27-28 Haziran günlerinde
İstanbul’da yapılan NATO zirvesi tüm emperyalist
sistem açısından oldukça önemli bir dönemeci ifade
ediyordu. Sistemin önümüzdeki en az 25 yıllık bir
döneminde güç ve paylaşım mücadeleleri açısından
oldukça belirleyici rol oynayacak planlar, temel
stratejik yaklaşımlar ve projeler ortaya konuldu,
rakip yaklaşımlar arasında uzlaşma kanalları açılmaya
çalışıldı. Sadece bu değil elbette; ezilen halkların
direniş dinamiklerinin nasıl yok edileceği, bu yolda
atılan adımların derinleşeceği coğrafya, derinleşme
yolları vb. noktalarında netleştirilmesi hedeflendi.
Emperyalistler her zamanki ukalalıklarıyla, halkların
iradesini ve devrimci güçlerini hiçe sayarak, basitçe
yok edilmesi gereken “terör unsurları” kavramı içine
sıkıştırarak dünyanın tüm ezilenlerine deli gömleği
biçtiler, rolleri paylaştılar/paylaşmaya çalıştılar.
Zirvenin Türkiye’de yapılması, Irak savaşı ile birlikte
büyümüş olan anti-emperyalist duyarlılıkları daha
da büyüttü. NATO zirvesi, zirve günlerinde ve öncesindeki
aylar boyunca pek çok direniş ve mücadelenin konusu
oldu. Bu süreç son yıllarda ülkemizde yürütülen
en büyük anti-emperyalist mücadele süreçlerinden
biriydi. Zirvenin amacı, halklar açısından hangi
hayırsızlıklara vesile olacağı vb. noktalara ilişkin
pek çok şey yazıldı, çizildi, öngörüler ifade edildi.
Ancak zirveyle birlikte emperyalistlerin hedefleri
ve planları somutlaştıktan sonra, yani zirvenin
ardından her şey adeta bıçakla kesilir gibi kesildi.
Halbuki asıl süreç, asıl büyük mücadeleler asıl
büyük açılımlar bundan sonra başlıyor.
Bu bağlamda zirvenin ortaya çıkardığı tablonun köşe
taşlarının netleştirilmesi anti-emperyalist mücadele
açısından bir zorunluluktur.
Yeni NATO ve BOP’u Ortaya Çıkaran Tarihsel
Arka Plan
Devrimci sosyalist hareketin ideolojik-teorik
çalışmasının ana eksenini 1990 sonrası ortaya
çıkan yeni tarihsel sürecin kapsamlı bir devrimci
eleştirisinin-çözümlemesinin geliştirilmesi ve
devrimci çalışmanın tüm alanlarının bu temelde
daha ileri bir bakış açısına ve pratiğe taşınması
oluşturmaktadır. Bu perspektiften hareketle, yeni
tarihsel sürecin tüm temel nesnel dinamikleri,
olay ve süreçleri yazınımızda devrimci eleştirinin
konusu yapılmaktadır. Bunlara dönük olarak; temel
köşe taşlarını koyan çözümlemeler geliştirilmektedir.
Yeni NATO ve BOP, yeni tarihsel süreçte emperyalist
sistemde yaşanan değişimlerin adeta aynasıdırlar.
Başka çalışmalarımızda da ifade ettiğimiz gibi,
her yeni dönem, her yeni tarihsel süreç bir önceki
dönemin temel yapılarında, ilişki ve çelişkilerinde
ortaya çıkan büyük kırılmaların ürünüdür. Bu kırılmalar
güç ilişkilerinde büyük değişimler yaratırlar.
Değişimler yeni çelişki alanları, yeni olgular,
sistemi düzenleyen yeni kurumlar, vb. yaratarak
büyürler. Geride bırakılan döneme ait olan ve
yeni döneme/sürece geçişte çökmeden kalan tüm
kurum ve yapılar kaçınılmaz olarak bir kimlik
bunalımı yaşar. Eski rolü, hedefleri, organizasyon
yapısı vb. yeni süreçte önemli ölçüde etkisizleşir,
işlevsizleşir. Ya yeni dönem içinde bir işlev
kazanamayarak bir süre sonra yok olurlar, ya da
yeni bir hedefler silsilesi temelinde yeniden
işlevsel hale gelirler ve kurumsal yapıları yeniden
düzenlenir..
NATO’ya yeni görev/rol arayışı ve kurumsal yapısının
yeniden düzenlenmesi çabaları tam da bu nedenledir.
BOP da Ortadoğu ve Avrasya’da yeniden biçimlenen
çelişki alanlarının ürünüdür. Emperyalistlerin,
esas olarak da ABD emperyalizminin, bu alanlardaki
çelişkilerin yeni biçimlenişine bakışlarını ve
bunlara müdahale etme yollarını gösteriyor.
Yeni NATO ve BOP projeleri birbirini tamamlayan
ve dünya kapitalist sistemi içindeki güç ilişkilerini,
hegemonya sorununu doğrudan belirleyen kilit projeler.
Bu projeler son 14 yılda emperyalistler arasındaki
hegemonya mücadelelerinin, ezilen halkların bağrında
çıkan karşı koyuşların, Ortadoğu’daki yeni-sömürge
işbirlikçi rejimlerin sistem açısından işlevsizleşmelerinin,
vb. gelişmelerin yarattığı deneyimlerin en olgun
ürünüdürler. Bu gelişmeler zincirinin başlangıç
halkası ABD emperyalizminin 1990’ların başlarında
dünyanın tek süper gücü olarak kalmasıdır. 1990’a
değin emperyalist-kapitalist sistemin başat gücü
olan ABD, reel sosyalist ülkelerin çökerek kapitalist
sisteme katılmaya başlamasıyla birlikte birkaç
istisna hariç tüm dünyanın başat gücü haline geldi.
Bu durum aynı zamanda sosyalist sistem tehdidinden
geçici de olsa kurtulmuş olan emperyalist güçler
arasında yeni bir paylaşım mücadelesinin startının
verilmesi anlamını taşımaktaydı. Tabii aynı zamanda,
sistem hiyerarşisi içinde aşağıdan yukarıya çıkmak
isteyen kapitalist ülkeler açısından da güç boşluklarından,
fırsatlardan yararlanarak paylaşım sofrasına katılma
imkanı da sınırlı ölçülerde doğmuş oluyordu. Kuşkusuz
bütün bu hesaplar, planlar, uygulamalar ezilenler
halklar ve proletarya üzerinden yapılmaktaydı.
Bunun anlamı emek-sermaye çelişkisinin ve bundan
türeyen tüm diğer (ulusal, cinsel vb.) çelişkilerin
bu yeni koşullarda oldukça sert biçimlerde yeniden
üretileceğiydi.
Sürecin ilk önemli hamleleri, sistemi düzenlemeye
dönük ilk çabalar, doğal olarak her açıdan en
hazırlıklı ve avantajlı konumda olan ABD emperyalizminden
geldi. ABD emperyalizmi yeni koşullarda temel
hedefini başat güç olma konumunu koruma, bunun
için mevcut ve olası rakiplerinin hegemonyayı
paylaşma çabalarını engelleme, bunun için tüm
stratejik önem taşıyan coğrafyalarda, kurumlarda
tam bir egemenlik kurma, ezilen halkların ve emekçilerin
direnme dinamiklerini ve potansiyellerini kırma
olarak belirledi. ABD açısından bu noktada en
önemli araçlar askeri güç, mali sistemdeki egemenliği
ile mevcut ve olası rakiplerinin en zayıf noktası
olan enerji kaynaklarıydı. Petrol ve bu bağlamda
Ortadoğu, stratejik rakipler olan Çin, Japonya
ve Fransa-Almanya açısından hayati önem taşımaktadır.
Daha da ötesi Cebelitarık’tan yani Fas’tan başlayarak
tüm Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Orta Asya coğrafyası
büyük petrol ve diğer hammadde kaynakları, büyük
nüfusu ve pazarı, ucuz işgücü vb. potansiyeli
ile sistemin geleceğinin biçimleneceği ana halkayı
oluşturmaktadır.
ABD emperyalizmi 1989 sonrasında bu hesaplarla
Yeni Dünya Düzeni (YDD) stratejisi temelinde tüm
dünyanın kendi ekseninde biçimlendirilmesi için
çok yönlü bir saldırı başlattı. Bu sürecin daha
ilk aşamasında Ortadoğu bağlamında gerekli olan
fırsat, emperyalist sistem hiyerarşisi içinde
daha yukarıya tırmanmak için uygun boşlukların
oluştuğunu düşünen Saddam’ın biraz da proveke
edilerek Kuveyt’i ele geçirmesi ile sağlanmış
oldu. I. Körfez savaşı ABD emperyalizminin sistem
içindeki başat güç rolünü tescil etmişti. ABD
1990 başlarından 2000’lere değin, Afrika’dan,
Asya’ya, Latin Amerika ve Doğu Avrupa’ya kadar
büyük bir coğrafyada büyük askeri ve siyasal gücünü
kullanarak tüm stratejik noktaları ele geçirmeye
dönük olağanüstü kapsamlı bir mücadeleye ve düzenlemelere
girişti. Afrika, Balkanlar, Güneydoğu Asya, Orta
Asya, Kafkaslar büyük çatışmaların, kanlı katliamların
sahnesi haline geldi. ABD emperyalizmi bütün bu
alanlarda diğer emperyalistleri siyasi ve askeri
açıdan geriletti, yeni mevziler kazandı. Ancak
diğer emperyalist güçler hiçbir yerde mücadeleyi
bırakmadı. Kayba uğradıkları her alanda yeni ve
küçük mücadeleler yoluyla ABD hegemonyasını parça
parça aşındıran mücadeleler geliştirdiler. Avrupa’da
her ne kadar Almanya-Fransa ikilisinin istediği
ölçüde olmasada AB süreci ilerledi. Bu güçler
Ortadoğu’da ve Akdeniz’de güçlerini büyüttüler.
Afrika’da, Latin Amerika’da, Avrasya’da giderek
toparlanmaya başladılar. Çin çatışmalı süreçlerden
sakınarak hızla büyüyor, artık sistemin ekonomik
yapısı açısından stratejik bir önem taşıyor, onsuz
bir güvenli ekonomik işleyiş artık düşünülemiyor.
Ekonomik büyümeye askeri güçlenme eşlik ediyor.
Rusya toparlanıyor. İşte, ABD 2000’lere değin
yeni mevziler kazanırken, diğer yandan da gücünü
aşındıran rakip hamlelerle de karşı karşıya bulunmaktaydı.
Sistem kendi içinde yeni kırılmalara, çatışmaların
yeni bir düzeyine doğru yol almaktaydı.
Tam da bu noktada, 11 Eylül 2001 saldırısı tüm
çelişkileri boydan boya keserek yeniden biçimlendirdi.
ABD emperyalizminin Ortadoğu halklarına karşı
doğrudan ya da İsrail ve diğer yerli işbirlikçiler
eliyle gerçekleştirdiği siyasal, moral, ekonomik
ve askeri saldırılar sonucunda biriken büyük öfke,
devrimci ve sol güçlerin gerilediği mevcut tarihsel
konjonktürde İslamcı renkler kazanarak 11 Eylül
eylemleriyle büyük bir patlamaya dönüştü. 1990’lı
yıllarda çeşitli yeni-sömürgelerde gerçekleşen,
büyük fakat sürekliliği sağlanmayan ve yerel kalan
eylemliliklerle ezilen halklar ve emekçiler büyük
direnişlerin ilk nüvelerini yaratmaya başlamışlardı.
Ancak 11 Eylül bir dönüm noktasıydı. İslamcıların
elinde zaman zaman kör şiddete de dönüşen tüm
sistemi sarsan, tüm hesapları alt-üst eden, ABD
emperyalizmini ise adeta şok eden dizginsiz ve
sürekli eylemlerle birlikte ezilenler cephesinin
direnişi sistemi biçimlendiren somut ve temel
unsurlar arasına girdi. Hiç kuşkusuz, 2000’li
yılların başında gelişen yeni kuşak eylemler,
Ortadoğu orjinli İslamcı silahlı hareketlerle
sınırlı değildir. 1999’dan bu yana sürekliliğini
yitirmeyen küreselleşme karşıtı hareket, 2000’den
bu yana ivmelenen Latin Amerika’daki kitlesel
ayaklanma ve direnişler, silahlı mücadeleler de
ezilenler cephesinden gelişen ve ilerici nitelik
taşıyan direnişlerdir. 11 Eylül, bu noktada, ezilenlerin
öfkesinin tüm yıkıcılığını dehşet verici tarzda
göstererek siyasal, moral ve askeri açıdan geriye
dönüşsüz bir süreç başlattı. Artık sadece ABD
emperyalizmi değil, hiç kimse, hiç bir emperyalist
veya başkaca bir güç dünya politikasına, yerel
politikaya veya herhangi bir kurumun ya da bölgenin
biçimlendirilmesine ilişkin bir hesap ya da proje
yaparken ezilenlerin öfkesini ve eylemlerini hesaba
katmadan tek bir adım atamaz. Artık ezilenlerin
eylemleri ve öfkesi yapılacak planların bir süre
ihmal edilebilir ya da kolayca kontrol edilebilir
bir unsuru olmaktan çıkmıştır. Böylece aslında
1990 başlarından 2000 başlarına değin uzanan süreçte
esas olarak emperyalist güçler arasındaki itiş-kakışlarla,
onların yarattığı provakasyonların milyonlarca
ölüme yol açan sonuçlarıyla belirlenen süreç de
sona ermiş oldu. Bu durum özellikle sömürge ve
yeni-sömürgelerin paylaşımına yönelik mücadelelerin
ezilenlerin direnişlerini hesaba katan tarzda
yeni baştan biçimlendirilmesini, emperyalistlerin
kendi aralarındaki mücadeleleri bu faktöre göre
biçimlendirmelerini, tüm güvenlik ve savunma stratejilerinin
baştan aşağıya yenilenmesini gerektirmekteydi.
Doğal olarak bu noktada ilk ve temel refleksler
sistemin başat gücü olan ve saldırıya uğrayan
ABD emperyalizminden geldi. 17 Eylül 2002’de Bush
yeni ulusal güvenlik stratejisini “Önleyici Vuruş
Stratejisi” olarak açıklıyordu. Yeni strateji
özetle esas olarak birkaç ana hareket noktasına
sahipti; birincisi, ABD küresel lider ülkedir.
ABD küresel güç dengelerini sağlama hakkına sahiptir.
Bu noktada, ABD kendi politikalarına karşı direniş
gösterecek tüm karşı çıkışları durdurmak zorundadır.
Buna bağlı olarak AB, Çin, Rusya gibi stratejik
aktörler her yolla durdurulmalı ve geriletilmeli,
mevcut dengeler korunmalıdır. İkincisi, küresel
sisteme yönelik başlıca tehdit öğeleri olan “terörizm”,
“kitle imha silahları”, “serseri devletler” vb.
yok edilmelidir. Bu görev konumu gereği esas olarak
ABD’nindir. Üçüncüsü; ABD, bu tehditlerin saldırmasını
beklememelidir, daha potansiyel aşamadayken önleyici
darbelerle vurmalı ve yok etmelidir. Dördüncüsü,
ABD askeri gücünü bu tehditleri bertaraf edecek,
küresel güvenliği sağlayacak tarzda yeniden düzenlemelidir.
Bunun için denizaşırı tehdit bölgelerinde konumlanma,
küçük, hareketli, esnek, vurucu bir askeri yapı
oluşturma, büyük bir istihbarat altyapısı yaratma,
vb. düzenlemeler hızla gerçekleştirilmelidir.
Yeni ulusal güvenlik stratejisi olarak “Önleyici
Vuruş Stratejisi” ABD emperyalizmi için sadece
ilk adımı oluşturmaktaydı. Bu noktada kalınamazdı.
Hem sert direnişlerin mayalandığı ve kendisine
yönelen tehditlerin odağında bulunan, hem de stratejik
enerji kaynakları nedeniyle diğer emperyalistlerle
arasındaki güç mücadelesinde belirleyici öneme
sahip olan Ortadoğu öncelikli mücadele alanı durumundaydı.
Ortadoğu’da, daha da ötesi Akdeniz ve Avrasya
coğrafyasında kapsamlı projelerle eksiksiz bir
egemenlik sağlanması ABD emperyalizminin başlıca
önceliklerinden biri haline geldi. ABD emperyalizminin
11 Eylül sonrası hegemonya, ya da popüler deyişle
İmparatorluk planlarının bir diğer bileşenini
ise diğer emperyalist güçlerin ve işbirlikçilerin
bütün bu planlara eklemlenmesi oluşturmaktadır.
Bu noktada, başlıca araç NATO’dur, daha doğrusu
yeniden düzenlenecek, yeni NATO’dur.
Hegemonya ve paylaşım mücadelesinin kalbinin Ortadoğu
olduğu BOP (yada tam adıyla Genişletilmiş Ortadoğu
ve Kuzey Afrika Projesi) ile açık biçimde ortaya
konmuştur..
Yeni NATO ve BOP’la emperyalist kapitalist sistemin
kendi iç mücadelelerinin ve ezilenlerle savaşının
ana çerçevesi belirlenmek istenmiştir, belirlenmiştir.
BOP’da, yeni NATO’da emperyalistlerin, özelde
de ABD emperyalizminin dünyayı kavrayışının ve
bütünlüklü bir hegemonya oluşturma hedefinin somut
projelere dönüşmesini ifade ediyorlar. Böylece
Önleyici Vuruş Stratejisi projelerle tamamlanmış
olmakta, bütünsel bir yapıya kavuşmaktadır.
BOP; Kapsamı Ne, Neyi Hedefliyor?
BOP esasen Clinton döneminde dile getirilen Avrasya
planlarının daha somutlaştırılmış, eylem planlarına
dönüştürülmüş, netleştirilmiş halidir. BOP herşeyden
önce dünyada başat güç olma sorunuyla iç içe geçmiş
bir meseledir. Dünyanın başat gücünün değişmeden
mi kalacağı, yoksa yeni güçlerin mi ortaya çıkacağı,
başat güç konumunu korumak veya kazanmak için
hangi coğrafyada, hangi kaynaklar üzerinde, nasıl
bir egemenlik kurmak gerektiği soruları 1990’lı
yıllardan bu yana emperyalist stratejistlerin
başlıca gündem maddelerini oluşturuyor. 1990’lı
yılların başında kendini bir anda tüm dünyanın
başat gücü olarak bulan ABD için bu soruların
yanıtı açıktı. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere,
bu konumunu korumak, olası rakipleri bertaraf
etmek öncelikli sorundu. 1990’lı yıllarda bunun
yolu; tüm Avrasya’da büyük bir egemenlik ve denetim
ağı oluşturmak olarak tespit edilmekteydi. Ancak
bu doğrultudaki planlar yaşanan kaotik koşullardan
ötürü çok net projelere dönüşmedi. 2000’li yıllar
netleşme ve kartları açık oynama yılları olarak
başladı. 11 Eylül bu netleşme sürecini olağanüstü
hızlandıran başlıca faktördü.
ABD’nin hegemonya mücadelesindeki rakiplerinin
en zayıf noktaları enerji kaynaklarıydı. Bu ülkeler
enerji kaynağı olarak petrole bağımlıydılar ve
petrolün başlıca kaynağı da Ortadoğu’ydu. Halen
Ortadoğu petrollerine ciddi ölçüde bağımlı olan
Japonya, Çin ve Avrupa’nın bu bağımlılığının önümüzdeki
on yıllar içinde daha da artacağı düşünülmektedir.
Ortadoğu petrollerinin yüzde 22’si Avrupa’ya,
yüzde 62’si Çin ve Japonya’ya gitmektedir. Ortadoğu
coğrafyası, büyük Ortadoğu tanımlamasıyla Fas’tan
Orta Asya’ya değin genişletilince ortaya petrol
üretiminin ezici bir kısmının üretildiği coğrafya
çıkmaktadır. Bütün bu coğrafyada petrol arzının
güvenliği ve denetimini elinde tutmak, hem büyük
karlar, hem de bunun ötesinde rakip güçlerin can
damarını elinde tutmak anlamına gelmektedir.
Bu coğrafya aynı zamanda, 500-600 milyonluk genç
ve orta düzeyde yetişmiş bir nüfusa ve belirli
bir kapitalist alt yapı oluşturmuş ekonomilere
sahip, Fas’dan başlayarak tüm Kuzey Afrika’yı,
Arabistan yarımadasını, Türkiye, İran, Kuzey Kafkasya,
Orta Asya, Afganistan ve Pakistan’ı kapsayan yaklaşık
17 milyon kilometrekarelik büyük bir coğrafya
ve pazar alanıdır.
ABD emperyalizmi bu büyük coğrafyada belirleyici
konumunu sürdürmek ve büyütmek için salt petrolle
sınırlı kalan sığ pazarı derinleştirmek, daha
büyük bir pazar yaratmak istemektedir. Bu bağlamda
petrol ihracına ve mamul mal ithaline dayanan
mevcut yeni-sömürge alt yapısının değiştirilmesi
ve yeniden kurulması hedeflenmektedir. Ucuz ve
genç işgücü, büyük bir tüketim potansiyeli, yeni
enerji koridorları, su pazarı vb. ile bu coğrafya
büyük bir ekonomik potansiyeli bağrında taşımaktadır.
Emperyalist sermayenin yeni pazar arayışlarının
sert mücadelelerle sürdüğü koşullarda, bu büyük
potansiyelin atıl kalmasına göz yumulması söz
konusu olamaz. Emperyalist-kapitalist dünya ekonomisi
ile petrol temelindeki mevcut bütünleşme düzeyinin
sığlığı ve geriliği ve çeşitli arızalar (İran,
Suriye, yakın döneme kadar Libya, vb.) artık kabul
edilemez bir noktaya ulaşmıştır. Bunun anlamı;
bu coğrafyadaki tüm ekonomilerin neoliberal politikalar
temelinde baştan aşağıya yeniden düzenlenmesi,
bu temelde yeni bir enerji, su, işgücü, finans
ve pazar coğrafyasının oluşturulmasıdır.
Öte yandan, bu coğrafya olağanüstü dinamik bir
toplumsal yapıya ve çelişkilere sahip bulunmaktadır.
Karmaşık ulusal, dinsel, siyasal, kültürel yapılar
içiçe geçmiş durumdadır ve sürekli çatışmalar
üretmektedir.
Bölgedeki devlet yapıları rüşvetçi, kayırıcı bürokratik
nitelikleriyle tümüyle çürümüş, toplumsal meşruiyetlerini
önemli dercede yitirmişlerdir. Yönetimlerin emekçi
kitleleri kontrol edebilme yetenekleri oldukça
zayıflamış durumdadır. Burjuva demokratik hakların
ise çoğunlukla esamesi dahi okunmamaktadır. Politik
yönetememe durumu artık coğrafyadaki bütün ülkelerde
sık sık büyük patlamalar ve krizlerle açığa çıkmaktadır.
Bölgesel güç olmaya çalışan ve ABD ile sorunlu
ülkelerin kimyasal ve nükleer silahlar edinme
çabaları ise sürüyor. Bu çabaların başarıya ulaşması,
ABD’nin bölgedeki askeri dayatmalarını ciddi biçimde
zayıflatacağından büyük bir tehdit olarak algılanmaktadır.
Ekonomide tam anlamıyla yöneticilerin ve tekellerin
yağma düzeni işlemektedir. Bölge ekonomilerinin
önemli bir bölümü neoliberal dünya kapitalist
sistemine henüz eklemlenebilmiş değildir. Büyük
petrol zenginliklerine ve ekonomik dinamiklere
karşın, ekonomiler ciddi bir darboğaz içinde iflasa
sürüklenmektedir.
Coğrafyanın büyük zenginlikleri çok küçük sayıdaki
yağmacıdan oluşan oligarşilerin elinde birikiyor.
Hızlı demografik değişim, kırdan kente büyük göç
ve gecekondulaşma büyük kitlelerin, zenginliklerin
yanı başında dehşetli yoksulluklar yaşaması durumunu
ortaya çıkarıyor. Emperyalistlerin dayattığı batıcı
çarpık modernleşme bu coğrafyada ciddi bir kimlik
bunalımı yaratmıştır. Kapitalizme, emperyalistlerin
dayattığı biçimde ve tarzda yeni-sömürgeleşerek
geçiş yapan bu ülkelerde geniş kesimler, emekçiler
ekonomik, sosyal, politik, kültürel, moral tüm
değerlerini yitirmektedir. Tüm ilişkilerinde maddi
ve moral açıdan bir çözülme, yoksullaşma yaşamakta
olan emekçiler, yaşadıkları bu büyük yabancılaşma,
marjinalleşme nedeniyle derin bir öfke birikmektedirler.
Bu öfke siyasallaştığı ölçüde oligarşilere ve
onların baş destekçisi ABD ve diğer emperyalistlere
yönelmektedir.
Büyük öfkenin siyasal ifadesi bugün için silahlı
islamcı hareketler olmaktadır. Sosyalist hareketlerin
genel bir gerileme yaşadığı koşullarda Büyük Ortadoğu
coğrafyasının ezilenlerinin öfkesi esas olarak
İslamcı harekete kaymıştır. Batıcı dayatmacı modernleşme
ile yıldızı barışık olamayan Ortadoğu coğrafyasındaki
arayışların, bu toplumların ulusal ve kültürel
yapısını da derinden etkileyen ve militan karşı
koyuşa da imkan sunan İslama yönelmesi birazda
doğaldı. Üstelik İslamcı hareket 1945 sonrasında,
özellikle de 1980 sonrası Afganistan savaşında
Amerikancı bölge yönetimleri tarafından da özellikle
devrimci harekete karşı desteklenmiş ve büyük
bir örgütlülük düzeyine ulaşmıştı. Bu emperyalist
devşirmesi İslamcı hareketin bir bölümü, 1990’lı
yıllarda solun gerilediği koşullarda akacak kanal
bulamayan arayış içindeki geniş kitlelerin ABD
ve çürümüş yönetimlere karşı öfke ve talebinin
sözcülüğüne soyunmuşlardır. Bu hareketler etki
gücü büyüyen, emperyalistlerin hareket kabiliyetini
ve meşruiyetini sınırlayan büyük eylemlere girişmiş
durumdalar. Eylemler sadece Ortadoğu coğrafyası
ile sınırlı kalmamakta, 11 Eylül’de ve İspanya’daki
eylemlerde görüldüğü üzere emperyalist metropollere
de yayılmaktadır.
Emperyalizmin bölgedeki en büyük paratoneri İsrail
artık işlevini yerine getirememekte, öfke kendisini
de aşarak ABD’ye yönelmektedir.
Bu bağlamda bölgedeki sistem karşıtı tehditler
hızla büyümekte ve yayılmaktadır.
İşte Ortadoğu emperyalistler açısından sahip olduğu
bu imkanlar ve tehditlerle hegemonya mücadelesinin
kalbini oluşturmaktadır.
BOP tam da bu noktada, emperyalist hegemonya mücadelesinin
kalbinde, ABD’nin Önleyici Vuruş Stratejisine
uygun olarak geliştirdiği bütünlüklü müdahaledir.
Önleyici vuruş’un, büyük savaşların, dünya egemenliğine
giden yolun coğrafyası Büyük Ortadoğu’dur, bunun
projesi ise BOP’dur.
ABD, BOP’u Ortadoğu’ya dönük özgürlük ve demokrasi
projesi olarak sunuyor. Siyasal açıdan hedef;
demokratik seçimler, basın ve düşünce özgürlüğü,
sendikal örgütlenme yoluyla reformlar yapılması
ve geniş kesimlerin yeniden sistemle bütünleştirilmesi
olarak ifade ediliyor.
Ekonomik açıdan serbest piyasaya, yani neoliberal
ekonomiye geçiş, ekonomide petrolün öneminin azaltılması
hedef olarak konuluyor.
Kitle imha silahlarının bölge devletleri tarafından
üretiminin engellenmesi BOP’un bir diğer önemli
hedefi olarak tespit ediliyor.
Teröre karşı mücadele, yani direniş güçleriyle
süreklileştirilmiş bir savaş ve bu güçlerin kontrol
edilebilir bir düzeyde tutulması projenin en temel
ayağının oluşturuyor.
Irak’ın yeniden inşası ve Filistin-İsrail çatışmasının
çözümü diğer bir temel hedef olarak ifade ediliyor.
Bütün bu hedeflere ulaşmak için baş rol ise ABD’nin.
NATO is<je yardımcı bir güç olarak ele alınıyor.
Hiç kuşkusuz, bu resmi ve genel geçer tespit ve
hedefler, daha ilk kelimlerinden itibaren bölge
halklarının iradesine karşı büyük bir saldırı
projesinin ifade edildiği gerçeğini gizleyemiyor.
Hangi siyasal özgürlük, neden şimdi ve şimdiye
kadar neden diktatörlükler desteklendi? Bu soruların
yanıtı yoktur. Bugüne değin yaşanan vahşet rejimlerini
kuran ABD ve diğer emperyalistler nasıl bir hokus-pokusla
özgürlük ve demokrasi getirecekler? Bu demokrasi,
prototipi Irak’da Ebu Garib cezaevinde en olgun
örneklerini vermiştir. Saddam’ın işkencecilerinin
yerini, Yankee’ler ve onların “demokratik” işbirlikçileri
almıştır. Demokrasi vaad eden ABD, yakaladığı
direnişçileri, İslamcı militanları sorgulamak
üzere Pakistan’lı, Mısırlı, Suudi, Cezayir’li
sorguculara veriyor. ABD’nin demokrasi öğrencisi
olan ülkelerin sorgucularının daha “ikna edici”
sorgu yaptıkları belirtiliyor. İkna’nın Yankee
dilinde anlamı, Ortadoğu’ya gelince işkence olmuştur.
İşkence eğitimini Florida’daki, Panama’daki CIA
okullarında gören Pakistanlılar, Suudiler demek
ki eğiticilerini geçmişler. Boynuz kulağı geçmiş.
Öyle ya da böyle emperyalizmin Ortadoğu demokrasisi
ikna gücü yüksek işkencecileriyle, darbeci, postmodern
darbeci generalleriyle, iktidarsız partileriyle
yola koyulmuştur. Yola koyulan bu demokrasi trenine
binmek mecburidir, ya da gönüllülük yoktur burada.
Halkı aldatma işini artık bir parti, ya da kral
değil, bir çok parti ve kurum üslenecek!..
Ekonomilerde petrolün ağırlığının azaltılması
ise tüm aldatıcı söylemlere karşın esas olarak
petrol kaynaklarının yeniden emperyalist tekellere
devredilmesi, tekellerin kar oranlarının büyütülmesi
anlamına geliyor. Bunun da en tipik örneği “özgürleştirilen
Irak”tır. Ülkenin petrol ve diğer tüm zenginlikleri
emperyalist tekellerin emrine sunulmuştur. Ekonomilerdeki
dönüşüm noktasında en önemli hedef serbest piyasa
ekonomisine yani neoliberal ekonomiye geçiştir.
Ortadoğu ülkelerinin gelir kaynaklarının hemen
hemen tümü aslında emperyalist mali sermaye işleyişinin
içindedir. Tüm petrol gelirleri derhal emperyalist
ülke bankalarına akmaktadır. Ancak bu emperyalistlere
yetmemektedir. İç pazarların tümüyle denetim altına
alınması hedeflenmektedir. Bölgenin serbest ticaret
bölgesi haline getirilmesi, ülkelerin DTÖ’ye üye
yapılması böylece tüm sanayi, mali, hizmet ve
tarım altyapısının dünya kapitalist ekonomisine
bağlanması bunun ilk adımı olacaktır. Bölge ülkelerinin
zaten zayıf olan sanayi altyapısının uluslararası
işbölümüne uygun hale getirilmesi için pek çok
sektörün yokedilmesi, ucuz işgücünden yararlanmak
için hizmet, tarım ve elektronik gibi sektörlerin
geliştirilmesi olası gelişmelerdir. Bu yoldan
ucuz işgücüyle büyüyen Çin ve Hindistan karşısında
rekabet edebilecek yeni üretim ve tüketim alanı
oluşturulması ve bu iki ülkenin orta ve uzun vadede
sınırlanması da hedeflenmektedir. Ayrıca mevcut
orta sınıfların bir bölümünü kazanmak ve tümüyle
emperyalist sisteme ve tekellere bağımlı yeni
bir orta sınıf yaratmak amacıyla küçük ve orta
ölçekli sermayeye kredi sağlanması da hedefler
arasındadır. Böylece bu ülkelerin sosyal yapısı
dönüştürülerek emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin
yaslanacağı bir orta sınıf desteği de yaratılmak
istenmektedir. Bu düzenlemeler emperyalist tekeller
için muazzam bir pazar alanının oluşması anlamını
da taşımaktadır. Tabii emekçi kesimlere kalan
ise zaten erimiş olan tüm sosyal kazanımlarının
tamamen yok edilmesi...
Bölge devletlerinin kitle imha silahları (KİS)
edinmesini engellemek, teröre destek veren ülkeleri
caydırmak vb. söylemler tümüyle demagojiktir ve
esas olarak ABD karşıtı devletlerin saldırı hedefi
olacağını, güç kazanmalarının engelleneceğini
anlatmaktadırlar. Bölgede kitle imha silahları
tümüyle emperyalistlerin eseridir. Bunun en iyi
örneği Saddam’dır. Saddam başta ABD olmak üzere
tüm emperyalistlerin desteği ile kitle imha silahları
edinmiştir. ABD yanlısı olduğu sürece ses çıkarılmamış,
Halepçe’de olduğu gibi katliamları görmezden gelinmiştir.
Saddam ABD ile çatıştığında ise hemen KİS’lere
sahip bir cani olarak lanse edilmiştir. Saddam’ın
bu silahları imha etmesi dahi yeterli olmamış,
Saddam’da bu silahlardan artık olmadığı bile bile
bu gerekçe ile savaş çıkarılmıştır. Kısacası KİS’ler
BOP’un önemli bir umacısıdır. Savaş çıkarmak istiyorsan
KİS var dersin, saldırırsın. Öte yandan, bölgenin
en önemli KİS sahibi ülkesi ise İsrail. Dünyanın
en büyük nükleer bomba stoklarından birine sahip
bulunuyor. İsrail bunu gizlemiyor, herkes biliyor.
Ama İsrail’e laf yok, çünkü o kovboy’un has arkadaşı...
Ya Pakistan; nükleer bomba denemesini herkese
göstere göstere yaptı. Ama darbeci generallerde
demokrasi havarisi kovboy’un arkadaşı. Aslında
bu konuda en arızalı konuma sahip olan ABD’nin
kendisidir. Hem dünyanın en büyük KİS üreticisi,
hem de dünyada nükleer silah kullanmış, yüzbinlerce
sivili topluca katletmiş yegane ülke.. Ama bu
konuda herkese ahlak dersi veriyor.
BOP’da Irak’dan sözedilmesi tümüyle Irak’ın yeni-sömürgeleştirilmesi
sürecinin tamamlanması, kukla bir devletin kurulması
anlamını taşıyor. Filistin-İsrail sorununun çözülmesinden
kasıt ise İsrail’in işgal ve katliamlarına göz
yumulması, Filistin halkının direnişinin, siyasal
iradesinin tümüyle ezilmesidir. Filistin direnişinin
ezilmesi ve bunun Arap ve diğer bölge halklarına
kabul ettirilmesi, aslında tüm anti-emperyalist
direniş güçlerinin, bu yönde uç veren eğilimlerin
moral ve siyasal açıdan ezilmesi anlamını taşıyacaktır.
Kısacası, Filistin meselesinde ABD’nin güdük de
olsa bir çözüm aradığı yoktur; Filistin direnişi
günlük olarak İsrail tarafından ezilmeli, toprakları,
ulusal onurları hergün paramparça edilmeli, Araplar
Filistin şahsında yenilgiyi günlük olarak yaşamalı,
ABD’ye karşı direnişi ise akıllarından dahi geçirmemeli,
İsrail canlarını fazlaca yaktığında çözümü yine
ABD’de aramalıdırlar. BOP’un; Filistin çözümü
budur.
Teröre karşı mücadelenin anlamı açık; tüm direniş
eğilimlerini yok etmek... Direnişin ya da olası
bir direniş potansiyelinin boyverdiği tüm bölge
ülkelerinde işbirlikçi yönetimlerle birlikte hızla
saldırmak, gerektiğinde bölge ülkelerini işgal
etmek ve denetimi sağlamak. Yeni-sömürgecilik
ilişkilerini artık açık işgal imkanlarını sonuna
kadar kullanarak korumak ve yeniden inşa etmek;
işte teröre karşı mücadele bu anlamı taşıyor.
ABD’nin BOP planı ana hatlarıyla bu öğelerden
oluşuyor. Ancak Ortadoğu’ya ilişkin plan-proje
yapmada ABD yanlız değil. Hatta AB gibi ondan
daha hızlı davrananlar da var. Almanya-Fransa
tarafından 1995’de hazırlanan “AB-Akdeniz Girişim
Projesi” aynı yıl Barcelona’da başlatıldı ve Barselona
süreci olarak tanımlandı. Bu proje BOP’a göre
çok daha mütevazi; esas olarak Akdeniz’e kıyısı
olan Kuzey Afrika ve Arabistan yarımadası ülkelerini
kapsıyor. Projeye göre bölgede 2010 yılına kadar
bir serbest ticaret bölgesi kurulacak, neoliberal
ekonomik reformlar destelenecekti. ABD emperyalizmi,
NATO’nun İstanbul zirvesi öncesinde, hem AB ülkelerini
BOP projesine katarak onlara yardımcı roller vermek,
hemde AB’nin bu projesini bir biçimde BOP’a eklemlemek
için girişimde bulunmuştur. Genel noktalarda anlaşma
sağlanmış, bunun sonucu olarak Barselona sürecinin
temel hedefleri BOP’a eklemlenmiştir. BOP’un ismi
de Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi
olarak değiştirilmiştir.
(Sürecek)
|