Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Y. Tüfekçi

Yerel yönetim olgusuna girmeden önce konunun tarihsel gelişimine bir göz atmakta yarar var. İlkel komünal topluluktan köleci topluma geçişle birlikte yönetsel/yaşamsal birimler olarak ortaya çıkan kent-devletler, merkezi imparatorlukların ortaya çıkışıyla birlikte zayıflamış da olsa etkinliklerini sürdürmüşler ve günümüzde hala kullanılmakta olan kimi siyasal kavramların da doğduğu zemini oluşturmuşlardır (demokrasi, meclis, cumhuriyet, senato vb.).
Feodalizm sürecinde kimi yerlerde merkezi devlet kendini bu yeni üretim biçimine göre organize edip yapısını korurken (Osmanlı imparatorluğu gibi) kimi yerlerde ise güçsüzleşmiş, bazı yerlerde tamamen dağılmıştır (Kara Avrupası). Ancak köleci ve feodal süreçte tek tek kimi kentler öne çıksa da üretimin toprağa dayalı yapısından dolayı kentler yönetsel, ticari, kültürel, dini merkezler olmanın ötesine geçememiş, kıra, kırsal üretime ve onun sahibi olan krala ya da toprak beyine bağımlı kalmışlardır. Üretimi gerçekleştiren sınıflar açısından kentler, yabancı birer olgu olarak kalmıştır. Sınıf mücadelelerinin köle ve köylü ayaklanmalarının gerçekleştiği yerler kırsal alanlar olarak kalmıştır. Kentler ise yer yer egemen sınıflar arasındaki çelişki ve çatışkıların gerçekleştiği yerler olmalarına rağmen siyasal iktidarın merkezileştiği odaklar olmanın ötesinde bir öneme sahip olamamışlardır. Elbette ki bu kentleri tamamen önemsizleştirmez. Roma’nın Hun istilasına uğraması, Viyana kuşatmaları, İstanbul’un alınışı gibi simgesel olaylar, kentlerle özdeşleşen iktidar mücadelelerine iyi birer örnektir. Ancak tüm bu iktidarların gücünü aldığı üretim kırlarda gerçekleşmektedir.

Kapitalizm ve Yerel Yönetimler
Kapitalizmle birlikte üretimin de merkezi kentlere kaymıştır. Kapitalizm öncesi süreçte sömürgeleştirmeler aracılığıyla kentlerde yoğunlaşan ticaret sermayesi, kapitalist üretimin tohumlarını da kent topraklarına ekmiştir. Bilimin, kültürün, sanatın da merkezi olan kentler, doğal olarak bilimsel-teknik gelişmelerin, böylelikle kapitalizmin önünü açacak olan buhar makinesi, dokuma makinesi gibi makinelerin de ortaya çıkıp geliştiği yerler olacaktı. Kapitalizmin doğup büyüdüğü kentler, sadece ticaretin değil, üretimin de merkezi, dolayısıyla sınıf mücadelelerinin de merkezi olmaya adaydı.
Bu gelişmelerle birlikte kentlerin önemi böylesine artmaya başlarken yeni süreç, yeni kavramlarını da yaratmakta gecikmiyordu. Bu süreçte artık soylular ve toprakla birlikte onlara ait olan köylülerin dışında, herhangi bir el emeği harcamaksızın geçinen ve kentlerde yaşayan yeni bir toplumsal katman ortaya çıkmıştı: Burjuva. Türkçedeki tam karşılığı “kentsoylu” olan ve ilk ortaya çıktığı dönemlerde soylular tarafından aşağılayıcı bir sıfat olarak da kullanılan burjuva kavramı, kentle birlikte, kentte yaşayan bir kesimin adını koymak için tanımlanmıştı.
Süreç içersinde ticaret burjuvazisinin ardından sanayi burjuvazisi de güçlendikçe kent yönetimlerindeki ağırlıkları artmaya başladı. Kent kökenli bir sınıfsal katman olarak burjuvaların, özellikle altyapı, ticari yasalar, hukuk vb. konularda birçok talebinin bulunması ve bu talepler ekseninde feodal sistemin birçok unsuruyla sık sık karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı. Burjuvaların kent yönetimlerine katılma aracı kent meclisleri ya da belediye meclisleriydi. Bu araç, kent özgülüne göre değişmekteydi. Özellikle merkezi devlet yapısının zayıf olduğu yerlerde her kent kendi özgün yapısını ortaya çıkarabilmekteydi. İktidarın merkezileştiği başkentlerde ise bu meclis, aynı zamanda sermayenin de merkezileştiği kentlerin meclisi olduğundan doğrudan siyasal tartışmaların gerçekleştiği alanlar haline geliyordu.
Öte yandan kapitalizmin gelişmesi, artık üretimi toprağa bağlı olmaktan çıkarıyor, kentler toplumsal üretimin gerçekleştiği ve giderek yoğunlaştığı merkezler olarak ekonomik, toplumsal ve siyasal önemini her geçen gün daha da artırıyordu. Kapitalizmin gelişmesiyle kendisini sınırlayan feodal kalıpları parçalaması, yine kapitalizmin fazlasıyla ihtiyaç duyduğu serbest işgücünün köylerden kentlere göç etmesini ve proleterleşmesini de beraberinde getiriyordu. Artan proleter nüfus, kentlerin ihtiyaçlarını, yapısını, yaşam tarzını, işleyişini, kültürünü vb. de değiştiriyordu. Sınıf mücadelesinin kalbi, artık kentlerde atıyordu. En az burjuvalar kadar kentli yeni bir sınıf; proletarya da tarih sahnesindeki yerini alıyordu.
Sivil Toplumun Ortaya Çıkışı
Kapitalist gelişimin beraberinde getirdiği tüm bu gelişmeler, kent yönetimlerinin yapısını da önemli oranda etkilemişti. Daha feodalizm zamanında kent yönetimi için ayrı organizasyonlar, belediyeler ortaya çıkmaya başlamıştı. Burjuvaların ortaya çıkıp gelişmesi ve bunların kent meclislerindeki ağırlığının artması “sivil toplum” olgusunu da beraberinde getirmişti.
Burjuvalar, muhalefette oldukları bu süreçte kendi siyasal amaçları doğrultusunda biraraya gelirlerken feodal devlet dışında bir örgütlenmenin de o tarihsel süreçteki ilk biçimlerinden birini yaratıyorlardı. O güne kadar ortaya çıkmış olan yasal tüm örgütlenmeler feodal devletin denetimindeydi. Esnaf loncalarının kendi iç hiyerarşisi, sistemle bütünleşen bir yapıya sahipti. Burjuva sivil toplumu ise henüz geçerli sistem olan feodalizmle her konuda çelişki halindeydi. Ancak ellerindeki ekonomik güç, oluşmaya başlayan örgütlenmeyi yasadışı bir noktaya götürmüyor, toplumsal meşruiyeti sağlıyordu. Verili özel mülkiyet ilişkileriyle herhangi bir çelişkisi olmayan kapitalist ilişkilerin, feodal sistem içinde kendine bir meşruiyet alanı açabilmesi çok doğaldır. Böylesi bir ekonomik güce sahip olmayan sendikalar ise toplumsal meşruiyetlerini kendilerini oluşturan proleterlerin kanlarıyla kazanıncaya dek yasadışı olarak kaldılar.
Günümüzde çok rahatlıkla “sivil toplum” başlığı altına sokuluveren işveren örgütleri ve sendikaların doğdukları günden bugüne aralarında var olan (ya da daha doğru bir ifadeyle “olması gereken”) kan uyuşmazlığı kaynağını sınıfsal kökeninden almaktadır. Burjuva “sivil toplum”u, “sistem”e muhalifmiş gibi tavır alabilirken, sistemin kendisini üzerinde inşa ettiği özel mülkiyet gibi bir temele dokunmayı aklından bile geçirmemiştir. Bu onun sınıfsal karakterine tamamen zıt bir davranış olurdu. Bu nedenle de muhalifliği biçime ilişkindir, dönemsel sınıfsal ihtiyaçlarına denk düşmektedir.
Burjuva sivil toplumculuğunun muhalifliği konusundaki en büyük yanılgı da bu dönemsel ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır. Tekel öncesi dönem kapitalizmi için en uygun gelişme ortamı serbest rekabetin tüm alanlarıyla yaşanabileceği burjuva demokrasisi ortamıdır. Burjuvazinin muhalefeti de “demokrasi mücadelesi” olarak şekillenmiştir bu dönemde. Yoksa hiçbir örgütlenme adı “sivil toplum örgütü” ya da “hükümet dışı organizasyon” olduğu için tartışmasız “demokratik” olarak kabul edilemez. Tüm örgütlenmeler gibi sınıfsal bir içeriğe sahiptirler ve ait oldukları sınıfın politikaları doğrultusunda davranırlar. Bu yanılsamanın ucu, Lenin’in yeterince teşhir ettiği Kautsky’nin sınıflarüstü demokrasi anlayışına kadar gitmektedir.

Marksizm ve Yerel Yönetimler
Yerel yönetimler olgusunun marksist hareketin gündemine girişi ise oldukça eskiye gitmektedir. Sorunun kökeninde ise marksist felsefenin kavranamayışı yatmaktadır. Daha marksizm öncesinde, burjuva felsefesinin ulaştığı en yüksek zirve olarak kabul edebileceğimiz Hegel felsefesi yaşamın tüm alanlarına ilişkin bütünlüklü bir siyasal duruşu somutlamıştı. Dönemi içersinde merkezi Prusya (Almanya) Devleti olarak somutlanan bu siyaset, artık geride bırakılan/bırakılması gereken feodal anlamda parçalanmış devletçikler üzerine kurulu siyasal sistemin de sonunu ilan ediyordu. Artık bundan sonra siyasetin zemini merkezi devlette somutlanmış sınıf iktidarının ele geçirilmesinden başka bir şey olamazdı.
Kapitalizmin ortaya çıktığı süreçte çok korkunç bir sömürü vardı. “Vahşi kapitalizm” olarak da anılan bu dönemde işçi sınıfının bu korkunç koşullara karşı yoğun tepkisi, onları değişik kurtuluş arayışlarına da yöneltebiliyordu. Birçok anarşist ve ütopik sosyalist akım böylesi bir toplumsal zeminde ortaya çıkmış ve hızla gelişebilmiştir. Bu ütopik sosyalist akımlardan biri de “kanton sosyalistleri”dir. Adından da anlaşılacağı gibi bu akım, İsviçre’deki kanton sisteminden etkilenmektedir. O dönemde İsviçre’nin dağlık yapısından ve üretim biçiminden kaynaklı olarak dağlık bölgelerde kendini dış dünyadan soyutlamış, saat yapımı gibi zanaatçılık yönü de olan bir sektörde yoğunlaşmış, ilkel komünal topluluktan kalma gelenek ve yaşam tarzının etkisiyle “kardeşçe” yaşayan köyler, yerleşim birimleri vardı. Kanton sosyalistleri, bu örnek üzerinden sosyalizmin inşa edilebileceğini; böylesi kantonların sayısının artırılarak sosyalist sistemin hakim kılınabileceğini iddia ediyorlardı. İyi örneğin, kötü örneğin yerini alması temelindeki bu (en hafif deyimle) “safça” yaklaşım, yıllar sonra revizyonizmin etkisine giren reel sosyalist ülkelerde de görülebilmiştir. Yaşı 30’ların üzerinde olan okurlarımız bir Doğu Alman işçisinin sahip olduğu olanaklar üzerinden “sosyalizm propagandası” yapmaya çalışan “saf”ları anımsayacaktır.
Yeniden konumuza dönecek olursak, “kanton sosyalistleri”, sosyalist hareketin gündemindeki “yerel yönetimler” eksenli yaklaşımın ilk görünümüdür. Daha o dönemde sosyalizmi en az alternatifi olduğu kapitalizm kadar merkezi, bütünsel bir sistem olarak ele alan Marx tarafından eleştirilen “kanton sosyalistleri”, yürütülen siyasal mücadeleler sonucunda, sosyalizmin ne olduğunun geniş işçi kitlelerince kavranması sonucunda tarih sahnesinden silindi.
Bu akımın taraftar bulabilmesinde en büyük etkenlerden biri, yaşadıkları koşullardan bir an önce kurtulabilme arayışı içindeki işçilere somut, yaşayan bir hedef gösterebilmesiydi. Ancak bu modelin hızla gelişen kapitalist sistemin çarkları arasında zaten çok sınırlı olan varlık tarzını uzun bir zaman sürdürebilme olanağı hiç yoktu. Kapitalist sistemin devlet halinde somutlanmış olan merkezi sınıf iktidarının, işçi sınıfının da siyasal tavrını merkezileştirdiği partisi aracılığıyla gerçekleştireceği devrimle parçalanmaksızın sosyalizmin kuruluşu olanaksızdır. Kapitalizmin yegane alternatifi olarak sosyalizm, ancak onu da aşan bir biçimde merkezi (enternasyonal) ve bütünsel bir örgütlenmeyi ve siyasal hareket tarzını geliştirerek rakibini tarihin çöplüğüne gönderebilir.
Elbette ki bu “onu da aşan” tarz, onun sadece “daha çoğu” ile tekrarlanması anlamına gelmez. Kastedilen niceliksel değil, nitelik olarak daha ilerisidir. Yoksa marksistlerin literatüründeki merkeziliğin, kapitalizmin ürettiği belki de en merkezi siyasal yapı olan Nazi partisinin “merkezi”liği ile hiçbir ilgisi yoktur ve olamaz.
“Kanton sosyalistleri”nden sonra marksist literatürde buna en fazla benzeyen tartışma Lenin’in “Halkın Dostları Kimlerdir...” kitabında geçmektedir. Kanton sosyalistlerine benzer bir biçimde, Rusya’daki ilkel komünal çağdan kalma köy komünleri üzerinden üzerinden sosyalizmi kurma hayalleri kuran Narodnik “Halkın Dostları” grubunun düşüceleri de gerek teorik gerekse de siyasal anlamda tarih sayfalarındaki yerini almıştır.
Tüm bu gelişmelere rağmen yerel yönetimlerde iktidara gelmek kimileri için çok önemli olabilmiştir. Özellikle merkeziliğe karşıt olarak otonomluğu öne çıkaran anarşist akımların hakim olduğu yerlerde bu politikalar, kendilerine taraftar bulabilmiştir. Ancak bu durum, marksistler açısından yerel yönetimleri tamamen önemsiz hale getirmez. Elbette ki bütünsel iktidar hedefli siyasal çalışmanın bir parçası olarak yerel yönetimler devrimcilerin, çalışma yürütebileceği alanlardan biridir. Bu konuya yeniden dönmek üzere bir ara verip, yerel yönetimlerin günümüzde kazanmaya başladığı yeni anlamlar üzerinde durmaya çalışalım.

Postmodern Parçalanma ve
Yerellik, Yerel Yönetimler...

Doğada ve toplumda herşey değişim halindedir. Bu yasa, bilincinde olanlar için yaşamsal bir silah, olmayanlar ya da olduğu halde buna uygun birşey yapamayanlar için ise öldürücü bir zehirdir. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında dünya politikasının üzerine oturduğu ekonomik ve siyasal zeminin süreç içinde kendi dinamiklerini tüketmesi, yeni bir sürecin de kapılarını açmıştır. Postmodern ideologlarca “modernizmin krizi” olarak adlandırılan bu tıkanıklık, bu ideologların kendi sınıfsal duruşlarına uygun çözümlemelerine ve çözüm/çözümsüzlük önerilerine konu olmuştur. Aslında yeni bir akım olmayan postmodernizm, sürecin ekonomik ve siyasal gelişmeleriyle çakışan belirlemeleri sayesinde yeniden “keşfedilmiş” ve sömürücü sınıfların egemen ideolojik yaklaşımı haline gelmiştir.*
Postmodern ideolojik/felsefi yaklaşımın en belirgin (hatta belki de üzerinde ortaklaşılabilen yegane) niteliği ise postmodernistlerin “üst anlatı” dedikleri her türden bütünsel ideolojik yaklaşımın reddedilmesiydi. Marksizmin de bunların arasında sayıldığını söylememize gerek yoktur sanırım. Bu yaklaşımın sahiplerine göre tüm bu ideolojiler bireyi hiçleştirmiş, nesneleştirmiştir. Yerel olanı, küçük olanı yutmaya çalışmıştır. Bu nedenle bundan sonra “insan-merkezli” bir yaklaşım geliştirilmelidir ve yerel (lokal) olan önemsenmelidir. Konunun dışına çıkma pahasına bu “insan-merkezli” yaklaşım için bir parantez açalım.
Marksist diyalektiğin kavranamayışı, sonrasında onun adına geliştirilecek her türden politikayı da kaçınılmaz olarak bir açmaza sokar. Marksizmin tarihi sınıflar mücadelesi olarak ele alan yaklaşımı ve tarihsel özneleri sınıfsal kütleler olarak değerlendirmesi kimilerince bireyin “hiçleştirilmesi/nesneleştirilmesi/yoksanması” olarak yorumlanabilir. Oysa marksist felsefe insanı birey-toplum diyalektiği içinde ele alarak onu tüm yönleriyle, tüm zenginlikleriyle ele alabilmenin her türden aracını insanlığın düşünsel hazinesine çoktan kazandırmıştır. İnsanı bu diyalektik ilişkilerden soyutlayarak salt “birey” ya da salt “toplumun bir üyesi” indirgemeleri içinde ele almak, ne adına yapılırsa yapılsın diyalektiğin dışına çıkmaktır. Bu anlamıyla “insan-merkezli” yaklaşım adına bireyciliği yüceltmenin ne marksizmle, onun hümanizm anlayışıyla bir ilgisi vardır, ne de toplumsal varoluşundan soyutladığı “insan/birey”e yapabileceği bir katkı, iyilik, yardım vb. vardır.
Postmodernizmin yerel-genel (ya da altyapı-üstyapı) diyalektiğini kavrayamayan/kavramayı reddeden, merkezi olanın, yerel olanı anlayamayacağı, onun sorunlarına çare bulamayacağı, onu ezeceği, yoketmek isteyeceği üzerine kurulu düşünce sistematiğinin doğal uzantılarından biri de yerel yönetimlerdeki hakimiyetin merkezi iktidarın ele geçirilmesinden daha fazla önemsenmesiydi. Elbette bu durum, birkaç paragraf önce değindiğimiz gibi kapitalist üretimin ihtiyaçlarıyla örtüşmesiyle yakından ilgiliydi. Fordist iş örgütlenmesine dayalı merkezi üretim sistematiğinin kendi dinamiklerini tüketmesiyle birlikte geliştirilen esnek üretim yöntemleriyle küçük parçalara ayrılan üretim süreci, yönetsel birimlerdeki karşılığını da bulacaktı.
Postmodernizmin ideolojik/felsefi ayağını oluşturduğu yeni emperyalist sürecin egemen söylemlerinden biri de “devletin küçültülmesi” idi. Böylelikle devlet, sadece polis, yargı, savunma ve istihbarat alanlarında yoğunlaşıp, diğer işlevlerini yerel yönetimlere devretmektedir. Geçtiğimiz günlerde birbiri ardına meclisten geçirilen, birbirini bütünleyen “yerel yönetimler yasa tasarısı” ve “kamu yönetimi yasa tasarısı” ile bu hedefin yasal dayanakları yaratılmıştır. Böylelikle keynesci “sosyal devlet” olgusunun son kalıntıları da temizlenirken, kapitalist iş örgütlenmesinde fordizmin çözülmesi, yerini postfordizm de denilen esnek üretime bırakmasıyla gerçekleşen süreç, kamu hizmetleri “sektöründe” de gerçekleştirilmekte ve daha önce merkezi devletin üslendiği birçok hizmet, yerel yönetimlere aktarılmaktadır. Sağlık, eğitim başta olmak üzere halk açısından yaşamsal önemdeki birçok hizmetin yerel yönetimlere bırakılması, yerel yönetimlerin işlevini ve gücünü artırırken, bu sürecin halka nasıl yansıyacağını aynı sürecin özelleştirmeler biçiminde gerçekleşen ayağının sonuçlarına bakarak tahmin yürütebiliriz.
Burada hemen kafamızı İstanbul’un kenar mahallelerine yayılmış küçük atölyelere çevirebiliriz. Kartal Topselvi mahallesindeki, dışardan bakıldığında ne olduğu bile belli olmayan bir atölyede ülkenin en büyük holdinglerinden Eczacıbaşı’nın Vitra seramik fabrikasının klozet kapaklarının cilalanması işinin yapılmasıyla yerel yönetimlerin ne ilgisi olabilir? Bu tip atölyelerin, organize sanayi sitelerinin yoğunlaştığı bölgeler, bütünsel anlamdaki dünya kapitalist üretimi okyanusunun içinde bir damla gibi görünebilir. Ancak dünya tıbbi gazlı bez üretiminin %60’ının Denizli’de yapıldığı gerçeğini gözönüne aldığımızda neyin ne kadar “yerel” olduğunu yeniden ele almamız gerekebilir. Esnek üretimle birlikte mahalle aralarına, evlere kadar parçalanan kapitalist üretim, bu parçalanmanın yönetsel birimleri olan yerel yönetimlere de eskisinden farklı bir işlev yüklemektedir. Artık geçmiş dönemdeki keynesçi “sosyal devlet” uygulamalarının yerel uzantıları olan belediyeler, neo-liberal/postfordist politikalara uygun, emperyalist tekellerin yönetsel taşeronları olabilecek tarzda dönüşümlere uğratılmalıdır.
Bugün İstanbul Belediyesi vb. Belediyeler, uluslararası kuruluşlardan kredi alabilmekte, uluslararası ihaleler açabilmektedir. Yeni yasal düzenlemelerle yetkileri ve güçleri daha da artacak olan belediyeler, böylece toplumsal tepkilerin merkezi iktidara yönelmesinin önünde baraj olmaya başlayacaktır. Eğitim, sağlık vb. hizmetlerin belediyelere devredilmesiyle bu konulardaki tüm şikayetlerin hedefi belediyeler haline gelecektir.
Elbette ki postmodern parçalanma, lokalizasyon (yerelleşme) politikalarının kapsam ve niteliği, burada ele aldıklarımızla sınırlı değildir ve başka bir yazının konusudur (bakınız; Sosyalist Barikat sayı:4). Gelişmeleri konumuz açısından ele aldığımızda, postmodernizmin etkisi altına giren sol çevrelerde “iktidarın kötü bir şey olduğu, iktidara gelenleri kirlettiği”, “sınıfsal kimliklerin herşeyi açıklamaya yetmediği, yeni kimliklerin (ulusal, etnik, cinsel, kültürel vb.) araştırılıp bulunması gerektiği, varolanların desteklenmesi gerektiği, bunlar üzerinden politika yapılması gerektiği” gibisinden “fikirler” türetilmeye başlamıştır. Böylelikle “kapitalizm küreselleşiyorsa biz de tam tersine yerelleşmeliyiz” diyerek iktidar hedefinden iyice uzaklaşmanın yolunu döşeyenler, toplumda yarattıkları etki anlamında varolan sömürü sisteminin kalıcılığı ve alternatifsizliği biçimindeki umutsuzluğu daha da pekiştirmekten başka bir şey yapmamış oldular. İşte bu akıma kapılanlar açısından yerel yönetimler yeniden keşfedildi. Şimdi bu kaşifler için sistemin açtığı kanalları incelemeye çalışalım.

Kent Meclisleri,
Yönetişim, Korporasyonlar...

Başlıktaki unsurlar birbirleriyle tamamen ilgisizmiş gibi görünebilir. Önce en eskisinden başlayalım. Mussolini’nin İtalya’da faşizmi kurarken yeni bir anlam yüklediği korporasyonlar onun için şu anlama geliyordu: Bir sektördeki tüm işletmeler, fabrikasıyla, işçisiyle, patronuyla bir korporasyon oluşturur. Örneğin demir-çelik sektöründeki tüm fabrikalar, atölyeler, bunların patronları, sermayedarları ve işçileri, hepsi birden demir-çelik korporasyonunu oluşturur. “Sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir millet” düşüncesiyle paralelliği hiç de rastlantı olmayan bu korporasyon politikası, İtalyan Faşizminin kendine özgü tekelciliğinin aldığı biçimdi.
İkinci Paylaşım Savaşının sonucunda faşizmin bu klasik biçimlerinin yeryüzünden silinmesinin ardından uzun yıllar geçti. Emperyalizm, günümüzde “yönetişim” diye yeni bir kavram icat etti. Bu kavram, “daha iyi yönetim” diye toplumsal belleklere sokuşturulmaya çalışılıyor. Oysa bu sıfatla perdelenmek istenen gerçeğe göz atıldığında tanıdık bir mekanizma karşımıza çıkıyor. Emperyalist ideologların “yönetişim” adıyla sevimlileştirdikleri yönetsel mekanizmanın mantığı, sürecin klasik sloganlarından biriyle işe başlıyor: “Mevcut devlet ve bürokrasi mekanizması, çağımızın ihtiyaçlarına yanıt vermekte oldukça hantal ve yavaş kalıyor”. Böylece “hız” ve “ataklık” olarak yeniden sevimlileştirilmeye çalışılan politikanın gerçek içeriği, açılımın ikinci adımında kendini gösteriyor: “O halde sektörlere ilişkin yönetsel mekanizma, bu ihtiyaçlara cevap verecek şekilde şu biçimde yeniden organize edilebilir: Bir ayağını sivil toplum örgütlerinin, diğer ayağını sektördeki sermaye sahiplerinin, üçüncü ayağını ise devletin oluşturduğu üçlü bir organ.”
Burada kapitalist devlet açısından devlet ve sermayenin aynı safta olduğunu söylememize gerek yok. Zaten bellekleri yeterince sağlam olanlar açısından bu ikilinin 12 Eylül Cuntasının bir uygulaması olan “Yüksek Hakem Kurulları”nda nasıl bir araya geldiklerinin anısı, oldukça tazedir.* Ancak “yönetişim” olgusu, 12 Eylül Cuntasını bile geride bırakacak bir manevra ile durumu daha da kötüye götürmüştür. Üçüncü ayağı oluşturan “Sivil Toplum Örgütleri” ise oldukça muğlak bir ifadedir. Bir sektördeki tüm sivil toplum örgütleri dendiğinde o kapsama işveren örgütleri de, işçi örgütleri de girmektedir. En iyi durumda, sivil toplum örgütü olarak işçi sendikalarının kabul edilmiş olması bile sonucu değiştirmemektedir: Yönetişim, emperyalizmin Mussolininin korporasyon politikasını bugüne uyarlama biçimidir.
Bu politikanın en somut örneğini ülkemizdeki “Şeker Kurulu” olarak görebiliriz. IMF’nin emirleriyle önce “Şeker Yasası” meclisten geçirilmiş ve yasa gereğince “Şeker Kurulu” oluşturulmuştur. Gerek yasanın, gerekse de kurulun amacı bellidir: Ülkedeki şeker pancarı ve buna dayalı şeker üretimini tasfiye edip pazarı tamamen ithalata bağımlı hale getirmek. İthalatçı şirket ise şimdiden bellidir: Dünya tatlandırıcı tekeli Cargirll. Ve bu firma Şeker Kurulu’nun bileşenlerinden biridir. Şeker Kurulundaki bir diğer bileşen ise oğlu Cargirll firmasıyla ortak olarak mısır ithal eden bir maliye bakanına sahip devlet. Artık üçüncü bileşen “en birinci demokrasi mücadelelerinin muzaffer önderi, muhteşem ‘komünist’ vb. vb.” birisi bile olsa ortada değişebilecek bir şey yok. Cargirll firması milyonlarca köylüyü açlığa mahkum ederek tamamen üretim dışı, tamamen dışa bağımlı bir şeker pazarı yaratmak için gerekli olan herşeyi yapmaya devam edecektir.
Ekonomi-üretim alanında yaşanan bu gelişmeler, yerel yönetimlerdeki yansımasını da bulmaktadır. Artık emperyalizmin pek de beğenmese de henüz vazgeçemediği basit bir araca dönüşmüş olan Birleşmiş Milletlerin de desteklediği ve kaynak aktardığı bir yerel yönetimler politikası, Yerel Gündem 21 adıyla ülkemizde de birkaç belediyede uygulanmaya başlamıştır (Antalya, İzmir, vb.). Bu “proje”ye göre (bu tür politikaların kavramlarla sevimlileştirme taktiğinin bir diğer görünümü de bu “proje” sözcüğüdür) oluşturulacak olan “Kent Meclisleri”, yukarıda açıklanmaya çalışılan “yönetişim” politikasının yerel yönetimlerdeki ayağını oluşturmaktadır. Varolan seçimle belirlenmiş belediye meclisleri fazla demokratik ve dolayısıyla da “sürecin ihtiyaçlarına cevap veremeyecek kadar hantal ve bürokratik” bulunduğundan onun yerine “yönetişimci” kent meclisleri önerilmektedir.
Hemen şunu da belirtelim ki şu ana kadar ortaya çıkan uygulamalar, biraz da “promosyon” niteliğinde olduğundan gerçekten “iyi” birer kent demokrasisi örneği olarak çalışıyor, gerçekten halkın yararına kimi uygulamaları hayata geçirebiliyor olabilir. Bu “promosyon”ların ne zaman sona ereceğini elbette ki “proje”nin sahiplerinin “halkla ilişkiler” uzmanları daha iyi bilir. Ancak mantık aynıdır ve bunu geciktiren sadece yerel yönetimler olgusunun halkın günlük yaşamıyla doğrudan ilişki halinde olmasından kaynaklı olarak geçiş döneminin daha uzun bir sürece yayılmasıyla ilgilidir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi kapitalist üretim ilişkileriyle birlikte toplumsal üretimin ve dolayısıyla da sınıf çelişkilerinin merkezi haline gelen kentler, sınıf savaşımının da kaçınılmaz cepheleri olduğundan emekçilerin günlük yaşamını doğrudan ilgilendiren konularda varolan gerilimli denge durumunu bozabilecek ani müdahalelerden kaçınmak, egemenler için akıllıca bir davranış olacaktır. İstanbul’da ‘87 ya da ‘88 yılında belediye otobüs biletlerine yapılan aşırı bir zamdan sonra Beşiktaş’ta durakta bekleyen kalabalığın spontane bir şekilde yolu trafiğe kapatarak yaptığı eylem, sözkonusu zam miktarını biraz olsun gerilettiği gibi 12 Eylül sonrasında bu toplumdan artık hiçbir şeye itiraz gelemeyeceği konusunda kendine çok güvenen oligarşiye de iyi bir cevap olmuştu.
Emperyalizm tarafından yerel yönetimler üzerine bu politikalar üretilip, uygulanırken postmodernizmin etkisinde kalan kimi “sol” çevreler de kendilerine bu zeminde “yaşam alanları” açmaya, araştırmaya çoktan girişmişti. Leninist partinin monolitikliğini, bolşevik disiplinin “kısıtlayıcılığını-baskılayıcılığını” zaten keşfetmiş olanlar için açılan “demokratik”, “sivil” kanallara “akmak” pek de zor bir süreç olmamıştı zaten. Ya küçük-burjuva yaşam tarzını sürdürebilecekleri “sağlam” bir işte çalışan ya da AB veya ABD kaynaklı kimi “sol vakıf”larca desteklenen “sivil toplum örgütleri”nde, hiç de fena olmayan maaşlarla rahatlıkla geçinebildikleri gibi “muhalefetlerini” de sürdürebilen ve Gary Weber’in “Gerilla Bilanço Çıkarıyor” adlı derleme kitabının Giriş bölümünde de ele alınan bu katmanın giderek hem düşünsel hem de yaşamsal anlamda emekçilerden kopmalarının belki de en ironik ifadesi Ayşegül Devecioğlu’nun “artık gittiğimiz lokantalar bile farklı” (Birikim Sayı:147) sözüydü. Sayıları fazla olmasa da toplumsal kamuoyu ve bu arada sol kamuoyu üzerinde sayısal oranlarından çok daha fazla bir etkiye sahip olan bu kesimin zehirleyici etkisi, postmodern solculuğa geçici bir parıldama fırsatı sunabilmektedi.
Bu kesimlerin yerel yönetimler için giriştikleri yoğun propagandalar ve çalışmalar, 1990’da sosyalist bloğun dağılması sonrasında ülkede iktidar olma umudunu yitirmiş ve yeni sürecin dinamiklerini marksizm-leninizm zemininde çözümleyebilen, bu çözümlemeler üzerinden politika üretebilen kesimlere ulaşamamış, ya da ulaşsa bile henüz umudunu yeniden diriltebilecek gücü algılayamamış geniş bir kesimler üzerinde “madem ülkede iktidar olamıyoruz bari yerelde olalım” şeklindeki yanılsamanın oluşmasına ve güçlenmesine hizmet etmektedir. Bu tür yerel iktidarların verili üretim ilişkileri üzerine yapabileceği herhangi bir etki yoktur. Zaten bunu hedefleyenlerin de sosyal-demokrasinin sınırlarını aşmayan bir “reformculuk”tan öte perspektifleri yoktur. Varsayalım ki bu politikaların sahiplerinin düşleri gerçekleşsin; Bu durumda bile yerelde uygulanabilecek bir “demokrasi”nin, ülkenin bütünü açısından taşıdığı politik bir önem olmayacaktır. Çünkü “genel”de “demokrasi” yokken “yerel”de de olamaz, ortaya çıkan şey bir yanılsamanın ötesine geçemez. Sınıf perspektifinden soyutlanmış bir “demokrasi” yoktur, böyle bir hayali Lenin Kautsky eleştirisiyle birlikte yerle bir etmiştir. Ülkede merkezi iktidarın belirlediği ve sömürücü sınıfların iktidarını korumaya ve yürütmeye yönelik özel mülkeyete dayalı hukuk (adalet mülkün temelidir) ve “güvenlik” sistemi varoldukça, yerel çabaların etkisi çok sınırlı kalacaktır.

Yerel Yönetimler
“Kötü” Bir Şey Midir?

Tüm buraya kadar anlattıklarımızdan şu sonuç çıkabilir: Devrimci sosyalistler yerel yönetim işlerine hiç bulaşmazlar, sadece merkezi iktidarın alınmasıyla uğraşırlar. Bu da doğru değildir. Burada sorun politikanın diyalektik kavranabilip kavranamamasıyla ilgilidir. Merkezi iktidarı hedefliyor olmak, yerel iktidarları reddetmek anlamına gelmez. İktidar ilişkileri yatay ve dikey bileşenlere sahiptir ve diyalektik gereği bunlardan biri olmadan diğeri de olamaz. Sömürücü sınıfların iktidarı her iki yöndeki (yatay ve dikey) iktidar mücadelesinin sonucunda yıkılacaktır. Salt merkezi devleti hedeflemek, bir tür hükümet darbesi benzeri “devrim”leri pek seven, halka güvensiz küçük-burjuvaların fantazisinden başka bir şey değildir. Sağlıklı bir devrimsel gelişimin örnekleri ise tarihte mevcuttur.
1917 Şubat Devrimi sonrasında Rusya’da yeniden ortaya çıkan Sovyet’ler, iktidar olgusunun tüm emekçilere kadar yayılarak parçalanması ve böylelikle de başka bir şeye dönüşmesinin çok güzel bir örneğidir. Bu “başka bir şeye dönüşme” noktasında belirleyici siyasal iradenin sahibi olan ve bu iradeleri sayesinde Sovyetlerde çoğunluk haline gelmeyi başaran Bolşevikler, bu dönüşümün üzerine 1917 Ekim Devrimi’ni inşa edebilmişlerdir.
1917 Şubat Devrimi ile Ekim Devrimi arasında ortaya çıkan “iktidarın ikili niteliği” olgusunun bir diğer örneği de Çin’deki Kızıl Siyasi İktidarlar olabilir. Her iki örnek de devrimsel gelişme aşamalarına ait örneklerdir. Ama devrimci iktidarın yatay ve dikey gelişimlerinin diyalektiğinin görülebilmesi açısından yeterlidir.
Yerel yönetimler, iktidar perspektifini gölgeleyecek, bütünsel siyaset yapma tarzını sulandıracak, yapay ve boş umutlar yaratacak içerikte ele alınmamak kaydıyla elbette ki gündemimizde yer alacaktır. Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi sağlıklı bir sosyalizmin inşa edilebilmesi, sömürücü iktidarın parçalanışının tüm emekçilere kadar götürülebilmesi için böylesi organlar kaçınılmaz bir ihtiyaçtır da. Burada dikkat edilmesi gereken yerel-genel diyalektiğinin sürecin niteliğine uygun tarzda sağlıklı olarak çözümlenebilmesi ve bu temelde politika yapılmasıdır. Devrimci Sosyalistlerin de iktidar yürüyüşlerinde yerel yönetimlere ilişkin, bu alanlarda ne yapılabileceğine, ne yapılması gerektiğine ilişkin güncel politikaları olacak ve gücümüz oranında bunlar hayata geçirilmeye de çalışılacaktır.
Halkın kendi yaşadığı yerlere ilişkin sorunlarını çözebilmek için ilk elde aklına getirdiği, başvurduğu, çözüm beklentisi içinde olduğu yerel yönetimler, halkın bu sorunlarına sahip çıkarak örgütlenen devrimci sosyalistler için düzenin çözümsüzlüğünün; halkın ise örgütlenerek çözüm olabileceği gerçeğinin sınandığı çalışma alanları olabilirler. Sıkça vurguladığımız gibi bütünsel siyasal çalışmanın bir parçası olmak kaydıyla, ondan beslenip ona güç vermek perspektifi korundukça yerel yönetimlere yönelik çalışmalar devrimci sosyalist hareketi zenginleştiren ve güçlendiren pratiklerdir.
Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi ülkemiz ve mezopotamya’da devrimci gelişmeler sonucunda kimi yerlerde yerel yönetimlerin devrimcilerin eline geçmesinin birçok örneği yaşanmıştır. Burada sorun salt bir güç gösterisi değil, halkın politik özne olarak kendi kaderi üzerinde söz sahibi haline getirilebilmesidir. Böylelikle emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından yaratılan demokrasi yanılsamasının karanlık perdesi yırtılabilecek, sermayenin sömürme özgürlüğünün değil, halkın kendi kaderini belirleme ve onu inşa etme özgürlüğünün ilk biçimleri ortaya çıkacaktır.

 


 





 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul