“Bu 19. yüzyılımıza özgü bir büyük
olgu, hiç bir partinin yadsımaya kalkışmadığı
bir olgu vardır. Bir yandan, bundan önceki insanlık
tarihinin hiç bir evresinin aklına dahi getiremediği
sınai ve bilimsel kuvvetler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Öte yandan, Roma İmparatorluğunun son zameanlarında
görülen umutsuzluğu kat kat aşan çürüme belirtileri
vardır. Günümüzde her şey kendi karşıtına gebe
görünüyor. İnsan çalışmasını kısaltma ve bereketlendirme
şaheser gücüne sahip makinelere [karşın -ç] kendisinin
yoksulluk içinde, gücünün ötesinde çalıştığını
görüyoruz. Ortaya yeni çıkmış zenginlik kaynakları,
garip bir gizemli büyü ile, yokluk kaynakları
haline dönüşüyor. Sanat zaferlerinin karakter
kaybı ile satın alındığı görülüyor. İnsanoğlunun
doğayı egemenliği altına aldığı hızla, insanın
öteki insanların ya da kendi aşağılıklığının kölesi
haline geldiği görülüyor. Bilimin saf ışığının
bile, cehaletin karanlık zemininden başka bir
şeyi aydınlatamadığı görülüyor. Bütün keşiflerimizin
ve ilerlememizin, maddi güçleri entelektüel bir
yaşamla doldurmak ve insan yaşamını maddi bir
güçle aptallaştırmak sonucu verdiği görülüyor.
Bir yanda modern sanayi ve bilim, öte yanda modern
sefalet ve ayrışma arasındaki bu uzlaşmaz çelişki;
üretici güçlerle çağımızın toplumsal ilişkileri
arasındaki bu uzlaşmaz çelişki, apaçık, karşı
konulmaz ve su götürmez bir olgudur. Bazı partiler
buna hayıflanabilirler; ötekiler ise modern çatışmalardan
kurtulmak için, modern sanatlardan kurtulmayı
arzulayabilirler. Ya da sanayideki bunca açık
bir ilerlemenin, siyasette aynı ölçüde açık bir
geri çekilme ile tamamlanmak istediğini sanabilirler.
Kendi payımıza biz, bütün bu çelişkileri ortaya
çıkarmayı sürdüren yetenekli ruhun biçimi konusunda
yanılmıyoruz: Toplumun yeni yaratılmış güçlerinin
iyi bir biçimde çalışması için, bunların istediği
tek şeyin yeni yaratılmış insanlar tarafından
yönetilmek olduğunu biliyoruz - ve bunlar işçilerdir.”
(19 Nisan 1856, People’s Paper)
Neredeyse yüzelli yıl önce İngiliz işçilerine
yaptığı bir konuşmada böyle söylüyordu Marx. Üstelik
de ne kadar saf bir dönemde! Henüz ortalıkta ne
vardı ki! Marx’ın konuşma yaparken içtiği su,
içilebilir bir suydu herhalde; henüz Hiroşima
yok olmamıştı, Çernobil adı bile bilinmeyen küçük
bir köydü belki; insanlık her gün attığı büyük
büyük adımlarla yeni ufukları açıyor, toprağın
binlerce yıllık köleleri özgürleşiyor, “gelişme”
ve “ilerleme” kavramları şimdilik kaygı değil
heyecan ve iyimserlik yaratıyordu.
Yine de Marx bu konuşmasında, bir kahin gibi,
kapitalist gelişmenin bağrında taşıdığı kanser
urunu çarpıcı bir biçimde belirliyor ve sonra
aynı açıklıkla sorunun çözümünün artık geride
değil ileride bir yerde, sosyalizmde olduğunu
ortaya koyuyordu. Böylece yaptığı şey, aslında
kendi “ilerleme” anlayışının da ortaya konulmasıydı.
Sık sık iddia edildiği gibi Marx, bilimlerdeki
ve üretim teknolojisindeki olağanüstü gelişmeleri
gözü kapalı alkışlayan biri değildi; o, bütün
bu baş döndürücü gelişmelerin içindeki derin çelişkileri
görüyor ve fakat, bütün bu çelişkilerin de aynı
gelişmelerin yarattığı yeni güçler tarafından
bir devrimle çözülebileceğini söylüyordu.
Doğa ve İnsan
İnsanın doğayla olan macerası binlerce yıllık
bir süreci kapsıyor. Uzun bir evrim sürecinin
ardından tarihin belli bir döneminde kuşkusuz
nitel bir sıçramayla kendi kendisinin az çok farkında
olan akıllı bir varlık haline gelen ve artık bu
anlamda doğadan kopan insan, aynı zamanda insanlık
tarihine giriş noktasıdır. Tarihin bütününe değil,
yalnızca insanlık tarihine... Yoksa, evrenin insandan
tamamen bağımsız olarak milyarlarca yıl boyunca
devam eden macerası, esasen kendi tarihine sahiptir.
Ama insana geldiğimizde, ilk kez doğanın unsurları
arasındaki farklı bir ilişki biçimine geliriz.
Doğanın bütün parçalarının kendi aralarında kurdukları
ilişkinin kendiliğindenliği, bir yerinden kırılır
ve esasen kendisi de aynı doğanın parçası olan
insan bireyi, içinde yaşadığı doğal ortama az
ya da çok müdahale ederek onu kendi yaşam amaçları
için bilinçli bir biçimde değiştirerek kullanır.
İnsan, artık doğanın sıradan bir parçası olmaktan
geri dönüşsüz bir biçimde kopmuş ve bütün diğer
canlılardan nitel olarak ayrılmıştır. Henüz bu
doğal ortamın efendisi değildir, hatta çok uzunca
bir süre doğadaki diğer güçler içerisinde oldukça
zayıf bir konumdadır; ama artık bilinçli bir varlık
olarak gelişmekte ve her aşamada kendi maddi varlığını
üretirken çevresini de değiştirmektedir. Aşırı
doğa tutkunlarının ya da mitoloji düşkünlerinin
iddia ettikleri gibi bu bir “ilk kötülük” de değildir;
yaşamın ve evrimin doğal seyrinden söz ediyoruz
burada; insanın en eski ilkelliğine dönmesi üzerine
fantaziler ise konumuzun dışında kalıyor.
Önce ilkel komünal koşullarda sonra köleciliğe
evrilerek geçen bu yüzyıllar boyunca esasen insanın
doğayla olan bu ilişkisi henüz aşırı bir değişikliğe
uğramamıştır. Maddi ihtiyaçlarının ve fizyolojik
yapısının, beyninin, vb. geliştiği her aşamada
insan yaşadığı doğal çevreye daha fazla müdahale
etmiş, ancak yine de bu müdahale toprağın, suyun
ve diğer unsurların olduğu haliyle kullanılması
noktasını çok fazla aşmamıştır. Köleciliğin şatafatlı
dönemlerinde şüphesiz görkemli tapınaklar, saraylar,
sırf zevk için düzenlenen ziyafetler, törenler,
vb. bu “doğal ihtiyaç” kriterlerini epey zorlamıştır
ama tarih kitaplarında çok anlatılan bu ortamın
biraz dışına, sıradan insanların hayatına baktığımızda
orada yine işler bu genel durumu bozmamaktadır.
Yani sıradan insan, toprağı ihtiyaçları için işlemekte
ve örneğin bir ağacı da ondan bir ev yapmak için,
vb. kesmektedir. İlkel toplumdan çıkıldığında
değişen asıl unsur, üretim araçlarının artışı
ve çeşitlenmesi ile birlikte gelişen mülkiyet
ilişkileridir. Artık topluluk halinde yaşayan
ve komünal bir yaşam içerisinde doğadan topladıklarını
ya da avladıklarını bu ortak yaşamın parçası gibi
algılayan insanın dünyasından çıkıp, toprağı ve
ürünleri mülk edinen insana -ve tabii madalyonun
diğer yüzüne, mülksüz insana- geliriz. Esasen
bu da bir “ilk kötülük” değil, insanlık tarihinin,
insanın maddi üretim koşullarının bir gelişme
evresidir.
Ama ne olursa olsun, bütün bu evreler, insanın
yaşadığı doğal ortamla ilişkisi bakımından, kapitalist
dönemin sanayileşme ilişkileriyle kıyaslanamayacak
kadar saftır. İnsan, henüz doğanın kör ve yıkıcı
güçleri karşısında oldukça zayıftır, köleci dönemin
felsefe dünyasının bütün parlaklığına karşın bu
güçlerin işleyiş kurallarını keşfederek üretim
için kullanmaktan uzaktır. İlkel hayata ne kadar
çok vurgu yapılırsa o kadar sıkı çevreci olunacağını
düşünenlerin tersine bu dönemde insan, kendi doğal
ortamını bozmama gibi bir bilince de sahip değildir.
İlkel dönemin bazı topluluklarında doğal güçleri
esas alan dinsel inanışlar elbette yaygındır ve
bu topluluklar toprağı, suyu, vb. kendilerinden
ayrı şeyler olarak görmedikleri için doğaya saygılı
yaklaşmaktadırlar; ama burada asıl sorun, insanın
“doğayı dönüştürebilme yeteneklerinin” henüz sınırlı
olmasıdır. Yani insan toplumunun maddi üretim
ilişkileri ve güçleri, ihtiyaçları, henüz böyle
bir aşamada değildir. İlkel insan toprağı işlemekteki
yeteneklerini belirgin biçimde artırmakta ama
bunun için büyük makineler kullanmayı hayal bile
etmemektedir; giysiler yapmak için pamuğu ve hayvan
postlarını kullanmakta ama örneğin sentetik nesneler
üretmeyi aklından geçirmemektedir, vb. vb. Ve
bunlar “doğayı korumak”la ilgili şeyler değil,
tamamen dönemin ihtiyaçları ve üretim güçleriyle
ilgili şeylerdir.
İnsanın doğa güçlerine başka bir biçimde yaklaşması
ve onun yasalarını çözümleyerek maddi üretim için
yaygın bir biçimde kullanması aşaması ise aradan
geçen yüzyıllar boyunca olgunlaşmıştır. Şüphesiz
bu durum, esas biçimini kapitalist sanayileşme
sürecinde bulmuştur ama kapitalist üretimi önceleyen
yüzyıllar boyunca bir çok ilerleme üst üste birikmiş,
şu beylik deyimde olduğu gibi “ihtiyaç” her zaman
“keşiflerin anası” olmuştur. Bu yazı çerçevesinde,
bütün bir Ortaçağ ve Rönesansın gelişmelerini
özetlemek imkânına sahip değiliz; ancak süreç
açısından kesin olan şey, böylece muazzam bir
bilgi birikiminin oluştuğudur.
Yani kapitalist üretim, bugünkü bildiğimiz anlamıyla
ortaya çıkıp hakim bir ilişki biçimi olmadan çok
önce, onu mümkün kılan yüzlerce bilimsel keşif
ya da en azından ütopik tasarım ortaya çıkmış
ve koşulları olgunlaştırmıştır. Bu anlamda suyun
kaldırma kuvvetinin formüle edilmesi ya da elementlerin,
gazların, vb. keşfiyle buharlı büyük gemilerin
yapımı arasında yüzyıllar geçmiş olsa bile, esasen
bütün bu gelişmeler bir zincirin halkaları gibi
birbirine eklenmiştir. Örneğin ateş yakma eyleminin
keşfi, Engels’in çok yerinde olarak belirttiği
gibi tarihin eşiğindeki insan için en muazzam
keşiftir; ama aynı keşfin kömürün-su-buhar ilişkisine
evrilmesi bir başka gelişme aşamasına aittir.
Böylece gelinen nokta, kapitalist üretimin insan
üzerindeki yıkımı ne olursa olsun, olağanüstü
ve heyecan vericidir. Özellikle 19. yüzyılın sonu
ve 20. yüzyıl boyunca insanlık, son derece çarpıcı
buluşlara tanık olmuş, hatta denilebilir ki, daha
önceki yüzyıllar boyunca olup biten her şeyi yüzlerce
kez katlayan büyük gelişmeler gerçekleşmiştir.
Ve şüphesiz, (20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
sürece ağırlık koyan sosyalist ülkeleri bir ölçüde
dışta tutarsak) bütün bu gelişmelerin büyük çoğunluğunu
kapitalizme borçluyuz.
Doğa Yasalarına Egemen Olmak
Marksist teoride çoğu kez yanlış anlaşılan unsurlar
da onun bu gelişmeye yaklaşımıyla ilgilidir.
Marx ve Engels’in ahlaki yargılar, “insanın doğası”,
vb. gibi konularda mümkün olduğunca az görüş ifade
ettikleri, daha ağırlıklı olarak kapitalist sistemin
işleyişi ve bu sistemin hangi güçler tarafından
nasıl yıkılacağı noktasına yoğunlaştıkları bilinir.
Bu bağlamda Marx ve Engels, kapitalist üretimin
yarattığı gelişmelere önsel olarak karşı çıkan
“makine-kırıcılar” ya da “doğacılar”dan hep uzak
durdular. Onlar, zaten objektif bir olgu olarak
gelişmekte olan kapitalist sistemin içi-boş ve
temelsiz laflarla protesto edilmesini değil, bizzat
bu gelişmenin yarattığı güçler (proletarya) tarafından
yıkılarak komünizmin kurulmasını savundular. Onlar,
kapitalist üretimde sıçrama yaratan herhangi bir
bilimsel gelişmeyi, “iyi” ya da “kötü” olarak
değerlendirmekten çok, bu gelişmenin ortaya çıkardığı
zenginliğin nasıl olup da bir “yokluk kaynağı”na
dönüştüğünü (yazımızın başındaki alıntıya yeniden
dönülsün) anlamaya ve buradan yeni bir toplumsal
projeye varmaya uğraştılar.
Örneğin Marx, Komünist Manifesto’da, “burjuvazi,
ancak yüzyılı bulan egemenliği sırasında, daha
önceki kuşakların tümünün yaratmış olduklarından
daha yoğun ve çok daha büyük üretici güç yarattı.
Doğa güçlerine egemen olunması, makine, kimyanın
sanayiye ve tarıma uygulanması, buharlı gemiler,
demiryolları, elektrik telgrafı, koskoca kıtaların
tarıma açılması, nehirlerin suyolları haline getirilmesi,
yerden bitercesine nüfus çoğalması toplumsal emeğin
bağrında böylesine üretici güçlerin yatmakta olduğunu
daha önceki hangi yüzyıl sezebilmiştir?” diye
soruyordu ve bu, kuşkusuz, bir hayranlık değildi.
İşaret edilen şey, bir tarihsel süreç değişimi
ve böylece ortaya çıkan büyük üretim potansiyeliydi.
Aynı şey, “özgürlük”le “doğaya egemen olmak” arasındaki
ilişki bakımından sık sık başka metinlerde de
yer alır. Özellikle Dühring’le olan tartışmaları
sırasında Engels, özgürlüğü tanımlarken, “özgürlük,
doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta
değil ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme
aracıyla bu yasaların belirli erekler için yöntemli
bir biçimde kullanılma olanağındadır” diye söze
başlar ve devam eder: “(...) özgürlük, kendimiz
ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi
üzerine kurulu egemenliğe dayanır; böylece o,
zorunlu olarak, tarihsel gelişmenin bir ürünüdür.
Hayvanlar dünyasından ayrılan ilk insanlar, her
özsel noktada hayvanlar denli az özgür idiler;
ama uygarlığın her ilerlemesi, özgürlüğe doğru
atılmış bir adımdı. İnsanlık tarihinin eşiğinde,
mekanik hareketin ısı durumuna dönüştürülmesinin,
sürtünme ile ateş yakılmasının bulunması; bizi
bugüne getirmiş olan evrimin sonunda ise, ısının
mekanik hareket durumuna dönüştürülmesinin, buharlı
makinenin bulunması var.”
Yani Marx ve Engels, o gün itibarıyla en son ifadesini
kapitalist üretimde bulan uygarlık gelişimini,
bütün bilimsel buluşları, bir “özgürleşme süreci”
olarak görmekte ve bunların reddini değil, işleyiş
yasalarının çözümlenerek dönüştürülmesini öngörmektedirler.
Komünizme doğru giden yolu tanımlarken kapitalist
işleyişin yasalarını doğanın yasalarına benzeten
Engels, şöyle devam eder: “Toplumsal olarak etkide
bulunan güçler, tıpkı doğa güçleri gibi etkide
bulunurlar: onları tanımadığımız ve hesaba katmadığımız
sürece, kör, zorlu, yıkıcı güçler olarak. (...)
Ama özlükleri içinde bir kez kavrandıktan sonra,
birleşmiş üreticilerin elinde, şeytan ruhlu efendiler
durumundan uysal hizmetkârlar durumuna dönüşebilirler.
Bu, fırtına şimşeğindeki elektriğin yıkıcı gücü
ile telgraf ve elektrik arkının evcilleştirilmiş
elektriği arasında varolan farklılıktır, yangın
ile insan hizmetinde kullanılan ateş arasındaki
farklılıktır. Bugünkü üretici güçleri, aynı biçimde,
sonunda onların özlüğünü tanıdıktan sonra kullanınca,
üretimdeki toplumsal anarşi yerine, üretimin,
topluluğun olduğu gibi her bireyin de gereksinmelerine
göre toplumsal olarak planlanmış bir düzenlenmesinin
geçtiği görülür; böylece, ürünün önce üreticiyi,
sonra mülk sahibini egemenliği altına aldığı kapitalist
mülk edinme biçimi yerine, ürünlerin, modern üretim
araçlarının özlüğüne dayanan mülk edinme biçimi
geçer: bir yandan üretimi sürdürme ve geliştirme
aracı olarak dolaysız toplumsal mülk, öte yandan
yaşama ve zevk alma aracı olarak dolaysız bireysel
sahiplenme...”
Ve nihayet komünist tasarım Engels’te şöyle bir
ifadeyle kendini bulur: “Üretim araçlarına, toplum
tarafından elkonulması ile, meta üretimi, ve bunun
sonucu, ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan
kalkar. Toplumsal üretim içindeki anarşi yerine,
bilinçli, planlı örgüt geçer. Bireysel yaşama
savaşımı son bulur. Böylece, ilk kez olarak, insan,
belli bir alanda, hayvanlar âleminden kesinlikle
ayrılır, hayvansal yaşama koşullarından, gerçekten
insanca yaşama koşullarına geçer. İnsanı çevreleyen,
şimdiye kadar insanı egemenliği altında tutan
yaşama koşulları alanı, şimdi, kendi öz toplum
yaşamlarının efendileri oldukları için ve kendi
öz toplum yaşamlarının efendileri niteliği ile,
ilk kez olarak, doğanın gerçek ve bilinçli efendileri
durumuna gelen insanların egemenliği ve denetimi
altına geçer. Kendi öz toplumsal pratiklerinin,
şimdiye değin, karşılarında doğal, yabancı ve
egemenlik altına alıcı yasaları olarak dikilen
yasaları, bundan böyle insanlar tarafından tam
bir bilinçle uygulanan ve bu yoldan egemenlik
altına alınmış yasalardır.” (Engels, Anti-Dühring)
Bir başka ifade ise şöyledir: “Çelişkilerin çözümü:
proletarya, kamu iktidarını ele geçirir, ve bu
iktidar gereğince, burjuvazinin elinden kaçan
toplumsal üretim araçlarını, kamu mülkiyeti durumuna
dönüştürür. Bu eylem aracıyla, proletarya, üretim
araçlarını daha önceki sermaye niteliklerinden
kurtarır, ve onların toplumsal niteliklerine,
kendilerini kabul ettirme yolunda tam bir özgürlük
verir. Önceden belirlenmiş bir plana göre toplumsal
bir üretim, bundan böyle olanaklıdır. Üretimin
gelişmesi, çeşitli toplumsal sınıfların bundan
böyle varlığını bir çağdışılık (anachronisme)
durumuna getirir. Toplumsal üretimdeki anarşi
ortadan kalktığı ölçüde, devletin siyasal yetkisi
(autorite) uykuya dalar. Ensonu, toplumdaki kendi
öz yaşama biçimlerinin efendisi olan insanlar,
böylece, doğanın da kendilerinin de özgür efendisi
durumuna gelirler.” (Engels, Anti-Dühring)
Görüldüğü gibi, Marx ve Engels’te doğal ve toplumsal
yasalar, genellikle bir arada ele alınmakta ve
bu yasaların bir kez kavrandıktan sonra dönüştürülerek
yeni bir toplumsal düzen için kullanılabileceği
öngörülmektedir.
Kapitalist mülk edinme ve sömürü kuşkusuz son
derece insanlık dışı bir olgudur onlara göre;
ama onlar, yazımızın başındaki alıntıda da Marx’ın
söylediği gibi “modern çatışmalardan kurtulmak
için, modern sanatlardan kurtulmayı” (yani taş
devrine geri dönmeyi) önermezler; kapitalizmin
(ve bütün insanlık tarihinin) şu ana dek önümüze
getirip yığdığı gelişmeleri ve çelişkileri veri
olarak ele alarak bir devrim yoluyla yeni bir
toplumsal sistem için kullanmayı önerirler.
Tekelci Kapitalizm ve Yeni Bir İnsanlık Durumu
Şüphesiz bu tablo 20. yüzyıla girmeye hazırlanan
bir dünyayı resmetmektedir. Öte yandan tam da
Marx’ın benzetmesinde olduğu gibi bu tablo “Roma
İmparatorluğunun son zamanlarında görülen umutsuzluğu
kat kat aşan çürüme belirtileri” göstermekte,
kendi içindeki derin çelişmeleri onun sonunu hazırlayacak
olan yeni bir çağın kapılarını zorlamaktadır.
Daha çok erken tarihlerde, Alman İdeolojisi’ni
yazarken Marx, bu tıkanma tablosunu şöyle özetliyordu:
“Büyük sanayi, rekabeti evrensel kıldı (...),
büyük sanayi, ulaşım araçlarını ve modern dünya
pazarını kurdu, ticareti sanayinin egemenliği
altına soktu, her sermayeyi, sanayi sermayesi
haline getirdi ve bununla da dolaşımı yarattı
(...) ve sermayelerin hızla merkezileşmesine neden
oldu. Evrensel rekabet yoluyla, bütün bireyleri,
enerjilerini azami bir gerilim derecesinde tutmaya
zorladı. İdeolojiyi, dini, ahlakı, vb., vb. mümkün
olduğu kadar yok etti ve bunu başaramadığı zaman
da onları apaçık yalanlar haline getirdi. (...)
Doğa bilimini sermayeye bağımlı kıldı ve işbölümünün
üzerinden onu doğal bir şeymiş gibi gösteren son
perdeyi de ortadan kaldırdı. Ve genel bir tarzda,
iş içinde olabildiği ölçüde her doğal öğeyi yok
etti ve bütün doğal olan ilişkileri, onları para
ilişkisi haline getirmek üzere bozup dağıtmayı
başardı. Doğal olarak oluşmuş kentlerin yerine,
mantarlar gibi biten modern sanayi kentlerini
yarattı. Girdiği her yerde zanaatçılığı ve genellikle
sanayinin daha önceki bütün evrelerini yıktı.
Kentin kır üzerindeki zaferini tamamladı. (...)
Onun gelişmesi öyle bir üretici güçler kitlesi
yarattı ki, loncalar nasıl manifaktür için bir
engel olduysa, küçük kır işletmesi nasıl gelişme
yolundaki zanaatçılık için bir başka engel olduysa,
özel mülkiyet de bu üretici güçler için öyle bir
köstek haline geldi.”
Daha sonraları, Marx’ın sıraladığı gelişmeler
belli bir eşik noktasını aştığında ise tekelci
kapitalist aşamaya, yani emperyalizme ulaşıldı.
Bu artık, kapitalizmin gelişme-serpilme döneminin
bütün temel unsurlarının köklü bir değişimi anlamına
geliyordu. Serbest rekabetçi dönem, doğal kaynakların
ve bütün diğer üretici güçlerin kullanımı bakımından
tam bir vahşi dönemdi. Her köşede pıtrak gibi
beliren fabrikalar hem doğal kaynakları hem de
insan gücünü sınırsızca ve acımasızca harcıyor,
kâr uğrana el sürülmedik alan bırakmıyordu. Örneğin
Marx’ın kapitalist sistemin “akılcı bir tarım
üretimiyle bağdaşmadığı ve bağdaşmayacağı” belirlemesi
bu döneme aitti; çünkü kapitalist sistem, tarımdaki
teknik gelişmeleri hızlandırsa da, “organik doğadan
elde edilen hammaddelerin” değerini sistematik
biçimde düşürmekte ve toprağın akıldışı bir biçimde
sömürülmesine yol açmaktaydı. Aynı biçimde tam
bir üretim anarşisi içinde gelişen kapitalist
üretim, madenlerden yakıt kaynaklarına, nehirlerden
denizlere kadar her unsuru acımasızca sömürmekteydi.
Ancak tekelci dönemle kıyaslanınca bütün bu olup
bitenlerin yine de epey masum şeyler olduğu açığa
çıkacaktı. Çünkü tekelci kapitalizm, toplumun
ve metropol ülkenin bütün kaynaklarının ve olanaklarının
sonuna dek kullanımı anlamına geldiği kadar sermaye
ihracı yoluyla diğer ülkelerin kaynaklarının da
sömürülmesini yeni bir aşamaya getirdi.
Tekelci kapitalizm, her şeyden önce metropollerin
kendisi için bir yıkım anlamına geldi. Daha doğrusu,
bütün bir 20. yüzyıl boyunca baş döndürücü teknolojik
gelişmelere tanık olan ve bir çok açıdan daha
önceki hiçbir dönemle kıyaslanmayacak ölçüde gelişme
gösteren batı toplumları bunun bedelini de ödediler.
Bu kez artık tekelleşmiş bulunan kapitalist işleyiş,
üretim ve tüketim süreçlerinin tamamına hakim
olduğunda, az çok yönlendirebildiği bir pazara
sahip olmuştu. Bireysel kapitalist de kuşkusuz
her zaman en yüksek kâr sağlayabileceği alana
yönelirdi ama bu kez yüksek kâr alanları korkunç
bir sermaye yığılmasıyla karşılaştı ve toprağın,
doğal kaynakların aşırı sömürülmesi had safhaya
ulaşırken diğer yandan da tüketici kitleleri adeta
değiştirilemez davranış kurallarına mahkum edildi.
Örneğin milyonlarca binek otomobilinin sokaklara
salınması bu dönemin bir ürünüydü; devasa kentlerin
yaratılması ve ortaya önlenemez bir kirliliğin
çıkması da aynı sürece ait olgulardı. Petrole
bağımlı yapılanma, sentetik ürünlerin her türlüsü
ve nihayet nükleer santraller aynı yüzyıl boyunca
batılı toplumların hayatının bir parçasıydı. Ve
ayrıca, iki büyük paylaşım savaşının yol açtığı
akıl almaz felaketlerden sonra bile savaş makineleri
hiç durmadı; savaş sanayi bütün yüzyıl boyunca
emperyalist kapitalizmin en önemli sektörü olmayı
sürdürdü. Üstelik, bu kez ilk örnekleri Hiroşima-Nagasaki’de
denenmiş olan nükleer silahlar da devredeydi.
Bu haliyle gelişkin kapitalist ülkelerin hepsi
her an patlayabilecek bir barut fıçısı üzerinde
oturmaktaydılar.
Öte yandan, sömürgeci imparatorlukların yerli
halkları tepeden tırnağa dek soymaya dayanan en
eski talancılık biçimi, emperyalizm tarafından
devralındığında korkunç bir seviyede yeniden organize
edildi. Giderek çokuluslu tekeller haline dönüşen
büyük şirketlerin üretim ve dağıtım süreçleri
üzerindeki kesin egemenliği, sömürülen ülkeler
için yalnızca insani yıkım anlamına gelmedi; bütün
yer altı ve yer üstü zenginlikleri talana uğrayan
bu ülkeler, sahip oldukları doğal ortam bakımından
da geri dönülmez zararlara uğradılar. Bugün dünyadaki
çöl alanlarının yarısına yakın bir bölümü son
iki yüzyılın eseri olarak ortaya çıktı; salt ulusal
devletlerin (bunlar sosyalist olmasalar bile)
elinde daha atıl kapasitelerle uzun süre kullanılabilecek
olan doğal kaynaklar, 10-20 yıllık kısacık zaman
dilimlerinde silinip süpürüldü. Aynı biçimde söz
konusu ülkelerin salt belli ürünleri üretmeye
zorlanmaları ya da eskiden sadece kendileri için
ürettikleri ürünleri bu kez akıldışı miktarlarda
üretmeye zorlanmaları gibi yüzlerce uygulama,
bu ülkelerin iklim dokularını mahvetti, bir zamanlar
büyük uygarlıklarla büyük zenginlikler içinde
yaşayan tropikal ülkeler kuşağını bile büyük yıkımların
eşiğine getirdi. Öte yandan, dünyanın bütün köşelerini
kapitalist sistemin pazar alanları haline getiren
emperyalizm, böylece yeni tüketim ve yaşam alışkanlıklarını,
kültürel formları da bu ülkelere empoze ederek
bütün değer sistemlerini, gelenekleri, vb. çürüttü.
Böylece bu ülkeler, daha önce hiç tanık olmadıkları
hastalıklarla, toprak, hava ve su üzerindeki kirlilik
biçimleriyle, ciddi kıtlıklarla tanıştılar. Bütün
bunların üzerine, bütün dünyayı bir baştan bir
başa kasıp kavuran, genel düzeyde dünyanın doğal
kaynaklarını tüketip iklim dengelerini bozduğu
kadar tek tek ülkelerin de ekolojik dengelerini
alt üst eden savaşlar eklendi; böylece emperyalizm,
bütün dünya bakımından tam bir yıkım anlamına
geldi.
Şüphesiz bu süreç boyunca emperyalizmin içine
girdiği her bunalım dönemi, değişik sömürü modelleri
ve hegemonya biçimleriyle bu ülkelerin doğal ortamlarını
da değişik biçimlerde tahrip edilmesine neden
oldu. Örneğin, I. ve II. Bunalım Dönemleri boyunca
sömürge ve yarı-sömürgelerde daha çok belli büyük
kentleri ve limanları kontrol altında tutan emperyalizm,
basit işbirlikçiler aracılığıyla bu ülkelerin
zenginliklerini talan ederek anavatana taşıma
yolunu kullanırken, III. Bunalım Dönemi’nin yeni
ilişkilerine bağlı olarak yeni yöntemlere başvurdu.
Bu kez sömürülen ülke pazarlarını derinlemesine
geliştiren emperyalizm, tamamen bir iç olgu olarak
bu ülkelere yerleşti. Yeni-sömürgeleştirilen bu
ülkelerdeki yaşam böylece büyük değişikliklere
uğradı. Dışa bağımlı bir kapitalistleşme modelinin
böylece çarpık biçimde geliştirilmesi bir yandan
tarımın geleneksel dengelerini alt üst ederek
dünya piyasasına bağlarken, diğer yandan milyonlarca
insanı hiçbir ciddi altyapıya sahip olmayan büyük
kentlere yığdı. Sonuçta daha yirmi-otuz yıl önce
hava ve su kirliliği gibi kavramların ne olduğunu
bilmeyen insanlar bütün bu gerçekliklerle tanıştılar.
Birçok büyük kentte musluk suyunun içilemeyeceğini
öğrendiler ve fakat hemen sonra da en ücra köşelere
dek giren başka yiyecek ve içeceklerle, bunlarla
ilgili alışkanlıklarla karşılaştılar. Hayatları
boyunca belli yiyecek maddelerini parayla satın
almamış insanlar artık her şeyin fiyatı olduğunu
şaşırarak fark ettiler. Yeni-sömürgecilik bu ülkelerin
çoğu için geri dönülemez felaketler anlamına geldi;
çünkü bir önceki dönemde kentlere çöreklenen ve
ülkelerin büyük kırsal bölgelerini yeterince denetleyemeyen
sömürgeci güçler, bu kez içeriye, derinlemesine
girmişlerdi ve bu durum Latin Amerika meyve üretimi
ya da Afrika madenleri gibi bir çok örnekte tarihin
en insafsız sömürü düzenlerinin kurulmasına yol
açtı. Öyle ki, dönem boyunca emperyalizm, bastığı
yerde ot bitmeyen eski Moğol akıncıları gibi elini
attığı her alanı, her toprak parçasını artık bir
daha yaşanamaz hale getirdi. Üstelik, bu yeni-sömürge
sanayileşmesinin emperyalist ülkelerdeki en geri
teknolojilerin en ağır koşullarla satılmasına
dayandığı da bilinmeyen şey değildi. Özellikle
60’lardan sonra Batılı metropollerde belli ölçülerde
uyanmaya başlayan ekolojik bilinç ve çevre kirliliğine
duyarlı tutumların da etkisiyle, bir yandan doğrudan
zehirli atıkların yeni-sömürgelere yığılması hızlanırken;
diğer yandan da büyük kirlilik oranlarıyla ve
her an felakete yol açabilecek tehlikelerle dolu
teknolojilerin bu ülkelere ihracı giderek daha
fazla öne çıktı.
Sonuçta, nereden bakılırsa bakılsın, tekelci kapitalizm
çağının tablosu, artık bir yüzyıl önce Marx ve
Engels’in tanımladığı tablo ile aynı değildi.
Kapitalist sistemin 20. yüzyıl boyunca gerçekleştirdiği
buluşlar yine olağanüstüydü, gelişme adımlarıysa
bir yüzyıl öncesiyle kıyaslanamayacak ölçüde büyük
adımlardı. Ama yine de iki çağı birbirinden ayıran
çok temel bir şey vardı, ki Lenin’in ünlü kitabına
“Emperyalizm: Can Çekişen Kapitalizm” adını vermesinin
nedeni o temel şeydi işte. Emperyalizm, gerçekten
de kapitalizmin bütün tarihsel sınırlarına dayandığı
bir aşamaydı ve artık o, bütün insanlığın önünü
tıkayan bir olgu olarak karşımızdaydı. Dolayısıyla,
bir önceki yüzyılda kapitalist sanayileşmenin
insanlığın önünde açtığı büyük ufuklardan, geliştirdiği
üretici güçlerin muazzam toplamından söz edilebilirken,
tekeller döneminde söz konusu olan şey, bütün
büyük teknolojik devrimlere rağmen yıkım ve çürümeden
başkası değildir. Tekelci kapitalizmin, bütün
dünyaya ve bu arada doğaya verdiği zarar, her
şeye karşın safdil bir yan taşıyan 19. yüzyıl
kapitalizminin verdiği bütün zararların üstündedir
artık. Öyle ki, daha 90’ların neo-liberalizm dönemine
gelmeden çok önce bile, artık yalnızca kendini
değil bütün insanlığı mahvolmaktan kurtarma görevi
proletaryanın omuzlarına kesin biçimde yıkılmıştır.
Çünkü tekel çağı, gerçekten de insanlığı olduğu
kadar onun doğal çevresini de uçurumun kenarına
sürükleyen bir çağ olmuştur ve “ya mahvoluş ve
çürüme ya sosyalizm” sloganı ilk kez bu ölçüde
yerli yerine oturan bir anlam kazanmıştır.
Reel Sosyalizm ve Ekolojik Günahlar
Öte yandan, yalnızca bir çürüme ve asalaklaşma
çağı değil, aynı zamanda bir devrimler çağı da
olan emperyalist çağ, kapısı Ekim Devrimi’yle
açılan muazzam bir sosyalist gelişmeye tanıklık
etmiştir. Milyonlarca insanın hareketine dayanan
Büyük Ekim ve Çin devrimleri ve sonra onları izleyen
Doğu Avrupa süreci, Vietnam’dan Küba’ya uzanan
muzaffer halk savaşları dönemi 20. yüzyıl madalyonunun
öteki yüzüdür.
Ancak konumuzun özgüllüğü açısından bakıldığında
bütün bu sosyalist pratiklerin çoğunun nihai sonuç
olarak ortaya pek parlak bir tablo çıkarmadığını
itiraf etmek gerekir. 70 günlük Paris Komünü deneyimi
dışında bir pratik mirasa sahip olmayan Ekim Devrimi
kuşkusuz her bakımdan dünya tarihinde çığır açıcı
olmuştur. Muazzam bir kalkışma sonucu inşasına
başlanan sosyalist pratik, çok kısa sürede insanın
maddi ve manevi dünyasında olağanüstü gelişmelere
yol açmış, dünya tarihinde ilk kez emekçilerin
kendi kendilerini yönettikleri bir süreç yaşanmıştır.
Elbette iç savaş koşullarında, büyük ablukalar
ve düpedüz açlık dönemlerinin içinden geçen devrim,
ekoloji sorunlarını önüne başat sorunlar olarak
koymuş değildir ve ondan bunu beklemek de doğrusu
haksızlık olacaktır. Milyonlarca yoksul ve aç
insanın yaşamlarını bir parça olsun iyileştirebilmek
için kimi zaman NEP gibi geri adımlara bile katlanan
devrim, bütün dikkatini “ayakta kalma” sorununa
verirken doğal olarak Marx ve Engels’teki “doğaya
egemen olma” vurgusuna büyük bir önem vermiş,
bu vurguyu “üretimi artırma” yolunda sık sık kullanmıştır.
Öyle ki bazen, örneğin ülkenin elektriklendirilmesi
ile sosyalizmin zaferini birbirine bağlayan doğrudan
sloganlara bile rastlanılmaktadır. Bu dönem, “üretim
artışı” neredeyse sihirli bir sözcüktür ve üretimi
artıracak küçük değişiklikler bile heyecanla karşılanmakta,
yaratıcı teknisyen-mucitler Sovyet basınının yıldızları
olmaktadır. Böylece baştanbaşa büyük bir şantiyeye
dönen Sovyet ülkesi, insanüstü bir enerjiyi açığa
çıkararak muazzam imar projelerini gerçekleştirmiş,
(belki bazen doğal dengeleri çiğnemek pahasına
da olsa) tarımda ve sanayide büyük verim artışlarını
yakalamıştır. Sonuçta, bu ilk dönemin yok oluş
ile asgari ihtiyaçları karşılama ikilemi arasındaki
sosyalist iktidarının ekolojik sorunlar, vb. noktalarındaki
hatalarının az çok anlaşılır bir yanı bulunmaktadır.
Ancak daha sonraları, sosyalizm anlayışından gerçekleşen
bürokratik sapma, özellikle 1960’lardan sonra
başlayan yozlaşma ve çürüme biçimleri, II. Paylaşım
Savaşı’ndan sonra artık az çok ferahlamış olan
sosyalist ülkeleri doğru politikalar uygulamaktan
alıkoymuştur. Son derece açıkça söylenebilir ki,
reel sosyalist deneyim boyunca ekoloji alanında
(ya da kültür, vb.) içine düşülen her yanlış,
doğrudan doğruya bu sürecin yanlış sosyalizm anlayışıyla
ilgilidir. Yani reel sosyalizm döneminin ekolojik
sabıkalarından söz edilirken sanki yalnızca bu
alanda yanlışlar yapılmış gibi düşünmek doğru
değildir. Sistemi çöküşe götüren problemin özü,
son tahlilde sosyalizmin adeta bir üretim ya da
ücret artışı gibi düşünülmesi, onun milyonlarca
insanın sürekli hareketi, sürekli devrimcileşmesi
ve örgütlülüğü anlamına geldiğinin unutulmasıdır.
Sanayileşmenin artırılması ve yüksek verimlilik
konularına -insanların ideolojik/kültürel ihtiyaçlarının
unutulması pahasına- yapılan aşırı vurgu, sonuçta
kitlelerin denetim-katılım mekanizmalarını zayıflatmış,
tam da bu noktada “doğaya egemen olma” kavramının
en kötü kullanımı ortaya çıkmaya başlamıştır.
Marx ve Engels’in kapitalist gelişmenin parlak
dönemine yaptıkları olumlu vurgu, adeta bir çağ
atlamasıyla sosyalist pratiğe yansıtılmış, “gelişme”
ve “ilerleme” kavramları insan ilişkilerini değil
de, daha çok ekonominin kapasite artışını tanımlayan
bir yerden yeniden inşa edilmiştir. Bunun doğal
sonucu ise “doğaya egemen olma” söyleminin giderek
“doğayı iliğine dek geriye dönüşsüz biçimde tüketme”
noktasına doğru kayması olmuştur.
Öte yandan, özellikle 1960’lardan sonra SBKP çevresinde
geliştirilen revizyonist tezler de bu olumsuzluğu
körüklemiştir. Halk savaşlarının ve dünya devrimi
perspektifinin doğru kavranamamasına bağlı olarak
dünyadaki baş çelişkiyi sosyalist sistemle kapitalist
sistem arasındaki çelişki olarak belirleyen SBKP,
bu saptama üzerinden giderek “barış içinde yarış”
gibi başka revizyonist tezlere dek ulaşmıştır.
“Barış içinde bir arada yaşama/barış içinde yarış”
gibi kavramların arka planında ise, sosyalist
sistemin kapitalist sistemle özellikle ekonomik-teknolojik
alanda yarışması ve böylece yaratılacak bir sempati
dalgasının çeşitli ülkelerde (devrimlere değil!)
barışçıl dönüşümlere yol açacağı düşüncesi vardır.
Böylece girişilen “Sovyet sisteminin üstünlüklerini
kanıtlama” yarışı, gerçekten da teknolojinin bir
çok alanında muazzam adımlar atılmasına neden
olmuş, örneğin uzay teknolojisinde bu durum çok
net olarak ortaya çıkmıştır. Esasen aynı dönemde
ekolojik çevrenin korunmasında önemli bir yere
sahip olan “toplu taşımacılık” alanında da çok
ciddi adımlar atılmış, kentlerin merkezi olarak
ısıtılması, doğalgaz gibi nisbeten daha temiz
yakıt biçimlerinin yaygın biçimde kullanılması
büyük kentlerin dışında tamamen sıfırdan başlayarak
yepyeni kentlerin yaratılması gibi önemli projeler
hayata geçirilmiştir. Ancak bütün bu gelişmelerin
karanlık arka yüzünde, sosyalizm anlayışının ciddi
biçimde sakatlanması vardır. Her biri kapitalist
ülkelere örnek teşkil eden o görkemli beş yıllık
planların içinde gelişme, ilerleme, verimlilik
artışı, vb. gibi kavramlar bol bol telaffuz edilmekte
ama insanın gelişimi, ideolojik ve kültürel yenilenmesi,
insanın katılım ve aktifliği gibi konular kulak
arkası edilmektedir. Dünyanın en büyük işçi, kadın,
gençlik örgütlerine sahip olan Sovyet ülkesinde
bu örgütlerin genel geçer “barış” etkinlikleri
dışında süreci etkileyen bir şey yaptığına tanık
olunmamaktadır. Örnek olsun diye söylüyoruz, bütün
bir Vietnam savaşı boyunca Avrupa ve ABD kentlerinde
yer yerinden oynarken, sözgelimi Moskova ya da
Leningrad’da Amerikan vahşetini protesto için
milyonlarca insanın sokağa döküldüğüne kimsecikler
tanık olmamıştır! Olmamıştır, çünkü bütün bu devasa
teknik atılımların arkasında yoğun bir ideolojik-kültürel
çürüme, kitlelerin sürece katılımını öngörmeyen
bir bürokratik tarz vardır. Daha doğrusu, revizyonist
bürokratlara göre nasıl olsa Vietnamlılara Sovyet
devleti yardım yapmaktadır, kitlelerin sokağa
çıkması, kendi inisiyatifleriyle büyük kitlesel
dayanışmalar örgütlemesi gereksizdir. “Büyük atılımlar”,
“muazzam sıçramalar”dan söz edilirken geride küçücük
kalan emekçilerin iradesi ve politik etkinliğidir.
Bu durumun ortaya çıkardığı en büyük sakıncalardan
biri, kuşkusuz içten içe çürüyen bürokratik mekanizmaların
her alanda olduğu gibi ekolojik alanda da denetlenemez
bir hareket serbestliğine sahip olmasıdır. “İlerleme”
ve “gelişme” kavramları bir kez yanlış temeller
üzerine, yani insan unsurunun dışında bir yere
inşa edildiklerinde, artık karşı konulamaz tabular
haline gelmişlerdir. Bu “ilerleme” tablosunun
sonuçlarına itiraz etmek ise artık “toplumun iyimser
havasını bozmak” anlamını taşımaktadır; böyle
bir “bozgunculuk” suçlaması ise toplumun reflekslerini
körelten bir etki yapmıştır. Sosyalist işleyişin
en bilinen kuralları olan “temsilcileri geri çağırma
hakkı” gibi kurallar da bir kez rafa kalktığında
ve artık yerel ve genel Sovyet meclisleri “el
kaldırılıp-el indirilen” kişiliksiz yapılar haline
dönüştürüldüğünde sorun iyece derinleşmiştir.
Böylece “ne pahasına olursa olsun büyük atılımlar
yapmak” için atılan bir dizi teknolojik adım,
(nükleer santrallerde olduğu gibi) tümüyle toplumsal
denetimin dışında kalmıştır. Orta Asya’daki birçok
Sovyet cumhuriyetinin topraklarının nükleer denemelerle
mahvedilmesi, Çernobil gibi serseri mayını andıran
santrallerin inşası ve bütün bunlar olurken emekçi
kitlelerin bağrında yaşadıkları doğal ortamı savunamaz
olmaları, hep aynı sürecin sonuçlarıdır. Süreç
boyunca çoğu dışarıya yansımamış bir dizi ekolojik
felaket yaşanmış ve bunlar sosyalist bir ülke
için yüz karası anlamına gelmiştir. Aynı dönemlerde
ABD ve başka kapitalist ülkelerde çok daha fazla
miktarda nükleer kazanın olması, Hindistan gibi
bazı ülkelerde binlerce insanın kimyasal patlamalarda
ölmesi, hiçbir biçimde reel sosyalist ülkelerin
günahlarını bağışlatmaz. Bu çok basit bir nedenden
ötürü böyledir: Bu ülkeler, mevcut kapitalist
işleyişe her bakımdan alternatif olma iddiasına
sahiptirler ve bu iddianın sahipleri “her yerde
böyle şeyler oluyor” deme durumunda değildirler.
Bütün bunlardan daha önemlisi ise, politik-kültürel-ideolojik
bakımdan zayıflatılan ve atıl bir noktaya itilen
kitlelerin giderek “yeni tipte insan” modeli bir
yana düpedüz kapitalist topluma ait üretim ve
tüketim alışkanlıklarına saplanıp kalmalarıdır.
Bu sürecin bir ucunda üretim sürecine yabancılaşan,
yaptığı işin toplumsal anlamından kopmuş emekçinin
ve bilim insanının vurdumduymazlığı vardır. Sosyalist
reflekslere yabancılaşıldığı ölçüde bu tip, yapılan
işlerin ve projelerin toplumsal-ekolojik sonuçlarından
kendisini sorumlu hissetmemekte, zaten bağlı bulunduğu
sendikalar ve kitle örgütleri de bütün bu konularda
yarı-felç durumunu yaşamaktadır.
Diğer uçta ise, sürekli bir sosyalist yenilenme-devrim
sürecinden geçmeyen emekçilerin giderek kapitalist
tüketim alışkanlıklarına-özlemlerine saplanması
ve son derece kısır ve anlamsız bulduğu kendi
hayatlarını bu tür tüketimle canlandırmak istemesi
vardır. Böylece varılan nokta, sosyalist bir ekonomik
yapıda kapitalist piyasa ve tüketim kalıplarının
ve özlemlerinin yaygınlaşması ve aynı kalıpların
etkisiyle çevre bilincinin düşüşüdür. Arka planında
“yarışma” politikasının yer aldığı bu durum, kapitalizmin
“kâr” dürtüsünün yerine “ilerleme” gibi yanlış
kurulmuş kavramları geçirse de sonuçta üretimin
amacı bakımından sakat bir noktaya ulaşmış, üretimin
“yararlılık” ve “insan sağlığına uygunluk” amaçlarından
uzaklaşılmıştır. Böyle bir tüketim anlayışı sosyalist
ülke ekonomileri içinden karşılanamadığında ise
milyonlarca insanın kapitalist ülke mallarına
ve yaşam biçimlerine olan hayranlığı derinleşmiştir.
Sonuçta varılan yer ise yine doğayla uyum açısından
bir hayal kırıklığıdır. Özellikle belli bir tarihten
sonra kapitalist yaşam kültürünün bu ülkelere
sızmaya başlaması süreci sakatlamış, daha sonraları
kapitalist sistem karşısındaki teknolojik üstünlük
efsanesi de zayıflamaya yüz tuttuğunda, toplumsal
yapıda ciddi çatlaklar oluşmuştur.
Yeni Tarihsel Süreç: Kapitalizm Tarihinin
En Vahşi Dönemi
1990’ların çöküş günlerine geldiğimizde ise artık
önümüzdeki dünya tablosu tam bir yıkım tablosudur.
“Kültürel, sosyal ve her türden insan ilişkilerinde
on yılı aşkın sürecin bilançosu tek kelime ile
yıkımdır. (...) Emperyalist-kapitalist sistemin
belirleyiciliğinde gelişen 1990’ların gerici değişim
ve yeniden biçimlenme süreci insanlığın bütün
var oluş biçimlerinde ifadesini derin bir krizle
bulmuştur. Sistemi yarattığı insan tipi ve ilişkileri,
biçim ve öze ilişkin nüanslardaki kimi farklılıklara
karşın, esas olarak insanlığın bugüne değin yarattığı
ileri insani değerlerden kopmuş, etik yoksunu,
kimliksizleşmiş, kişiliği parçalanmış geleceksizleşmiş,
bilim ve aklı dışlayan savruluşların girdabındaki
çürüyen, yozlaşmış insan ve ilişkileridir.” (Tek
Yol Devrimci Yenilenme-Tek Yol Devrim, S. Barikat,
Sayı 1)
Durum kısaca böyledir... Daha önceki sayılarımızdaki
çeşitli yazılarımızda ayrıntılarıyla anlattığımız
gibi yeni süreç, ekonomide neo-liberalizm, politikada
sınırsız bir hegemonya esasına dayanan yeni-sağ
ve ideolojik alanda postmodernizmle karakterize
olmuş, kapitalist iş örgütlenmesinin yeni biçimleri
ve yeni-sömürgeciliğin derinleştirilmiş uygulamaları
aynı sürecin ayrılmaz parçaları halinde gelişmiştir.
Ama bu yeni sürecin en ağır sonuçlarını herhalde
doğal çevremiz yaşamıştır. 1990’larda reel sosyalizmin
çöküşüyle birlikte, uçsuz bucaksız sömürü alanları
emperyalist sistemin tasarrufuna açıldığında,
uluslararası sermayenin önündeki bütün ulusal-devletsel,
vb. sınırlar delik deşik edilmeye başlandığında
ortaya çıkan sonuç tam bir felakettir. En küçük
bir denetim olmaksızın büyük bir hızla en yüksek
kâr oranlarının olduğu her yere akan sermaye,
giderek daha fazla spekülatif özellikler kazanmaya
başlamış, böylece her şeyden önce bağımlı ülkelerin
zaten sağlıklı bir zemine oturmayan sanayi yapıları
darmadağın olmuştur. Esasen bu ülkelerde hiçbir
zaman adına gerçekten ulusal denebilecek bir sanayileşme
olgusu mevcut olmamıştır. Ancak neoliberal restorasyon,
ithal ikameci yoldan emperyalizme bağımlı ve çarpık
gelişen ama belli bir zaman dilimine dek yerel
talebi az çok karşılayabilen ekonomik yapıları
da dağıttığında, geriye gerçekten bir şey kalmamıştır.
Böyle bir çapulculuk düzeni ise, doğal çevreye
verdiği zarar bakımından 1950’li yılların o en
berbat, en kontrolsüz yeni-sömürge sanayileşmesinden
daha beter sonuçlar yaratmıştır. Çünkü bu kez,
nehirleri ya da içme sularını kirletse de hiç
olmazsa bunun karşılığında insanlara giysi ve
ayakkabı sağlayan büyük kamu işletmeleri de çökertilmiş,
geriye gerçekten ciddi bir şey üretmeyen, buna
karşın kap-kaç esasına dayanan alanlara yönelen
bir sermaye akışı vardır.
Ayrıca aynı dönemde emperyalizm ve yerli oligarşiler,
zaten baştan beri her zaman son derece zayıf olan
yasal çevre denetim mekanizmalarını da karşıt-alternatif
güçlerin zayıflığından da yararlanarak tamamen
tasfiye etmişler, bilim ahlakının, üniversitelerin
çökertildiği koşullarda ellerini iyice rahatlatmışlardır.
Bütün kamu ve toplumsal hizmet alanlarının metalaştırılarak
uluslararası sermayeye açılması, kamu sağlığı
kavramının neredeyse sözlüklerden silinmesi, devlet
bürokrasisindeki geleneksel unsurların tümüyle
ayıklanması, sonuçta ortada süreci denetleyebilecek
tek bir güvenilir yapı bırakmamıştır. Örneğin
Türkiye için söylersek, 80’lerin başından itibaren
her kodamanlar toplantısında dillendirilen “bir
fabrika açmak için elli yerden imza alıyoruz”
feryadını hatırlayabiliriz. Tahmin edileceği gibi
söz konusu elli imzanın çoğu ise açılan işyerinin
çevre koşullarına uyumlu olup olmadığı, atıklarının
toprak ve suya zararlı olup olmayacağı, binaların
ve çalışma koşullarının işçi sağlığına uygun düşüp
düşmediği gibi konulardadır. Üstelik de çürümüş
bürokrasi bu konularda zaten hemen hemen hiç bir
denetim yapmamaktadır. Yani tekelcilerin itirazı
bu konularda denetim yapılmasıyla ilgili olmamıştır
çoğu zaman. Asıl sorun, bu konularda izin almak
için verilen rüşvetlerde düğümlenmektedir ki,
neoliberal restorasyon, zaman içerisinde bu feryatları
da büyük ölçüde dindirmiş, yer yer yasalarla,
yer yer şirketlerle bürokrasinin yöneticilerini
aynılaştırarak, ama daha çok da bütün bürokrasi
ve bilim dünyasını korkunç biçimde yozlaştırarak
işleri ciddi biçimde “hızlandırmıştır.”
Ayrıca bütün bunlar yeni dünya düzeni çerçevesinde
Dünya Ticaret Örgütü, MAI gibi organizasyonların
bağlayıcı düzenlemeleriyle de garanti altına alınmış,
Tahkim gibi uluslararası baskı kurumlarıyla hiçbir
açık noktası bırakılmamıştır. Öyle ki artık herhangi
bir yeni-sömürge ülkede kazara ülkesinin doğasını
korumak için küçük bir adım atmak isteyen bir
yönetici, kendisini tamamen kuşatılmış bir halde
bulacaktır. Ya da örneğin Mercedes firmasının
uluslararası yönetim kurulu üyeleri hakkında tutuklama
kararı çıkaran bizdeki asliye ceza hakimleri gibi
alay ve aşağılama konusu olacaklardır. Bütün direnişe
ve yasal kararlara rağmen uluslararası yasalara
dayanarak üretimi sürdüren Bergama siyanürcüleri
ya da Hindistan’ın dağ köylerinde üretilen pirinç
türlerini köylülerin haberi bile olmaksızın patent
altına alarak sahiplenen uluslararası şirketler,
vb. bunun başka örnekleridir.
Kısacası, neoliberalizm, yaygın halk deyimiyle
işlerin “çivisini çıkarmış”, yeni-sömürgelerde
emperyalist soygunun önünde durabilecek bütün
yerel güçleri (kuşkusuz emekçi halkların direnişi
dışında) tasfiye etmiştir.
Üstelik işler bu kadarla da kalmamış, yeni-sömürgelerin
kimyasal atıklarla çöplükleştirilmesi en çok bu
süreçte hız kazanmıştır. Bir yandan doğrudan atıklar
yeni-sömürgelere ve sefalet tablosunun en alt
basamağını oluşturan çok yoksul Afrika ülkelerine
gönderilirken, diğer yandan ise aynı şey, alt
teknolojilerin bu ülkelere transferi yoluyla da
yapılmaktadır.
Doğrudan atık gönderilmesinin dünyada yüzlerce
örneği var. En son İtalyanlar tarafından Karadeniz’e
atılan ve zaman zaman yüzeye çıkan ve bir kısmı
Sinop’ta tutulan zehirli variller anımsanabilir.
Öte yandan büyük-kitle üretimi yapan merkezi fabrikalarının
bir bölümünü tasfiye ederek taşeron üretim birimlerini
yeni-sömürgelere kaydıran uluslararası tekellerin
bu ülkeleri tercih etmelerinin nedenleri arasında
kuşkusuz ücretlerin düşüklüğünün yanında çevre
denetimlerinin yokluğu da vardır. Böylece Batılı
metropollerde son dönemlerde artan çevreci hareketlerin
can sıkıcı baskısından da kurtulmuş olan çokuluslu
şirketler, en kirli teknolojilerle, en vahşi işletme
koşullarıyla bu ülkelere gitmektedirler. Böylece
ortaya çıkan tablo, ekolojik açıdan tam bir yıkımdır.
Çapul esasına dayalı bu taşeron fabrikalar kurulurken
yalnızca azami kâr gözetilmekte, başkaca hiçbir
denetim sistemi devreye girememektedir. Kuşkusuz
bu, yalnızca ekonomik bir bakış açısı değil, ideolojik
bir durumdur da; sonuç itibarıyla malum işkence
fotoğraflarındaki Amerikan askerleriyle uluslararası
şirketlerin yöneticilerinin bakışı arasında fark
yoktur: Bir Nepalli, bir Taylandlı, değersiz bir
yaratıktır ve onların ciğerleri, nehirleri, toprakları
kirletilebilir! Dünyadaki iki “gemi söküm” işletmesinden
biri İzmir Aliağa’da kurulabilir. Oradaki işçilerin,
bu “endüstrinin” doğal sonucu olan asbest tozlarıyla
kanser olmaları, parababalarını ilgilendirmez.
Bugünkü terminolojide “eksen ülkeler” diye tanımlanan
bir dizi yeni-sömürgeyi atlayıp daha aşağılardaki
lanetlenmişler dünyasına, yani en yoksul ülkelere
geldiğimizde ise artık neredeyse geri-dönülemez
diyebileceğimiz bir tabloyla karşılaşırız. Sömürgecilerin
ve emperyalistlerin yüzlerce yıldır sürdürdüğü
korkunç soygunun bir sonucu olarak bugün umutsuz
bir yoksulluğun içine gömülmüş olan bu ülkeler,
ekolojik açıdan da en ağır darbeleri almışlardır.
Bu sayfalarda yer alan kimi verilerden de anlaşılacağı
gibi, korkunç bir açlık ve daha kötüsü bu açlığın
hızla büyümesi, metropollerde artık adı bile bilinmeyen
salgın hastalıkların yarattığı yıkım, bir zamanlar
yeryüzünün en verimli toprakları olan bu toprakların
giderek çölleşmesi ve kimyasal atıkların çöplüğü
haline gelmesi ve daha bin türlü bela vahşi bir
emperyalist sömürünün sonuçları olarak bugün bu
ülkeleri çökertmiş durumdadır. 60’lı yıllarda
gelişen bağımsızlıkçı hareketlerin de kimi durumlarda
yozlaştırılarak, kimi durumlarda ise doğrudan
tasfiye edilerek ortadan kaldırılması, bu ülkelerdeki
siyasal yapıları tamamen etkisizleştirmiş, uluslararası
sermayeyi denetleyebilecek güçten uzaklaştırmıştır.
Sonuç, yalnızca bu ülkelerin ekolojik dengesini
değil, -bu ülkelerin doğal ortamı dünyanın da
akciğerini oluşturduğu için- aslında bütün dünyayı
etkileyen bir felakettir.
Ve kuşkusuz, bütün bu olguların üzerine bir karabasan
gibi çöken bir diğer faktör de, kimi durumlarda
doğrudan müdahalelerle, kimi durumlarda ise iç
kışkırtmalarla patlayan bölgesel savaşların ve
zaman zaman korkunç kıyımlara dek varan iç etnik
çatışmaların ağır yüküdür. Bu savaşlar, tahmin
edileceği gibi yalnızca insani yıkım anlamına
gelmemekte, zaten uzun sömürge yıllarında tüketilmiş
bulunan doğal çevrenin de yeniden mahvedilmesi
sonucunu yaratmaktadır. İşin içine doğrudan emperyalist
orduların girdiği durumlarda ise, işin en tiksinti
verici yanı açığa çıkmaktadır; çünkü bu ülkelere
karşı girişilen her emperyalist operasyon, aynı
zamanda en son geliştirilen kimyasal, vb. silah
teknolojilerinin denenmesi anlamına gelmektedir.
Bunun en son örneği olan seyreltilmiş uranyumlu
mermi kullanımı, hem kullanılan bölgeye hem de
kullanan askerlere verdiği zararlarla artık gayet
iyi tanınmaktadır.
Öte yandan, yeni tarihsel süreçte emperyalizmin
dünyanın geleceğine verdiği korkunç zararların
yalnızca yeni-sömürge ve bağımlı ülkelerle sınırlı
olduğunu düşünmek de doğru değildir. Gerçi, emperyalist
ülkelerin kendi metropol merkezlerinde eski kaba
ve kirli üretim araçlarını ve yöntemlerini kısmen
düzeltmek zorunda kaldıkları doğrudur. Yüz elli
yıl önce Marx, Kapital’in bir yerinde “üretim
ve tüketim artıkları”ndan söz ederken, “üretim
artıklarının büyük ölçüde geriye döndüğünü” ama
aynı şeyin tüketim artıkları için söylenemeyeceğini
belirtiyor ve şöyle devam ediyordu: “Tüketim artıkları
tarım için büyük önem taşırlar. Bunlardan yararlanılması
konusunda, kapitalist ekonomide büyük bir israf
vardır. Örneğin Londra’da, dört-buçuk milyon insanın
artıklarından, Thames nehrini kirletmekten ve
bu iş için de bir yığın para harcamaktan daha
iyi bir yararlanma şekli bulunamamıştır.” Şimdi
aynı olguya yeniden baktığımızda, muhtemelen tekil
bir durum olarak Thames nehri örneğinde aynı şeyle
karşılaşmayabiliriz. Ancak bu kez durum, deyim
yerindeyse daha globalleşmiş ve böylece daha vahim
bir nitelik kazanmıştır. Bu kez önümüzdeki sorun,
kapitalist üretim ve tüketim sisteminin iki yüz
yıllık macerasının biriktirdiği daha büyük bir
kirlenmedir. Kapitalizmin en belirgin özelliği
olan üretim anarşisinin bir sonucu olarak ortaya
çıkan tablo, bir yandan çevreye zarar veren yakıt
ve enerji biçimlerini kullanan ve üstelik aynı
ölçüde zararlı atıkları da dünyaya yayan araç
ve gereçlerin çılgınca bir hızla artışı, diğer
yandan da bu araçların üretimi için dünyanın doğal
kaynaklarının acımasızca sömürülmesidir. Neoliberalizmle
birlikte bütün zincirlerinden boşanan bu çok yönlü
yıkım, özellikle son dönemde büyük iklim değişiklerini,
sera etkisi denilen küresel ısınmayı ve dünyanın
ekolojik dengesinin en önemli yapıtaşları olan
buzulların erimesini beraberinde getirmiştir.
Sonuçta ortaya çıkan tablo, bizzat emperyalist
ülkelerin kendilerini de tehdit eden bir noktaya
varmıştır. Yani artık dünya kapitalizmi, yalnızca
Amazon’u ya da Hindistan nehirlerini tek tek mahvetmekle
kalmamakta, genel olarak bütün dünyanın dengesini
büyük felaketlere neden olacak biçimde bozmaktadır.
Sonuç olarak, bugün neoliberalizmle karakterize
olan dünya kapitalist sistemi, yeni-sömürgelerden
başlayarak bütün dünyayı bir uçurumun eşiğine
getirmiş durumdadır. Bu, aynı zamanda artık kapitalist
uygarlığın da sonudur. Şüphesiz, kapitalist sistem,
bugünkü ekolojik sorunların bazılarına çözümler
üretecek, üretmeye zorlanacaktır. Yukarıda verdiğimiz
Thames nehri örneğinde olduğu gibi tekil sorunları
çözmek, kapitalist işleyiş açısından mümkündür
çünkü. Ancak, genel ve tarihsel planda kapitalizm,
kısmen çözer gibi yaptığı her sorunun yerine daha
vahim olan bir başkasını yaratacak, bütün süreç
kısır bir döngüyü aşamayacaktır; çünkü kapitalist
üretimin doğasında var olan şeyin, yani üretim
araçlarının özel mülkiyeti ve kâr dürtüsünün başka
bir sonuca yol açması mümkün değildir. Kaldı ki,
aslında şu anda da bu sistem, özellikle de ABD
emperyalizmi, ekolojik sorunların kısmi çözümleri
noktasında bile tam bir tıkanmaya neden olmaktadır.
Örneğin Bush yönetimi sera gazlarının azaltılmasına
ilişkin anlaşmaları imzalamamakta, Kyoto gibi
uluslararası anlaşmaları bilinçli olarak sabote
etmekte, daha doğrusu tekellerin çıkarlarını kısıtlayabilecek
her girişimi engellemektedir. Tek başına bu örnekler
bile emperyalizmin üretici güçlerin gelişimi önünde
nasıl bir engel oluşturduğunun kanıtlarıdır.
Dünyanın Kurtuluşu İçin: Yeni Bir Sosyalist
Uygarlık
Kuşkusuz, kapitalist uygarlığın böylece bütün
verilerin gösterdiği gibi tarihsel sınırlarının
yanı sıra fiziksel sınırlarına da gelip dayanması
ve dünyayı da gözle görülebilir bir biçimde bir
yıkıma sürüklemesi, bütün dünyada çeşitli sınıflardan
insanların çeşitli sınıfların dünya görüşlerine
uygun bir biçimde gösterdikleri reflekslere yol
açmıştır, açmaktadır. Çünkü bu kez, iletişim araçlarının
gelişkinliği gibi bir dizi nedene de bağlı olarak
dünyanın içinde bulunduğu yıkım tablosu çok sıradan
insanlar tarafından da izlenebilmekte ya da bu
tabloya bizzat tanık olunmaktadır.
Bu çerçevede ortaya çıkan reflekslerin bugünün
koşullarında çoğu kez sosyalist hareketin dışında,
hatta zaman zaman karşısında şekillenmesi de anlaşılır
bir durumdur. Bir yandan reel sosyalist deneyimin
bu konuda sergilediği olumsuz örnekler, diğer
yandan genel olarak sosyalist hareketin uluslararası
gerilemesi ve nihayet devrimci sosyalist akımların
yeni sosyalist uygarlık projelerini açıklıkla
ortaya koymamış olmaları (buna bağlı olarak da
ekolojiyle ilgili sağlam yaklaşımlar üretilememiş
olması) ortaya böyle bir tablo çıkarmaktadır.
Devrimci sosyalizm, bu somut manzaranın ortaya
çıkardığı sonuçlarla kavga etmeyi kendisine başat
görev olarak belirlememektedir. Şüphesiz, devrimci
sosyalizm, eksik ve yanlış bulduğu her türlü ideolojik
eğilime karşı ideolojik mücadele yürütür; ancak
kadın hareketleri, feminizm, vb. gibi konularda
olduğu gibi, ekoloji alanında da kendi dışında
oluşmuş olan refleks ve direniş biçimleriyle savaşmaya
özel bir enerji harcamak yerine, bütün bu sorunlar
üzerine kendi sosyalist projelerini ortaya koyarak
yürümeyi ve daha önemlisi bir bütün olarak devrimci
mücadeleyi yükseltmek için çalışmayı tercih eder.
Devrimci sosyalizmin ekoloji konusundaki görüşleri,
esas olarak, yukarıdaki bölümün son paragrafında
belirttiğimiz gerçeğe, yani dünyanın artık kapitalist
uygarlığın sonuna geldiği ve buradan öteye yalnızca
yeni bir sosyalist uygarlık projesinin hayata
geçirilmesiyle yürünebileceği gerçeğine dayanır.
Bu, reformizmle devrimci düşüncelerin yüzlerce
yıllık çatışması boyunca hep söylenmiş olan sözlerden
biri değildir; bu kez gerçekten de ünlü halk deyiminde
olduğu gibi “deniz bitmiş”tir! Gerçekten de bu
mesele artık tarih boyunca gelebildiği en vahim
noktadadır ve bu uçurum çizgisi üzerinde yürürken
kapitalizm sınırları içinde bulunabilecek her
kısmi çözüm, yalnızca avuntu anlamına gelecektir.
İnsanlık, kapitalizmden kurtulmadıkça ve daha
önemlisi bu kez gerçekten doğru bir sosyalist
uygarlığı inşa etmedikçe dünya bir yıkımın sonuçlarından
kurtulamayacaktır. Şüphesiz bu, her günlük süreçte
kitlelerin düzene karşı mücadelesinin örgütlenmesinin
bir parçası olarak doğal çevrenin kirletilmesine
karşı mücadeleye özel bir önem vermeyeceğimiz
anlamına gelmez; ama devrimci sosyalizm bunu devrimci
perspektiften uzaklaşmak pahasına yapmayacaktır.
* “Doğaya Hükmetmek” Değil, Doğayla Barışık
Olarak Gelişmek
Yeni bin yılın bilimsel sosyalist aydınlanmasına
bağlı olarak yeni bir sosyalist uygarlık projesinin
ortaya konulması ise, artık 20. yüzyılın başında
olduğu gibi bir deneyim mirasından yoksun olarak
işe başlamamaktadır. Bir açıdan bakıldığında bir
talihsizlik olarak görülebilecek olan reel sosyalizmin
1990’daki çöküşü, 70 yılın birikmiş deneyimi açısından
bakılırsa, bir şans olarak da algılanabilir.
Her ne olursa olsun, sonuçta konumuz açısından,
bugün yaşadığımız koşulların ne 20. yüzyılın başındaki
koşullara, ne de Marx-Engels’in yaşadığı zamanlara
benzemediği kesindir. Dolayısıyla, bu konudaki
Marksist belirleme ve programatik çerçeveler de
yaşanılan deneyimlerin ışığında gözden geçirilerek
yeniden inşa edilmek zorundadır. Yaşanılan deneyimler,
bilimsel sosyalizmin kurucularının ilk tespitlerini
daha ileriye taşımak için gerekli olan birikimi
sunmaktadır.
Marksist klasiklerde sık sık geçtiği için bir
dizi yanlış çıkarsamaya dayanak yapılan “doğaya
egemen olma” söylemi, içeriği yeniden doldurulması
gereken kavramlardan biridir.
Devrimci sosyalizm, “gelişme” ve “ilerleme” kavramlarının
insan ilişkilerini içermeyen bir biçimde salt
teknik anlamlarıyla ele alınmasını ve buradan
hareketle de insanın özgürleşmesinin en üst noktası
olan komünizmin “doğa üzerinde hakimiyet” söylemiyle
özdeşleştirilmesini doğru bulmamaktadır. Bu tür
bir yaklaşımın ya da bu anlamı verebilecek, bunu
ima edebilecek cümlelerin marksist literatürde
yer alıp almadığı ya da nasıl yer aldığı üzerine
tartışmalar yapmak esasen çok gerekli değildir.
İlk bölümlerde yaptığımız bazı alıntılarda açıkça
görüldüğü gibi Marx ve Engels’te çoğunlukla bu
kavramlar, “doğanın yıkıcı güçlerinin keşfedilerek
onlara hakim olunması” biçiminde kullanılmaktadır
ve bu anlatımlardan mutlaka “doğanın iliğine dek
sömürülmesi” sonucunu çıkarmak gerekmemektedir.
Kaldı ki, aynı Marx’ın örneğin 1844 Elyazmaları’nda
“insan doğa aracıyla yaşar sözü, şu anlama gelir:
doğa insanın ölmemek için kendisi ile sürekli
bir süreç olarak sürdürmesi gereken bedenidir.
İnsanın fizik ve entelektüel yaşamının doğaya
sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemek, doğanın kendi
kendine sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemekten
başka hiçbir anlama gelmez; çünkü insan doğanın
bir parçasıdır.” (Sol Yay. 2. baskı, Sf: 145)
gibi çok önemli belirlemeler yaptığı da bilinir.
Kuşkusuz yine de “üzüm yemek” ve “bağcıyı dövmek”
meselesinde olduğu gibi bütün bu cümlelerin yorumlanması
kişinin Marksizme nasıl baktığına bağlı olarak
değişebilir; ancak şöyle ya da böyle, kesin olan
şey, bu kavramların uygulamada ciddi riskler içerdiğidir.
Esasen mesele şudur: 19. yüzyılın ikinci yarısında
Marksist düşüncenin temelleri ortaya konulduğunda,
doğanın yıkıcı güçlerinin keşfedilerek dizginlenmesi
işi başlayalı henüz birkaç yüzyıl bile olmamıştır.
Elbette büyük keşiflerin birçoğu çok daha eski
tarihlere aittir ama maddi üretime uygulanabilirlik
anlamındaki en önemli teknolojik buluşlarla dünya
yeni tanışmaktadır. Kapitalist sanayileşme, felaketli
sonuçları az çok kestirilebilen bir şeydir elbette
ama aynı zamanda en azından bir süreç boyunca
sevabı günahından ağır basan bir şeydir de. Feodal
barbarlık çökmekte, kapitalizm girdiği her köşede
eski insan ilişkilerine olduğu kadar toprağın,
enerjinin, madenlerin, vb. düşük kapasiteyle kullanımına
da son vermekte, böylece büyük üretici güçleri
(ve bu arada milyonlarca toprak kölesini) zincirlerinden
kurtararak özgür bırakmaktadır. Öte yandan, her
gün yeni bilimsel sıçramaların gerçekleştiği bir
ortamda, doğanın yıkıcı güçlerinin sırlarının
çözülüp dizginlenmesi ve böylece üretim sürecinin
de hizmetine sokulması, genel bir heyecan ve toplumsal
gelişme yaratmaktadır. Yani dönem boyunca Marksistler,
kapitalizmin genel bir insanlık yıkımı olduğu
konusunda net bir düşünceye sahiptirler; ancak
yine de onlar, bugünkü dünya tablosu gibi uçurumun
kenarına gelmiş vahşi bir tablo ile karşı karşıya
değildirler. Bugün, artık kesin biçimde varmış
bulunduğumuz “ya mahvolma ya sosyalizm” yol ayrımı,
o gün için henüz bu netlikte ortaya çıkmış değildir.
Ve bu koşullar altında, doğa yasalarının keşfedilerek
onlara egemen olunması fikri, hiçbir biçimde tuhaf
değildir; aynı zamanda bu fikir, insanlığın genel
ilerleyiş çizgisini ifade eden yanıyla zaten genel
bir kabul görmektedir.
Hatta aynı iyimser hava, çok sonraları, emperyalist
dönemde de, bu kez daha başka nedenlerle etkili
olmuştur. Örneğin 20. yüzyılın önemli bir bölümünde
de, dünyanın kapitalizmden kurtarılmasının ya
da en azından kurtarılmış olan büyük parçanın
düzene konulmasının artık çok zaman almayacağı
fikri, Marx ve Engels’ten gelen “doğaya egemen
olmak-özgürleşmek” denklemiyle yer yer buluşmuş
ve dönemin ekolojik politikalarında (daha sonraki
“kapitalist sistemle yarışma” teorisiyle de birleşerek)
etkili olmuştur.
Ancak, bütün bu tartışmalar bir yana, bugün varılan
nokta, başka bir ufuk çizgisidir. Sınırsız haydutluk
ve neoliberalizm koşullarında, aynı söylem ciddi
risk unsurları taşımaktadır.
Ayrıca, “doğaya egemen olmak” fikri de özel olarak
marksizme ait bir şey değildir. Daha da doğrusu
bu genel fikir, yani “doğanın kör güçlerinin denetlenmesi
ve insanlığın hizmetine sokulması”, aydınlanma
ve modernizm çağının bütününe aittir ve tabii
aynı çağın bütün diğer kavramları gibi çift yanlı
bir bıçağı andırır. Genel bir fikir olarak “insanlığın
yararı”ndan söz edildiğinde, bu pratikte kapitalistin
daha fazla kâr sağlama arzusunun da ifadesidir,
vs... Çünkü, son tahlilde doğal yasalara hakim
olmak, onun bütün güçlerini daha düşük maliyet
ve daha yüksek kâr sağlamak için kullanmak, tek
tek her kapitalistin temel dürtüsüdür.
Dolayısıyla sosyalizm, bu mantıkta, “kâr” kavramının
yerine “insanın yararı” kavramını koymakla yetinemez.
Sosyalizm bundan daha fazla ve daha gelişkin bir
şeydir. İnsanın yararı denilen şey, kimi kez insanlığın
uzun vadeli yararından ayrı bir şeydir ve onunla
zaman zaman çeliştiği de olur. Bugün “insan”ın
karnını doyurmak için koca bir nehri zehirleyebilirsiniz
ama bu, “insanlığın” genel ve kalıcı yararları
açısından korkunç bir sonuç olabilir, vs. Elbette
bir devrimci iktidar, belki de binlerce kez böylesi
zor tercihlerle karşı karşıya kalacak ve belki
de bazen tam doğru kararlar veremeyebilecektir.
Ancak, genel bir ilke olarak sınıflı toplumla
birlikte kendi sınıfsal varlığını da ortadan kaldıracak
olan, yani son tahlilde “insan” tanımının yeterli
olduğu bir noktaya ulaşmak isteyen, öyleyse uzun
vadede yalnızca kendi sınıf çıkarlarının değil
insanlığın kaderinin de sahibi olan proletarya,
artık doğa ile ilişkisini böyle riskli ve kısa
vadeli bir kavram üzerinden kuramaz. O, artık,
bir perspektif olarak, “doğaya hükmetme”yi değil,
onunla barışık olarak kendi insani varlığını geliştirmeyi
hedefleyebilir. Çünkü bugün artık söz konusu olan
şey, 19. yüzyılda olduğu gibi karşısında epey
bilgisiz olduğumuz doğa yasaları değil, kapitalizme
karşı korunması gereken bir varlık olarak insan
da dahil olmak üzere tüm canlı türlerinin yaşaması
için gerekli yegane ortam olarak doğadır ve dolayısıyla
yeni sosyalist uygarlık, bilimsel keşiflerin bir
bölümünü de bu koruma çabasına yöneltmek zorunda
kalacaktır.
* Yeni Sosyalizm Projesinin Bir Bileşeni Olarak
Devrimci
Sosyalist Ekolojik Yaklaşım
İkincisi, devrimci sosyalizm, ekolojik sorunun
ve çözümlerinin sosyalist tarzda ele alınışının
kendi başına bir anlam ifade etmediğini, ancak
sosyalizmin bizzat kendisinin nasıl tasarlandığıyla
ilişkili olarak doğru bir yere oturabileceğini
düşünmektedir. Sonuçta siz, nasıl bir sosyalizm
öngörüyorsanız, onun bir bileşeni olarak doğaya
bakışınız da öyle oluşacaktır.
Dolayısıyla, devrimci sosyalizmin ekolojiyi ele
alışı, kesinlikle klasik bir muhalefet partisinin
gelecek üzerine savurduğu vaatlere benzemez. Devrimci
sosyalizm, devrim denilen şeyi salt bir iktidar
değişikliği olarak anlamaz; o, bugünden başlayan
ve iktidar sonrasında da çeşitli biçimler alarak
kesintisizce devam eden bir süreçtir. Dolayısıyla,
devrimci sosyalizmin ekoloji ya da başka herhangi
bir konudaki anlayışı, bir program maddeleriyle
ortaya konulan bir vaatler dizisiyle sınırlı tutulamaz.
Elbette programlar ve projeler ve bunlara zemin
teşkil eden temel belirlemeler, bir devrimci hareketin
olmazsa olmazlarıdır, hiçbir devrimci hareket
bunlar olmaksızın yürüyemez ve kitlelerle iletişim
kuramaz ama bunlar yine de işin yalnızca bir bölümünü
oluştururlar. Devrimci sosyalizmin sosyalizm projesinin
asli unsuru, emekçi kitlelerin bütününün, gençlerin,
kadınların, meslek gruplarının, yediden yetmişe
bütün toplumsal yapının gerçek anlamda örgütlü
hale getirilmesi ve bütün bu güçlerin iktidarın
fethinden sonra “terhis edilerek eve gönderilmesi”
biçimindeki bürokratik yaklaşımın kesin biçimde
ortadan kaldırılmasıdır. Dolayısıyla devrimci
sosyalizm, ekolojik çevrenin korunması konusunda
da esas unsurun bu örgütlü güçler toplamı olduğunu
en baştan açıkça belirtmektedir. Yani devrim,
her şeyi nasıl yapacağını bilen bir akıllılar
grubunun iktidara taşınmasından sonra kitlelerin
evlerine çekilip kendilerine dönecek olan iyilikleri
beklemesi değildir. Devrim, toprağın alt üst oluşudur
ve kitlelerin büyük ve kesintisiz hareketidir.
Dolayısıyla, sosyalist ekoloji politikası denildiğinde,
bu, yalnızca “biz iktidar olduğumuzda...” diye
başlayan cümlelerle ifade edilebilecek bir şey
değildir. Devrimci sosyalist ekoloji politikası,
çevreyle ilgili akla gelebilecek her tür mühendislik,
tıp ve diğer meslek gruplarının yanında ayrıca
söz konusu doğa içinde yaşayan, soluk alıp veren
bütün insan topluluklarının örgütlü katılımını
esas alan bir politikadır. Bu, devrimci sosyalizmin
konu üzerine önsel düşünceleri ve temel ilkelerinin
olmadığı anlamına gelmez; ama devrimci iktidar
kendi bildiğini keyfi biçimde uygulayan bir kurum
değildir ve olmayacaktır.
Ve kuşkusuz bu, devrim sürecinin dönüştürücü anaforunda
kitlelerin bütün eski düşünme ve davranış kalıplarının
alt üst olmasını, değer sistemlerinin değişmesini,
insanların genel olarak kendilerini yaşadıkları
ülkenin ve iktidarın sahibi olarak algılamasını
öngören bir yaklaşımdır. Böyle bir sürekli devrimci
dönüşüm süreci, kitlelerin üzerinde yaşadıkları
doğayı (gerekirse kendi iktidarlarının yanlış
uygulamalarına karşı da) koruyabilir hale getirilmesi
ve bunun bir politik-kültürel refleks halinde
süreklileşmesi anlamına gelecektir. Bu, kararnameler
ve yasaların ötesinde, doğrudan doğruya insan
unsuruna dayanan bir politikadır ve devrimci sosyalizmin
politikalarının esasını oluşturmaktadır.
Ve nihayet kitlelere dayanan bu politika, aslında
devrimci iktidarın ayakta kalarak varlığını sürdürmesinin
de gerçek garantisidir. Devrimci sosyalizm, devrimci
iktidarın ayakta kalabilmesinin tek yolunun kapitalist
ülkelerden daha yüksek teknolojiler uygulamak,
daha çok gemi, uçak, vb. yapmak, vb. olmadığını
kesin biçimde ortaya koymaktadır. Devrimci iktidar,
şüphesiz bütün üretim alanlarında (ve tıptan eğitime
dek her alanda) mümkün olan en yüksek teknolojileri
kullanacak, dahası bu yüksek üretim teknolojilerini
kendisi üretmek için de yoğun bilimsel çalışmalar
yürütecektir; ancak o, geçmişin revizyonist “barış
içinde yarışma” yaklaşımına asla geri dönmeyecek,
devrimin ayakta kalmasının asıl yolunun emekçi
kitlelerin sahiplenip savunduğu bir sosyalist
ülke yaratmaktan geçtiğini bilecektir. Ekolojik
yaklaşım bakımından bunun anlamı, zaman zaman
doğayı katletmeyi de göze alabilen bir “sanayi
atılımları” çılgınlığına kapılmamak, çubuğu büyük
ölçüde kitlelere, devrimci katılım kanallarına
doğru bükmektir. Ancak böyle bir yoldan yürüdüğümüzde,
nihai olarak bolluk toplumuna varacak bir üretim-verimlilik
artışına ulaşmak ve bu arada içinde devindiğimiz
doğal ortamı koruyabilmek mümkün olacaktır.
* Yeni Sosyalist Uygarlık: Kapitalizmin Gerçek
Alternatifi
Hiç kuşku yok ki, Türkiye ya da başka herhangi
bir ülkede gerçekleşen bir devrimci iktidar, yalnızca
ekoloji konusunda değil, daha bir çok değişik
konuda muhtemelen zaman zaman son derece zor durumlarla
karşılaşacak, sıkıntılı karar anlarıyla yüzyüze
kalacaktır. 70 yıllık deneyimin ışığında yürüdüğümüz
için, salt bu deneyimi tartışıp kavramış olduğumuz
için bizim devrimci iktidarımızın daha elverişli
koşullarda iş göreceğini varsaymamız mümkün değildir.
Geleceğin yeni sosyalist tasarımı de, masa başında
cetvelle çizilmiş bir mimari projeye hiç benzemeyecektir;
çünkü muhtemelen yarının devrimci iktidarları,
1917 sürecinden daha yoğun ve teknolojik açıdan
daha iyi donatılmış (uluslararası medya tekelleri
ve diğer bütün gelişkin provokasyon araçları,
vb.) bir kuşatma ile karşılaşacak ve muhtemelen
yaptığı bazı şeyler yapmak istediği şeylere tam
olarak denk düşmeyecektir. Yani, devrimin ertesi
günü karşılaşılacak olan manzara bir cennet bahçesi
değildir.
Ancak her ne olursa olsun, devrimci sosyalizm,
yukarıda özetlemeye çalıştığımız iki temel kriteri
esas alacak ve genel olarak geleceğin kurulması
sürecinde olduğu gibi ekoloji konusunda da böyle
bir çizgi üzerinden ilerleyecektir.
uDevrimci sosyalizmin
güncel hedefi olan anti-emperyalist anti-oligarşik
devrim, kendisini sürekli kılacak ve kesintisiz
bir biçimde sosyalizme doğru evrilecek bir rotaya
sahiptir. Bu devrim, iktidarın bir anlık el değiştirmesini
ya da kısa süreli bir ayaklanmayı değil, uzun
süreli bir halk savaşını önüne koyduğu için, program
maddelerinde ifade ettiği gelecek projesinin en
azından nüvelerini de savaşın her aşamasında hayata
geçirmeyi öngörmektedir. Dolayısıyla, anti-emperyalist
anti-oligarşik devrimin kitlelerle kurduğu ilişki
de bugünden başlayıp komünizme dek devam edecek
bir süreç olacaktır. Eğitimden sağlığa, ekolojiden
kültüre ve sanata dek her konuda devrim, bu ilişkiyi
esas alacak, kendi politikalarını bu ilişki üzerine
inşa edecektir.
u Anti-emperyalist
anti-oligarşik devrim, emperyalizme bağımlılığın
iktisadi, politik, kültürel, vb. bütün biçimlerini
bu topraklardan söküp atacak, bütün bağımlılık
anlaşmalarını derhal yırtıp atacak ve esas olarak
ülkenin kendi kaynaklarına dayanan bir ekonomik
politikayı hayata geçirecektir.
u Anti-emperyalist
anti-oligarşik devrim, ülke ekonomisinin bütün
kilit sektörlerini kamulaştıracak, üretim sürecini
kâr esasına göre sürdüren kapitalist işleyişi
mümkün olduğunca büyük bir hızla değiştirecek,
planlı ve kamu yararına bir üretim sistemini gerçekleştirecektir.
u Anti-emperyalist
anti-oligarşik devrim, ülkedeki bütün baskı ve
zulüm kurumlarını kesin biçimde parçalayarak,
onun yerine milis tabanına ve kitle örgütlenmelerine
dayanan bir halk ordusunu inşa edecek ve en önemlisi
devrim sürecinin bugünkü aşamalarından başlayarak
kitlelerin her düzeyde örgütlenmesini, bu örgütlülükleri
aracılığıyla iktidar sürecine katılmasını sağlayacaktır.
u Ve nihayet böyle
bir devrim, yalnızca içinde yaşadığımız doğal
ortamın değil, genel olarak evrenin ekolojik dengelerinin
sorumluluğunu hissedecek, güncel sıkıntılar ve
muhtemel ablukalar karşısında ne kadar zorlanırsa
zorlansın, doğanın geleceğini sakatlayan girişimlerde
bulunmayacaktır. Bu amaçla üzerinde yaşadığımız
toprakların enerji başta olmak üzere bütün alternatif
kaynaklarına yeni bir anlayışla eğilmek, doğaya
zararlı yöntemler yerine verimliliği ve doğayı
birlikte gözeten yöntemler koymak, kolektif üretime
dayalı sağlıklı tarımsal projeler üretmek devrimin
önde gelen görevleri arasında olacaktır.
u Kâr amacı gütmeyen
sosyalist üretim bugün pahalı denilerek devreye
sokulmayan çevre dostu tüm teknolojileri, enerji
üretme yollarını kesin biçimde sahiplenecektir.
Bu türden yeni teknolojilerin üretimi bilimin
temel sorunlarından biri olarak ele alınacaktır.
u Devrimci sosyalizm,
organik tarımı esas alacak, genetik olarak değiştirilmiş
tarım ürünlerinin üretiminin insan ve doğa üzerindeki
sonuçlarını kesin biçimde yasaklayacaktır.
u Bütün toplumsal
güçlerin uyandırıcısı olarak bir şafak vakti anlamına
gelen devrim, ülkenin bugün kapitalist sistemin
emrinde çürütülen bilimsel potansiyelini açığa
çıkaracak, bu potansiyelin şu anda yararsız alanlara
akmakta olan gücünü halk için seferber edecektir.
Özellikle metropol kentlerdeki bugünkü keşmekeşi
sona erdirecek radikal projeler kesinlikle artık
yalnızca bir devrimin başarabileceği işler haline
gelmiştir. Ancak böyle bir devrimle birlikte,
kent-kır ilişkisi ve tüm üretim süreçleri, kent
ile kır arasındaki ayrımın ortadan kaldırılacağı,
insanın doğayla barışık biçimde yeniden bütünleşeceği,
insanı doğaya yabancılaştıran tüm ilişki biçimlerinin
ortadan kaldırılacağı yeni biçimlerde organize
edilecektir. Kapitalizmin ve sermayenin yoğunlaşmasının
ürünü olan ve insanı doğaya yabancılaştıran büyük
kent ve üretim düzeni tamamen tasfiye edilecektir.
u Doğal yaşam alanlarının,
bitki ve hayvan türlerinin kapsamlı önlemlerle
korunması, “ekonomik gelişme”ye kurban edilmesinin
önüne geçilmesi yine devrimci iktidarın temel
ekolojik görevlerinden biri olacaktır.
Sonuç olarak, ekolojik sorunlar, zaman içersinde
çeşitlenen ve derinleşen bir tablo gösterir ve
kimi zaman bugünün önemli gibi görünmeyen sorunları
da vahim bir noktaya ulaşarak kendini dayatır
hale gelir. Dolayısıyla devrimci sosyalizm de
kendisini mevcut sorunlar ve onların çözümleriyle
sınırlamaz, genel yaklaşımlarının yanı sıra her
yeni olgu karşısında tavır alır ve kendi çözüm
yollarını üretir.
Devrimci sosyalizmin eko sistemin korunması yolunda
yapacağı işler sınırsızdır ve bunların tümünü
burada sıralamak ne mümkün ve bu çalışmanın sınırları
bağlamında ne de gereklidir. Kesin olan şudur
ki organik ve inorganik tüm değerleriyle eko sistemin
bütün unsurlarıyla korunması, insanın değiştirici
müdahalesinin eko sistemin işleyişine uygun hale
getirilmesi devrimci sosyalizmin yaratacağı uygarlığın
en temel karakteristik özelliği olacaktır.
Devrimci Mücadelenin Bir Bileşeni Olarak Ekolojik
Mücadele
Bütün bu ayrıntılar bir yana şu kesindir; bugünkü
umutsuzluk verici kent ve kır tablosunu değiştirmek,
insanların tüketim ve yaşam alışkanlıklarını,
değer sistemlerini ve duyarlılıklarını yeniden
şekillendirmek, onları kendi kaderleriyle yeniden
tanıştırmak, ancak toprağın tamamen alt üst olduğu,
bütün taşların yerinden oynayıp yeniden dizildiği
bir toplumsal kalkışma ile mümkündür; ve daha
önemlisi, devrim, bu kalkışma halini sürekli bir
politik-kültürel durum haline getirmekle yükümlüdür.
Burjuvazinin “uzman”larının sık sık tekrarladığı,
“çevre eğitimi” ihtiyacı, bu devrimle birlikte
son derece pratik bir yoldan, Marx’ın deyişiyle
“değiştirenlerin değişmesi” yolundan yürüyecektir.
Ve şüphesiz, yürüdüğümüz bu devrimci savaş yolu,
zaman içerisinde bütün alanlarda olduğu gibi bu
alanda da safları yeniden harmanlayıp netleştirecek,
mücadelenin her aşamasında deniz kıyısından çöp
toplamayı marifet sayan sosyete çevrecileri ile
sorunun sistemden kaynaklandığının bilincinde
olan duyarlı insan toplulukları arasındaki ayrışma
tamamlanacak ve bu ikinciler ile devrimci sosyalist
hareket arasındaki mesafe gitgide kısalacaktır.
Bu sorun son derece önemlidir; çünkü, devrimci
sosyalizm başka bir dizi sorunda olduğu gibi ekoloji
sorununda da nihai çözüm yolunu ortaya koyup,
bütün her şeyi o sürece erteleyemez. Daha önceki
bölümlerde de söylediğimiz gibi kapitalizmin dünyayı
bugün getirmiş olduğu felaketli sonuç, çeşitli
sınıflardan insanların refleks ve dirençlerine
yol açmaktadır, açmaya da devam edecektir. Sorun,
özellikle 1980’lerden sonra bütün dünyada oldukça
güncel bir mücadele alanı haline gelmiş; bir yandan
Yeşiller gibi hareketler Avrupa’da burjuva siyasetinin
(Hıristiyan Demokratlar ve Sosyal Demokrasi dışındaki)
üçüncü büyük gücü haline gelirken, diğer yandan
da çoğunlukla anarşist temelde bireysel ve örgütlü
tepkiler gelişmiş, hatta iş bazen (unabomber olayında
olduğu gibi) ciddi şiddet eylemlerine dek varmıştır.
Sonuçta, yeni toplumsal hareketler diye adlandırılan
kesimin de en temel öznelerinden birini bu akımlar
oluşturmaktadır. Yine bu hareket, kısa sürede
postmodern itiraz ve muhalefet biçimlerinin de
temel bileşenlerinden biri olmuştur.
Aynı sürecin artık Türkiye’de de bir tarihi olduğu
rahatça söylenebilir. Özellikle 1990’larla birlikte,
zaman zaman ciddi ses getiren direnişler bu alanda
ortaya çıkmıştır. Gökova Santrali, Bergama direnişi,
Hasankeyf sorunu, Boğazlarda oluşan kimyasal tehlikeler
ve Çernobil’in devam eden etkileri, Karadeniz’deki
zehirli varillere karşı tepkiler, yanlış ilaçlama
sonucunda zehirli hale gelen tarım ürünlerinin
Avrupa kapılarından geri dönüşü, bir çok yerde
barajlara karşı ortaya çıkan tepkiler, vb. vb.
bunun ilk akla gelen örnekleridir.
Elbette bu direnişlerin bazıları daha çok küçük
burjuva hareketler tarafından sahiplenilmiş ve
geliştirilmiştir; başka bazıları ise TEMA vakfı
gibi kurumlar aracılığıyla doğrudan tekelci burjuvazinin
“çevreciliği”nin(!) örnekleri oldular ve ekolojik
sorunlardan kaynaklanan memnuniyetsizliğin sistem
içi kanallara çekilmesinin örnekleri oldular.
Ancak ne olursa olsun, bu alandaki ciddi tepki
ve potansiyel, görmezlikten gelinemeyecek kadar
önemlidir ve devrimci sosyalizm, sadece nihai
hedeflerini ortaya koymakla yetinmemek, güncel
sürece de müdahale etmek zorundadır.
Ekolojik alan, bu anlamda devrimci sosyalizmin
sınıflar mücadelesinde devrimci hareketi üzerinde
inşa edeceği sorun alanlarından biridir. Başka
bir deyişle, dünyanın yok oluşa doğru sürüklenmesinin
nedeni kapitalizmse ve bu sorun, temelde işçi
sınıfını ve sömürge/yeni-sömürge halklarını yakından
ilgilendiriyorsa, devrimci mücadelenin üzerinden
inşa edileceği ana damarlardan birinin ekolojik
alan olması kaçınılmazdır. Sorunun ilk bakışta
sınıflardan bağımsızmış gibi görünmesi, aldatıcı
bir durumdur çünkü; en basit olarak temiz su kaynakları
örneğinde bile açıkça görebileceğimiz gibi sorun
esas olarak emekçilerin ve yoksulların sorunudur;
çünkü sonuçta söz konusu sorunu yaşayan esasen
onlardır.
Üstelik bu alan, sorunun özgün niteliğinden ötürü
çoğu kez küçük ve orta burjuvaziden gelen pek
çok insanı da kendi eksenine dahil etmekte ve
saflaşmaya zorlamaktadır. Bu bağlamda devrimci
mücadele ile bu toplumsal kategoriler arasındaki
bağların kurulabileceği, tekellerin “çevreciliği”
ile soruna daha köklü bir yerden bakan kesimler
arasındaki ayrışmaların yaşanabileceği bir çelişki
alanıyla karşı karşıyayız ve devrimci sosyalizmin
soruna oligarşiyle mücadele perspektifiyle yaklaşarak
açılımlar geliştirmesi büyük önem taşımaktadır.
Devrimci sosyalizm, problemin odağında emekçilerin
yaşadığı alanların (mahalleler, köyler) olduğunu
gözeterek bu mücadelenin öncülüğünü yapmalı, sel
baskınlarından hava kirliliğine, ormanların tahribinden
zehirli yiyeceklere, sanayi atıklarından içme
sularının kirletilmesine dek her konuda emekçilerin
yaşadığı her sorunun içinde olmalı ve her durumda
kitlelerin yakıcı taleplerinin sözcüsü olmalıdır.
Devrimci yenilenme çizgisi üzerinden yürüyen devrimci
sosyalizm, yeni bir sosyalist uygarlık projesinin
taşıyıcısıdır. Nihai olarak, insanla insanın ve
insanla doğanın aralarında bir efendilik-kölelik
ilişkisi kurmaksızın uyum içersinde yaşayacakları
bir gelecek, bu yeni uygarlığın zirvesi olacaktır.
Ancak hiç unutmamamız gereken gerçek, bu yeni
sosyalist uygarlık projesinin güncel mücadelemiz
içerisinde de kendisini ortaya koyması gerektiğidir.
Açlık
Ordusu Büyüyor
Dünyada her yıl yaklaşık 1 buçuk milyon çocuk,
henüz 5 yaşına bile ulaşamadan ölüyor. UNICEF’in
2004 yılı raporuna göre, sadece Kongo Cumhuriyeti’nde
her yıl 5 yaşın altında yaklaşık 530 bin çocuk
açlıktan ölüyor. Raporda, Sierra Leone, Angola
ve Afganistan’da her 4 çocuktan birinin 5
yaşına ulaşamadan öldüğü belirtildi. BM Gıda
ve Tarım Örgütü (FAO)’ya göre ise dünyada
gıda üretiminin bol olduğu bir dönemde 840
milyondan fazla insan düpedüz aç. Dünya nüfusunun
yarısı, günde 2 dolardan az bir parayla geçinmeye
çalışıyor. Günde 1 dolardan az bir parayla
yaşamlarını sürdürmeye çalışanların sayısı
ise 1.2 milyar. |
Küresel
Isınma ve Sonuçları
BM raporlarına göre, küresel ısınma 21. yüzyılı
aynı zamanda ‘açlık yüzyılı’ da yapabilecek.
Raporda yer alan bilgilere göre, küresel ısınma
Asya’da tarım ürünlerinin üretiminde düşüşe
neden olacak. Avusturalya ve Yeni Zelanda’da
su kıtlığına yol açacak olan küresel ısınma,
Avrupa’da sel baskınlarını, Amerika’da ise
erozyonları beraberinde getirecek. Raporda
dünyanın 1.4 ve 5.8 derece arasında ısındığını
belirten bilim insanları, deniz seviyesinin
10 santimetre yükseldiğini ve bunun da denize
yakın yaşayan milyonlarca insanı tehdit ettiğini
belirtiliyor. |
Çernobil
Öldürmeye Devam Ediyor
26 Nisan 1986. Saat 01.23. Çernobil nükleer
santralinin dördüncü reaktörü, bir test sırasında
infilak eder. Bina harabeye döner, yıkıntıdan
gökyüzüne radyasyon yüklü siyah dumanlar yükselir.
Tarihin en büyük sivil nükleer kazasıdır bu...
En ağır radyoaktif elementler (stronsiyum
ve seryum) fabrika civarına düşer. Daha hafif
olanlar (iyot ve sezyum gibileri...) bulut
halinde sefere çıkar ve Avrupa’nın dörtte
üçünü kirletir, milyonlarca insana radyasyon
bulaştırır. Sovyet yönetimince yapılan açıklamaya
göre, faciada 31 kişi ölmüş, 237 kişi yaralanmıştır.
Oysa bugün gayrı resmi veriler, 15 ila 30
bin ölüden, milyonlarca sakattan söz etmektedir.
Facianın üzerinden 16 yıl geçtiği halde Ukrayna’daki
Çernobil Santrali hala radyasyon sızdırıyor.
Civarda radyoaktif malzemelerin depolandığı
800 noktadan, radyasyon yayılmaya devam ettiğini
açıklandı.
Facianın Boyutları
Yetişkinlerde tiroid kanserine rastlanma oranı
kazadan sonra on kat artış gösterdi.
2,5 milyon hektarı aşkın zengin tarım toprağı
artık kullanılamıyor.
Sakat doğumlar ve büyüme bozuklukları Ukrayna’da
%230, Beyaz Rusya’da ise %180 arttı.
Şiddetli bağışıklık sistemi bozuklukları görülen
çocuklara, 2 ile 3,5 kat daha fazla rastlanmaktadır.
380 bin kadar çocukta kan kanserleri, tiroid
sorunları ve anemiler saptanmıştır.
7,1 milyon insanın gelecekte ciddi sağlık
sorunları yaşaması beklenmektedir.
Kazadan sonra nükleer santralı temizlemekle
görevli 4365 personelin hepsi, radyoaktiviteye
bağlı hastalıklardan öldü. |
Dünyayı
en çok kirleten ABD
Birleşmiş Milletler çevre toplantısında, ozon
tabakasının delinmesinin ve sera etkisinin
en büyük sorumlusunun ABD olduğu açıklandı
Dünya nüfusunun yüzde 4’üne sahip ABD, sera
etkisine neden olan gaz emisyonlarının yüzde
25’inin de sorumlusu. Uluslararası Enerji
Ajansı’nın ve Avrupa Nükleer Araştırmalar
Örgütü’nun ortaklaşa yayınladıkları verilere
göre, yılda 5 milyar 400 milyon ton karbondioksit
(CO2) salgılayan ABD, dünyada havayı en çok
kirleten ülke olma özelliğine sahip. ABD’yi
bu alanda sırasıyla Çin (2 milyar 853 milyon),
Rusya (1 milyar 146 milyon), Japonya (1 milyon
128 milyon), Hindistan (908 milyon) Almanya
(857 milyon), Britanya (550 milyon), Kanada
(477 milyon), İtalya (426 milyon) ve Fransa
(376 milyon) izliyorlar. |
Nükleer
Santral Kazaları
ABD Nükleer Denetleme Komisyonu’nun resmi
kayıtlarına göre, bugüne kadar felakete yol
açabilecek derecede 169 kaza olmuştu. Japonya’da
1992 yılında tam 20 önemli reaktör kazası
bildirilmişti. Yine 1992 yılında, Rusya’daki
nükleer komplekslerde uzmanlar 205 kaza raporu
verdiler.
Önemli Kazalar
1952 Chalk River deneme reaktörü.
1958 Vinca/Yugoslavya deneme reaktörü.
1961 SL 1, İDAHO FALLS/ABD Askeri deneme reaktörü
patlaması.
1966 Enrico Fermi/ABD Hızlı üretken, deneme
reaktörü kısmi çekirdek erimesi
1969 Lucens/İsviçre deneme reaktörü kısmi
çekirdek erimesi
1972 Fürgassen/Almanya 640 MW kaynar sulu
reaktör, radyoaktif buhar kaçağı
1975 Tsuruga-1/Japonya 340 MW kaynar su reaktörü
bir boru hattında kırık.
1975 Leningrad-1/Sovyetler Birliği 380 basınçlı-su
soğutmalı reaktör kısmi çekirdek erimesi
1977 Bohunice A-1/Slocakya 100 MW gaz soğutmalı
reaktör çekirdeğin aşırı ısınması, radyasyon
sızıntısı.
1978 Brunsbüttel/Almanya 770 MW kaynar su
reaktörü bir buhar hattının kopması, radyasyon
sızıntısı
1979 Three Miles İsland/USA 880MW basınçlı
su reaktörü çekirdek erimesi, iyot-131 kaçağı.
1986 Çernobil 4/Ukrayna 1000 MW basınçlı su
soğutmalı grafit reaktörü güç infilakı,
1987 Trawsfynydd/İngiltere 200 MW gaz soğutmalı
reaktör yangın
1991 Mihama-2 Japonya 500 MW basınçlı su reaktörü
bir boru hattının kopması radyoaktif buhar
kaçağı
1992 Sosnovy Bor/Rusya 1000 MW basınçlı su
soğutmalı reaktörün bir yakıt elemanı kanalının
kopması. |
Mega
Kentler: İnsanlığın Belası
Amerikalı bilim adamlarına göre, bazı mega
kentler 1990 ve 2000 yılları arasında %25
oranında büyüdü.
Araştırmacılar 1950-1958 ve 1984-1999 yılları
arasındaki hava verilerini inceleyerek kentlerin
çevrelerine göre 5,6 derece daha sıcak olduğunu
ifade ediyorlar.
Ölçümler kentlerdeki sıcaklık adalarının kentler
üzerindeki havanın daha hızlı yükselmesine
yol açtığını, farklı yükseklikteki binaların
hava akımlarını değiştirdiğini ve kıyı kentlerinde
de deniz rüzgarlarıyla karşılıklı etki içine
girdiğini gösteriyor. Böylece kentler üzerindeki
bulut oluşumu iyice artarak, çevre bölgelerde
şiddetli yağışlara yol açmakta. |
Hava
kirliliği öldürüyor
Dünya Sağlık Örgütü’nün araştırmasına göre,
2020 yılına dek, hava kirliliği tüm dünyada
8 milyon insanın ölümüne neden olacak. BM’nin
çevre kirliliği raporuna göre ise, çevre kirliliği
nedeniyle her yıl ortalama 11 milyon çocuk
ölüyor. Raporda, sadece 5 yaş ve altı çocukların
oluşturduğu yaklaşık 4 milyon insanın, hammadde
işleme fırınlarından çıkan duman nedeniyle
solunum enfeksiyonundan öldüğü belirtildi.
Raporda, en az 1.4 milyar insanın hava kirliliğinden
etkilendiği ve tüm ölümlerin yüzde 25’inin
çevre kirliliğinden kaynaklandığı, dünyada
en yoğun kirliliğin Asya ülkelerinde olduğu
kaydedildi. |
Ozon
deliği rekor düzeyde
Ozon deliğindeki büyüme şimdiye kadar ölçülen
en yüksek düzeye ulaştı. BM’nin son raporuna
göre ozondaki en ince bölgenin oranı, ‘delik’
olarak nitelendirilen tüm tabakanın yüzde
70’ine ulaştı.
Delik özellikle, mevsim değişimi yaşanan Ağustos
ve Eylül aylarında daha da büyüyor; rapora
göre deliğin ince tabakası bu yıl Eylül ortası
ve sonunda olmak üzere iki kez maksimum düzeyine
ulaştı. Delik bu yıl 27.970.000 kilometre
kare olarak ölçülerek 2000 Eylül’ündeki rekor
düzeylerine ulaştı. |
Kutupların
Erimesi Hızlanıyor
Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin
(NASA) açıklamasına göre, sadece Grönland’ın
yılda 50 kilometreküp küçüldüğü ortaya çıktı.
Bunun deniz seviyesinin 0,13 milimetre yükselmesi
anlamına geldiğini söyleyen Rignot, buzulların
erimesinin, sıcak geçen birkaç yaz mevsimiyle
açıklanamayacağını belirtti. Kirletici emisyonların
bugünki düzeyde atmosfere salınması devam
ederse önümüzdeki 100 sene içinde deniz seviyesi
1 metre yükselmiş olacak. Avrupa’da en riskli
yerler Almanya, Hollanda ve Ukrayna kıyıları
ile birlikte Türkiye’deki deltalar. Kuzey
Afrika’da Nil deltasının önemli bir kısmı
da sel ve erozyon nedeniyle kaybedilebilir. |
|