Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Ömer Müjdat Tekinalp

Geçtiğimiz ay uluslararası ajanslarda yayınlanan spekülatif bir habere bakılırsa, kıyamet kopmak üzere...
Habere göre The Observer gazetesi ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) tarafından Bush’a sunulan bir çevre raporunu ele geçirmişti. Gerçi sonradan Pentagon ve Beyaz Saray böyle bir raporun hiç olmadığını açıkladı ama olsun, yine de yapacağı etkiyi yaptı.
Doğrusu yok yoktu raporda... Sanki Nostradamus hortlamıştı birden ve yeniden kehanetlerini savurmaya başlamıştı. Pentagon raporuna göre dünyanın mahvolmasına az bir süre kalmış bulunuyor... 2007 yılında çıkacak olan dev bir fırtına, Hollanda’yı mahvedececek, 2010-2020 arasında Avrupa kıtasında sıcaklık ortalama 14.5 santigrat derece düşecek, iklimdeki dengesizlikler, ortalığı kasıp kavuracak, İngiltere Sibirya’ya benzerken, kıyılardaki Avrupa kentleri, yükselen suların altında kalacaktı. Yine aynı rapora göre Hindistan, Güney Afrika ve Endonezya kuraklık ve açlık yüzünden iç karışıklıkların pençesinde dağılacak, kitlesel yağma olayları başlayacak, su sorunları yüzünden Nil, Tuna ve Amazon nehirleri çevresi, savaş alanına dönecek.
Tamamen de ekolojik değil aslında rapor, Pentagon bu arada politik ve sosyal değerlendirmeler de yapıyor ve emperyalist politikaların yarattığı felaketlerin sonuçlarının dönüp yeniden metropolleri vuracağı belirlemesine ulaşıyor. Örneğin, ABD ve Avrupa’nın, kuraklığın 400 milyon insanı tehdit edeceği Afrika’dan kitlesel göç akınlarıyla boğuşacağını iddia ediyor ve eski zamanların Malhtusçu teorilerini yeniden canlandırıp önümüzdeki 20 yıl içinde, dünyanın doğal kaynaklarının, nüfusu besleme kapasitesinin azalacağını ve savaşlardan, açlıktan milyonlarca insanın ölüp geriye yalnızca doğal kaynakların besleyebileceği sayıda insanın kalacağını söylüyor.
Kuşkusuz biz, böyle bir rapor gerçekten var mıdır yok mudur ya da varsa Pentagon bu tür bir felaket senaryosunu hazırlama gereğini neden duyar, bütün bunların ayrıntılarını bilmek ve tartışmak durumunda değiliz. Bu çok önemli de değil zaten. Asıl önemli olan, emperyalist haydutların büyük bir yüzsüzlükle kendi yaratmış oldukları yıkım tablosunun karşısına geçip ikide birde böyle endişeli tutumlar takınmalarıdır.
Oysa tablo, uzun yıllardır böyledir ve 7 yıl ya da 27 yıl sonra ne olacağı üzerine özel kehanetler üretmeye de gerek yoktur. Kapitalizm, neredeyse yüz elli yıldır, savaşlar bir yana, yalnızca o bitmez tükenmez kâr hırsıyla da dünyanın doğal dengesini mahvetmiştir ve özellikle son 20-30 yılın neoliberal politikaları ise bu felaketli durumu zirveye taşımıştır.

Başka Rakamlar da Var...
Üstelik bunun için Pentagon’un zahmet edip raporlar düzenlemesine de gerek yoktu. Bu konunun uzmanları uzun yıllardır, emperyalist hükümetler çöp sepetine atsınlar diye yüzlerce rapor hazırlıyor.
Örneğin Birleşmiş Milletler Çevre Programı Başkanı Klaus Topfer, “devam edilemeyecek bir yoldayız. Devamlılığı sağlayacak bir sisteme mantıklı ve planlı bir geçiş için gerekli olan zaman da hızla tükeniyor” demişti daha birkaç yıl önce.
2000 yılının Eylül ayında yayınlanan Geo-2000 raporu yerkürenin ısınmasının ve sera etkisinin sonuçta bir felaketi getireceğini yeterince açık biçimde söylüyordu. Yerkürenin ısınmasının deniz seviyesinin yükselmesini de beraberinde getireceğini belirten rapor, bunun “deniz seviyesine yakın deltalarda yaşayan milyonlarca insanı göçe zorlayacağını ve sayısız ada devletini yok edeceğini” ifade etmişti. Rapor, hava sıcaklığındaki artışın “doğal afet” diye bilinen felaketlerin daha da artmasına yol açacağı ve açtığını belirtiyor ve “1986-95 yılları arasında doğal afet sonucu gerçekleşen kayıpların 1960’lardakinden sekiz kat daha fazla” olduğu söyleniyor.
Üstelik sera etkisinin felaket yaratıcı etkileri tamamen kanıtlanmış olduğu halde, büyük kapitalist ülkeler bugün de havaya karbondioksit pompalamaya devam ediyorlar. ABD sera etkisi yaratan en fazla gaz atığı yaratan ülke. 1994’de ABD’nin atığı 1 milyar 607 milyon tondu ve bu rakam giderek yükselmekte.
Bilindiği gibi karbondioksit gazı fosil yakıtların (petrol, kömür, doğalgaz) yakılması ve orman yangınları sonucu yılda ortalama 20 milyar tondan fazla üretilmektedir. Bu miktarın yarıya yakını denizlere ve göllere karışmakta, yaklaşık 10 milyar tonu Atmosfere karışmaktadır. Doğal bitki örtüsü ve ormanlar karbondioksit tüketimini sağlayan en önemli doğal faktörlerdir. Ormanların yokedilmesi, karbondioksit gazının doğal tüketiminin önünü kesmekte, doğal yapının kapasitesinin üstünde üretilen karbondioksit gazı atmosfere karışmaktadır.
Güney Amerika’da Amazon bölgesinde bulunan tropikal ormanlar, oksijen üretimi, hava akımları oluşumu ve karbondioksit tüketimi alanlarında bir başka eşi olmayan ‘dünyanın akciğerleri’ olarak tanımlanmaktadır. Fakat bu ormanlar her yıl binlerce kilometrekarelik alanlar halinde kesilmekte, yakılmakta ve tüm dünya ve insanlık için bu büyük değer taşıyan ormanlar yok edilmektedir.
İşin en çarpıcı ve ibret verici olan yanı, tüm dünyada yılda ortalama üretilen 20 milyar ton karbondioksitin %90’ının emperyalist ülkeler, %10 kadarının da dünya nüfusunun büyük bir kesimini teşkil eden bağımlı ülkeler tarafından yaratılıyor olmasıdır.
Hatta daha ayrıntıya girersek, dünyadaki toplam karbondioksit gazının yüzde 23.7’si tek başına ABD tarafından üretilmektedir. ABD’de yılda kişi başına 19.88 ton karbondioksit gazı üretilmektedir. Kişi başına düşen karbondioksit gazın üretim miktarı diğer bazı ülkelerde şöyledir: Rusya 10.4 ton, Almanya 10.8 ton, Çin 2.5 ton, Hindistan 0.8 ton, Türkiye 2.6 ton. ABD’den nüfus olarak 4.5 kat daha büyük olan Çin, ABD’den 8 kat daha az karbondioksit üretmektedir. Karbondioksit gazı üretiminde kıtalararası karşılaştırmada Afrika’nın payı yüzde 3.2, Latin Amerika’nın payı ise yüzde 5.3’tür.
Bu konuda hazırlanan Kyoto Protokolü’nün ise etkisi neredeyse sıfır olmuştur. Konferanslarda alınan kararların bağlayıcı özelliklleri olmadığı için kağıt üzerinde kalmış, Lahey Konferansı’nda ise karbondioksit yayılımının 1990 yılı seviyesinin altına çekilmesi konusunda emperyalistler kendi aralarında anlaşamamışlardır.

Uranyumlu Mermileri
Kim Kullanıyor?

Emperyalist riyakarlığın örnekleri kuşkusuz saymakla bitmez. Geçtiğimiz yüzyılı korkunç savaşlarla kana bulayan emperyalizm, yeni yüzyılın daha başında bile çeşitli ülkeleri harabeye çevirmeye devam ediyor. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Amerikan-İngiliz askerlerinin ayak bastığı her yerde yıkıcı etkileri hâlâ devam eden Uranyumlu Mermiler (DU) sorunudur.
Özellikle Balkanlar’da kullanılan uranyumlu bombalar, atıldıkları yerlerdeki sivillerin sağlığını da tehdit etmekte ve NATO tarafından Kosova ve Bosna’da kullanılan seyreltilmiş uranyumlu bombalar ve bu silahların yol açtığı sanılan ‘Balkan Sendromu’ tartışmaları büyürken, tartışmaların sadece NATO askerlerinin söz konusu bombalardan ne ölçüde zarar gördükleri üzerine yoğunlaşması bir ikiyüzlülük olarak belirmektedir. Oysa radyoaktif kirlenmeden asıl zararı yöre halklarının gördüğü tartışılamaz bir bilimsel gerçektir. Üstelik uranyumlu bombaların NATO askerleri arasında da kanser artışına yol açtığının saptanmasına rağmen ABD’nin bu silahların kullanılmasından vazgeçilmeyeceğini ve zaten zararlı olmadıklarını açıklamıştı.
Nükleer tıp uzmanları ise bütün bunların gerçeği saklamak olduğunu belirterek, konuyu şöyle özetliyorlar: “Bombalarda kullanılan uranyum 35, patlamada parçalanarak uranyum 38’e dönüşüyor. Bu uranyumun yarılanma (parçalanarak kendi kendini yok etme) zamanı binlerce yıl sürebiliyor. Yani çevre uzun dönemli olarak kirlenmiş oluyor. Tank zırhlarını parçalayalım derken, ortamı kirleten bir kimyasal zehiri bütün çevreye yaymış oluyoruz. Çevrede radyoaktivite artışı oluyor. Tozlarla, sudan, her şeyden insan vücuduna giriyor. Kemiklerde toplanıyor. Radyoaktivite artışı kan kanseri ve akciğer kanserlerine yol açıyor.”
Sonuçta, özellikle Kosova halkı, savaş sürecinde kullanılan SADARM (Seek and Destroy Armour) bombalarındaki ‘seyreltilmiş uranyumun yol açtığı kanserojen maddenin etkisiyle, insan sağlığına zararlı ‘radyoaktif kirlenme’ tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ve ABD’nin daha sonra Afganistan ve Irak’ta da kullandığı bu silahların etkisi aslında bir tür soykırım anlamına gelmiştir.

HIV Virüsü ve İlaç Şirketleri
Aslında dünya nüfusunun en yoksul kesimlerini sistematik olarak katliama uğratmak için tehlikeli gazlar ya da uranyum mermileri de gerekmiyor. Büyük bir çoğunluğu doğrudan yoksulluğun ürünü olan ve ilaç firmalarının açgözlülüğü yüzünden önlenemeyen basit hastalıklar da bu işi yeterince yapmaktadır.
Örneğin dünyada 2 milyardan fazla insanın hepatit-B virüsü taşıdığı ve bunlardan her yıl 2 milyonunun hepatit-B’ye bağlı karaciğer hastalıklarından öldüğü bilenmeyen şey değildir.
Ancak asıl ciddi soykırım özellikle Afrika kitasını vuran HIV/AIDS virüsü aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. BM Nüfus Fonuna göre yerkürede dakikada 11 kişi AIDS’e yakalanmaktadır ve Güney Afrika, Zimbabwe, Kenya ve Botswana’da 15 yaşındaki her iki çocuktan biri AIDS’ten ölmeye mahkumdur. Afrika’nın 16 ülkesinde AIDS’li gençlerin oranı nüfusun yüzde 10’undan fazladır ve dünya genelinde 2.8 milyonu 1999’da olmak üzere 1983’ten bu yana 18.8 milyon insan AIDS’ten ölmüştür. Yine Afrika’da AIDS salgını başladığından bu yana 133 milyon çocuk, hastalık yüzünden anne ve babasını kaybetmiştir.
Durum bu noktadayken, örneğin Güney Afrika’nın, patentli ilaçların ucuza maledilen taklit çeşitlerinin ithaline izin veren yasası nedeniyle başı dertte. Dünyanın önde gelen ilaç devleri, Güney Afrika’yı patent yasalarına uymadığı için dava ediyor. 36’yı aşkın global ilaç devi, Güney Afrika hükümetinin 1997 yılında çıkarttığı yasayla, patentli ilaçların ucuza maledilen kaçak çeşitlerinin ithaline izin vermesinin, çok geniş kapsamlı ve ilaç üreticilerine karşı haksızlık yarattığı iddiasıyla, Pretoria Yüksek Mahkemesi’ne, bu yasanın iptali talebiyle dava açtı.
Yalnızca G. Afrika da değil, Dünya Ticaret Örgütü örneğin Brezilya ve Hindistan gibi ülkelerde de hükümetlerin bu ilaçları üreterek halka çok daha ucuza satmasına ve ihraç etmesine izin vermemektedir.

Sonuç: Emperyalizm
Ölüm Demektir

Daha yüzlerce örnek verilebilir ve hepsi de kapitalizmin açgözlülüğünü yüzlerce kez kanıtlar.
Sonuçta sorunun ölümcül ciddiyetini kavramak için Pentagon’un felaket senaryolarına ihtiyaç olmadığı açıktır. Emperyalizm, dünyamızı, bazı bakımlardan geri dönüşsüz biçimlerde sakatlamakta ve zehirlemektedir. Ne konferanslar, ne her yıl sayfalarca hazırlanan raporlar, sorunu çözmemekte, hatta bazen bir oyalama olarak iş görmektedir.
Gelinen noktada, kapitalizmin tümüyle yok edilmesinin artık ne kadar hayati bir sorun olduğu böylece bir kez daha anlaşılmaktadır. Çünkü başka hiçbir yoldan yaklaşmakta olan felaketin önüne geçmek mümkün değildir.




 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul