1921 My Lai'den Ebu Garib'e Katliamcı ABD
Irak'daki emperyalist vahşet Ebu Garib'deki en
rafine örnekleriyle tüm insanlığa emperyalist
işgalin yarattığı felaketi en çarpıcı biçimde
gösteriyor. Emperyalistlerin ve onların tüm dünyadaki
işbirlikçilerinin demokrasi ve insan hakları söylemlerinin
aşağılık içeriği, ne anlama geldiği açıkça görülüyor.
Aslında hafızamızı biraz tazelersek Ebu Garib’te
yaşananların hiç de olağan-üstü bir durum olmadığını,
emperyalist-kapitalist sistemin egemenliği altındaki
her yerde günlük olarak yaşanan bir durum olduğunu
açıkça görürüz. Daha birkaç yıl önce Ulucanlar
Cezaevinde yaşananlar, F tipi cezaevi operasyonları
sırasında yaşananlar Ebu Garib'den ne kadar farklıdır?
ABD'nin, İsrail'in, İngiltere'nin ve diğer emperyalistlerin
eğitiminden geçmiş işbirlikçi barbarlar Türkiye'de
ve dünyanın dört bir yanında vahşi katliam ve
baskılarla sistemin güvenliğini sağlıyorlar. Nazi
toplama kampları, 33 Kurşun, Der Yasin, My Lai...
Ve daha niceleri... Bu vahşet örnekleri içinde
Ebu Garib gibi kimi-leri sürmekte olan savaşın,
mücadelenin tarafların gerçek niteliğinin görülmesinde
keskin bir rol oynamışlardır. Bu örnekler açığa
çıktıkları andan itibaren emperyalistlerin yarattığı
ortama egemen olan puslu havayı, yalan atmosferini
dağıtmış, gerçeklerin kavranması için büyük bir
zemin yaratmışlardır. Bu örneklerin en bilinenlerinden
biri Vietnam da My Lai'de yaşanmıştır. Küçük My
Lai köyü emperyalist vahşetin görülmesinde, kavranmasında
kilometre taşı olmuştur...
1968 yılındayız... ABD Vietnam Savaşı’na boğazına
kadar batmış durumda. 500.000 Amerikan askeri,
tuzaklarla dolu tropikal ormanların içerisinde,
bir görünüp bir kaybolan Vietnam Halk Kurtuluş
Ordusu gerillalarıyla çarpışıyor, gerilla hiçbir
yerden tam anlamıyla temizlenemiyor, ABD yönetimi
ve özellikle ordu komuta kadrosu giderek sıkışıyor.
Bölge ele geçirememe, ABD ordusunun en büyük sorunu.
Gerilla kayboluyor ve yeniden ortaya çıkıyor.
Yürütülen operasyonlarda ne ölçüde başarı sağlandığı
bile tam anlaşılamıyor.
İşte tam bu zamanlarda, Amerikalılar “ceset sayma”
adıyla ün yapan bir yönteme başvuruyor. Bölge
temizlendi mi, şüpheliydi, ama ölü bir gerilla
şüphe götürmez şekilde ölüydü. Böylece, ABD komuta
kadrosunun başarıyı ceset sayarak ölçmeye yönelmesi,
tek tek Amerikan askerlerine de daha büyük bir
öldürme arzusu ve daha geniş bir öldürme serbestisi
veriyor. Bu politikanın en belirgin sonuçlarından
biri My Lai köyünde olanlardır.
Sabah 08.00’de geldiler...
16 Mart 1968 günü, Americal tümeninin Charlie
bölüğü, Vietnam’ın Son My yöresindeki My Lai köyü
ve çevresine yönelik bir operasyon için helikopterlere
bindirildi. Bölüğe Yüzbaşı Ernest L. Medina, bölüğün
2. müfrezesine Teğmen William Calley komuta ediyordu.
Vietnam Halk Ordusu gerillalarını “bulmak ve yok
etmek”le görevlendirilmişlerdi.
Sabah saat 08.00 sularında helikopterler Charlie
bölüğünü My Lai’nin biraz uzağına indirdiler.
Köy önce topa tutuldu. Sonra 1. ve 2. müfrezeler
ateş ederek köye daldı.
Gerilla bulamadılar. Onun yerine, insan, hayvan,
canlı kimi buldularsa onları yok ettiler. Yaralıları
süngülemek, kızların ırzına geçmek, insanların
çocuklarını saklamaya çalıştığı barakalara elbombası
atmak, 100’den fazla insanı bir hendeğe doldurup
taramak gibi caniyane işler yaptılar. Dört saat
süren katliamın sonunda tam 504 insan öldürdüler.
Öldürdükleri, kadınlar ve çocuklardı. Ve çok yaşlı
erkekler... Ortalıkta ne gerilla ne de gerilla
olabilecek yaşta erkekler vardı.
Katliama tanık olmuş bir helikopter pilotu olan
Hugh Thompson, olayı şöyle anlatıyordu: “O sabah,
My Lai’deki bir kara operasyonuna destek sağlamakla
görevliydik. Görevim, dost kuvvetlerin cephe hizasında
uçup ateş açmak, düşmanın yerini saptayıp onlara
bildirmekti... Köy, birliklerimiz oraya yaklaşmadan
önce top ateşine tutulmuştu... Birliklerimizin
üzerinde ileri geri uçmaya koyulduk. Ve kısa süre
sonra her tarafta cesetler görmeye başladık. Nereye
baksak ceset doluydu. Çocuklar vardı, 2, 3, 4,
5, yaşlarında; kadınlar, çok yaşlı adamlar; ama
genç erkekler yoktu aralarında. Genç erkekleri
arıyor olmamız gerekiyordu. Nişancım, ‘Silahları
nerede bunların?’ diye sordu...
Dolaşıyor ve yaralı insanları görüyorduk. Yolun
kenarında yaralı bir kadın vardı, onu görünce,
yanlış birşeylerin olduğunu düşündük... Her yere
bakıyor ve neler döndüğünü anlayamıyorduk... Birkaç
dakika sonra dönüp geldik ve yaralı kadını tekrar
gördük. O fotoğrafı hepiniz hatırlıyorsunuzdur.
Şapkası yanına düşmüştür. Çıplak gözle iyice yakından
bakınca, hemen yanındaki öbür nesnenin ne olduğu
da seçilebiliyordu. Beyniydi. Hiç hoş değildi.
Başka bir yaralı kadın gördük. Telsize sarıldık,
yardım istedik... Birkaç dakika sonra bir yüzbaşı
geldi, kadına bir tekme attı, geri çekildi ve
onu vurdu.
Bir hendeğin üstünden geçerken, bir sürü insanın
oraya doluşmuş olduğunu, kıpırdadıklarını gördük.
Aşağı indim ve bir çavuşa, onları oradan çıkarmak
için yardım edip edemeyeceğini sordum. Yaralılar
vardı aralarında. Çavuş bana yardım etmenin tek
yolunun onları ıstıraplarından kurtarmak olduğunu
söyledi. Şaka yapıyor sandım, söylediğini şaka
kabul etmiş olmalıyım. Tekrar havalandığımızda,
mürettebatımın ekipbaşı, ‘Aman Allahım, hendeğe
ateş ediyor!’ diye bağırdı. İki defa daha yardım
istedik; yani toplam üç defa. Her seferinde insanlar
öldürüldü.
Biraz sonra, ahşap bir sığınak gibi bir yere sığınmış
bir kadın gördüm. Ben de helikopteri tekrar indirdim.
Kara birliklerine doğru yürüyüp, o sığınakta siviller
var, onların oradan çıkmasına yardım edin, dedim.
Biri, ‘Bir elbombası atalım, çıkarlar,’ dedi.
Onları durdurdum, gidip insanlara çıkmalarını
işaret ettim, çıktılar.
Sandığımdan daha çok insan varmış orada. 9-10
kişi kadardılar. Onları burada bırakırsam ölecekleri
kesindi. Amerikalılar hazır bekliyordu. Oysa bu
9-10 insan kimse için bir tehdit oluşturmuyorlardı.
Mürettebatım da ben de o sırada çılgına dönmüştük.
Bu insanları ne yapacaktım? Burada bırakırsam
öldürülecekleri kesindi. Helikoptere yürüdüm,
hepsini etrafıma topladım. Telsizle başka bir
helikopteri kullanan arkadaşımı aradım. Gelip
bu insanları buradan götürmesini istedim. Geldi,
onların ancak yarısını alabildi, götürüp 10 mil
öteye bıraktı. Geri döndü. Sonra hepsini toparlayıp
kalktık.
Dönüp tekrar hendeğin üstünden geçtik. İçinde
hâlâ biraz hareket vardı. Yere indik. Ekip şefi
Glenn Andreotta hendeğe indi, biraz sonra kucağında
kanlar içinde bir çocukla geldi. Onu ne yapacağımızı
da bilemiyorduk, ama helikoptere aldık, Quang
Ngai’deki yetim hastanesine götürürüz diye düşündük.
Müthiş hayal kırıklığına uğramıştım...”
Katliamın örtbas edicisi: Colin Powell
İşte My Lai’deki öykü böyle... Böyle binlerce
öykü var aslında; ama en çarpıcılarından biri
bu. Üstelik birinci ağızdan anlatılıyor.
Aynı günlerde, Vietnam’da, hem de olayın geçtiği
bölgede çok tanıdık bir yüz vardır. Bush’un Dışişleri
Bakanı Colin Powell 1968-69’da Vietnam’da yüzbaşıdır.
Chu Lai’deki katliamcı Americal tümeninde, G-3
operasyonlarının komuta heyetinde başkan yardımcısıdır.
Powell, bu sırada, askerlerin kendi aralarında
taktığı isimle “Kasap Tugayı” diye bilinen 11.
Hafif Piyade Tugayı’ndan Tom Glen’in Vietnam’daki
Amerikan kuvvetlerinin komutanı General Creighton
Abrams’a yazdığı bir mektupla ilgilenmek zorunda
kalır. Glen, 1968 kasımında, ABD’ye dönmeden kısa
süre önce yazdığı mektupta özel bir olaydan sözetmiyordu,
ama sivillerin ve esirlerin işkenceden geçirildiğini,
öldürüldüğünü ileri sürüyordu. Bu tür eylemler,
Glen’e göre, “bütün birliğin her düzeydeki katılımıyla
yapılıyor ve bu yüzden, ordunun saptanmış politikası
olarak görülüyordu.”
Mektubun bir kopyası, 9 Aralık 1968’de, Americal
tümeninin komuta heyetindeki Yüzbaşı Colin Powell’a
iletildi ve konuyu araştırıp, rapor vermesi istendi.
Birkaç gün sonra, 13 Aralık 1968’de, Powell, üstü
olan generale verdiği raporda şöyle dedi: “bu
genç asker yeterince ayrıntı vermemiş, somut veri
az, açılacak bir soruşturmaya zemin oluşturmaya
yeterli değil bunlar.”
Powell, Glen’i bulup işin aslını öğrenmek yerine,
Glen’in komutanıyla görüştü ve ondan, bu askerin
artçı birliklerde görev yaptığını, düşmanların
esir alınışını ve hele onlara işkence yapılmasını
izlemiş olamayacağını öğrendi. Bu da yanlıştı,
bizzat kendisinin sonradan The New Republic dergisinde
Charles Lane’e söylediğine göre, Glen, bu konuda
bilinmesi gereken her şeyi bilen bir askerdi.
My Lai katliamının yapıldığı gün, Glen’in bağlı
bulunduğu birlik de My Khe’de ayrı bir katliam
yapmış, 90 kişiyi öldürmüştü. Üstelik, bu tür
katliamları gizlemenin bir yolu da vardı: ABD
ordusunun kodlamasında “ceset sayımı” yaparken,
gerillalar “v.c.” (Viet Cong), “masum sivil”ler
ise “inciv” (Innocent Civilians) olarak kayıtlara
geçiriliyordu. Böylece birlik komutanları, ölü
listelerine canları ne kadar isterse o kadar “v.c.”
işareti koyuyor, kimse de bu isimlerin gerçekten
kaç yaşında olduklarını, vb. merak bile etmiyordu.
Sonuçta Powell’a göre Er Glen’in iddiaları asılsızdı
ve yine onun raporuna göre “Americal tümeninin
askerleriyle Vietnamlılar arasındaki ilişkiler
mükemmel”di.
Aynı Powell 25 yıl sonra bir gazeteciyle görüşürken,
My Lai’daki felâketin “trajik fakat anlaşılabilir”
olduğunu söyleyecek, durumu şöyle tasvir edecekti:
“Kızılderili toprağında gibisiniz. Her taraf gerilla
kaynıyor. Oraya dalınca, karşınıza çıkan herkesle
savaşıyorsunuz.”
Ancak iş bu kadarla bitmedi. Katliamdan yaklaşık
bir yıl sonra, üst düzey ordu müfettişleri Americal
tümeni karargâhına geldiler. Albay Howard K. Whitaker,
yeni bir soruşturma için gelmişti. Çünkü bu sefer
de ortada er Ronald Ridenhour’un mektubu diye
bir belâ vardı. Ridenhour da Vietnam’da, Quang
Ngai bölgesinde görev yapıp terhis olmuş bir erdi.
Charlie bölüğünden askerlerle bira içerken, katliamın
hikâyesini öğrenmişti. Katliamcılar, marifetlerini
ballandıra ballandıra anlatmışlardı.
Terhis edilip ABD’ye döndüğünde, oturdu her şeyi
yazdı ve 29 Mart 1969’da, Washington’da önde gelen
30 insana postaladı.
Albay Whitaker, Powell’ın yardımıyla soruşturmayı
yaptı ve bitirdi. Elde ettiği sonuç tam olarak
Amerikalı mantığına uygundu. Resmi kayıtlara göre
My Lai’da sadece 128 kişi ölmüş görünüyordu ve
Whitaker’e göre bu 128 kişinin öldürülmesi bir
katliam sayılamazdı. İddialar “aşırı abartılı”ydı.
Whitaker 17 Nisan 1969’da raporuna böyle yazdı.
Ama yine de sorunlar bitmemişti.
1969 sonbaharında ABD’de zaten savaşa karşı protesto
dalgası almış yürümüştü. Powell, sonradan gazeteci
Bob Woodward’a söylediğine göre, protesto gösterilerine
baktıkça, “ihanet ve alçaklık” görüyordu. My Lai
katliamı haberi böyle bir ortamın ortasına bomba
gibi düştü. Katledilmiş kadınların, çocukların
görüntüleri ortaya çıkınca ortalık karıştı. Bu
kez daha ciddi bir soruşturma gerekiyordu.
Göstermelik Yargılama
Yeni soruşturma General Peers tarafından yürütülecekti.
Bu soruşturma sırasında 400’ü aşkın tanık dinlendi,
toplanan ifadeler 20.000 sayfadan fazla tutuyordu.
14 Mart 1970’te açıklanan Peers raporu, 16 Mart
1968 günü yaşanan vahşetin ayrıntılı hikâyesini
içeriyordu. 1969 Eylülünde Teğmen William Calley
109 sivili öldürmekle suçlanıyordu.
General Peers, aslında 28 subayın yargı önüne
çıkarılması gerektiği sonucuna varmıştı. İki subay
da, katliamın örtbas edilmesine yardımcı oldukları
için yargılanmalıydı. Ama ABD ordusu, katliam
yapan mensuplarına böylesine kıymayı göze alamadı.
Yasaların ardına sığınan ordu hukukçuları, sadece
14 subayın yargılanmasına izin verdiler. Ordunun
soruşturmasında, 30 askerin ciddî suçlar işlediği
belirlendi. Bunlardan 17’si ordudan ayrıldı ve
yargılanmaları gereği ortadan kalkmış sayıldı,
haklarındaki davalar sessizce düşürüldü. Geri
kalanları da ya davalarının düşmesiyle ya da suçsuz
bulunarak kurtuldular. Sonuçta sadece Teğmen Calley
ceza aldı. Ağır işlerde çalıştırılarak ömürboyu
hapsedilmesi kararlaştırıldı. Askerî cezaevine
kondu.
Fakat bu sefer de “Vatan için kurşun atan da yiyen
de...” mantığıyla Başkan Nixon devreye girdi.
Başkanın şahsî yetkisini kullanmasıyla Calley
üç gün sonra serbest bırakıldı. Sonraki üç yılı,
Georgia’da, Fort Benning’de ev hapsinde geçirdi.
Bu arada cezası da ömürboyu hapisten 10 yıl hapse
çevrildi. 1974’te, cezasının üçte birini çekmiş
olduğundan serbest bırakıldı.
Seymour Hersh: Bir Gazeteci
Dünya, ABD ordusunun My Lai vahşetini Amerikalı
bir gazeteci sayesinde öğrendi: Seymour Hersh.
Seymour Hersh, 1969’da Pentagon hakkında bir kitap
üstünde çalışırken, Vietnam gazilerinin avukatlığını
yapan bir adam bürosuna gelip onun kulağına şunu
fısıldamıştı: Ordu, 75 sivili öldürmekle suçlanan
bir subayı yargılayacaktı.
Hersh, ilk ihbardan sonra biraz araştırdı ve meselenin
Teğmen Calley diye biriyle ilgili olduğunu öğrenebildi.
Ordu içinden birilerine sordu. Hep şu cevabı aldı:
“Bulaşma bu işe, kafanı çevir!”
Hersh, bir gün başka bir iş için gittiği Pentagon’da,
önceden tanıdığı bir albaya rastladı. Albay, Vietnam’da
yaralanmış, generalliğe yükselmişti. “Şu Calley
meselesi nedir?” diye ona da sordu Hersh. Ve şu
cevabı aldı: “İlişme ona.”
Hersh tanıdığı bir Kongre üyesine de gidip Calley
meselesini sordu. Adam konuyu biliyordu. Gazeteciye,
“Yazma onu,” dedi. “Orduyu mahveder bu iş.”
Hersh bunun üzerine daha da sıkı eşelemeye koyuldu
ve katliam sanığı Teğmen Calley’in avukatına ulaştı.
Buluştuklarında konuşurlarken bir ara Calley’in
avukatı, müvekkili hakkında gazeteciye şöyle dedi:
“150 kişiyi öldürdüğünü söylüyorlar.” Hersh, o
ana kadar 75 sivilin öldürüldüğünü duymuştu. Şimdi
rakam 150 olmuştu. Avukat Latimer, “Bak şuraya!”
diyerek bir dosya açtı, Hersh’in önüne koydu.
Burada, Teğmen William Calley’in “111 Doğulu insanı
öldürmekle” suçlandığı yazılıydı.
1992’de gazetecilerle görüşürken, “Bu hiç aklımdan
çıkmadı,” demişti Hersh. “Sanki 10 tane Doğulu
bir Kafkasyalıya, 12 Doğulu bir Siyah’a eşti.
Ne demek, anlayamıyordum. Pek hoştu...”
Bu arada avukat, bir telefon görüşmesi için bütün
belgeleri masanın üstünde bırakıp çıktığında Hersh,
kağıtları baştan sona okumuş, sonra da gidip hikâyesini
yazmıştı. Haberi 30-40 gazete ve dergiye sattı.
1970’te bu haberiyle Pulitzer Ödülü aldı.
Böylece büyük katliamın hiç olmazsa bir bölümü
ortaya çıkmış oluyordu.
Ve Bir Başka Öykü: Tiger Force
ABD’nin Ohio eyaletindeki Toledo şehrinin 150
bin satışlı mütevazı gazetesi Toledo Blade, 22
Ekim 2003 tarihinde başlattığı bir yazı dizisiyle
ortalığı birbirine kattı. Dizi, 1967’nin mayıs
ayı ile kasım ayı arasında yaşanmış ve 36 yıl
karanlıkta kalmış savaş suçlarını gün ışığına
çıkarıyordu. 100’ü aşkın eski asker ve Vietnamlı
ile röportajlar yapılarak hazırlanan dizide, 45
“elit asker”den oluşan özel Amerikan birliği “Tiger
Force”un (“Kaplan Kuvveti”) yedi ay boyunca Vietnam
köylerinde sivilleri nasıl katlettiği ayrıntılarıyla
anlatılıyordu. 327. Piyade Taburu’na bağlı özel
birliğin askerleri, yedi aylık dönemin sadece
son 10 gününde, 10 Kasım 1967’de başlayan son
“operasyon”da, komutanları yarbay Gerald Morse’dan
gelen “327 ölü istiyorum” talimatı üzerine 327
Vietnamlı öldürmüşlerdi. Tiger Force’un yedi ayda
toplam kaç sivil öldürdüğü hâlâ bilinmiyor ve
büyük bir ihtimalle hiç bilinmeyecek. Ama çukurlara
gizlenen kadın ve çocukları askerlerin el bombalarıyla
nasıl öldürdükleri, yaralıların iniltilerini gece
boyunca nasıl dinledikleri tanıklar tarafından
anlatılıyor. 38 kalibre tabancasını canlı bir
hedef üstünde denemek isteyen er Colligan’ın Chu
Lai yakınlarında yaşlı bir adamı nasıl öldürdüğü..
Er Ybarra’nın ayağındaki spor ayakkabıları almak
için bir genci nasıl öldürdüğü.. Ayakkabılar küçük
gelince ölünün kafaderisini yüzüp tüfeğine nasıl
astığı.. Teğmen Hawkins’in yaşlı bir köylüyü nasıl
başından vurup öldürdüğü.. Boynundaki kolyeyi
almak için bir bebeğin başının nasıl kesildiği..
Tiger Force’un 1967’deki katliamı, son birkaç
yılda ortaya çıkarılan üçüncü büyük Amerikan savaş
suçu. 1999 yılında da bir grup Associated Press
muhabiri, Temmuz 1950’de Amerikan askerlerinin
Kore’deki No Gun Ri köyü yakınlarında yaptıkları
katliamı ortaya çıkarmıştı. Katliamdan kurtulanlardan
biri AP muhabirine o gün yaşadıklarını şöyle anlatıyordu:
“Bir teğmen çıldırmış gibi, ‘herşeye ateş edin,
hepsini öldürün’ diye bağırıyordu. Çocuklar..
orada çocuklar vardı. Kim olduğu önemli değildi.
Yediden yetmişe.. Körmüş, topalmış, deliymiş,
hepsini vurdular..”
Bir de, tanık olduğu bir görüntüyü, dehşet içindeki
bir kız çocuğunun görüntüsünü hafızasından söküp
atamamış bir askerin anlattıkları vardı: “Çocuk
bize doğru koşuyordu. O küçük kızı öldürmeye çalışan
askerleri görmeliydiniz. Makinalı tüfeklerle..”
Ve bir tanıdık yüz daha: Donald Rumsfeld
1971’de açılan ve ABD tarihinin en uzun süren
askeri soruşturmasının ardından herhangi bir cezaya
gerek görülmeden kapatılan Tiger Force dosyası
görüşülürken ABD Savunma Bakanı olan Donald Rumsfeld,
bugün de ABD Savunma Bakanı. O gün Beyaz Saray’ın
kurmaylarını yöneten Dick Cheney, bugün ABD Başkan
Yardımcısı.
Ve nihayet son bir not: 25 Şubat 1969’da Vietnam’ın
Thang Phong köyünde, emrindeki askerlerle birlikte
çoğu kadın ve çocuk bir grup köylüyü öldürdüklerini
aradan 32 yıl geçtikten sonra itiraf eden Bob
Kerrey, Vietnam’dan döndükten sonra önce Nebraska
valisidir (Demokrat Parti’den), ardından üst üste
iki dönem Nebraska senatörü olarak ABD Senatosu
üyesidir. Kerrey’in bugünkü kariyeri ise New York’taki
New School Üniversitesi’nin başkanlığıdır.
Sonuç olarak Vietnam, Amerikan emperyalizminin
en kirli sayfalarından biridir ve bugünkü ABD
yönetiminde bu bataklığa bulaşmamış tek bir kişi
bile yoktur. Üstelik, asla unutulmamalı; bütün
bu olaylar, yalnızca ABD makamlarının verilerinde
yer alanlardır. Katliama uğrayanların gerçek öyküleri
ise çoğu kez batı metropollerinde duyulmamıştır
bile.
|