Yerel yönetim olgusuna girmeden önce konunun
tarihsel gelişimine bir göz atmakta yarar var.
İlkel komünal topluluktan köleci topluma geçişle
birlikte yönetsel/yaşamsal birimler olarak ortaya
çıkan kent-devletler, merkezi imparatorlukların
ortaya çıkışıyla birlikte zayıflamış da olsa etkinliklerini
sürdürmüşler ve günümüzde hala kullanılmakta olan
kimi siyasal kavramların da doğduğu zemini oluşturmuşlardır
(demokrasi, meclis, cumhuriyet, senato vb.).
Feodalizm sürecinde kimi yerlerde merkezi devlet
kendini bu yeni üretim biçimine göre organize
edip yapısını korurken (Osmanlı imparatorluğu
gibi) kimi yerlerde ise güçsüzleşmiş, bazı yerlerde
tamamen dağılmıştır (Kara Avrupası). Ancak köleci
ve feodal süreçte tek tek kimi kentler öne çıksa
da üretimin toprağa dayalı yapısından dolayı kentler
yönetsel, ticari, kültürel, dini merkezler olmanın
ötesine geçememiş, kıra, kırsal üretime ve onun
sahibi olan krala ya da toprak beyine bağımlı
kalmışlardır. Üretimi gerçekleştiren sınıflar
açısından kentler, yabancı birer olgu olarak kalmıştır.
Sınıf mücadelelerinin köle ve köylü ayaklanmalarının
gerçekleştiği yerler kırsal alanlar olarak kalmıştır.
Kentler ise yer yer egemen sınıflar arasındaki
çelişki ve çatışkıların gerçekleştiği yerler olmalarına
rağmen siyasal iktidarın merkezileştiği odaklar
olmanın ötesinde bir öneme sahip olamamışlardır.
Elbette ki bu kentleri tamamen önemsizleştirmez.
Roma’nın Hun istilasına uğraması, Viyana kuşatmaları,
İstanbul’un alınışı gibi simgesel olaylar, kentlerle
özdeşleşen iktidar mücadelelerine iyi birer örnektir.
Ancak tüm bu iktidarların gücünü aldığı üretim
kırlarda gerçekleşmektedir.
Kapitalizm ve Yerel Yönetimler
Kapitalizmle birlikte üretimin de merkezi kentlere
kaymıştır. Kapitalizm öncesi süreçte sömürgeleştirmeler
aracılığıyla kentlerde yoğunlaşan ticaret sermayesi,
kapitalist üretimin tohumlarını da kent topraklarına
ekmiştir. Bilimin, kültürün, sanatın da merkezi
olan kentler, doğal olarak bilimsel-teknik gelişmelerin,
böylelikle kapitalizmin önünü açacak olan buhar
makinesi, dokuma makinesi gibi makinelerin de
ortaya çıkıp geliştiği yerler olacaktı. Kapitalizmin
doğup büyüdüğü kentler, sadece ticaretin değil,
üretimin de merkezi, dolayısıyla sınıf mücadelelerinin
de merkezi olmaya adaydı.
Bu gelişmelerle birlikte kentlerin önemi böylesine
artmaya başlarken yeni süreç, yeni kavramlarını
da yaratmakta gecikmiyordu. Bu süreçte artık soylular
ve toprakla birlikte onlara ait olan köylülerin
dışında, herhangi bir el emeği harcamaksızın geçinen
ve kentlerde yaşayan yeni bir toplumsal katman
ortaya çıkmıştı: Burjuva. Türkçedeki tam karşılığı
“kentsoylu” olan ve ilk ortaya çıktığı dönemlerde
soylular tarafından aşağılayıcı bir sıfat olarak
da kullanılan burjuva kavramı, kentle birlikte,
kentte yaşayan bir kesimin adını koymak için tanımlanmıştı.
Süreç içersinde ticaret burjuvazisinin ardından
sanayi burjuvazisi de güçlendikçe kent yönetimlerindeki
ağırlıkları artmaya başladı. Kent kökenli bir
sınıfsal katman olarak burjuvaların, özellikle
altyapı, ticari yasalar, hukuk vb. konularda birçok
talebinin bulunması ve bu talepler ekseninde feodal
sistemin birçok unsuruyla sık sık karşı karşıya
gelmesi kaçınılmazdı. Burjuvaların kent yönetimlerine
katılma aracı kent meclisleri ya da belediye meclisleriydi.
Bu araç, kent özgülüne göre değişmekteydi. Özellikle
merkezi devlet yapısının zayıf olduğu yerlerde
her kent kendi özgün yapısını ortaya çıkarabilmekteydi.
İktidarın merkezileştiği başkentlerde ise bu meclis,
aynı zamanda sermayenin de merkezileştiği kentlerin
meclisi olduğundan doğrudan siyasal tartışmaların
gerçekleştiği alanlar haline geliyordu.
Öte yandan kapitalizmin gelişmesi, artık üretimi
toprağa bağlı olmaktan çıkarıyor, kentler toplumsal
üretimin gerçekleştiği ve giderek yoğunlaştığı
merkezler olarak ekonomik, toplumsal ve siyasal
önemini her geçen gün daha da artırıyordu. Kapitalizmin
gelişmesiyle kendisini sınırlayan feodal kalıpları
parçalaması, yine kapitalizmin fazlasıyla ihtiyaç
duyduğu serbest işgücünün köylerden kentlere göç
etmesini ve proleterleşmesini de beraberinde getiriyordu.
Artan proleter nüfus, kentlerin ihtiyaçlarını,
yapısını, yaşam tarzını, işleyişini, kültürünü
vb. de değiştiriyordu. Sınıf mücadelesinin kalbi,
artık kentlerde atıyordu. En az burjuvalar kadar
kentli yeni bir sınıf; proletarya da tarih sahnesindeki
yerini alıyordu.
Sivil Toplumun Ortaya Çıkışı
Kapitalist gelişimin beraberinde getirdiği tüm
bu gelişmeler, kent yönetimlerinin yapısını da
önemli oranda etkilemişti. Daha feodalizm zamanında
kent yönetimi için ayrı organizasyonlar, belediyeler
ortaya çıkmaya başlamıştı. Burjuvaların ortaya
çıkıp gelişmesi ve bunların kent meclislerindeki
ağırlığının artması “sivil toplum” olgusunu da
beraberinde getirmişti.
Burjuvalar, muhalefette oldukları bu süreçte kendi
siyasal amaçları doğrultusunda biraraya gelirlerken
feodal devlet dışında bir örgütlenmenin de o tarihsel
süreçteki ilk biçimlerinden birini yaratıyorlardı.
O güne kadar ortaya çıkmış olan yasal tüm örgütlenmeler
feodal devletin denetimindeydi. Esnaf loncalarının
kendi iç hiyerarşisi, sistemle bütünleşen bir
yapıya sahipti. Burjuva sivil toplumu ise henüz
geçerli sistem olan feodalizmle her konuda çelişki
halindeydi. Ancak ellerindeki ekonomik güç, oluşmaya
başlayan örgütlenmeyi yasadışı bir noktaya götürmüyor,
toplumsal meşruiyeti sağlıyordu. Verili özel mülkiyet
ilişkileriyle herhangi bir çelişkisi olmayan kapitalist
ilişkilerin, feodal sistem içinde kendine bir
meşruiyet alanı açabilmesi çok doğaldır. Böylesi
bir ekonomik güce sahip olmayan sendikalar ise
toplumsal meşruiyetlerini kendilerini oluşturan
proleterlerin kanlarıyla kazanıncaya dek yasadışı
olarak kaldılar.
Günümüzde çok rahatlıkla “sivil toplum” başlığı
altına sokuluveren işveren örgütleri ve sendikaların
doğdukları günden bugüne aralarında var olan (ya
da daha doğru bir ifadeyle “olması gereken”) kan
uyuşmazlığı kaynağını sınıfsal kökeninden almaktadır.
Burjuva “sivil toplum”u, “sistem”e muhalifmiş
gibi tavır alabilirken, sistemin kendisini üzerinde
inşa ettiği özel mülkiyet gibi bir temele dokunmayı
aklından bile geçirmemiştir. Bu onun sınıfsal
karakterine tamamen zıt bir davranış olurdu. Bu
nedenle de muhalifliği biçime ilişkindir, dönemsel
sınıfsal ihtiyaçlarına denk düşmektedir.
Burjuva sivil toplumculuğunun muhalifliği konusundaki
en büyük yanılgı da bu dönemsel ihtiyaçlardan
kaynaklanmaktadır. Tekel öncesi dönem kapitalizmi
için en uygun gelişme ortamı serbest rekabetin
tüm alanlarıyla yaşanabileceği burjuva demokrasisi
ortamıdır. Burjuvazinin muhalefeti de “demokrasi
mücadelesi” olarak şekillenmiştir bu dönemde.
Yoksa hiçbir örgütlenme adı “sivil toplum örgütü”
ya da “hükümet dışı organizasyon” olduğu için
tartışmasız “demokratik” olarak kabul edilemez.
Tüm örgütlenmeler gibi sınıfsal bir içeriğe sahiptirler
ve ait oldukları sınıfın politikaları doğrultusunda
davranırlar. Bu yanılsamanın ucu, Lenin’in yeterince
teşhir ettiği Kautsky’nin sınıflarüstü demokrasi
anlayışına kadar gitmektedir.
Marksizm ve Yerel Yönetimler
Yerel yönetimler olgusunun marksist hareketin
gündemine girişi ise oldukça eskiye gitmektedir.
Sorunun kökeninde ise marksist felsefenin kavranamayışı
yatmaktadır. Daha marksizm öncesinde, burjuva
felsefesinin ulaştığı en yüksek zirve olarak kabul
edebileceğimiz Hegel felsefesi yaşamın tüm alanlarına
ilişkin bütünlüklü bir siyasal duruşu somutlamıştı.
Dönemi içersinde merkezi Prusya (Almanya) Devleti
olarak somutlanan bu siyaset, artık geride bırakılan/bırakılması
gereken feodal anlamda parçalanmış devletçikler
üzerine kurulu siyasal sistemin de sonunu ilan
ediyordu. Artık bundan sonra siyasetin zemini
merkezi devlette somutlanmış sınıf iktidarının
ele geçirilmesinden başka bir şey olamazdı.
Kapitalizmin ortaya çıktığı süreçte çok korkunç
bir sömürü vardı. “Vahşi kapitalizm” olarak da
anılan bu dönemde işçi sınıfının bu korkunç koşullara
karşı yoğun tepkisi, onları değişik kurtuluş arayışlarına
da yöneltebiliyordu. Birçok anarşist ve ütopik
sosyalist akım böylesi bir toplumsal zeminde ortaya
çıkmış ve hızla gelişebilmiştir. Bu ütopik sosyalist
akımlardan biri de “kanton sosyalistleri”dir.
Adından da anlaşılacağı gibi bu akım, İsviçre’deki
kanton sisteminden etkilenmektedir. O dönemde
İsviçre’nin dağlık yapısından ve üretim biçiminden
kaynaklı olarak dağlık bölgelerde kendini dış
dünyadan soyutlamış, saat yapımı gibi zanaatçılık
yönü de olan bir sektörde yoğunlaşmış, ilkel komünal
topluluktan kalma gelenek ve yaşam tarzının etkisiyle
“kardeşçe” yaşayan köyler, yerleşim birimleri
vardı. Kanton sosyalistleri, bu örnek üzerinden
sosyalizmin inşa edilebileceğini; böylesi kantonların
sayısının artırılarak sosyalist sistemin hakim
kılınabileceğini iddia ediyorlardı. İyi örneğin,
kötü örneğin yerini alması temelindeki bu (en
hafif deyimle) “safça” yaklaşım, yıllar sonra
revizyonizmin etkisine giren reel sosyalist ülkelerde
de görülebilmiştir. Yaşı 30’ların üzerinde olan
okurlarımız bir Doğu Alman işçisinin sahip olduğu
olanaklar üzerinden “sosyalizm propagandası” yapmaya
çalışan “saf”ları anımsayacaktır.
Yeniden konumuza dönecek olursak, “kanton sosyalistleri”,
sosyalist hareketin gündemindeki “yerel yönetimler”
eksenli yaklaşımın ilk görünümüdür. Daha o dönemde
sosyalizmi en az alternatifi olduğu kapitalizm
kadar merkezi, bütünsel bir sistem olarak ele
alan Marx tarafından eleştirilen “kanton sosyalistleri”,
yürütülen siyasal mücadeleler sonucunda, sosyalizmin
ne olduğunun geniş işçi kitlelerince kavranması
sonucunda tarih sahnesinden silindi.
Bu akımın taraftar bulabilmesinde en büyük etkenlerden
biri, yaşadıkları koşullardan bir an önce kurtulabilme
arayışı içindeki işçilere somut, yaşayan bir hedef
gösterebilmesiydi. Ancak bu modelin hızla gelişen
kapitalist sistemin çarkları arasında zaten çok
sınırlı olan varlık tarzını uzun bir zaman sürdürebilme
olanağı hiç yoktu. Kapitalist sistemin devlet
halinde somutlanmış olan merkezi sınıf iktidarının,
işçi sınıfının da siyasal tavrını merkezileştirdiği
partisi aracılığıyla gerçekleştireceği devrimle
parçalanmaksızın sosyalizmin kuruluşu olanaksızdır.
Kapitalizmin yegane alternatifi olarak sosyalizm,
ancak onu da aşan bir biçimde merkezi (enternasyonal)
ve bütünsel bir örgütlenmeyi ve siyasal hareket
tarzını geliştirerek rakibini tarihin çöplüğüne
gönderebilir.
Elbette ki bu “onu da aşan” tarz, onun sadece
“daha çoğu” ile tekrarlanması anlamına gelmez.
Kastedilen niceliksel değil, nitelik olarak daha
ilerisidir. Yoksa marksistlerin literatüründeki
merkeziliğin, kapitalizmin ürettiği belki de en
merkezi siyasal yapı olan Nazi partisinin “merkezi”liği
ile hiçbir ilgisi yoktur ve olamaz.
“Kanton sosyalistleri”nden sonra marksist literatürde
buna en fazla benzeyen tartışma Lenin’in “Halkın
Dostları Kimlerdir...” kitabında geçmektedir.
Kanton sosyalistlerine benzer bir biçimde, Rusya’daki
ilkel komünal çağdan kalma köy komünleri üzerinden
üzerinden sosyalizmi kurma hayalleri kuran Narodnik
“Halkın Dostları” grubunun düşüceleri de gerek
teorik gerekse de siyasal anlamda tarih sayfalarındaki
yerini almıştır.
Tüm bu gelişmelere rağmen yerel yönetimlerde iktidara
gelmek kimileri için çok önemli olabilmiştir.
Özellikle merkeziliğe karşıt olarak otonomluğu
öne çıkaran anarşist akımların hakim olduğu yerlerde
bu politikalar, kendilerine taraftar bulabilmiştir.
Ancak bu durum, marksistler açısından yerel yönetimleri
tamamen önemsiz hale getirmez. Elbette ki bütünsel
iktidar hedefli siyasal çalışmanın bir parçası
olarak yerel yönetimler devrimcilerin, çalışma
yürütebileceği alanlardan biridir. Bu konuya yeniden
dönmek üzere bir ara verip, yerel yönetimlerin
günümüzde kazanmaya başladığı yeni anlamlar üzerinde
durmaya çalışalım.
Postmodern Parçalanma ve
Yerellik, Yerel Yönetimler...
Doğada ve toplumda herşey değişim halindedir.
Bu yasa, bilincinde olanlar için yaşamsal bir
silah, olmayanlar ya da olduğu halde buna uygun
birşey yapamayanlar için ise öldürücü bir zehirdir.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında
dünya politikasının üzerine oturduğu ekonomik
ve siyasal zeminin süreç içinde kendi dinamiklerini
tüketmesi, yeni bir sürecin de kapılarını açmıştır.
Postmodern ideologlarca “modernizmin krizi” olarak
adlandırılan bu tıkanıklık, bu ideologların kendi
sınıfsal duruşlarına uygun çözümlemelerine ve
çözüm/çözümsüzlük önerilerine konu olmuştur. Aslında
yeni bir akım olmayan postmodernizm, sürecin ekonomik
ve siyasal gelişmeleriyle çakışan belirlemeleri
sayesinde yeniden “keşfedilmiş” ve sömürücü sınıfların
egemen ideolojik yaklaşımı haline gelmiştir.*
Postmodern ideolojik/felsefi yaklaşımın en belirgin
(hatta belki de üzerinde ortaklaşılabilen yegane)
niteliği ise postmodernistlerin “üst anlatı” dedikleri
her türden bütünsel ideolojik yaklaşımın reddedilmesiydi.
Marksizmin de bunların arasında sayıldığını söylememize
gerek yoktur sanırım. Bu yaklaşımın sahiplerine
göre tüm bu ideolojiler bireyi hiçleştirmiş, nesneleştirmiştir.
Yerel olanı, küçük olanı yutmaya çalışmıştır.
Bu nedenle bundan sonra “insan-merkezli” bir yaklaşım
geliştirilmelidir ve yerel (lokal) olan önemsenmelidir.
Konunun dışına çıkma pahasına bu “insan-merkezli”
yaklaşım için bir parantez açalım.
Marksist diyalektiğin kavranamayışı, sonrasında
onun adına geliştirilecek her türden politikayı
da kaçınılmaz olarak bir açmaza sokar. Marksizmin
tarihi sınıflar mücadelesi olarak ele alan yaklaşımı
ve tarihsel özneleri sınıfsal kütleler olarak
değerlendirmesi kimilerince bireyin “hiçleştirilmesi/nesneleştirilmesi/yoksanması”
olarak yorumlanabilir. Oysa marksist felsefe insanı
birey-toplum diyalektiği içinde ele alarak onu
tüm yönleriyle, tüm zenginlikleriyle ele alabilmenin
her türden aracını insanlığın düşünsel hazinesine
çoktan kazandırmıştır. İnsanı bu diyalektik ilişkilerden
soyutlayarak salt “birey” ya da salt “toplumun
bir üyesi” indirgemeleri içinde ele almak, ne
adına yapılırsa yapılsın diyalektiğin dışına çıkmaktır.
Bu anlamıyla “insan-merkezli” yaklaşım adına bireyciliği
yüceltmenin ne marksizmle, onun hümanizm anlayışıyla
bir ilgisi vardır, ne de toplumsal varoluşundan
soyutladığı “insan/birey”e yapabileceği bir katkı,
iyilik, yardım vb. vardır.
Postmodernizmin yerel-genel (ya da altyapı-üstyapı)
diyalektiğini kavrayamayan/kavramayı reddeden,
merkezi olanın, yerel olanı anlayamayacağı, onun
sorunlarına çare bulamayacağı, onu ezeceği, yoketmek
isteyeceği üzerine kurulu düşünce sistematiğinin
doğal uzantılarından biri de yerel yönetimlerdeki
hakimiyetin merkezi iktidarın ele geçirilmesinden
daha fazla önemsenmesiydi. Elbette bu durum, birkaç
paragraf önce değindiğimiz gibi kapitalist üretimin
ihtiyaçlarıyla örtüşmesiyle yakından ilgiliydi.
Fordist iş örgütlenmesine dayalı merkezi üretim
sistematiğinin kendi dinamiklerini tüketmesiyle
birlikte geliştirilen esnek üretim yöntemleriyle
küçük parçalara ayrılan üretim süreci, yönetsel
birimlerdeki karşılığını da bulacaktı.
Postmodernizmin ideolojik/felsefi ayağını oluşturduğu
yeni emperyalist sürecin egemen söylemlerinden
biri de “devletin küçültülmesi” idi. Böylelikle
devlet, sadece polis, yargı, savunma ve istihbarat
alanlarında yoğunlaşıp, diğer işlevlerini yerel
yönetimlere devretmektedir. Geçtiğimiz günlerde
birbiri ardına meclisten geçirilen, birbirini
bütünleyen “yerel yönetimler yasa tasarısı” ve
“kamu yönetimi yasa tasarısı” ile bu hedefin yasal
dayanakları yaratılmıştır. Böylelikle keynesci
“sosyal devlet” olgusunun son kalıntıları da temizlenirken,
kapitalist iş örgütlenmesinde fordizmin çözülmesi,
yerini postfordizm de denilen esnek üretime bırakmasıyla
gerçekleşen süreç, kamu hizmetleri “sektöründe”
de gerçekleştirilmekte ve daha önce merkezi devletin
üslendiği birçok hizmet, yerel yönetimlere aktarılmaktadır.
Sağlık, eğitim başta olmak üzere halk açısından
yaşamsal önemdeki birçok hizmetin yerel yönetimlere
bırakılması, yerel yönetimlerin işlevini ve gücünü
artırırken, bu sürecin halka nasıl yansıyacağını
aynı sürecin özelleştirmeler biçiminde gerçekleşen
ayağının sonuçlarına bakarak tahmin yürütebiliriz.
Burada hemen kafamızı İstanbul’un kenar mahallelerine
yayılmış küçük atölyelere çevirebiliriz. Kartal
Topselvi mahallesindeki, dışardan bakıldığında
ne olduğu bile belli olmayan bir atölyede ülkenin
en büyük holdinglerinden Eczacıbaşı’nın Vitra
seramik fabrikasının klozet kapaklarının cilalanması
işinin yapılmasıyla yerel yönetimlerin ne ilgisi
olabilir? Bu tip atölyelerin, organize sanayi
sitelerinin yoğunlaştığı bölgeler, bütünsel anlamdaki
dünya kapitalist üretimi okyanusunun içinde bir
damla gibi görünebilir. Ancak dünya tıbbi gazlı
bez üretiminin %60’ının Denizli’de yapıldığı gerçeğini
gözönüne aldığımızda neyin ne kadar “yerel” olduğunu
yeniden ele almamız gerekebilir. Esnek üretimle
birlikte mahalle aralarına, evlere kadar parçalanan
kapitalist üretim, bu parçalanmanın yönetsel birimleri
olan yerel yönetimlere de eskisinden farklı bir
işlev yüklemektedir. Artık geçmiş dönemdeki keynesçi
“sosyal devlet” uygulamalarının yerel uzantıları
olan belediyeler, neo-liberal/postfordist politikalara
uygun, emperyalist tekellerin yönetsel taşeronları
olabilecek tarzda dönüşümlere uğratılmalıdır.
Bugün İstanbul Belediyesi vb. Belediyeler, uluslararası
kuruluşlardan kredi alabilmekte, uluslararası
ihaleler açabilmektedir. Yeni yasal düzenlemelerle
yetkileri ve güçleri daha da artacak olan belediyeler,
böylece toplumsal tepkilerin merkezi iktidara
yönelmesinin önünde baraj olmaya başlayacaktır.
Eğitim, sağlık vb. hizmetlerin belediyelere devredilmesiyle
bu konulardaki tüm şikayetlerin hedefi belediyeler
haline gelecektir.
Elbette ki postmodern parçalanma, lokalizasyon
(yerelleşme) politikalarının kapsam ve niteliği,
burada ele aldıklarımızla sınırlı değildir ve
başka bir yazının konusudur (bakınız; Sosyalist
Barikat sayı:4). Gelişmeleri konumuz açısından
ele aldığımızda, postmodernizmin etkisi altına
giren sol çevrelerde “iktidarın kötü bir şey olduğu,
iktidara gelenleri kirlettiği”, “sınıfsal kimliklerin
herşeyi açıklamaya yetmediği, yeni kimliklerin
(ulusal, etnik, cinsel, kültürel vb.) araştırılıp
bulunması gerektiği, varolanların desteklenmesi
gerektiği, bunlar üzerinden politika yapılması
gerektiği” gibisinden “fikirler” türetilmeye başlamıştır.
Böylelikle “kapitalizm küreselleşiyorsa biz de
tam tersine yerelleşmeliyiz” diyerek iktidar hedefinden
iyice uzaklaşmanın yolunu döşeyenler, toplumda
yarattıkları etki anlamında varolan sömürü sisteminin
kalıcılığı ve alternatifsizliği biçimindeki umutsuzluğu
daha da pekiştirmekten başka bir şey yapmamış
oldular. İşte bu akıma kapılanlar açısından yerel
yönetimler yeniden keşfedildi. Şimdi bu kaşifler
için sistemin açtığı kanalları incelemeye çalışalım.
Kent Meclisleri,
Yönetişim, Korporasyonlar...
Başlıktaki unsurlar birbirleriyle tamamen ilgisizmiş
gibi görünebilir. Önce en eskisinden başlayalım.
Mussolini’nin İtalya’da faşizmi kurarken yeni
bir anlam yüklediği korporasyonlar onun için şu
anlama geliyordu: Bir sektördeki tüm işletmeler,
fabrikasıyla, işçisiyle, patronuyla bir korporasyon
oluşturur. Örneğin demir-çelik sektöründeki tüm
fabrikalar, atölyeler, bunların patronları, sermayedarları
ve işçileri, hepsi birden demir-çelik korporasyonunu
oluşturur. “Sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir
millet” düşüncesiyle paralelliği hiç de rastlantı
olmayan bu korporasyon politikası, İtalyan Faşizminin
kendine özgü tekelciliğinin aldığı biçimdi.
İkinci Paylaşım Savaşının sonucunda faşizmin bu
klasik biçimlerinin yeryüzünden silinmesinin ardından
uzun yıllar geçti. Emperyalizm, günümüzde “yönetişim”
diye yeni bir kavram icat etti. Bu kavram, “daha
iyi yönetim” diye toplumsal belleklere sokuşturulmaya
çalışılıyor. Oysa bu sıfatla perdelenmek istenen
gerçeğe göz atıldığında tanıdık bir mekanizma
karşımıza çıkıyor. Emperyalist ideologların “yönetişim”
adıyla sevimlileştirdikleri yönetsel mekanizmanın
mantığı, sürecin klasik sloganlarından biriyle
işe başlıyor: “Mevcut devlet ve bürokrasi mekanizması,
çağımızın ihtiyaçlarına yanıt vermekte oldukça
hantal ve yavaş kalıyor”. Böylece “hız” ve “ataklık”
olarak yeniden sevimlileştirilmeye çalışılan politikanın
gerçek içeriği, açılımın ikinci adımında kendini
gösteriyor: “O halde sektörlere ilişkin yönetsel
mekanizma, bu ihtiyaçlara cevap verecek şekilde
şu biçimde yeniden organize edilebilir: Bir ayağını
sivil toplum örgütlerinin, diğer ayağını sektördeki
sermaye sahiplerinin, üçüncü ayağını ise devletin
oluşturduğu üçlü bir organ.”
Burada kapitalist devlet açısından devlet ve sermayenin
aynı safta olduğunu söylememize gerek yok. Zaten
bellekleri yeterince sağlam olanlar açısından
bu ikilinin 12 Eylül Cuntasının bir uygulaması
olan “Yüksek Hakem Kurulları”nda nasıl bir araya
geldiklerinin anısı, oldukça tazedir.* Ancak “yönetişim”
olgusu, 12 Eylül Cuntasını bile geride bırakacak
bir manevra ile durumu daha da kötüye götürmüştür.
Üçüncü ayağı oluşturan “Sivil Toplum Örgütleri”
ise oldukça muğlak bir ifadedir. Bir sektördeki
tüm sivil toplum örgütleri dendiğinde o kapsama
işveren örgütleri de, işçi örgütleri de girmektedir.
En iyi durumda, sivil toplum örgütü olarak işçi
sendikalarının kabul edilmiş olması bile sonucu
değiştirmemektedir: Yönetişim, emperyalizmin Mussolininin
korporasyon politikasını bugüne uyarlama biçimidir.
Bu politikanın en somut örneğini ülkemizdeki “Şeker
Kurulu” olarak görebiliriz. IMF’nin emirleriyle
önce “Şeker Yasası” meclisten geçirilmiş ve yasa
gereğince “Şeker Kurulu” oluşturulmuştur. Gerek
yasanın, gerekse de kurulun amacı bellidir: Ülkedeki
şeker pancarı ve buna dayalı şeker üretimini tasfiye
edip pazarı tamamen ithalata bağımlı hale getirmek.
İthalatçı şirket ise şimdiden bellidir: Dünya
tatlandırıcı tekeli Cargirll. Ve bu firma Şeker
Kurulu’nun bileşenlerinden biridir. Şeker Kurulundaki
bir diğer bileşen ise oğlu Cargirll firmasıyla
ortak olarak mısır ithal eden bir maliye bakanına
sahip devlet. Artık üçüncü bileşen “en birinci
demokrasi mücadelelerinin muzaffer önderi, muhteşem
‘komünist’ vb. vb.” birisi bile olsa ortada değişebilecek
bir şey yok. Cargirll firması milyonlarca köylüyü
açlığa mahkum ederek tamamen üretim dışı, tamamen
dışa bağımlı bir şeker pazarı yaratmak için gerekli
olan herşeyi yapmaya devam edecektir.
Ekonomi-üretim alanında yaşanan bu gelişmeler,
yerel yönetimlerdeki yansımasını da bulmaktadır.
Artık emperyalizmin pek de beğenmese de henüz
vazgeçemediği basit bir araca dönüşmüş olan Birleşmiş
Milletlerin de desteklediği ve kaynak aktardığı
bir yerel yönetimler politikası, Yerel Gündem
21 adıyla ülkemizde de birkaç belediyede uygulanmaya
başlamıştır (Antalya, İzmir, vb.). Bu “proje”ye
göre (bu tür politikaların kavramlarla sevimlileştirme
taktiğinin bir diğer görünümü de bu “proje” sözcüğüdür)
oluşturulacak olan “Kent Meclisleri”, yukarıda
açıklanmaya çalışılan “yönetişim” politikasının
yerel yönetimlerdeki ayağını oluşturmaktadır.
Varolan seçimle belirlenmiş belediye meclisleri
fazla demokratik ve dolayısıyla da “sürecin ihtiyaçlarına
cevap veremeyecek kadar hantal ve bürokratik”
bulunduğundan onun yerine “yönetişimci” kent meclisleri
önerilmektedir.
Hemen şunu da belirtelim ki şu ana kadar ortaya
çıkan uygulamalar, biraz da “promosyon” niteliğinde
olduğundan gerçekten “iyi” birer kent demokrasisi
örneği olarak çalışıyor, gerçekten halkın yararına
kimi uygulamaları hayata geçirebiliyor olabilir.
Bu “promosyon”ların ne zaman sona ereceğini elbette
ki “proje”nin sahiplerinin “halkla ilişkiler”
uzmanları daha iyi bilir. Ancak mantık aynıdır
ve bunu geciktiren sadece yerel yönetimler olgusunun
halkın günlük yaşamıyla doğrudan ilişki halinde
olmasından kaynaklı olarak geçiş döneminin daha
uzun bir sürece yayılmasıyla ilgilidir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi kapitalist üretim
ilişkileriyle birlikte toplumsal üretimin ve dolayısıyla
da sınıf çelişkilerinin merkezi haline gelen kentler,
sınıf savaşımının da kaçınılmaz cepheleri olduğundan
emekçilerin günlük yaşamını doğrudan ilgilendiren
konularda varolan gerilimli denge durumunu bozabilecek
ani müdahalelerden kaçınmak, egemenler için akıllıca
bir davranış olacaktır. İstanbul’da ‘87 ya da
‘88 yılında belediye otobüs biletlerine yapılan
aşırı bir zamdan sonra Beşiktaş’ta durakta bekleyen
kalabalığın spontane bir şekilde yolu trafiğe
kapatarak yaptığı eylem, sözkonusu zam miktarını
biraz olsun gerilettiği gibi 12 Eylül sonrasında
bu toplumdan artık hiçbir şeye itiraz gelemeyeceği
konusunda kendine çok güvenen oligarşiye de iyi
bir cevap olmuştu.
Emperyalizm tarafından yerel yönetimler üzerine
bu politikalar üretilip, uygulanırken postmodernizmin
etkisinde kalan kimi “sol” çevreler de kendilerine
bu zeminde “yaşam alanları” açmaya, araştırmaya
çoktan girişmişti. Leninist partinin monolitikliğini,
bolşevik disiplinin “kısıtlayıcılığını-baskılayıcılığını”
zaten keşfetmiş olanlar için açılan “demokratik”,
“sivil” kanallara “akmak” pek de zor bir süreç
olmamıştı zaten. Ya küçük-burjuva yaşam tarzını
sürdürebilecekleri “sağlam” bir işte çalışan ya
da AB veya ABD kaynaklı kimi “sol vakıf”larca
desteklenen “sivil toplum örgütleri”nde, hiç de
fena olmayan maaşlarla rahatlıkla geçinebildikleri
gibi “muhalefetlerini” de sürdürebilen ve Gary
Weber’in “Gerilla Bilanço Çıkarıyor” adlı derleme
kitabının Giriş bölümünde de ele alınan bu katmanın
giderek hem düşünsel hem de yaşamsal anlamda emekçilerden
kopmalarının belki de en ironik ifadesi Ayşegül
Devecioğlu’nun “artık gittiğimiz lokantalar bile
farklı” (Birikim Sayı:147) sözüydü. Sayıları fazla
olmasa da toplumsal kamuoyu ve bu arada sol kamuoyu
üzerinde sayısal oranlarından çok daha fazla bir
etkiye sahip olan bu kesimin zehirleyici etkisi,
postmodern solculuğa geçici bir parıldama fırsatı
sunabilmektedi.
Bu kesimlerin yerel yönetimler için giriştikleri
yoğun propagandalar ve çalışmalar, 1990’da sosyalist
bloğun dağılması sonrasında ülkede iktidar olma
umudunu yitirmiş ve yeni sürecin dinamiklerini
marksizm-leninizm zemininde çözümleyebilen, bu
çözümlemeler üzerinden politika üretebilen kesimlere
ulaşamamış, ya da ulaşsa bile henüz umudunu yeniden
diriltebilecek gücü algılayamamış geniş bir kesimler
üzerinde “madem ülkede iktidar olamıyoruz bari
yerelde olalım” şeklindeki yanılsamanın oluşmasına
ve güçlenmesine hizmet etmektedir. Bu tür yerel
iktidarların verili üretim ilişkileri üzerine
yapabileceği herhangi bir etki yoktur. Zaten bunu
hedefleyenlerin de sosyal-demokrasinin sınırlarını
aşmayan bir “reformculuk”tan öte perspektifleri
yoktur. Varsayalım ki bu politikaların sahiplerinin
düşleri gerçekleşsin; Bu durumda bile yerelde
uygulanabilecek bir “demokrasi”nin, ülkenin bütünü
açısından taşıdığı politik bir önem olmayacaktır.
Çünkü “genel”de “demokrasi” yokken “yerel”de de
olamaz, ortaya çıkan şey bir yanılsamanın ötesine
geçemez. Sınıf perspektifinden soyutlanmış bir
“demokrasi” yoktur, böyle bir hayali Lenin Kautsky
eleştirisiyle birlikte yerle bir etmiştir. Ülkede
merkezi iktidarın belirlediği ve sömürücü sınıfların
iktidarını korumaya ve yürütmeye yönelik özel
mülkeyete dayalı hukuk (adalet mülkün temelidir)
ve “güvenlik” sistemi varoldukça, yerel çabaların
etkisi çok sınırlı kalacaktır.
Yerel Yönetimler
“Kötü” Bir Şey Midir?
Tüm buraya kadar anlattıklarımızdan şu sonuç çıkabilir:
Devrimci sosyalistler yerel yönetim işlerine hiç
bulaşmazlar, sadece merkezi iktidarın alınmasıyla
uğraşırlar. Bu da doğru değildir. Burada sorun
politikanın diyalektik kavranabilip kavranamamasıyla
ilgilidir. Merkezi iktidarı hedefliyor olmak,
yerel iktidarları reddetmek anlamına gelmez. İktidar
ilişkileri yatay ve dikey bileşenlere sahiptir
ve diyalektik gereği bunlardan biri olmadan diğeri
de olamaz. Sömürücü sınıfların iktidarı her iki
yöndeki (yatay ve dikey) iktidar mücadelesinin
sonucunda yıkılacaktır. Salt merkezi devleti hedeflemek,
bir tür hükümet darbesi benzeri “devrim”leri pek
seven, halka güvensiz küçük-burjuvaların fantazisinden
başka bir şey değildir. Sağlıklı bir devrimsel
gelişimin örnekleri ise tarihte mevcuttur.
1917 Şubat Devrimi sonrasında Rusya’da yeniden
ortaya çıkan Sovyet’ler, iktidar olgusunun tüm
emekçilere kadar yayılarak parçalanması ve böylelikle
de başka bir şeye dönüşmesinin çok güzel bir örneğidir.
Bu “başka bir şeye dönüşme” noktasında belirleyici
siyasal iradenin sahibi olan ve bu iradeleri sayesinde
Sovyetlerde çoğunluk haline gelmeyi başaran Bolşevikler,
bu dönüşümün üzerine 1917 Ekim Devrimi’ni inşa
edebilmişlerdir.
1917 Şubat Devrimi ile Ekim Devrimi arasında ortaya
çıkan “iktidarın ikili niteliği” olgusunun bir
diğer örneği de Çin’deki Kızıl Siyasi İktidarlar
olabilir. Her iki örnek de devrimsel gelişme aşamalarına
ait örneklerdir. Ama devrimci iktidarın yatay
ve dikey gelişimlerinin diyalektiğinin görülebilmesi
açısından yeterlidir.
Yerel yönetimler, iktidar perspektifini gölgeleyecek,
bütünsel siyaset yapma tarzını sulandıracak, yapay
ve boş umutlar yaratacak içerikte ele alınmamak
kaydıyla elbette ki gündemimizde yer alacaktır.
Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi sağlıklı
bir sosyalizmin inşa edilebilmesi, sömürücü iktidarın
parçalanışının tüm emekçilere kadar götürülebilmesi
için böylesi organlar kaçınılmaz bir ihtiyaçtır
da. Burada dikkat edilmesi gereken yerel-genel
diyalektiğinin sürecin niteliğine uygun tarzda
sağlıklı olarak çözümlenebilmesi ve bu temelde
politika yapılmasıdır. Devrimci Sosyalistlerin
de iktidar yürüyüşlerinde yerel yönetimlere ilişkin,
bu alanlarda ne yapılabileceğine, ne yapılması
gerektiğine ilişkin güncel politikaları olacak
ve gücümüz oranında bunlar hayata geçirilmeye
de çalışılacaktır.
Halkın kendi yaşadığı yerlere ilişkin sorunlarını
çözebilmek için ilk elde aklına getirdiği, başvurduğu,
çözüm beklentisi içinde olduğu yerel yönetimler,
halkın bu sorunlarına sahip çıkarak örgütlenen
devrimci sosyalistler için düzenin çözümsüzlüğünün;
halkın ise örgütlenerek çözüm olabileceği gerçeğinin
sınandığı çalışma alanları olabilirler. Sıkça
vurguladığımız gibi bütünsel siyasal çalışmanın
bir parçası olmak kaydıyla, ondan beslenip ona
güç vermek perspektifi korundukça yerel yönetimlere
yönelik çalışmalar devrimci sosyalist hareketi
zenginleştiren ve güçlendiren pratiklerdir.
Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi ülkemiz ve
mezopotamya’da devrimci gelişmeler sonucunda kimi
yerlerde yerel yönetimlerin devrimcilerin eline
geçmesinin birçok örneği yaşanmıştır. Burada sorun
salt bir güç gösterisi değil, halkın politik özne
olarak kendi kaderi üzerinde söz sahibi haline
getirilebilmesidir. Böylelikle emperyalistler
ve işbirlikçileri tarafından yaratılan demokrasi
yanılsamasının karanlık perdesi yırtılabilecek,
sermayenin sömürme özgürlüğünün değil, halkın
kendi kaderini belirleme ve onu inşa etme özgürlüğünün
ilk biçimleri ortaya çıkacaktır.
|