Haziran ayı, Parti tarihimizde önemli
bir yer tutar; Haziran, 6 Haziran ve şehitlerimizle
özdeşleşir, öfkemizin, geleceğe yürümemizin, onurlu
bir mirasın korunup büyütülmesinin adı olur. 1 Haziran
1971; ilk önder kurucu yoldaşımız Hüseyin Cevahir’in
Maltepe’de ölümsüzleşmesidir. 6 Haziran 1981; Mahir
ve Hüseyin Cevahir’in yolunda yürüyen önder yoldaşlarımız
Atilla Ermutlu, Tamer Arda, Doğan Özzümrüt, Ercan
Yurtbilir’in ölümsüzleşmesini ifade eder. 25 Haziran
1981; anti-emperyalist bir eylemde şehit düşen Hakkı
Kolgu’nun yoldaşları, yoldaşlarımız Kadir Tandoğan
ve Ahmet Saner’in idam sehpasında devrim ve sosyalizmin
sesi olmasıdır. Hepsi bu değil, Nurhak dağlarında
şehit düşen Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan
Özdoğan’dan Mithat Koçulu ve Gürkan Özdemir’e uzanan
bir tarihin, şehitlerimizin somutunda cisimleşmesidir.
Bundan dolayı Haziran, şehitlerimizi, tarihimizi,
bugün üzerinden anlama ve geleceğe yürüme mücadelemizde
önemli zaman dilimini simgelemektedir.
Kızıldere Yol Ayrımıdır
TDH açısından, 71 silahlı mücadelesi bir yol ayrımını,
devrim ve sosyalizm mücadelesinde, bu mücadele
için ilklerin tohum olup büyütülmesini ifade eder.
1965-70 döneminde, anti-emperyalist, anti-oligarşik
devrimci kitle hareketi içinde yer alan, bu tarihsel
dönemin ürünleri olan ilk öncülerimiz, Mahir-Ulaş-Hüseyin,
TİP ve MDD süreçlerini yaşayarak, devrimci sosyalizmi
maddi örgütsel forma kavuşturmuşlardır. Bu dönemde,
sosyalizm dünyanın/yeryüzünün üçte birinde zafer
kazanmış; Asya-Afrika-Latin Amerika’da ulusal
ve sosyal kurtuluş mücadeleleri dev boyutlara
ulaşmıştır. Ayrıca, emperyalist kapitalist sistem,
kriz içinde, proletarya ve halkların mücadelesine,
sosyalizme karşı ABD öncülüğünde entegrasyonu
yaşamaktadır. Emperyalist-kapitalist sistemde
yaşanan kriz, yeni-sömürge ülkelere daha şiddetli
yansımakta, sosyalizm ve ulusal kurtuluş savaşlarının
etkisi ile, bu ülkelerde devrimci durum ortaya
çıkmaktadır. Artık, reformist, parlamentarist
hayallerin çözüm üretemediği, işçi-köylü-gençlik
kitle mücadelesinin düzen sınırlarını zorladığı
bir dönem söz konusudur. İşte aynı zamanda, uluslararası
sosyalist harekette, yeni proleter yönelimlerin
ortaya çıktığı bu dönemde, ilk öncülerimiz, Mahir
Çayan yoldaşın önderliğinde, KESİNTİSİZ DEVRİM
1-2-3 broşüründe devrimci sosyalizmin ideolojik-siyasal
çerçevesini oluştururken, THKP/C’yi örgütsel açıdan
inşa etmişlerdir. Maltepe’den Kızıldere’ye uzanan
kısa ve onurlu mücadele, bu dönemi en iyi karakterize
eder. Kızıldere salt bir “direniş” değil, bu dönemde
ortaya çıkan devrimci sosyalizmin savaş manifestosudur.
Partimiz ve 71 silahlı mücadelesi; resmi sosyalizmden,
parlamenter revizyonist anlayış ve gelenekten,
Kemalist cuntacı hayallerden, kendi dışındaki
güçlere bel bağlamadan kesin devrimci kopuşu,
M-L teori ve pratiğin somutlaşmasını ifade ediyor.
Bu anlamda, 71 silahlı mücadelesi ve partimizin
yaratılması tarihi, bir “kopuşu” ve “yeniden kurmayı”
içeriyor; bir “yol ayrımı”nı, artık, devrim ve
sosyalizmin bu “yol”dan yürüneceğini gösteriyor.
Kızıldere; parti tarihimizde “askeri yenilgi”
olarak yerini aldı. Kızıldere’de parti önderliği
ve yapısı fiziki olarak tasfiye oldu. Teslim olmama
geleneğini, devrimci dayanışma ve birlikte mücadeleyi
miras olarak TDH’ne bırakan Kızıldere; 73’ten
sonra yeniden yükselen devrimci mücadelenin en
önemli moral ve siyasal gücü oldu, binlerce P-C’liye
yol gösterdi...
Haziran Şehitleri Kavgayı Büyütüyor
Fehmi Gökçek, Nurettin Gürateş, Atilla Ermutlu,
Tamer Arda ve birçok şehitlerimiz, Kızıldere sonrası
devrimci mücadelenin öncüleri oldular, bu dönemin
yaratıcılarıdırlar. Kızıldere askeri yenilgisi,
P-C’liler açısından; partinin merkezi yapısının
ve dağınık P-C’lilerin birliğini oluşturmak görevini
ortaya çıkardı. Bu süreç, bitmeyen “partileşme
süreci”, “önce en geniş kitleleri örgütleyelim...”
vb. ile, açık bir örgütlenme üzerinden değil,
74 sonrası oluşan toplumsal-sınıfsal mücadele
zemininde, “temel mücadelenin örgütlenmesi, partinin
örgütlenmesidir...” tezinden hareketle aşılacaktır.
Yani, KESİNTİSİZ DEVRİM 1-2-3’ün oluşturduğu ideolojik-politik
çerçeve ile, anti-emperyalist, anti-faşist mücadelede,
“yukarıdan aşağı” örgütlenmeyi esas alan bir politik
iradenin somutlaşması, bu temelde politikleşmiş
askeri savaşın örgütlenmesi ve dağınık P-C’lilerin
savaş içinde birliğinin sağlanması elzemdir. 74-75’te
oluşan politik irade, tam da bu temelde somutlaşmış,
Kızıldere’nin mirasını günümüze taşımıştır. Ve
şehitlerimiz, bu tarihin, lekesiz temsilcileridir;
dün ile bugün arasında kurulan birer köprüdürler.
Bu dönemde, yani 74-80 döneminde, devrimci sosyalizm,
bir yandan bu temelde önemli adımlar atıp onurlu
bir mücadele tarihini yaratırken, aynı zamanda
P-C’nin her türlü yozlaştırılmasına, sömürü ve
istismarına, oportünist saldırılara karşı mücadele
etmiştir. Ancak, bugünden söylenebilir ki, bu
dönemde, yani 1974-80 döneminde “KESİNTİSİZ’leri
sonuna kadar savunuyoruz..” noktasında bir savunma
mekanizması oluşmuş ve ideolojik yenilenmede durağanlık
yaşanmıştır. Devrimci sosyalizmin kimi açılımları
bu tarihsel süreçte uç verse de (örneğin; Kemalizm
konusu) bu noktada genel atmosferden etkilenmiştir.
12 Eylül; TDH’de bir döneme işaret ediyor, bu
dönem aynı zamanda TDH açısından ikinci yenilginin
adıdır. TDH’nin her ne kadar 1920’lerden bu yana
kendine özgü bir tarihi olsa da, yukarda ifade
ettiğimiz gibi, 71 silahlı mücadelesi TKP ve TİP’de
somutlaşan tasfiyeci, reformist, Kemalizm’e soldan
destek veren, burjuva demokrasisinin ufkunu aşamayan
bir dönemi kapamış yeni bir dönemi başlatmıştır.
1974 sonrası 71 silahlı mücadelesinin kazanımları
üzerinden sınıf mücadelesinin ve devrimci hareketin
yeniden biçimlendiği, devrimci kitle hareketinin
büyüdüğü bir süreçtir. Anti-faşist mücadelenin
ön plana çıktığı bu dönemde halk hareketi Anadolu’nun
en ücra köşelerine kadar yayılmış, silahlı mücadele
özellikle şehir gerilla mücadelesinin zengin deneylerini
yaratmış, sürekli milli kriz ortamında kitlelerin
düzene tepkileri büyümüş, düzene karşı devrimci
kitle hareketi, düzenin sınırlarını aşındırmıştır.
Artık oligarşi açısından “yönetememe”, kitleler
açısından “eskisi gibi yönetilmek istememe” durumu
söz konusudur. 12 Eylül açık faşizmi bu ortamda
emperyalizm ve oligarşi tarafından örgütlendi.12
Eylül açık faşizmi, devrim ve sosyalizme yönelen
halk hareketini tasfiye etmek, İran İslam Devrimiyle
boşalan emperyalist nüfuz alanını doldurmak, içsel
bir karakter gösteren emperyalist saldırı programına
ve kapitalist restorasyona yeni bir yön vermek
amacıyla iş başına geldi. “Balyoz Harekatı” olarak
örgütlenen 12 Mart açık faşizmi ile kıyaslanınca,
çok daha kapsamlıdır, kalıcıdır. Burjuvazinin
mülkiyetini koruma ve yeni bir birikim-sömürü
modelini örgütlemek için, tüm burjuvazinin desteğini
arkasına alan 12 Eylül açık faşizmi, elbette,
sadece tekelci burjuvaziye değil, aynı zamanda
emperyalizme dayanıyor ve işçi-köylü-gençlik tüm
halk hareketine ve öncü güçlere yöneliyordu. Ekonomik
ve siyasal programı uygulamak için, açık zor eksenli,
katı, barbar faşist saldırılar örgütlendi; binlerce
devrimci tutuklandı, en vahşi işkencelere maruz
bırakıldı, zindanlara atıldı. Sokakta, evde, dağda
yüzlerce devrimci katledildi. Ve devrimci hareketi
tasfiye etmek isteyen 12 Eylül açık faşizmi, bir
“korku toplumu” yarattı. Bu restorasyon süreci,
1984 15 Ağustos sonrası bir darbe alsa ve Yukarı
Mezopotamya’nın ulusal kurtuluş mücadelesinin
kazanımları ile korku yenilse de özünde bugüne
kadar uzanmaktadır. İşte, 6 Haziran’da öncü kurucu
kadrolarımızın şehit düşmeleri, 25 Haziran’da
yoldaşlarımızın idam edilmeleri, bu süreçte bir
dönüm noktasını ifade ediyor. Kızıldere, devrimci
sosyalizm için ne ise, 6 Haziran da pek çok özellikleri
itibariyle odur.
12 Eylül: Bir Dönemin Başlangıcı
12 Eylül açık faşizminin barbar saldırıları, öncelikle
devrimci hareketi tasfiyeye yönelmiştir. Ancak,
böylesi bir fiziki tasfiye ile, kapitalist restorasyon
programı kalıcı hale dönüştürülebilir, ekonomik-siyasal
programının uygulanması koşulları doğabilirdi.
Birçok kez ifade ettiğimiz üzere, 2. Paylaşım
Savaşı sonrası, “Marshall ve Truman doktrini”
ile ABD emperyalizmi öncülüğünde, kapitalist sistem
yeniden örgütlenmiş, yeni-sömürgecilik ezilen
halklar dünyasında emperyalist sömürünün yeni
örgütlenme biçimi olarak ortaya çıkmıştır. Bu
sürecin ilerleyen aşamalarında kapitalist birikim
süreci kaçınılmaz olarak kriz öğelerini biriktirmiş,
1970’lerde kriz patlamış, yeni-sömürge ülkelerde
uygulanan “ithal ikameci” iç pazara yönelik kapitalistleşme
süreci tıkanmış, daralan pazar sorunu emperyalist
hegemonya mücadelesini hızlandırmıştır. Keynescil
kalkınma modelleri, sosyalizmin de güçlü etkisi
ile “sosyal devlet” uygulamaları, artık uluslararası
tekellerin çıkarına değildir. Kriz, daha fazla
sömürü ve kazanımların tasfiyesi ile aşılmak istenmektedir..
İşte, 1970’lerde uç veren neo-liberal ekonomik
programlar, 1980’lerde en olgun haliyle ortaya
çıkmıştır. Güney Kore ve Şili bir “model” veya
“laboratuvar” olarak kullanılmış; Reagan ve Thacher
ile iş başına gelen yeni-sağın öncülüğünde, neo-liberal
saldırı programları tüm dünya çapında örgütlenmiştir.
12 Eylül açık faşizminin 24 Ocak 1980 kararları
ile doğrudan ilişkisi vardır. “İthal ikameci”
birikim modelinden “ihracata yönelik sanayileşme”ye
geçiş bu dönemdedir. Uluslararası kapitalist iş
bölümü doğrultusunda örgütlenen bu model, yeni-sömürgelerin
borçlarını ödemesini sağlayacak tarzda ekonominin
ihracata dönük olarak organize edilmesini, bunun
için üretim sürecinin iç bütünlüğünün tümüyle
ortadan kaldırılmasını, mali sermayenin öne çıkışını
vb. öngörmektedir. Sanayi sermayesinden çok mali
sermayeye dayanan, üretimi değil rantiyeyi ön
plana çıkaran, spekülatif sermayeye dayanmaktadır.
Özelleştirme ve “esnek üretim” bu programın önemli
ayaklarıdır. Tamamen, IMF ve Dünya Bankası gibi
emperyalist kurumların denetiminde örgütlenen,
uluslararası sermayenin çıkarlarını ön planda
tutan, ihracatı borç ödemeye endeksleyen bu model,
kapitalist ilişkilerin yeni-sömürgelerde yeniden
örgütlenmesini ifade ediyor. 1990 sonrası çok
daha netleşen bu program, bu dönemde ortaya çıkmıştır;
ve yeni dönemin ekonomik yapısını ifade etmektedir.
İkinci olarak, 12 Eylül açık faşizmi ve sonrası,
“Düşük Yoğunluklu Demokrasi-Düşük Yoğunluklu Savaş”
konsepti içinde, devletin yeniden organize edilmesini
ifade eder. 12 Eylül askeri faşizmi, “Türk-İslam
sentezi”ne dayanarak, tekelci sermaye ve emperyalizme
dayanan faşizmin, yeni koşullarda, yeni biçim
almasıdır. 1982 Anayasası bu dönemde, bu devlet
biçiminin hukuksal zeminini ifade etmektedir.
Bu bir başlangıç olmakla birlikte, bu yönde devlet
örgütlenmesi, özellikle 28 Şubat’ta yeni biçimler
almıştır. Yani uluslararası yeni olgular ve sınıf
mücadelesinin ulaştığı evreye bağlı olarak, artık
“açık” ve “gizli” faşist yöntemler iç içe kurumsallaşmıştır.
Açık zor ve şiddet tek yöntem değildir. ”Sosyal
devlet”in budanması ile kitlesel tepkiler, kültürel
ve ideolojik pasifikasyon araçları ile kontrol
edilmektedir. 61 Anayasasında ifadesini bulan
ve küçük burjuvazinin rolüne bağlı, oligarşi içi
dengelere dayanan kimi demokratik kazanımlar,
1980 ve sonrasında tümden tasfiye olmuş, yeni-sömürgeci
ilişki üzerinde yükselen faşizm, açık ve gizli
faşizan yöntemlerin iç içe geçmesiyle kurumsallaşmıştır.
Öte yandan, devletin görünüşte de olsa emperyalizm
ve sermayeden bağımsız olma görüntüsü de çok kaba
biçimde bir kenara itilmiştir. Artık emperyalist
kurumlar çok açık biçimde devlet yönetimine müdahale
edebilmektedir. Devrimcilere ve halka karşı saldırılar
açık biçimde emperyalistlerle birlikte organize
edilmektedir. Bugün F Tipi Cezaevi saldırısı tesadüf
değil, emperyalizmle oligarşinin ortak saldırısının
bir parçasıdır. Emperyalist ülkelerde hazırlanan
F tipi planlarının coğrafyamızda uygulamalarını
yaşamaktayız. Yeni dönemde, devletin yeniden örgütlenmesinde
şiddetin önemli bir örneğidir. İşte bu sürecin
tam da 12 Eylül açık faşizmine dayanması, o dönemin
şiddet uygulamalarının ve pasifikasyon araçlarının
bugün rafine edilmesi ne tesadüftür, ne de gelip
geçici bir olgudur; faşizmin yeni koşullarda kurumsallaşmasıdır.
Elbette, üçüncü olarak, ekonomik alanda neo-liberal
politikaların (24 Ocak kararları ve sonrası politikalar),
siyasal alanda faşizmin kurumsallaşması, postmodern
kültürel saldırılarla iç içe ortaya çıkmıştır.
Evrensel kurtuluş projeleri yanlıştır, olamaz,
devrim ve sosyalizm gibi evrensel kurtuluş iddiaları
da yanlıştır söylemleri, yerel-bölgeci çözümler,
alt kimliklerin ön plana çıkarılması, “İslam-Türkçülük-Liberalizm”
söylemleri ile bireyciliğin, şovenizmin ve dinsel
gericiliğin kutsanması, köşe dönmecilik, yabancılaşma,
sevgisizlik, aldatma vb. son yirmi yılda egemen
toplumsal kültürel atmosferi oluşturmuştur. Her
şey metalaşmış, emeğin bölünmesine paralel birey
parçalanmış, insana yabancı değerler toplumsal
dokuya adeta yedirilmiştir.
1980’lerde ortaya çıkan bu olgular, yani neo-liberalizm,
postmodernizm ve faşizmin yeniden örgütlenmesi,
“reel sosyalizmin” çözülüşüyle, 90’lı yıllarda
küresel emperyalist saldırıların devasa boyutlara
ulaşmasına yol açmıştır. Artık bu dönem yeni bir
süreçtir. Bu dönemde, yukarıda ifade ettiğimiz,
kapitalist sistemde ortaya çıkan yeni olgular
tek başına değil; 2. Paylaşım Savaşı sonrası ortaya
çıkan dev dünya sosyalist bloğunun parçalanması
ve çözülmesi; ulusal kurtuluş hareketlerindeki
düşüş, vb. olgular da emperyalist-kapitalist sisteme
“nefes” aldırmıştır ve hegemonya savaşına yeni
boyutlar eklemiştir. Bunlar da yeni sürecin temel
karakterleridir.
Her yeni dönem tarihsel ilerleyişin yeniden biçimlenmesi-kurgulanması
anlamına gelir. Bir dönemi, bir başka dönemden
ayıran da bu yeniden biçimlenişi sağlayan öğelerdir.
Elbette, birbirini takip eden iki dönemin ortak
paydaları da olabilir; ama devrimci sosyalizm,
genel bir emperyalizm-kapitalizm tespiti ile yetinemez,
evrimi ve sıçramayı görür, sınıf mücadelesini
nesnel olarak ortaya çıkan olgular üzerinden yeniden
kurgulayarak ilerler. Tersi, dogmatizm ve inkarcılıktır;
eskiye takılmaktır, ya da “yeni” adına her şeyi
inkardır. “Marksizm’in aşılması” yeni bir söylem
değil, revizyonizmin tarihi ile özdeştir; bugün
liberalizmin en temel söylemidir, hatta bazı zaman
“Marksizm” adına Leninizm , özellikle de Leninist
Parti anlayışı hedef yapılır. “Demokrasi” en önemli
ve çarpıtılan kavramdır, liberalizmin elinde demokrasi,
en fazla yozlaşmış burjuva demokrasisinden öte
bir şey değildir; kaldı ki bugün bundan da artık
eser kalmamıştır. Burjuva anlayış “radikal demokrasi”
vb. adlarla tekrar tekrar kurgulansa da; özünde
tümüyle aynı noktaya takılır kalır; tamamen aldatmacaya
dayanan bir toplumsal barış ve uzlaşma (yani proletarya
ve ezilen diğer kesimlerin oligarşilerle uzlaşması!)
söylemini ileri sürer, sınıf mücadelesini güya
şiddetten arındırır, devrim ile değil, kapitalizmin
onarılması ile ilgilenir. Liberal tasfiyecilik,
“Demokratik Cumhuriyet” örneğinde olduğu gibi,
büyük bir bilinç ve kavram çarpıtması ile, mistik
söylemler kullanılarak halkların ve sınıfın önünü
karartır. Dogmatizm, liberalizme cepheden tavır
aldığını düşünür, öyledir de, ama bu da devrimci
çözümü içermiyor. 1. ve 2. Bunalım döneminin temel
tezleri, örneğin, yarı-feodal yarı-sömürge, iç
savaş, köylü savaşı vb. tezler, 1963 sonrası ,
sosyalist harekette ortaya çıkan Moskova-Pekin-Tiran
eksenli çatışmaya eklemlenme, hala dünyayı ve
ülkeyi bu temelde ele alma, ne kadar devrimci
olursa olsun, zaman tünelinde kalmaktır. Örnekleri
çoğaltmak mümkün, ancak her iki sapma da Marksizm-Leninizm’i
ve yaşanılan tarihsel dönemi anlamamaktır. Devrimci
yenilenme, ancak Marksizm-Leninizm’in ruhuna sadık
kalınarak, yaşanılan dönemi doğru okumakla mümkündür.
Sosyalist harekette yaşanan gerilemenin bir çok
nedeni vardır; nedenlerden biri de budur, her
düzeyde devrimci yenilenme bilincini içselleştirememektir.
Elbette, her dönemin Marksist analizini yapamayan
sol ve devrimci güçler, nesnel bir zeminden beslenmektedirler.
Bu nesnel zemin kapitalizmdir, işçi sınıfı içindeki
burjuva eğilimlerin siyasal dışavurumlarıdır.
Tekelci kapitalizm, Lenin’in de ifade ettiği gibi;
bu olguyu ortaya çıkarmıştır. Küçük burjuva hayalleri
büyüten bu nesnel zemin, TDH’de demokratizm ve
Kemalizm gibi iki güçlü akımdan da beslenerek
tasfiyeciliğin ideolojik-siyasal ayaklarını oluşturmaktadır.
Böylece legalizm, parlamentarizm, demokratizm,
adı ne olursa olsun, Marksizm ve Leninizm’le mesafenin
açılması ve sağ ve sol tasfiyeciliğin kapılarının
açılması anlamına gelmektedir. Her şeyin birbirine
karıştığı, eski tasnifle değil, yeni sınıf ölçülerinin
ortaya çıktığı, çıkarılması gerektiği bu dönemde,
tüm devrim-sosyalizm sorunlarını doğrudan kesen
bir politik hattın olması, devrimci yenilenme
için elzemdir. Devrimci sosyalizmin devrim-devlet-sosyalizm-emperyalizm-ulusal
sorun-parti-mücadele biçimleri vb. konularda,
tüm siyasal sorun ve olgularda böylesi net, berrak
hattı vardır; devrimci yenilenmeyi esas almaktadır
ve bu önemli bir siyasal kazanımdır.
Şehitlerimizle Geleceğe Yürüyoruz
Bu siyasal kazanımın yol göstericileri ve yaratıcıları
şehitlerimizdir. Mahir-Hüseyin-Ulaş, 1970 ve sonrasının
siyasal çerçevesini ve programatik tezlerini devrimci
sosyalizme armağan etmiştir; KESİNTİSİZ DEVRİM
1-2-3 budur. “ŞAFAK YARGILANAMAZ” bu siyasal çerçeveye
bağlı kalarak, ülke ve dünya gerçeğini ele alma,
zenginleştirme çabasıdır. Yine 1987’lerde P-C’de
önemli bir teorik-siyasal hatayı ifade eden Kemalizm
anlayışının, doğru çözümlenmesi, buna bağlı olarak,
P-C’de bir eksikliği ifade eden Kürt ulusal sorununda
doğru Marksist çerçevenin oluşturulması devrimci
yenilenmede birer adımdır. Keza reel sosyalizmin
çözülmesi, bu temelde “SOSYALİZMİN SORUNLARI”
dosyasının üretimi; programatik tezlerin, dünya
devrimci deneyleri ile ayrıntılı çözümünü içeren
“MAHİR VE DEVRİM” siyasal kazanımların adıdır.
Tüm bunlar üzerinden bugün “Devrimci Yenilenme”
şiarıyla içinden geçtiğimiz dönemin ayrıntılı
ele alınması, tüm bunların “Devrimci Yenilenme
Yazıları” ile somutlaşması, 34 yıllık tarihimizin
siyasal kazanımlarını ifade eder. Bu siyasal zemin
üzerinden geleceğe yürüyoruz. O halde bugün, şehitlerimizi
anmamız, ideolojik-politik birliğimizin bu çerçevesini,
siyasal çizgimizi, bu siyasal birikimi kavramamızı
ve içselleştirmemizi ifade ediyor. Şehitlerimizi
anlamak, bu siyasal kazanım ve politik çizgiyi
anlamak demektir; devrimci yenilenmeyi içselleştirerek,
adımları hızlandırmak demektir.
Devrimci sosyalizm, 34 yıllık tarihsel süreçte,
inişli- çıkışlı, yenilgi, atılım, durgunluk vb.
dönemleri yaşayarak bugüne ulaşmıştır. Varolanla
yetinmek, dünya ve ülke devrimlerinin ihtiyaçları
üzerinden, gelinen aşamayı gönül rahatlığı ile
içimize sindirmek mümkün değildir. Ama yönümüzü
geleceğe döndük, bugünü kazanmak istiyoruz; ancak
böyle bir yürüyüşle adımlarımızı büyütebiliriz.
Bilinmeyen bir gelecek, “nereye yürüyeceğimiz”
değil, ideolojik-politik birliğimiz üzerinden
“neler yapacağımız”, adımları “nasıl büyüteceğimiz”
bugünün sorunudur. Şehitlerimize bağlılık, tarihsel
ve sınıfsal sorumluluk, tereddütsüz tarihin hükmünü
bu ülkede cisimleştirmeyi, yani devrimin gerçekleşmesini,
sosyalizmin maddi güç haline dönüşmesini ifade
ediyor. Bu hedefe yürüyüş; net bir siyasal çizgi
ve duruş, bunun üzerinde nesnel gerçeğe dönüşen
örgütsel yapı, devrimci gelenek ve değerlerle
mümkündür. Devrimci sosyalizm tam da buradan besleniyor,
geleceğe yürüyor. Devrimci hareketin uzun yıllara
yayılan gerilemesi, açlık-sefalet-baskı vb. ile
kitlelerin teslim alınması, toplumsal çürüme kader
değildir. Sınıfsal-ulusal-cinsel çelişkiler ülkemizde
adeta bir düğüm haline gelmiş olup bunların çözüm
platformu DHD’dir. DHD demokratik ve sosyalist
görevleri birlikte ele alan, faşizmi tüm kurum
ve kuruluşlarıyla tasfiye eden ve halk demokrasisini
gerçekleştiren, ulusal sorun dahil tüm demokratik
sorunları devrimle gerçek çözüme kavuşturan, emperyalizmin
tüm hegemonya ve bağımlılık ilişkilerini parçalayan
ve kesintisiz olarak sosyalizme ilerleyen anti-emperyalist,
anti-oligarşik devrimdir. Bu devrim, DHD, yeni-sömürgecilik
üzerinde yükselen kapitalizmle sosyalizm arasına
bir “üçüncü dönem”, üçüncü bir toplum-devlet-kültür
bütünü koymaz, devrimin “ertesi günü” sosyalizme
yönelir, adım adım sosyalizmi örgütler. Proletaryanın
hegemonyasında, tüm emekçi sınıf ve halkın katıldığı
bu devrimin temel sorunu, iktidar sorunudur; halk
iktidarı, proletarya demokrasisinin/diktatörlüğünün
özgün biçimi olarak örgütlenir. Bu uzun bir yürüyüştür;
uzun süreli halk savaşı ile, PASS ile gerçeğe
dönüşür. PASS silahlı ve barışçıl mücadele biçimlerini
birlikte ele alan, şehir ve kırda öncü gerilla
ile savaşı örgütleyen, ulusal çelişkiler dahil
tüm çelişkileri sınıfsal eksende ele alan, Parti
önderliğinde, cephe ve orduyu adım adım örgütleyen
stratejidir.
Siyasal mücadele “genel” olanla, tek başına strateji
veya stratejik hedeflerin belirlenmesi ile yetinemez;
siyasal mücadele somut olandan hareket eder, somuta
yönelik taktik program/politikalar oluşturulur,
bunlar da stratejik hedeflere bağlanır. Bundan
dolayı devrimci sosyalizm, uzun yıllara dayanan
durgunluk dönemini ve “yeni dönemin” politik-askeri
vb. ihtiyaçlarını gözeterek, devrimci yenilenmeyi
her alanda içselleştirerek, yeniden inşa sürecini
önüne koymuştur. Bu süreç; Parti ve Cephe’nin
adım adım inşa edildiği süreçtir, bu kazanılmadan
geleceğe yürümek söz konusu olamaz, bugünün temel
görevi bu süreci kazanmaktır. Şehitlerimizle bu
süreci kazanacağız!
Emperyalizm demokrasi, uygarlık, barış değil;
ilhak, savaş, gericilik eğilimi taşır. Kapitalizmin
üretici güçlerin önünü açtığı tarihsel dönem geride
kalmıştır, tekelci kapitalizm üretici güçleri
engeller. Aynı zamanda bu süreç, yani tekelci
kapitalizm/emperyalizm, yeryüzünün paylaşıldığı,
banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçip mali
oligarşinin oluştuğu, meta ihracının yanı sıra
sermaye ihracının ön plana çıktığı tarihsel dönemdir.
Ve bu tarihsel dönemin 100 yılı aşkın serüveni
vardır. Reel sosyalizmin çözülmesi ile bu serüven
yeni bir boyut kazanmış, meta ve sermayenin sınırsız
dolaşımı, pazar için mücadelenin şiddetlendiği,
kapitalizme özgü tüm sömürü biçimlerinin vahşice
uygulandığı bir dönem başlamıştır. Kapitalist
entegrasyon dünya ölçeğinde paylaşım savaşını
güncelleştirmese de bölgesel paylaşım savaşları
yeryüzüne yayılmıştır. “Büyük Ortadoğu Projesi”
emperyalizmin, ABD emperyalizmi öncülüğünde, Ortadoğu’yu
yeniden paylaşma sürecidir; Afganistan, Irak,
Filistin, Kafkasya vb. oynanan oyunlar bundandır.
1. Ortadoğu savaşı ile ilan edilen “YDD”, savaş,
ilhak ve işgal, en vahşi işkence ve buna karşı
halkların direnişi ile artık eskimektedir. Emperyalizm
“ya bizden yanasınız ya düşmansınız” pervasızlığı
ile halklara savaşı dayatmakta; aynı zamanda sömürge
ve yeni-sömürge ülkelerde emperyalist-kapitalist
sistemin krizi düğüm haline gelmekte, açlık-sefalet-baskı-yabancılaşma,
kurumsallaşan faşizmle halkları teslim almaya
çalışmaktadır. Sosyalizmin de güçlü etkisi ile
kapitalizmi onarma rolü oynayan “sosyal devlet”,
neo-liberal saldırılarla budanmakta, “devletin
küçülmesi” veya “devletin aşılması” değil, kamusal
kazanımlar ortadan kaldırılmakta; devlet, emperyalizm
ve oligarşilerin ihtiyacı doğrultusunda askeri
ve polisiye alanda, denetim alanında güçlendirilmektedir.
Bir başka ifade ile tüm bu nesnel süreç aynı zamanda
devrimin nesnel koşullarını olgunlaştırmakta,
sosyalizmi daha güçlü bir seçenek haline dönüştürmektedir.
“Ya Kapitalist Barbarlık Ya Sosyalizm” çağımızın
temel şiarıdır ve bu şiar bu tarihsel koşullarda
çok daha güncelleşmiştir. Ancak tek başına devrimin
nesnel koşullarının olgunlaşması, devrimci durumun
sürekli varlığı çözüm değildir, halkları devrime
ulaştırmaz. Bunun için proletaryanın öncülüğünde,
tüm emekçi sınıfları örgütleyen devrimci sosyalizmin
maddi güç haline gelmesi, devrimci sosyalizmle
sınıf-halk hareketinin bütünleşmesi zorunludur.
Yeniden inşa sürecimiz aynı zamanda böylesi bir
perspektifle devrimci kitle hareketinin yaratılması
sürecidir. Bugünden atılan adımlar, sadece bir
başlangıç olup, on yılları kapsayan, devrimci
hareket ile kitle hareketi arasındaki “mesafe”nin
kapatılmasının temellerinin yaratılmasını hedeflemektedir.
Şehitlerimiz, her adımın kitlelere ve mücadeleye
bağlanarak, devrimci sosyalizmin, savaş-yoksulluk-faşizm
kıskacında her imkanı örgütlemeyi başarmasını
emretmektedir. 25 Haziran şehitlerimiz Kadir Tandoğan,
Ahmet Saner ve Hakkı Kolgu yoldaşlar, sadece bir
devrimci eylemin örgütleyicileri değil, anti-emperyalist
mücadelede, 12 Eylül cuntasının örgütleyicisi
emperyalizme karşı, halkların mücadelesinin simgesidirler.
6 Haziran şehitlerimiz, “bitirdik” denildiği bir
dönemde, merkezi önderliği tereddütsüz dolduran
Atilla Ermutlu yoldaş önderliğinde, 12 Eylül cuntasına,
emperyalizme karşı savaşın adıdır. Emperyalist
barbarlığa karşı, ancak anti-kapitalist, sınıfsal
mücadele ile zafer kazanılabilir; devrimci sosyalizm,
özgür vatanın ancak sosyalizmle anlamlı olacağını
bilmektedir.
Örgütlü halk yenilmez. Ancak halk, homojen bir
yapı değil, heterojen, farklı sınıf ve tabakaların
oluşturduğu kitlelerdir. Bu anlamda, bir devrim
sürecinden sözediyorsak tek başına “halk”tan söz
etmek anlamlı değildir. Halk, proletaryanın sınıfsal
bir bakış ile ele alınması gereken, proletarya
ve küçük mülk sahiplerinin oluşturduğu geniş kitleleri
içeren kavramdır. Devrimci sosyalizm, proletaryanın
temsilcisidir ve anti-emperyalist, anti-oligarşik
DHD’de, tüm halkı, proletaryanın öncülüğünde örgütlemeyi
hedefler. Yani Partimiz proletaryanın temsilcisidir;
proletaryayı ve tüm emekçi sınıfları örgütlerken,
kendini ve halkı ayrı ayrı konumlandıramaz. Yeni-sömürge,
çarpık kapitalizmin yarattığı tüm sınıfsal, ulusal,
cinsel çelişkileri doğru ele alır ve tüm bunlara
yönelik siyasal-örgütsel açılımlar yapar. Partinin
örgütlenmesi, devrimin örgütlenmesidir; devrimin
örgütlenmesi Parti ve Cephenin örgütlenmesidir.
Tüm bunların gerçekleşmesinin yolunun, birbirinden
koparılmadan, kadroların örgütlenmesinden geçtiğini
bilmek gerekir; kadrolar ve kitleler iç içe olmak
zorundadır, kitlelerden kopuk bir kadro örgütlenmesi
mümkün değildir. İşte şehitlerimiz devrimci sosyalizmin
kadrolarını temsil etmektedirler, onların birer
örneğidirler. Nasıl kadro? Bu sorunun yanıtı şehitlerimizde
somutlaşmıştır, onların mücadelesi ve yaşamının
incelediğimizde bunun zengin örneklerini görürüz.
Atilla, Fehmi, Tamer, Nurettin yoldaşlar “kurucu
kadro”nun en parlak örnekleridirler; onlar her
koşulda, çok yönlü düşünen, kendini ve partiyi
çok yönlü örgütleyen politik ve askeri mücadeleyi
sentezleyen, devrimci sosyalizmin önünü açan,
partiye ve kitlelere yol gösteren önder kadrolardır.
Örneğin; Atilla en zor koşullarda, 12 Eylül cuntasının
en azgın saldırılarının olduğu günlerde, 12 Eylül
açık faşizmine karşı ilk politik bildiriyi kaleme
almaktan tutalım, pullamadan en yüksek askeri-politik
eylemin örgütlenmesine kadar, mali sorunların
köklü çözümünden partinin yeni bir atılım için
konferans örgütlemesine kadar uzanan her sorunda
öncüdür. Atilla, uzun vadeli bakışın, Latin Amerika’da
yaygınlık gösteren gerilla savaşının ülkemizde
örgütlenmesinin özlemini yaşayan, mütevazı, bilgili,
ahlaklı, Mahir ve Che’nin yoldaşıdır. Bedrettin
Şınnak, Nurettin Yedigöl vb. yoldaşlar, işkencede
devrimci sosyalizmi onurla temsil etmenin, oligarşiyi
işkencehanelerde yenmenin, Mahir’in, İbrahim Kaypakkaya’nın
mirasını korumanın temsilcisidirler. Bedir Ali
Akarsu, “halk adamı” olmanın; Doğan Özzümrüt,
Ercan Yurtbilir, Arif Yılmaz, Kasım Akkurt atılganlığın,
cüretin ve teslim olmamanın, Zeki Yumurtacı işkenceci
katillerin kurşunlarına yumruğu havada meydan
okumanın ta kendisidir. Didar Abla tutsak yoldaşlarla
bütünleşmenin, zindan direnişinin dışarıdaki sesidir.
Serpil Polat yoldaş, Parti birliğimizin, P-C’lilerin
savaş yoldaşlığının yaratılmasının, Anadolu ve
Mezopotamya devrimlerinin birbirlerine enternasyonal
bağının onurlu halkasıdır. Devrimci hareketi tasfiye
amaçlı,19 Aralık zindan saldırılarında kahramanca
direnen ve bugün 112 şehitle haklı ve onurlu yerini
alan bileşik direnişin, devrimci sosyalizm adına
tuğlasıdır Alp Ata...
Çok verilenden çok istenir. Şehitlerimiz; Partimizin,
devrim ve sosyalizmin onurlu temsilcileridir.
Ve 34 yıllık tarihimizin tüm kazanım ve değerlerini
simgelerler. Yani bugün “bize ait” dediğimiz her
şeyde, bizi var eden politik çizgi, değerlerin
toplamı, üslup ve tarz, yeni tip sosyalist insan
şehitlerimizde somutlaşmıştır. Onlar, devrimci
sosyalizmin bu coğrafyada yaratıcıları, savaşçıları,
öncüleridirler. Bugün şehitlerimizin bu mirası
üzerinde, onların açtığı yoldan geleceğe yürüyoruz.
6 Haziran ve 25 Hazirancılar M. Suphilerin, Mahirlerin
izinden yürüdüler. Onların yoldaşı olma onurunu
taşıdılar. Halklarına devrim şiarlarını taşıdılar,
devrim sözü verdiler. Serpil, Hazirancıların yoldaşı
olarak verilen sözü onurla taşıdı. Onlar; buzu
kırdı, yolu açtı ve bizlere bu yoldan yürümeyi,
savaşmayı öğrettiler.
Şehitlerimize sözümüz var; Devrim ve Sosyalizm!
Şehitlerimize verdiğimiz bu söze sadık kalacak,
bugünü kazanacak, yeniden inşa sürecini başaracağız.
P-C ile özgür ve sosyalist bir ülkeyi dünya halklarına
armağan edeceğiz!
YA ÖZGÜR VATAN YA ÖLÜM!
KURTULUŞA KADAR SAVAŞ
|