getirilmesi kaçınılmazdır. Tek tek patronların
nefes alabilecekleri, sağlıklı beslenebilecekleri
koşullar ortadan kalkmadıkça onlar için sorun
yoktur. Geri kalan insanlık için düşündükleri
tek şey çok basitçe özetlenebilir; Paraları kadar
yaşasınlar. Sağlıkta, barınmada vb. alanlarda
zaten işlemekte olan bu sosyal-darvinist dayatma,
giderek bir canlı türü olarak varolma noktasında
da insanlığın önüne çıkmaktadır. Zaten parası
olmayan insanın kapitalizm için hiçbir değeri
yoktur çünkü o tüketemez. Bu iğrenç düşünme biçiminin
ifadeleri günlük konuşma diline de yerleşiyor.
Örneğin “ülkemize kaliteli turist gelmiyor” denildiğinde
kalite kelimesi çok tüketen, yani para harcayan,
zengin anlamında kullanılıyor. Bu iğrenç yaklaşımda
yoksullar ise kalitesizdir, çünkü az tüketirler,
az paraları vardır...
Çok Miktardan Çok Çeşide Üretim Anarşisi
Kapitalizmin bir diğer yasası olan üretim anarşisi
günümüzde farklı boyutlarda karşımıza çıkmaktadır.
Geçmişte aşırı üretim krizlerine yol açan bu özellik,
beraberinde getirdiği korkunç krizler ve çöküşlerle
çok büyük miktarlardaki kaynağın heba olmasına
yol açtığından kapitalistler tarafından da tehlikeli
bulunmaktadır. İnsanlığı iki defa emperyalist
paylaşım savaşı felaketine sürükleyen bu nitelik,
emperyalizmin üçüncü bunalım döneminde dizginlenmiş
gibi görünür. Oysa sadece kabuk değiştirmiştir.
Aşırı üretimin kendilerini ve sistemi nasıl bir
krize götürdüğünü gören kapitalistler bunun yerine
tüketimin alan ve çeşitliliğini artırma yönünde
bir anarşiyi tercih etmişlerdir. Hatta bunu sosyalist
planlı üretimin tek bir tüketim alanı için tek
bir ürün üreten yapısını aşağılayıp, kendi sistemlerinin
ne denli “seçme özgürlüğü” sunduğunu, dolayısıyla
ne kadar “demokratik” ve “iyi” olduğunun propagandası
için araç olarak bile kullanmışlardır. Özellikle
yeni tüketim alanlarının açılmasında son yıllarda
sisteme egemen olan postmodern söylemin sağladığı
serbestlikle korkunç bir patlama yaşanmış, meditasyon,
falcılık, vb. hiçbir üretici yönü olmayan yeni
sektörler pazar paylarını genişletebilmişlerdir.
Bunca gereksiz harcama sektörüne gelecekte yenileri
de eklenecektir. Kapitalistler açısından önemli
olan yatırdıkları sermayenin ortalama kâr oranları
ölçüsünde bir getirisinin olmasıdır. Bunu sağladıktan
sonra faaliyet gösterilen sektör ne denli anlamsız,
saçma, doğaya ve insanlara zarar verici olursa
olsun kapitalist açısından tercih edilebilir bir
şeydir.
Kapitalizmin yasaları böyleyken geliştirilebilecek
herhangi bir toplumsal muhalefet aracılığı ile
daha düzgün, daha az kirletici bir kapitalizm
olanaklı değildir. En basit örneği yinelemek gerekirse
metropol ülkelerde gelişen yeşil hareketlerin
oluşturduğu toplumsal bilinç sonucunda doğayı
yoğun olarak kirleten bir çok sektör bu ülkelerdeki
varlığını sonlandırıp sömürge ve yeni-sömürgelerde
doğayı kirletmeye devam etmiştir (elbette bunda
salt çevreci muhalefet değil, emperyalist sistemin
kendi iç evrimi de etkili olmuştur). Üstelik bu
ülkelerin her türlü denetim mekanizması rüşvet
vb. araçlarla çok kolay aşılabildiği için eskisinden
çok daha kirletici tarzda üretim yapılırken metropol
ülke işçilerinin yüzyılların birikimi sonucu elde
ettikleri kazanımlarla kapitalistleri uymak zorunda
bıraktıkları iş güvenliği/işçi sağlığı kuralları
da tamamen gözardı edilerek sadece doğayı değil
insanı da tüketen işletmeler faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Yeşilciler bu durumda birkaç “şiddetle protesto”
açıklaması yaptıktan sonra görevi sömürge ve yeni-sömürgelerdeki
yeşil harekete devretmişlerdir. Oysa işsiz ve
aç insanların bu talepleri karşılanmadan Yeşilcilikle
uğraşacak halleri olamaz. Bu anlamda her türden
sömürüyü ortadan kaldırma görevini atlayarak yapılacak
çevreciliğin hiç bir tutarlılığı yoktur. Bir sistem
olarak kapitalizm ortadan kalkmadıkça, insanı
ve onun yaşayabileceği yegane ortam olan doğayı
yok eden çark dönmeye devam edecektir.
Emperyalist-kapitalist sistemin işleyiş yasaları
göstermektedir ki, dünyanın tüm kaynaklarının
hızla tüketilmesi ve dünyanın yaşanamayacak bir
hale gelmesi, bu sistemin yapısal özelliğidir.
Bu nedenledir ki, kapitalizmin doğal kaynakların
tüketim ve tahribinin sınırlarına varmakta oluşu
onun doğanın korunması için çaba harcamasını sağlayamaz.
Yapacakları en fazla sistemin işleyişini tümüyle
durdurma noktasına getiren durumlara müdahale
etmek olmaktadır, olacaktır.
Sosyalizm, diyalektik materyalist felsefesi gereği
insanı, aynı anda hem üreten hem de tüketen bir
varlık olarak ele alır. Sözgelimi bir işçi fabrikada
bir değer üretir, ama bir yandan da gıda, giyecek,
ulaşım, barınma, eğlenme vb. ihtiyaçlarını da
tüketir. Bu gerçek hem kapitalist, hem de sosyalist
toplum için geçerlidir. Tükettiğinden daha fazlasını
üreten işçinin ürettiği şey ise problemin düğüm
noktasını oluşturur.
Eğer üretilen nesne, doğanın kaynaklarını tekrar
yerine konulamayacak tarzda tüketiyorsa doğayla
kurulan ilişkide bir problem var demektir. Kapitalist
üretimde böylesi bir problem söz konusudur. Sözgelimi
bir kumaş boyama fabrikası atıklarının yer altı
ve yer üstü su kaynaklarına verdiği zarar, boyanmış
kumaşın değerinden çok daha fazla olabilir. Ki
çoğu zaman kapitalist işletmelerin doğaya verdiği
zarar üretilen metanın fiyatından çok daha fazladır.
Ancak doğanın tahribiyle oluşan zarar, fabrikaların
muhasebelerinde gider olarak “görünmediği” için
kapitalist övünçle verdiği zararın az, elde edilen
yararın çok olduğunu ifade eder. O eline geçen
kâra bakar. Doğanın tahribi, paraya çevrilip maliyet
hesabına eklenmedikçe onun için “zarar” anlamına
gelmez. O, doğayla insan ilişkisine o andaki bir
kâr-zarar ilişkisi olarak bakar. Yarattığın doğal
tahribatın bugün ve gelecekte başka insanlar için
yarattığı, yaratacağı zararlara bakmaz.
Devrimci sosyalist anlayışa göre bu işletme ciddi
bir zarar kaynağıdır. Çünkü doğaya ve insanlara
zarar vermektedir. Kumaş boyama fabrikaları ya
da enerji santralleri vb., evet gereklidir. Ancak
su kaynakları da, bitki örtüsü de, tüm canlı türleri
de, kısacası eko sistemin tümü çok daha fazla
gereklidir.
Öyleyse üretim süreci, doğayla kurulan ilişki
gözetilerek, kâr-zarar ilişkisinin ötesinde, doğayla
uyumun sağlanması temelinde organize edilmek zorundadır.
Tüm üretim süreci, konutlar, ulaşım, sosyal aktiviteler
eko sistemin dengesini bozmayacak tarzda, atıkların
doğal olarak tolere edilebileceği tarzda tasarlanmak
ve gerçekleştirilmek zorundadır. Tüm yaşam bu
yaklaşımdan hareketle örgütlenecektir sosyalizmde...
Sosyalizm, gerek tek tek işletmelere gerekse de
bütünsel olarak üretim sistemine yönelik bu yaklaşımıyla
insanın yegane yaşam alanı olan doğayla ilişkisini
sağlıklı bir zeminde yeniden inşa edebilecek tek
sistemdir. “Komünizm, tam anlamıyla gelişmiş doğalcılık=insancıllık,
tam anlamıyla gelişmiş insancıllık=doğalcılık
olarak insanla doğa, insanla insan arasındaki
uzlaşmazlığın doğru çözümü, varoluş ve öz, nesnelleşmeyle
kendini doğrulama, özgürlükle zorunluluk, bireyle
tür arasındaki mücadelenin gerçek son buluşudur.”
(Karl Marx, 1844 Elyazmaları, akt. Che Guevara,
Ekonomik Yazılar, Sayfa: 121; farklı bir çeviri:
1844 Elyazmaları, Sol y. 2. baskı, Sayfa:172)
|