Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Y. Tüfekçi

Günümüzün popüler sol söyleminde sıkça kullanılan bir tespit var; kapitalizm artık sınırlarına vardı ve değişmek zorunda. Bunun en önemli dayanaklarından biri ise dünyamızın kaynaklarının kapitalist sistem tarafından olağanüstü ölçülerde yağmalanması, talan ve tahrip edilerek tükenme noktasına varması...
Dünyamızın kaynaklarının, kapitalist tüketim çılgınlığı tarafından bitme noktasına geldiği doğrudur. Ancak aynı doğru veriden değişik sonuçlar çıkarmak mümkündür. Bu sınıra gelme durumunun kapitalizmi bir şeyler yapmaya zorlayacağı doğrudur, ama bu asla kârdan vazgeçerek doğal kaynakları korumak olmayacaktır. Bundan hareketle kapitalist sistemin sonunun geldiği kehanetinde bulunmak düpedüz saflıktır. Kapitalizm, mezar kazıcısı işçi sınıfı tarafından tarihin çöplüğüne gönderilene dek binbir değişik kılıfa/biçime bürünerek varlığını sürdürecektir.
Geçtiğimiz sayımızda emperyalist-kapitalist sistemin ekoloji alanında yol açtığı tahribatı açmaya çalışmıştık. Bu, kapitalizmin isteğine bağlı olarak vazgeçebileceği bir şey değildir. “Doğayla barışık üretim” üzerine kafa yorup, sınıflı toplum gerçeğinin ve özel mülkiyet olgusunun üzerinden atlayan ütopik bir yaklaşımın varolan sorunlara çözüm olabilme şansı yoktur. Kapitalizmin kârı maksimize etme eğilimi-zorunluluğu varoldukça bu tahribatın önüne geçilemez.

Temel Yasalar
Kapitalizmin temel yasalarından biri genişletilmiş yeniden üretim yasasıdır. Bu yasaya göre kapitalist üretim, sürekli genişlemek, büyümek zorundadır. Aksi durumda rekabet koşullarına karşı koyamaz. Tekelci dönemde dahi bu gereklidir çünkü sermaye elde ettiği artı-değeri yeniden sermaye haline getirmek, yatırıma dönüştürmek zorunda olduğundan (bunu yapmazsa elde ettiği kazanç ölü para haline gelir ki bir kapitalist açısından bu hiçbir işe yaramaz. Nasıl ki herhangi bir meta için stok, zarar anlamına gelirse, sonuçta özel bir meta olan paranın stok durumu da zarar demektir) kendi üretim alanında pazarın doyduğu durumda farklı üretim alanlarında faaliyete geçip, başka tekellerin pazarının tehdit edilmesine sık rastlanır. Bu zorunluluktan dolayı sürekli yeni yatırımlar yapıp üretimi, teknolojiyi, sömürü oranlarını ve araçlarını geliştirmek zorunda olan kapitalistlerin yaptığı her yatırım, sabit sermaye miktarını artırmaktadır. Bu ise, artı-değer değişmedikçe kâr oranını düşürür. Genellikle de yapılan her yatırım, yeni teknolojiyi beraberinde getirdiğinden işçi sayısını düşürür ve her bir işçiden elde edilen artı-değeri artırsa bile toplam artı-değerdeki artışın miktarı, sabit sermaye yatırımı için giden paradan daha fazla olmaz. Bundan dolayı değişen sermayenin, değişmeyen (sabit) sermayeye oranından oluşan kâr oranı sürekli olarak düşer. Çünkü değişen sermaye (işçi ücretleri, fabrika ve hammadde giderleri, enerji vb.) harcamaları içinde sadece işçi ücretleri, üzerinde oynanabilecek rakamı oluştururken diğerlerinin fiyatını, kapitalistin kendi dışındaki koşullar belirler. Yani kâr oranını artırabilmenin tek yolu işçi ücretlerini düşürüp, her bir işçiden elde edilen artı-değer miktarını artırabilmektir. Hammadde fiyatlarındaki düşüşler, aynı pazardaki her kapitalist için geçerli koşullar olduğundan birbirleri karşısındaki pozisyonlarında bir değişikliğe yol açmaz.
Şimdi bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Bir otomobil fabrikası, eğer robot teknolojisini üretimde kullanmazsa, diğer otomobil üreticilerine göre daha pahalı ürünler üreteceği ve böylelikle pazar payını kaybedeceği için mecburen (ya da bu teknolojiyi ilk olarak kendisi geliştirmişse, rakiplerinin önüne geçebilmek için) bu teknolojiyi uygular. Sonuçta daha az işçiyle daha çok ve daha kusursuz üretim yapabilmiş olur. Bu durumda her bir otomobil için maliyet düşmüş olur, bu da kârı artırır. Fakat bunun için yapılan sabit sermaye yatırımı yani fabrikanın robot teknolojisine geçmesi için yapılan harcama çok büyük boyutlardadır. Yani bu teknolojiye geçildiğinde işçi sayısı düştüğü için üretilen otomobilin maliyeti de düşer ve kârlar yükselir. Ancak bu artışa rağmen yatırım sermayesi çok büyük olduğundan ve kâr oranı yatırılan sermaye başına gelen kâr miktarıyla da ilgili olduğundan kâr oranı düşmüştür.
Sadece rekabetten dolayı bu yatırımı yapmak mecburi değildir. Tüm piyasayı elinde tutan, rakipsiz bir tekel bile olsa kapitalist, elinde biriken parayı sermaye haline getirmek, yatırım yapmak, o parayı para üreten paraya (sermayeye) dönüştürmek zorundadır. Yoksa o para kapitalist pazar koşullarında sürekli olarak kendini yeniden üreten diğer sermayeler karşısında değersizleşir, sermaye olduğu zaman kazandığı gücü yitirir.

Doğal Üretimin Sonu ve Doğanın Tüketilmesi
Kapitalizmin bir diğer özelliği ise doğal üretime son vermesidir. Kapitalist üretim ortaya çıkana kadar insanlık, doğal kaynaklarla, yani doğal koşulların sağladığı kadar tahıl, meyve-sebze ve hayvansal ürünlerle yetinmek zorundaydı. Üretim tekniklerindeki gelişmeler ne olursa olsun, doğal koşullar ve kaynaklar üretimin temel belirleyicisi idi. Kapitalizmle birlikte insanın doğaya olan bağımlılığı giderek azalmış, hatta insan doğaya hükmeder olmuştur. Böylelikle geçmişte üretimin temel bileşeni/belirleyeni olan doğa, artık üretimin nesnesi haline gelmiştir. Artık doğa, üretim sürecinde kendini yenileyen değil, tükenen, tüketilen bir kaynaktır. Sağlığı, eğitimi, bilgiyi, her tür insani duygu ve davranışı bile metalaştırarak tüketim nesnesi haline getirmek için herşeyi yapan kapitalizmin, insanın her canlı türü gibi ancak onunla beraber, onun içinde yaşayabileceği yegane ortam olan doğayı da tüketim nesnesi olarak ele alması, onun için çok “doğaldı”. İşin traji-komik yanı ise kapitalizmin tahribatıyla tükenme noktasına gelen doğanın bu defa talandan arta kalan “temiz” kısımlarının bu “temiz”lik özelliği ile pazarlanmasıydı. Kimyasal gübre ve tarım ilacı kullanılmaksızın yetiştirilen meyve/sebze pazarı diye yeni bir sektörün ortaya çıkması tamamen bununla ilgilidir. Bu pazarı yaratan da kimyasal gübreleri ve tarım ilaçlarını üreten de, genetik özellikleri değiştirilmiş bitkilerin tarımına yönelen de aynı kapitalizmdir. Yani aynı kapitalist sistem, bir yandan dünyanın akciğerleri olarak nitelenen yağmur ormanlarını bitirirken diğer yandan bu katliama karşı kampanyalar düzenleyip, bu kampanyalara sponsorluk yaparak reklam çarkına yeni dişliler ekleyebilir. Ya da bir yandan yeraltı sularını kirletecek birçok fabrika açarken diğer taraftan kirlenmiş su kaynaklarının temizlenmesi için yeni Dünya Bankası kredileri açılabilir. Özellikle bu son örnek, kapitalist sistemin kısır döngüsünü çok iyi özetler. Önemli olan tüketimdir. Nasıl ki bir şehrin kaldırımları gereksiz yere, bir takım müteahhitleri zengin etmek için durmadan değiştirilirse, doğa da sanki o kentin kaldırımlarıymış gibi önce kirletilir, sonra temizlenir, daha sonra başka bir şey yapılır. Arada yine kapitalistlerin cebi dolmuştur.
Sonuçta sermaye kendine yeni değerlenme alanları açar ve doğa tüketilmeye devam eder. Doğaya salınan karbondioksit oranını azaltıp ozon tabakasındaki tehlikeli açılmayı önlemek, kapitalizmin aklının ucundan geçmez. Çünkü böylesi bir girişim varolan kâr akışını, yerine yenisinin aynı hızda konulamayacağı bir şekilde aksatır. Ya da yağmur ormanlarının yerine konulabilecek, aynı bollukta ve ucuzlukta başka bir kaynak bulunmadıkça dünyanın akciğerleri doğranmaya devam edecektir. En genel anlamda, üretimin amacı ve organizasyonu, baştan sona sosyalist bir anlayışla yeniden inşa edilmediği sürece, bu gerçeklik değişmeyecektir. Bugün Küba’yı sürekli yıpratmaya çalışan emperyalist propagandacıların en çok üzerinde durdukları konu oradaki “yoksulluktur”. Çünkü onlara göre tüketemeyen insanlar yoksuldur, tüketen insan ise zengin. Oysa yine kendi yaptıkları istatistikler göstermiştir ki bir Çinli, bir ABD vatandaşı kadar tüketecek olsa, dünyanın tüm kaynakları çok kısa bir sürede tükenir. Bu bile kapitalist tüketim toplumunun sağlıklı ve istenir bir yapıya, hele ki dünyanın kaynaklarıyla uyumlu bir yapıya asla sahip olmadığını ve olamayacağını göstermektedir. Sömürge ve yeni-sömürgelerden gelen kaynakların hoyratça tüketilmesi üzerine kurulu emperyalist tüketim kalıpları, insanlığın refahının değil, bir tüketim makinesi olarak hayvanlaştırılmasının göstergesidir. Ancak bu boyutta bir tüketim olmaksızın emperyalist kapitalist sistemin kendini ayakta tutmasının olanağı yoktur. ABD’de obezitenin (aşırı şişmanlık) toplumsal bir hastalık boyutuna varması kapitalistleri sadece onları zayıflatmaya yönelik yeni bir sektörün açılması anlamıyla ilgilendirir. Doğayı tüketen kapitalizmin, onun bir parçası olan insana da aynı şekilde yaklaşmasının tipik bir örneği de budur.
Kapitalist sistemde bir metaya üretim sürecinde emek tarafından kazandırılan değer, satış ile paraya çevrilir ve tüketilerek gerçekleşir. Bu anlamda satış ve tüketim, kapitalizmin kalp atışlarıdır. Bunlar olmadan kapitalizm yaşayamaz, kârını gerçekleştiremez. Bu nedenle her türden doğal, insanal vb. kaynağın kapitalist üretim-tüketim zincirinin birer halkası haline getirilmesi kaçınılmazdır. Tek tek patronların nefes alabilecekleri, sağlıklı beslenebilecekleri koşullar ortadan kalkmadıkça onlar için sorun yoktur. Geri kalan insanlık için düşündükleri tek şey çok basitçe özetlenebilir; Paraları kadar yaşasınlar. Sağlıkta, barınmada vb. alanlarda zaten işlemekte olan bu sosyal-darvinist dayatma, giderek bir canlı türü olarak varolma noktasında da insanlığın önüne çıkmaktadır. Zaten parası olmayan insanın kapitalizm için hiçbir değeri yoktur çünkü o tüketemez. Bu iğrenç düşünme biçiminin ifadeleri günlük konuşma diline de yerleşiyor. Örneğin “ülkemize kaliteli turist gelmiyor” denildiğinde kalite kelimesi çok tüketen, yani para harcayan, zengin anlamında kullanılıyor. Bu iğrenç yaklaşımda yoksullar ise kalitesizdir, çünkü az tüketirler, az paraları vardır...

Çok Miktardan Çok Çeşide Üretim Anarşisi
Kapitalizmin bir diğer yasası olan üretim anarşisi günümüzde farklı boyutlarda karşımıza çıkmaktadır. Geçmişte aşırı üretim krizlerine yol açan bu özellik, beraberinde getirdiği korkunç krizler ve çöküşlerle çok büyük miktarlardaki kaynağın heba olmasına yol açtığından kapitalistler tarafından da tehlikeli bulunmaktadır. İnsanlığı iki defa emperyalist paylaşım savaşı felaketine sürükleyen bu nitelik, emperyalizmin üçüncü bunalım döneminde dizginlenmiş gibi görünür. Oysa sadece kabuk değiştirmiştir. Aşırı üretimin kendilerini ve sistemi nasıl bir krize götürdüğünü gören kapitalistler bunun yerine tüketimin alan ve çeşitliliğini artırma yönünde bir anarşiyi tercih etmişlerdir. Hatta bunu sosyalist planlı üretimin tek bir tüketim alanı için tek bir ürün üreten yapısını aşağılayıp, kendi sistemlerinin ne denli “seçme özgürlüğü” sunduğunu, dolayısıyla ne kadar “demokratik” ve “iyi” olduğunun propagandası için araç olarak bile kullanmışlardır. Özellikle yeni tüketim alanlarının açılmasında son yıllarda sisteme egemen olan postmodern söylemin sağladığı serbestlikle korkunç bir patlama yaşanmış, meditasyon, falcılık, vb. hiçbir üretici yönü olmayan yeni sektörler pazar paylarını genişletebilmişlerdir. Bunca gereksiz harcama sektörüne gelecekte yenileri de eklenecektir. Kapitalistler açısından önemli olan yatırdıkları sermayenin ortalama kâr oranları ölçüsünde bir getirisinin olmasıdır. Bunu sağladıktan sonra faaliyet gösterilen sektör ne denli anlamsız, saçma, doğaya ve insanlara zarar verici olursa olsun kapitalist açısından tercih edilebilir bir şeydir.
Kapitalizmin yasaları böyleyken geliştirilebilecek herhangi bir toplumsal muhalefet aracılığı ile daha düzgün, daha az kirletici bir kapitalizm olanaklı değildir. En basit örneği yinelemek gerekirse metropol ülkelerde gelişen yeşil hareketlerin oluşturduğu toplumsal bilinç sonucunda doğayı yoğun olarak kirleten bir çok sektör bu ülkelerdeki varlığını sonlandırıp sömürge ve yeni-sömürgelerde doğayı kirletmeye devam etmiştir (elbette bunda salt çevreci muhalefet değil, emperyalist sistemin kendi iç evrimi de etkili olmuştur). Üstelik bu ülkelerin her türlü denetim mekanizması rüşvet vb. araçlarla çok kolay aşılabildiği için eskisinden çok daha kirletici tarzda üretim yapılırken metropol ülke işçilerinin yüzyılların birikimi sonucu elde ettikleri kazanımlarla kapitalistleri uymak zorunda bıraktıkları iş güvenliği/işçi sağlığı kuralları da tamamen gözardı edilerek sadece doğayı değil insanı da tüketen işletmeler faaliyetlerini sürdürmektedirler. Yeşilciler bu durumda birkaç “şiddetle protesto” açıklaması yaptıktan sonra görevi sömürge ve yeni-sömürgelerdeki yeşil harekete devretmişlerdir. Oysa işsiz ve aç insanların bu talepleri karşılanmadan Yeşilcilikle uğraşacak halleri olamaz. Bu anlamda her türden sömürüyü ortadan kaldırma görevini atlayarak yapılacak çevreciliğin hiç bir tutarlılığı yoktur. Bir sistem olarak kapitalizm ortadan kalkmadıkça, insanı ve onun yaşayabileceği yegane ortam olan doğayı yok eden çark dönmeye devam edecektir.
Emperyalist-kapitalist sistemin işleyiş yasaları göstermektedir ki, dünyanın tüm kaynaklarının hızla tüketilmesi ve dünyanın yaşanamayacak bir hale gelmesi, bu sistemin yapısal özelliğidir. Bu nedenledir ki, kapitalizmin doğal kaynakların tüketim ve tahribinin sınırlarına varmakta oluşu onun doğanın korunması için çaba harcamasını sağlayamaz. Yapacakları en fazla sistemin işleyişini tümüyle durdurma noktasına getiren durumlara müdahale etmek olmaktadır, olacaktır.
Sosyalizm, diyalektik materyalist felsefesi gereği insanı, aynı anda hem üreten hem de tüketen bir varlık olarak ele alır. Sözgelimi bir işçi fabrikada bir değer üretir, ama bir yandan da gıda, giyecek, ulaşım, barınma, eğlenme vb. ihtiyaçlarını da tüketir. Bu gerçek hem kapitalist, hem de sosyalist toplum için geçerlidir. Tükettiğinden daha fazlasını üreten işçinin ürettiği şey ise problemin düğüm noktasını oluşturur.
Eğer üretilen nesne, doğanın kaynaklarını tekrar yerine konulamayacak tarzda tüketiyorsa doğayla kurulan ilişkide bir problem var demektir. Kapitalist üretimde böylesi bir problem söz konusudur. Sözgelimi bir kumaş boyama fabrikası atıklarının yer altı ve yer üstü su kaynaklarına verdiği zarar, boyanmış kumaşın değerinden çok daha fazla olabilir. Ki çoğu zaman kapitalist işletmelerin doğaya verdiği zarar üretilen metanın fiyatından çok daha fazladır. Ancak doğanın tahribiyle oluşan zarar, fabrikaların muhasebelerinde gider olarak “görünmediği” için kapitalist övünçle verdiği zararın az, elde edilen yararın çok olduğunu ifade eder. O eline geçen kâra bakar. Doğanın tahribi, paraya çevrilip maliyet hesabına eklenmedikçe onun için “zarar” anlamına gelmez. O, doğayla insan ilişkisine o andaki bir kâr-zarar ilişkisi olarak bakar. Yarattığın doğal tahribatın bugün ve gelecekte başka insanlar için yarattığı, yaratacağı zararlara bakmaz.
Devrimci sosyalist anlayışa göre bu işletme ciddi bir zarar kaynağıdır. Çünkü doğaya ve insanlara zarar vermektedir. Kumaş boyama fabrikaları ya da enerji santralleri vb., evet gereklidir. Ancak su kaynakları da, bitki örtüsü de, tüm canlı türleri de, kısacası eko sistemin tümü çok daha fazla gereklidir.
Öyleyse üretim süreci, doğayla kurulan ilişki gözetilerek, kâr-zarar ilişkisinin ötesinde, doğayla uyumun sağlanması temelinde organize edilmek zorundadır. Tüm üretim süreci, konutlar, ulaşım, sosyal aktiviteler eko sistemin dengesini bozmayacak tarzda, atıkların doğal olarak tolere edilebileceği tarzda tasarlanmak ve gerçekleştirilmek zorundadır. Tüm yaşam bu yaklaşımdan hareketle örgütlenecektir sosyalizmde...
Sosyalizm, gerek tek tek işletmelere gerekse de bütünsel olarak üretim sistemine yönelik bu yaklaşımıyla insanın yegane yaşam alanı olan doğayla ilişkisini sağlıklı bir zeminde yeniden inşa edebilecek tek sistemdir. “Komünizm, tam anlamıyla gelişmiş doğalcılık=insancıllık, tam anlamıyla gelişmiş insancıllık=doğalcılık olarak insanla doğa, insanla insan arasındaki uzlaşmazlığın doğru çözümü, varoluş ve öz, nesnelleşmeyle kendini doğrulama, özgürlükle zorunluluk, bireyle tür arasındaki mücadelenin gerçek son buluşudur.” (Karl Marx, 1844 Elyazmaları, akt. Che Guevara, Ekonomik Yazılar, Sayfa: 121; farklı bir çeviri: 1844 Elyazmaları, Sol y. 2. baskı, Sayfa:172)

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul