Telif Hakları Yasası nihayet meclisten geçti!
Sanat dünyamız ne kadar sevinse ne kadar keyiflense
yeridir! Böylece artık Türkiye’deki “en büyük
emek hırsızlığı” (!) resmen sona erdirilmiş oluyor!
Haftalardır, hatta aylardır, yıllardır yaygara
devam ediyordu. Hayatları boyunca emek hırsızlığı
konusunda iki kelime etmeyen, ülkenin en büyük
emek hırsızlarının kurduğu yayın tekellerinin
memuru olmayı kabul edip aynı emek hırsızlarının
verdiği ödüllerin, kokteyllerin hiçbirini kaçırmayanlar,
birdenbire “emek hırsızlığı”nın ne kadar kötü
bir şey olduğunu keşfetmişlerdi. 90’lı yılların
(Adalet Ağaoğlu’nun deyimiyle) “hormonlu yazarlar”ı,
kalantor yayıncılar, popçular-arabeskçiler, kaşarlanmış
Unkapanı tüccarları, ikide birde Meclis kapılarında
büyük adamlarla konuşup dertlerini anlatıyorlar,
basın toplantıları düzenleyip okuru-dinleyiciyi
“ahlaklı olmaya”, “korsan kitap ve CD, vb almamaya”
davet ediyorlar ama her seferinde dönüp dolaşıp
aynı konuya geliyorlardı: Emek hırsızlığı! Sonunda
bu kalabalık o kadar çok gürültü çıkardı ki, bir
tür resmi ideoloji haline gelmiş olan bu “korsan
karşıtlığı” ve sözde “emek savunuculuğu” neredeyse
sorgulanmaksızın kabul edilir oldu. Hatta basında
yapılan son tartışmalarda bu konuda aykırı düşünce
söyleyenlerin sesi boğulurken, sağcısından pek
solcusuna bütün yazarlar, şarkıcılar, vb. hükümete
minnet ve şükranlarını sunmak için sıraya dizildiler.
Sorunu Tanımlarsak...
Çok kısaca ve kabaca ifade edilirse, “korsan”
sözcüğüyle telif hakları ödenmemiş kitap, film
ve müzik eserlerinin kopyalanması ya da yayınlanması
kast ediliyor. Tabii bu, aynı zamanda devlete
vergi verilmemesi anlamına geliyor ve böylece
ortaya “vergi hırsızlığı” da (!) çıkmış oluyor.
Daha basit bir dille anlatırsak, “korsan”, herhangi
bir sanat eserini piyasadan alıyor, yazarına,
yayıncısına ve devlete bir kuruş ödemeden çoğaltıyor,
bilinen satış noktalarının dışındaki tezgahlarda
ucuz fiyattan piyasaya sürüyor. Böylece büyük
bir kâr sağlanmış oluyor; çünkü toplam satışların
yarıdan çok fazlası bu alanda gerçekleşiyor.
Buraya kadar söylediklerimizle yetinirsek eğer,
ortada gerçekten bir “hırsızlık” varmış gibi görünüyor.
Satılan her üründen belli bir pay alan yazar-besteci-müzisyen,
vb. resmi satış düştüğü için böylece bu parayı
alamamış oluyor. Yayıncı-yapımcı ise büyük miktarlarda
satış kendi dışında gerçekleştiği için yaptığı
işten umduğu kadar kâr edemiyor, vs. Bu arada
elbette bütün bu kitaplar, CD’ler, vb. yüksek
teknolojiye sahip olmayan küçük atölyelerde, hatta
evlerde çoğaltıldığı için doğal olarak alıcı ucuz
ama çok da kaliteli olmayan ürünler satın almış
oluyor... Kısacası, düzen-içi bir yerden bakarsak
eğer, durum tek kelimeyle berbat görünüyor!
Ama biraz daha derine indiğimizde sorunun bu kadar
da basit olmadığını görüyoruz.
Her şeyden önce bu düşünme biçimi, son yirmi yılda
bir ölçüde sola da bulaştırılmış olan bir yanılsamaya
dayanıyor. Bu düşünme biçiminde “normal” sanayici,
tüccar, bankacı, yayıncı, vb. ile “hırsız” sanayici,
tüccar, bankacı, yayıncı, vb. türleri kategorik
olarak birbirinden ayrılıyor. Türkiye oligarşisinin
belkemiğini oluşturan ve suyun başını tuttuğu
gibi aynı zamanda medya alanını da büyük ölçüde
kontrol eden büyük tekelci patronlar bir kenarda
duruyor, diğer yanda ise neoliberal ekonominin
açtığı tatlı kâr alanlarından faydalanarak hırsla
ve hızla yükselen, genel soygun düzeninin kurallarını
zorlayarak büyük servetler edinen yeniyetme zenginler
yer alıyor. Büyük tekelcilerin kendilerine güven
duyup ikincileri tasfiye etmek istedikleri her
noktada da birden büyük medya kampanyaları bu
ikinci kesime yöneliyor, bu “sülük”lerin halkın
kanını nasıl emdikleri ballandıra ballandıra anlatılıp
kamuoyu hazırlanıyor. Ve tabii bu arada, “karşılığı
ödenmemiş emek” olarak artı-değer’in ne büyük
bir hırsızlık olduğu olduğu sessizce geçiştirilerek
büyük tekelciler “saygın iş adamları” olarak her
seferinde yeniden kutsanıyorlar. Hepsi bu kadar
da değil; aynı büyük tekelcilerin, bankacılık
ya da ticaret alanında aslında tasfiyeye uğrayan
“üçkağıtçı”larla aynı yöntemleri kullandıkları,
daha doğrusu sistemin genel olarak böyle çalıştığı
da gözlerden gizleniyor.
Şimdi aynı sahtekârlığın bir başka biçimiyle yayıncılık
alanında karşı karşıyayız. Aradaki tek fark, sanat
alanının özgün niteliğinden ötürü ahlaki kavramların,
“sanatsal yaratıcılığın korunması” gibi demagojilerin
işin içine çok daha girmesidir.
Oysa olaya bir başka cephesinden bakıldığında,
her şey çok basittir. Birçok yayın evi ya da müzik-film
yapım şirketleri, bütün diğer şirketler gibi kapitalist
esaslara göre, kâr elde etmek için kurulmuş şirketlerdir
ve bazı safdil okurların sandığının aksine hiçbir
“ulvi” özelikleri de yoktur. Bir zamanlar bu işleri
gerçekten aşk ile yapanlar vardıysa da onların
mezarları çoktan kazılıp kapatılmıştır. 2000’li
yıllarda bir yayınevi, bütün diğer firmalar gibi
bir firmadır ve aynen onlar gibi işçilerine mümkün
olduğunca az para verip mümkün olduğunca çok çalıştırmak,
işlediği hammaddelerin (sanat ürünlerinin) yaratıcılarına
(yazarlara, bestecilere, vb) mümkün olduğunca
az pay vererek azami kâr elde etmek bu firmaların
çalışma kurallarıdır. Ve nasıl örneğin ayakkabı
üretimi alanında temel girdileri ve işçilik ücretini
ucuzlatan her yöntem (bu yöntem yasaların ya da
“normal” yolların dışında olsa bile) kâr oranını
yükseltirse bu alanda da aynı şey geçerlidir.
Aynı şekilde, “muhasebeci” denilen kurum ya da
kişi, bütün diğer firmalarda ne iş görüyorsa orada
da aynı işi görür: Devlete verilen vergi miktarını
bir biçimde azaltmak...
Yayın dünyasında bütün bu yöntemler (gerçek basım
miktarı ile yazara bildirilen miktarın aynı olmaması,
yeni baskılardan yazarı-çevirmeni haberdar etmemek,
çalıştırılan elemanların maaşlarını ödememek,
vb.) hepsi uygulanır ve ayrıca kendi kitaplarını
korsan olarak, yani bildirilen miktardan fazla
basmak da buna dahildir. Ayrıca bazı banka yayınevlerinin
sırtını böyle bir finansman rahatlığına dayayarak
yazar “transfer” etmesi, kalıcı kontratlar oluşturması,
kitapçılarda rafları bütünüyle işgal ederek küçük
yayınevlerini ezmesi gibi yöntemler de “korsan”dan
yakınan “ahlakçı”ların görmezden geldikleri başka
türden “ahlaki olmayan” yöntemlerdir.
Dolayısıyla, yayıncıların ve yapımcıların “korsan”dan
yakınırken “ahlak”tan söz etmeleri ne haklıdır
ne de işin mantığına uygundur. “Korsan” sektörün
yaptığı şey, bütün bunları yasal çerçevenin dışında
gerçekleştirmekten ibarettir, hepsi bu kadar.
“Satın Alma” Eylemi Bir
Ahlak Sorunu mudur?
Öte yandan sorunun asıl önemli olan yanı, bu kadar
büyük bir satışın (biraz abartılı rakamlara göre
%80) nasıl “korsan” tezgahlarda gerçekleştiğidir.
Bu sorunun yanıtı son derece yalındır: Ucuz olduğu
için... Sıradan insanlar, emekçiler, nasıl çocuklarına
bayramlık almak için Nişantaşı vitrinlerini değil
de Topkapı ya da Eminönü tezgahlarını tercih ediyorlarsa,
kitap okumak ve müzik dinlemek, vb. isteyen insanlar
da sokak tezgahlarını tercih etmektedirler. Sıradan
emekçi örneğin Levis marka pantolonların ya da
İtalyan malı botların Topkapı’daki ürünlerden
daha dayanıklı ve kaliteli olduğunu bilmeyecek
kadar ahmak değildir; sıradan okur da tezgahta
satılan kitabın, film CD’sinin bazı yönlerden
kusurlu olabileceğini bal gibi bilmekte ve bunu
baştan kabul etmektedir. Aynen evinin duvar kağıdını
“defolu” ürün satan yerlerden alan insanlar gibi...
Burada ne aptallık ne de ahlaksızlık vardır. Kitap
kağıdını üç kuruş daha ucuza almak ve mümkün olduğunca
geç bir tarihe çek kesmek isteyen yayıncı ne kadar
ahlaksızsa, tezgahtan kitap alan okur da o kadar
ahlaksızdır. Gerçek bir ahlaksızlıktan söz edilecekse
eğer, bu, Etiler ya da Akmerkez’deki ürünlerin
üzerindeki astronomik fiyatlarla ve bu “cancanlı”
ürünleri kullananların Hisar yalılarındandaki
bol hizmetçili hayatlarıyla ilgilidir.
Kuşkusuz “karapara” denildiğinde aklına önce Sabancı
değil de işportacılar gelen bu “ahlak düşkünü”
yayıncı tayfası, aslında pantolon ve ayakkabı
dahil bütün seyyar tezgahların mahvedilmesinden
yanadır ama yeni-sömürge Türkiye’nin sınıfsal
uçurumlarla bölünmüş sosyal yapısında her şey
o kadar kolay değildir. Bu sosyal yapının bütün
esnetici mekanizmalarını ortadan kaldırırsanız
eğer işte o zaman kabus gerçek olur: Varoşlardan
gelirler ve gırtlağınızı keserler!
Fiyatlar Niçin Yükseliyor?
Şu son derece açık ve en baştan söylemekte hiçbir
sakınca yok: Devrimci sosyalizmin gelecek tasarımında,
eğitim, sağlık ve kültürle ilgili herhangi bir
nesnenin, etkinliğin, vb. parayla satın alınan
bir ticari mal olması düşünülemeyecek bir şeydir.
Dolayısıyla devrimci sosyalizm, temel insani gereksinmeler
olarak kabul ettiği bu alanların ticarete konu
olmasını daha en baştan bir “ahlaksızlık” olarak
görür.
Ancak bir an için bugüne, kapitalist üretim koşullarına
döndüğümüzde bile sanat ürünlerinin fiyatlarının
emekçilerin ulaşamayacağı kadar yüksek olması
sadece basit olarak girdiler ve ücretlerle, vb.
açıklanabilir bir şey değildir. Bugünkü sorun,
büyük ölçüde neoliberalizmin bütün alanlara olduğu
gibi yayıncılık alanına da hakim olmasıyla ilgilidir.
Her şeyden önce, öteden beri kamu kurumları tarafından
yürütülen sağlık ve eğitim gibi hizmetlerini bile
hızla ticarileştiren neoliberal sistem, kültür
ürünleri alanını da kapsamına almış, bu alanın
şu ya da bu köşesinde tesadüfen varlığını sürdüren
özgün durumları, Cağaloğlu’nun yarı-deli ihtiyarlarını
ayıklayarak vahşi işleyişin kurallarını hakim
kılmıştır. Alan, artık tümüyle tekelleşmiş bütün
diğer ticari alanlardan farksız hale gelmiştir.
Elbette ki kimi tekelci sermaye gruplarının bu
“sektöre” yatırım yapması tesadüf değildir. Başlangıçta,
özellikle emperyalist ülkelerde “kültür-sanat
alanına yatırım yaparak” bir vergi kaçırma yöntemi
olarak başlayan bu eğilim, postmodernizmin etkinliğini
artırması ve ‘90 sonrası sosyalist bloğun dağılmasının
yarattığı savrulma atmosferi sonucu oluşan boşluğu
da fırsat bilerek bugünkü tekelci konumuna varmıştır.
Böylelikle geçmişte şu veya bu rengiyle solun
hakimiyetinde olan kültür sanat alanı, tekellerin
müdahalesiyle önemli bir eksen kaymasına uğramıştır.
Günümüzde bu mekanizmanın doğal sonucu olarak
“en çok satan” kitaplar, ne yazık ki insanlığın
kültürel hazinesini zenginleştiren eserler değil,
tipik reklam-pazarlama kampanyalarıyla piyasaya
pompalanan ve hiçbir sanatsal içeriği-değeri,
kalıcılığı olmayan (meta anlamında) “ürün” lerdir.
Böylece aslında yeni-sömürge faşizminin kültür
ve sanat alanına yönelik geleneksel baskıcı tutumu
ile neoliberalizmin kamu desteğinin bütün biçimlerini
reddeden “batan batsın” işleyişi mükemmel bir
biçimde birleşmiş, bütün girdilerin fiyatlarının
piyasaya bırakıldığı bir düzen kurulmuştur. Batı
Avrupa kapitalizminin işleyişinde hâlâ örnekleri
görülen ama Türkiye’da zaten hiçbir zaman ciddi
olarak sözü edilmeyen vergi ve finansman kolaylıkları
da olmayınca yayıncılık alanı yalnızca güçlülerin
ayakta kalabildiği bir noktaya gelmiştir. Bunun
yakıcı sonucu ise, dolar ve euroya bağlanmış olan
girdi fiyatlarıyla üretilen kitap ve diğer ürünlerin
satış fiyatlarının yükselişi olmuştur. Türkiye’nin
devasa kağıt fabrikalarını bir biçimde köhneleştirip
bütün piyasayı ithal kağıt ürünlerine bağlayan
sistem, böylece süreci tamamen uluslararası piyasanın
dalgalanmasına bırakmıştır.
Ancak hepsi bu kadar değil. Süreç içersinde özellikle
kitap alanına hakim olan büyük yayınevlerinin
başlattığı bir eğilim de bu fiyat yükselişini
körüklemiştir. Kitaplıkta iyi dursun diye değil
de okunmak için üretilen ve en iyi örnekleri eski
Varlık Yayınları’nda görülen yalın kitap üretimi
zaman içersinde terk edilmiş, bunun yerine neredeyse
ciklet ve patates cipsi ambalajları kadar cafcaflı
hale getirilen yeni bir kitap türü piyasayı kaplamıştır.
Geçmişten beri bütün üretimini, hatta yayın sezonunun
açılışını bile üniversitelerin açılışına göre
ayarlayan ve aslında bir anlamda her zaman genel
toplumsal hareketin (ve solun) ivmesine uygun
olarak kitle yayıncılığı yapan yayınevleri, yeni
süreçte orta sınıfların sabun köpüğü hafifliğindeki
okuma ihtiyacına yönelmeye başlamıştır. Böylece
üçüncü hamur kağıtlar ortadan kalkar ve yerine
pahalı oyuncaklar gibi rafta pırıl pırıl parlayan
kitaplar geçerken aslında genel kültürel düzey
çok fazla yükselmemiş, sadece fiyatlar artmıştır.
Son derece çarpıcı olan gerçek şudur ki, Türkiye
toplumunun en fazla kültürsüzleştiği, milyonlarca
insanın sosyal hayatının çürütüldüğü bir dönem,
aynı zamanda şatafatlı kitap yayıncılığından en
çok para kazanılan dönem olmuştur.
Daha doğrusu, sosyalist hareketin ve toplumsal
mücadelenin/duyarlılığın artık kalıcı olarak sahneden
çekildiği yanılsamasına kendisini kaptıran yayın
dünyası, başlıca üç şey yapmıştır. Yukarıda söylediğimiz
sınıf tercihi, bunlardan birincisidir; bu tercihle
örneğin Remzi Kitabevi gibileri bile büyük alışveriş
merkezlerinde standlar kurmaya yönelmiş, bu arada
kitap fuarları da kent dışındaki mekanlara kaydırılıp
“hediyelik eşya” ya da “banyo aksesuarları” fuar
günlerinin arasına bir yere sıkıştırılmıştır.
İkinci yaptıkları şey ise, popüler romanların
yerli ve yabancı örneklerini bestseller mantığıyla
piyasaya pompalamak, ticari hayatın başka alanlarındaki
promosyon, reklam, vb. tiplerini yayıncılık alanına
taşımak olmuştur.
Ve nihayet, klasik yayın dünyasının dışından,
banka ve medya sektöründen alana girişler gerçekleşmiş,
sabit finansman kaynaklarına dayanan ve dolayısıyla
paranın yavaş yavaş geriye dönüşünden rahatsız
olmayan bu güçler tekelleşmeye başlamıştır. Yazara,
çevirmene zamanında para ödeyebilme gücüne sahip
olan bu yeni yayıncılar, böylece birçok telif
haklarını bağlamış, daha kötüsü Nazım gibi sosyalist
yazarların teliflerini de ele geçirmişlerdir.
Bu arada zamanında para almanın tadına varan kimi
solcular da bu sürece dahil olunca, zaten uzun
süredir sadece birkaç devrimci yayınevi tarafından
temsil edilen bağımsız yayıncılık, tarihe karışmıştır.
Daha doğrusu, aslında böylece tarihe karışan,
genç ve aykırı yazarların yazdıklarını yayınlatma
umududur.
Şüphesiz bu kadar çok suçun bir cezası olacaktır
ve olmuştur: Korsan!
Korsan, bu anlamda, bu yayıncılığın cezasıdır
ve bu hak edilmiş bir cezadır. “Nerede çok para
varsa oraya koş!” diye özetlenebilecek olan neoliberal
yatırım politikasını en iyi anlayanlar korsanlardır
ve salt bu yüzden onları suçlamak haksızlıktır.
Örneğin, özelleştirme furyasında kamunun mallarını
yok pahasına yutmayı “piyasa işleyişi”ne uygun
bulan Aydın Doğan’ın yayınevi sektöründeki bol
maaşlı editörlerinin aynı işleyişe bin kez daha
uygun davranan korsanları ahlaksızlıkla suçlaması
son derecede büyük bir ahlaksızlıktır aslında.
Toplumsal kültür düzeyini en diplere çekerek çürüten
en rezil yarışma, vb. programları patronunun televizyonlarında
yayınlanırken bunu bir onur ve ahlak meselesi
yapmayanların, “kültürün koruyuculuğu”na soyunmaları
komiktir. Daha doğrusu, bu pozisyon aslında tam
olarak “kültür koruculuğu”na uygundur.
Devrimci Sosyalizm
Nerede Duruyor?
Sonuç olarak bir toparlama yapmamız gerekirse,
devrimciler kuşkusuz sırf düzene karşı oldukları
için “yasadışı” her şeyi sevmek zorunda değillerdir.
Örneğin Mafyatik faaliyet de yasadışıdır ama devrimciler
bu pislik çukuru ile savaşırlar. Dolayısıyla,
kendi ailesinin geçimini sağlamak için basit yöntemlerle
üç-beş şey kopyalayıp satanlar bir yana, korsan
sektöründen büyük paralar kazananları da sevmeye
mecbur değiliz.
Ama sorun şurada ki, biz Doğan Kitapçılığın ya
da Yapı Kredi’nin patronlarını da sevmeyiz, sevmemenin
ötesinde bu patronların düzenini temelinden çökertmeye
ve yeni bir toplumsal sistem kurmaya kararlıyız.
İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük korsanlık
ve hırsızlık düzeni olan kapitalizm, kültürel
alanı da soyguna uğratan bir sistem olarak devrimci
sosyalizmin asıl hedefidir ve bu hedefe yönelirken
söz konusu sistemin kıyısından köşesinden bir
şeyler tırtıklamaya çalışan korsan yayıncılarla
mücadele etmek gibi asli bir işimiz de yoktur.
Eğitimden sağlığa dek bütün hayatımız vahşi kapitalizm
tarafından teslim alınırken, kamu malları yok
pahasına hırsızlara satılırken, kültür alanı yoksulların
adım atamadığı bir orta sınıf fantazisine dönüştürülürken
ses çıkarmayanlar, hatta “popülizme karşı olmak”
adına bütün bunları alkışlayanlar, şimdi belalarını
bulmuşlardır. Bu bela, onların hak ettikleri bir
şeydir ve bırakalım içinde boğulsunlar... Bu star
sisteminden son yıllarda iyi paralar kazanan pop-yazarların
feryatları da boştur ve sahtedir. Üç kuruş uğruna
gecekondusunda bütün gece yorgan altında titreyerek
72. Koğuş’u yazan Orhan Kemal’in çektiklerini
asla hissetmemiş olan bu transfer yıldızları da
aynı çukurda kalabilirler...
Devrimci sosyalizmin gelecek tasarımı, kültür
alanının tamamen kamusallaştırılmasını öngörür.
Yayıncılıktan sinemaya ve müzik alanına dek bütün
kültürel alanlar bizim mantığımızda, aynen sağlık
ve eğitim gibi, hizmet alanlarıdır ve nihai olarak
tamamen parasız olmaları hedeflenir.
Devrimci bir iktidar, bütün kağıt ürünlerini,
baskı sistemlerini, etkinlik salonlarını, müzik
stüdyolarını, sinema çekim platoların ve daha
akla gelebilecek bütün kültürel üretim/sunum zeminlerini
toplumsal alanlar olarak görür ve toplumun hizmetine
sunar. Yine devrimci iktidar, yazarların ve bütün
diğer kültür üreticilerinin firma sahipleri tarafından
sağılması işlemine son verip onları tam bir sosyal
güvenceye kavuşturacak, dolayısıyla kültür üreticisinin
geçim kaynağı olarak telif haklarını da gereksizleştirecektir.
Daha doğrusu, telif hakları denilen şey, ticari
niteliğini kaybedecek ve sadece sanat eserinin
başkaları tarafından değişitirilip tahrif edilmesini
ya da haksızca taklit edilmesini önleyen kültürel
bir hak olarak anlam ifade edecektir.
Üstelik bütün bunların gerçekleştirilmesi hiç
de öyle imkânsız değildir. Bütün sorun, yayıncılığın
kim için ve ne amaçla yapıldığıyla ilgilidir;
kâr yerine insanlık kültürünün ürünlerinin bütün
topluma sunulması hedeflendiğinde, bütün kaynaklar
buraya yönlendirilebilir ve kapitalizmin sona
erdirilmesi, son derece büyük kaynakların kamu
yararına kullanılabilir hale gelmesidir. Üstelik
devrimci halk iktidarı, bunu geniş bir özgürlük
çerçevesi içinde yapabilecektir.
Bu mümkündür; sorunsuz değildir belki ama mümkündür.
Yeter ki, bugün yaşadığımız rezilliğin alternatifinin
olmadığı ve olamayacağı yalanlarını bir kez kulaklarımızdan
silip atabilelim.
|