...Hani klasik olarak mektup yazma
çeşitleri vardır ya; “Nasılsın iyi misin? Ben
iyiyim” türünden. Doğrudur; kişiliğine, kimliğine,
inancıma herhangi bir saldırı olmadığı sürece
iyi olabilirsin. Ancak saldırı olduğunda da yine
iyisindir. Fiziken olmayabilir. Ama inancınla,
değer yargılarınla, siyasal duruşunla her ne koşulda
olursa olsun hiçbir güç seni bunlardan alıkoyamaz,
yalıtamaz.
Biz devrimci tutsaklara da saldırıların, katliamların
olmadığı dönem yoktur. Her ne koşulda olursak
olalım, bu tür teslim alma girişimlerine karşı
direnmiş ve kazanmışızdır... Türkiye zindanlarında
19 Aralık Katliamı ve Aralık 2000’den bu güne
değin 111 devrimci tutsak yaşamını yitirmiştir.
Bu süre zarfında teslim alınamayan biz devrimci
tutsaklara tek tip elbise, zorla çalıştırma vb.
şeyler tekrar hayata geçirilmek isteniyor. Hastahane,
mahkeme vb. gidiş gelişlerde yeni hücreli araçlar
tahsis edilmiş olunup, bu ring araçlarında bizleri
gözetleyen kameralı sisteme geçiş yapılmıştır...
Mahkeme, hastahane gidiş gelişlerinde kameraları
çoraplarımızla, peçetelerle veya sırtımızı dayayıp
görüntü almasını engelleme kararı almıştık. Şimdiye
kadar çeşitli saldırı biçimleri olmuştu. Ancak
aşağıda da değineceğim gibi, saldırlar genelde
mahkeme salonlarında değişik bahanelerle gerçekleşiyordu.
Bizde buradan dört arkadaş 13 Mayıs 2004’te kalmakta
olduğumuz hücrelerden mahkememiz var gerekçeleriyle
alındık. Hücre çıkışında gardiyanlarca aranmamıza
rağmen, x-ray denilen ikinci bir noktada tekrar
aranıp üzerimizde hiç bir şey olmadığı bilindiği
halde, ayakkabılarımıza kadar aranmaya karşı uygulamaların
keyfi ve kabul edilemez olduğunu, zaten dört yıldır
bu uygulamaları protesto etmek için, ziyaret ve
revirlere bile yalın ayak gittiğimizi, bundan
dolayı ayakkabıları kesinlikle çıkarmayacağımızı
her seferinde belirtiyoruz. Zorla ayakkabılarımız
her seferinde çıkarılır ve bizde ayakkabılarımızı
bir daha hücre girişine kadar ayağımıza giymiyoruz.
Askerlerin bulunduğu noktada bu sefer de askerlerce
aranıyoruz...
... Hükümlü olduğum için yeni kameralı ring araçlarını
arkadaşlardan ve basından duymuştum. Bizimde bileklerimize
kelepçeleri vurdular ring aracına bindirildik.
Yaşadığımız hücrelerin daha küçüğü 1-2 metrelik
bir alan. Her hücrede iki sıra halinde üçer sandalye
var. Karşında seni görüntüleyen kamerayla izleniyorsun.
Bizde dört devrimci tutsak olarak... [çeşitli
yöntemlerle kameranın görüntü almasını engellemeye
çalıştık]... Böylece Tekirdağ Adliyesine kadar
gittik. Araba durduktan kısa bir süre sonra bulunduğumuz
hücrenin elektrikleri söndürüldü. Bu da ... kameralarında
çekimini durdurmak anlamına gelmiş olsa gerek...
Çünkü lambalar söndürüldükten sonra astsubay ve
beraberindeki askerlerce saldırıya ve işkenceye
maruz kaldık.
Tekme tokat dövüldük. Kafamıza basıldı, tekmelendi.
Ayaklarımızdan çekilerek sürüklendik. Dövülerek,
kafamızı postallarla ezerek, çeşitli yerlerimize
onlarca-yüzlerce darbeler vurularak prangalandık.
Saldırıyı yapan astsubay, bütün bu saldırıları
Tekirdağ Adliyesi önünde yaptı. Sonra ise telefonda
birileriyle yaptığı görüşmede sadece beni mahkemeye
sokma zorunluluğu bulunduğunu ve diğer arkadaşları
mahkemeye çıkarmasakta olur türünden görüşmeler
yaptı.
Yapılan bu saldırlar, pek de yabancı olduğumuz
birşey değildi. Amerika’lı askerler de Irak’taki
zındanlarda uygulamakta. Son günlerde gündeme
gelen fotoğraflarda görülen vahşetin bir benzerini
de, F Tiplerinde yıllardır bize uyguluyorlar.
ABD’liler fotoğraf çekiyor, Türkiye’dekiler kameraya
alıyor. Burada da artık kamera çekimi ile “uluslararası
standartlara(!)” uyuluyor.
Subaya saldırı sonrası; “Sizin Amerikalı işkencecilerden,
Irak’ta yapılan işkencelerden farklı yanınız nedir?”
diye sorduğumda; “Farkımız var. Size jop sokmuyoruz”
demesi tanıdık değil mi?...
“AB’ye uyum”, “uluslararası standartlara uyum”
diyen oligarşinin temsilcileri, bir kaç yıl önce
işkencenin kullanılmasını yasal kılan Şaron hükümetini
ve bir defa işkence yapılmasını serbest bırakan
İtalya’daki Berlusconi hükümetinin attığı adımlara
uyumludur...
Mahkemeye götürülmek için ring aracından ite-kaka
alınıp mahkemenin görüleceği yere doğru götürüldüm....
Mahkeme salonuna getirildiğimde üstüm-başım çok
bariz şekilde işkenceye maruz kaldığımın belirgin
kanıtıydı. Elbiselerim yırtılmış, saldırı esnasında
kafama, koluma, bacaklarıma vurulan darbelerin
(açık yerde; kol, yüz, kafa... gibi yerlerde balon
gibi şişmişti) postal izleri vardı.
... Benim de daha önceden göndermiş olduğum bir
fax’ın gönderildikten sekiz ay sonra halen alıcıya
ulaşmadığını öğrenince PTT hakkında açmış olduğum
bir mahkemem vardı. [F Tipi hapishanelerde tutsaklar
üzerinde belirsizlik duygusu yaratmak için mahkemeye
çıkarılan tutsaklara hangi dava için ne mahkemesine
götürüldüğü açıklanmaz. Hatta bazen mahkemeye
çıkarılacağı bile söylenmez, sadece alınıp götürülür...-s.b.
notu.]
...Sıranın bana gelmesini, değilse de diğerlerinin
mahkemelerinin bitmesini bekledim... Derken savcı
adımı okudu; “Sen bunlardan davacı olmuşsun. Seni
dinliyorum” dedi. Ben de sanık sandalyesinde oturanları
tanımadığımı, ama PTT’ye karşı dava açtığımı ...
Ancak şu anda karşınızda halimden de belli olduğu
gibi; bu askerler ve başlarında duran astsubay
tarafından ring aracında beklemekte olan üç arkadaşımla,
işkencelerine maruz kaldık, zincirlerle prangalandık.
Yaklaşık dört yıldır bu işkencelere maruz kalıyoruz.
Bugüne kadar 111 arkadaşımızın yaşamını yitirmesine
ve yüzlercesinin sakat kalmalarına neden olunmuştur.
Nasıl ki birkaç gün önce Irak’ta ABD’li askerlerce
Irak halkına yapılan işkencelerin resimleri basına
yansıdıysa ve insanın insanlığından utandığı bu
insanlık dışı işkence resimleri vicdanları sızlattıysa,
bizlerde dört yıldır ‘hayata dönüş’ adı altında
katliamlardan geçirildik. Bizlere her türlü katliam,
işkence reva görülüyor... Siz savcı bey, devletin
yetkili mercisisiniz. Bende karşınızda işkenceye
maruz kalan bir mağdurum. Karşınızda görüldüğü
üzere çok bariz bir şekilde işkence gördüğüm anlaşılıyor.
Yetkiniz varsa beni işkence davalarınıza bakan
savcılığa gönderin. Ya da görmüş olduğum işkenceyi
rapor edin. Her ikisini de yapmıyorsanız beni
hastaneye sevk ettirin. Çünkü benim isteğimle
ne savcılığa çıkarırlar, ne de hastaneye götürürler...
Bizi işkence davalarına bakan yetkili kurumlara
göndermenizi talep ediyorum.
Cevap olarak; “Ben yargıcım. Dediğin şeylere yetkim
yok” oldu. Bende o zaman karşınızda bulunduğum
halimin tutanaklara geçmesini talep ediyorum dedim.
Hakim; “Askerler, alın götürün bunu” diye emir
verdi. Askerler karga-tulumba misali beni zorla
alıp çıkardılar mahkeme salonundan.
Mahkemeden hapishaneye getirildik. İlk önce ring
hücresinden beni indirdiler. Tekrar tehdit, göz
dağı oyunları...
Daha sonra beni revir doktoruna götürdüler. Doktor
tuhaf tuhaf suratıma bakıyor; “ne oldu sana?”
deyince, olanları anlattım. Başını sallamaktan
başka bir şey yapmadı. Bende doktora; “beni hastahaneye
sevk etmesini çünkü başıma gelebilecek herhangi
bir şeyin sorumluluğunun doktorda olduğunu” söyledim.
Vücudumdaki izleri (pantolonu-gömleği çıkardım)
gösterdim. Başıma çok feci darbe aldığımı ve kafamın
şişikliğini gösterdim. Tabi doktor korkusundan
olsa gerek; “tamam çıkabilirsin” dedi. Bende;
“doktor, siz doktorluk için hipokrat yemini etmiş
bir insansınız. Tarafsız olmanız gerekmiyor mu?
Yoksa revir doktoru olduğunuz için korkuyor musunuz?
Baksanıza; vücudumdaki izleri gösterdim, hiç bir
şekilde raporunuza yazmadınız. Eğer korkuyor da
işkence izlerini yazmak istemiyorsanız, beni hastaneye
sevk edin” dedim.
O zaman üzerinde “Adli Tıp Kurumu” yazılı olan
bir kağıda, vücudumun çeşitli yerlerindeki işkence
izlerini yazdı; “Bundan sonrasına hastahane bakacak”
türünden birşeyler söyledi.
Evet Sevgili Canlar; F Tipi zındanlarda olanların
sadece birini anlattım. Oysaki herkesin de bildiği
gibi geçmişten günümüze oligarşinin bu saltanatı
hep kan emiciliğiyle devam ettirmiştir. Yakın
bir dönem içerisinde kan emiciler ülkemize gelip
yeni ‘projeler’ini masalarına yatıracaklar. Onlar;
dünya halklarının daha fazla nasıl kanını emeceklerinin
hesaplarını yaparken, dünyanın dört bir yanında
onlara olan kin ve öfke, dünya ezilenlerinin haykırışlarında
yankılanacak. Dizginlenemez yükselişin karşısında
daha da saldıracaklar, daha fazla kan emecekler.
Bu telaşları gelmekte olan sonlarından duydukları
korkudur. Haksız da değiller. Bu inanç, bu kararlılık
oldukça asla onların istedikleri denklem de olmayacak.
Bundandır ki telaşlı bir kudurganlık ve kanımıza
olan susamışlıkları... Dolaşır zulmün kan emicileri,
dünyanın dört bir yanında. Nafiledir kan emicilerin
çabası. Yaklaşan sonlarının kuduz çırpınışları.
Elleri kanda, ayakları kireç kuyusunda. Son ısırışlarıdır.
Aldatmasın bizleri bu sessizlik. Son darbenin
kılıçlarıdır bilenen. Şafağın kızıl ışıklarıdır
önüne geçilmek istenen... Ve koca koca buz dağlarıdır
şafağın önünde dikilen... Zındandır, işkencedir,
sürgündür... Ölüm ve ihanettir dayatılan, kurtulmayalım
diye boynumuzdaki halkadan. Nafiledir, nafile...
Mülazım Çokşirin
Tekirdağ F-Tipi Cezaevi
|