Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

F. Hançer

2004 baharına giriyoruz artık... Yerel seçimlerin karakterize ediyor gibi göründüğü bir bahar başlangıcı bu...
Baharın ilk ayı Mart, dünya, bölge ve ülke özgülünde taşıdığı birçok tarihsel ve güncel anlamla yüklü bir şekilde karşımıza çıkıyor. 6 Mart’ta Ankara’da yapılan “Kamu Reformu”na karşı mitingle başlayan açılış, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’yle ve daha sonra Gazi olaylarının yanında 1971 cuntasının da yıldönümü olan 12 Mart ile devam eder. Daha sonra yine aynı biçimde, 16 Mart gününe hem Halepçe’deki büyük Kürt katliamı hem de üniversite gençliğinin mücadele tarihinde önemli bir yer tutan Beyazıt katliamı denk düşer. Her ikisi de bugünün gerçekliği açısından önemlidir. Biri, Halepçe, önemlidir ve trajiktir. Dün Saddam’a katliamda kullandığı kimyasal silahları sağlamış ve katliama gözyummuş olan emperyalist haydutlar, bugün Halepçe’nin de dahil olduğu coğrafyayı işgal etmişlerdir ve çok acıdır, katliama uğrayan Kürt halkına önderlik edenlerden bazıları da şimdi bu işgal ordusunun taşeronu konumunu içine sindirmektedir. YÖK yasasına karşı başlayan mücadele ve daha birkaç gün önce, 13 Mart’ta Kızılay’da olup bitenler düşünüldüğünde, Beyazıt katliamcılarının onca yıl sonra çalışma biçimlerini hiç değiştirmedikleri görülüyor. Dün, bölgeyi boşaltıp fakültenin önünün mezbahaya dönüşmesini kolaylaştıran polis, şimdi Kızılay meydanında aracı kullanmaksızın kendi işini kendi görüyor!
Ve sonra, Kürtler ve Ortadoğu açısından artık yalnızca bir bayram değil, aynı zamanda bir mücadele günü olan Newroz gelir. Devlet erkanının sirk gösterileriyle Kürt halkının ısrarlı sahiplenişine aynı günde tanık oluruz.
Ve nihayet, Türkiye devrimci hareketinin tarihinde çığır açan THKP-C önderliğinin katledildiği gün olan 30 Mart gelir. 30 yılı aşkın süredir sağdan-soldan yapılan bütün saldırılara rağmen ayakta kalan ve hâlâ yolumuzu aydınlatan bu ışık topu, devrimci sosyalist hareket açısından hayati bir önem taşıyor.

***
Seçimler de bugünlerde geçip gidiyor. Tartışmalarıyla, kazanımları ve kayıplarıyla... Güçbirliği adı altında seçimlere giren partiler topluluğunun bundan ne gibi bir avantaj sağlayacaklarını önümüzdeki birkaç gün içinde göreceğiz. Bunun siyasal anlamı ise daha sonra, bu tür birlikteliklerin sonsuz genişleme eğilimine bağlı olarak ortaya çıkacak. Bu genişleme eğilimi, öyle görünüyor ki, ilke yoksunluğu ile atbaşı giderek daha da güçlenecek ve boyutlanacak. Kısacası taşlar yerine oturuyor ve oturacak.
Seçimler geçip gidiyor ve biz yeniden hayata geri dönüyoruz, kendi gerçek hayatlarımıza... Orada ise, emekçilerin hiçbir seçim ile çözülemeyecek kadar derin olan yoksulluğu ve kocaman bir boşluğa dönüştürülmüş yaşamları var. Güzel sözler, mutluluk vaadleri, orada büyük bir karamsarlık kalkanına çarpıp parçalanıyor.
Üstelik orada, bütün sözlerle, kavramlarla ilgili büyük bir kafa karışıklığı var. Orada, kavramların tümü de şekilsizleşmiş ve gazete denilen paçavraların, TV kanalizasyonlarının püskürttüğü vıcık vıcık çamur içersinde kendi gerçek anlamlarından uzaklaşarak güvenilmezleşmiş görünüyor.
Sosyalist Barikat’ın geçen sayılarında, artık sağ-sol, devrim-reform gibi kavramların da şekilsizleştiğini ve devrimci pratik içersinde her şeyin yeniden yerli yerine konulmasının bir zorunluluk haline geldiğini söylediğimizde belki bir çok insana tuhaf gelmiştir. Ama gerçek böyle; gerçekten de ancak keskin bir darbe ile dönüştürülebilecek olan bugünkü atmosfere o atmosferin kendi içinden bakıldığında kaypak olmayan bir şey yoktur. Ne kadar halk düşmanı proje ve uygulama varsa bugün onların adı “devrim niteliğinde reform”dur; ne kadar halktan yana, emekten yana itiraz varsa onlar da toptan bir “tutuculuk” sepetinin içine konulmuştur. Demokrasi, insan hakları, vb. hepsi artık ancak derin bir alt üst oluşla yeniden tanımlanmayı gerektirecek kadar deforme olmuştur.
O kadar ki, bu ülkede tarihin en büyük cezaevi katliamının mimarı olan zindan müdürü Ali Suat Ertosun’a “üstün hizmetlerinden ötürü” ödül verilmesiyle ABD’nin Birtan Altunbaş davasının tebligatçılığı görevini üstlenmesi aynı günlere rast gelebilmektedir. Dünyayı kana bulayan bir haydutlar imparatorluğu, kendi “terör örgütleri” listesinde olan bir örgüte üye olduğu iddiasıyla gözaltına alınan bir devrimcinin işkencede katledilmesiyle ilgili davada, sanık polislerin bir an önce yargılanmasını isteyebiliyor. Aynı terör devletinin yüzbinlerce insanın katlinden ve dünyanın doğal dengesinin mahvedilmesinden sorumlu olan savunma bakanlığı, Pentagon, dünyayı bekleyen ekolojik ve sosyal felaketler üzerine ayrıntılı bir rapor hazırlayabiliyor. Milyonlarca insanın açlığından sorumlu olanlar açlığın önlenmesinden, suları zehirleyenler suların temizlenmesinden, çocukları öldürenler çocukların yaşatılmasından, diktatörlerin ağababaları diktatörlüklerin devrilmesinden, vs. vs. söz edebiliyorlar.
Ama öte yandan Türkiye’de bir gazete (Gündem), günlerdir bir sürü cinayet ve katliamın failleri hakkında üstelik birinci ağızdan, yani bizzat cellatın ağzından yayın yapıyor. Hangi köprünün alında kim öldürülmüş, kim hangi çukura atılmış, adam bülbül gibi anlatıyor. Tık yok!
“Amerikalılarla oturup bu işi tartıştık, öyle başladık” diye açıkça ne yaptığını itiraf eden korku şatosunun karanlık şefi Ağar, CNN Türk’te soruları yanıtlarken de rahat: “Gereği yapılmıştır!” Öte yandan en son izine Sedat Peker’in “site açılışı”nda rastlanan bir başkası, emekli general Veli Küçük’le ilgili olarak ise sanki hiç yokmuş, sanki Susurluk dosyalarında hiç adı geçmemiş gibi davranılıyor.

***
Kendi gerçek hayatlarımız, emekçilerin somut hayatı... Yalanlar, bozulmuş kavramlar, orayı sarıp sarmalamış durumda ama buna karşın gerçek değişmiyor. Bütün ayrıntılar, seçimler, vb. geçip gittiğinde, kendi gerçek gündemimiz yeniden ve bütün yakıcılığıyla yeniden beliriyor.
Kendi gerçek gündemimiz, işsizliktir örneğin...
2003 yılının sonunda Türkiye’de kendisinin ve çoğu durumda ailesinin hayatını devam ettirmek zorunda olan 2 milyon 418 bin insan, işsizdir. Bu insanlar sakat ya da çocuk, yaşlı, vb. değildir, yetişkin insanların iş ve ekmek üretemeyen enerjisinden söz ediyoruz.
Kendi gerçek gündemimiz iş cinayetleridir...
Türkiye bugün iş kazaları alanında dünya üçüncüsü olma “şerefini”(!) taşımaktadır.
2000 yılı SSK istatistiklerine göre Türkiye’de bir yılda meydana gelen iş kazası sayısı 74.847’dir ve 1173 işçi bu kazalarda yaşamını yitirmiştir: Yaklaşık günde 4 kişi!
Ve bu arada bir yılda 1818 işçi sürekli iş göremez biçimde sakatlanmış ve 803 işçi meslek hastalığına yakalanmıştır.
Dünyadaki toplam iş “kazası” ölüm miktarı ise her yıl ortalama 1 milyon 200 bin kişidir...
Kendi gerçek gündemimiz yoksulluktur...
Solcuların değil, bizzat Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, İstanbul’un nüfusunun, yüzde 69.1’i açlık sınırının altında yaşamaktadır.
İstanbul’un 27 ilçesinde “varoş” olarak nitelendirilen yerleşim yerlerinde oturan 1272 kişi ile yapılan çalışmada, “Ailenizde düzenli düzensiz çalışan herkesin aylık ortalama toplam geliri ne kadardır?” sorusuna karşılık, deneklerin yüzde 8.3’ü düzenli geliri olmadığını, yüzde 1.5’u 99 milyon liranın altında, yüzde 8.7’si 100-199 milyon, yüzde 35.7’si 200-299 milyon, yüzde 24.9’u 300-399 milyon, yüzde 12.3’ü 400-499 milyon, yüzde 6.1’i 500-599 milyon, yüzde 2’si 600-699 milyon, binde 5’i de 700 milyon ve üstü gelire sahip olduğunu bildirmiştir.
“Kendinizi hangi gelir grubunda hissediyorsunuz?” sorusuna, deneklerden yüzde 69.6’sı fakir-yoksul, yüzde 16.5’i açlık sınırında, yüzde 12.3’ü orta halli olarak nitelendirirken, “ailenizin aylık geliri geçiminizi karşılıyor mu?” sorusuna, deneklerin yüzde 86.9’u karşılamadığını, yüzde 13.1’i karşıladığını bildirmektedir.
“Ailenizin aylık geliri geçiminizi karşılamıyorsa nasıl geçiniyorsunuz?” sorusuna ise deneklerin yüzde 41.2’si borçlanarak, yüzde 21’i kısıtlama yaparak, yüzde 13.4’ü komşuların, yüzde 11.9’u akrabaların, yüzde 4.9’u bazı kurumların yardımıyla, yüzde 7.6’sı da diğer yanıtını vermektedir.
Üstelik, bu insanların artık mali ufukları da daralmıştır. Öyle ki, “rahat geçinebilmeniz için aylık gelirinizin ne kadar olması gerektiğini düşünüyorsunuz?” sorusuna, deneklerin yüzde 27’si 500 milyon lira ve altı, yüzde 63.2’si 500 milyon-1 milyar lira, yüzde 3.9’u 1-1.5 milyar lira, yüzde 2.4’ü 1.5-5 milyar lira, binde 2’si 5-10 milyar lira arası yanıtını verirken, yüzde 3.3’ü de “fikrim yok” diye yanıt vermektedir.
Yine bu insanların ufukları öylesine daralmıştır ki, “bir insanın zengin sayılabilmesi için aylık gelirinin yaklaşık ne kadar olması lazım?” sorusuna verdikleri yanıtlarda, yüzde 70’ten fazlası 5-6 milyar aylık gelirden söz etmektedirler.
“Yıllık ortalama sağlık harcamanız ne kadar?” sorusuna, deneklerin yüzde 38.4’ü hiç harcama yapmadıklarını, yüzde 12.7’si 100 milyon lira ve altı, yüzde 19.6’sı 100-300 milyon, yüzde 9.2’si 300-500 milyon, yüzde 9.3’ü 500 milyon-1 milyar, yüzde 1.4’ü 1-2 milyar, binde 2’si 2-4 milyar, yüzde 1.2’si “belli olmuyor”, yüzde 8’i de “cevap yok” yanıtını vermektedir.
Bu insanların yüzde 60’tan fazlası tek ve iki odalık evlerde oturmakta, ve yine aynı oranda insan 20 ile 75 metrekarelik alanlarda yaşamaktadır.
Bu insanların, yüzde 70.7’sinin ise hiçbir sosyal güvencesi yoktur.
Daha da çarpıcı olan, hesaplamalara göre 5’te 4’ü gerçekte açlık sınırında yaşayan bu insanların büyük bir bölümünün kendisini sadece “yoksul” diye nitelendirmeleridir. Çünkü yoksulluk tarafından bilinçleri köreltilmiş bu insanlar, bir insanın sağlık-eğitim-kültür gibi temel gereksinmelerini dikkate almamakta, gözlerini yalnızca tencerede ne kaynadığına dikmektedirler.
Dünyadaki durum ise daha da vahimdir...
Neoliberalizmin vahşi düzeninin cenderesindeki dünyanın emekçi halkları bugün tarihin en büyük yıkımıyla karşı karşıyadır. Öyle ki, bu kıyım, toplam olarak herhangi bir dünya savaşından daha fazla can almaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü Dr. Lee Jong-wook, dünyanın bir felaketle karşı karşıya olduğunu söylüyor açıkça ve küreselleşmiş dünyadaki uçurumların derinleştiğinden söz ediyor. Her yıl, tümü de yeni-sömürge ve bağımlı ülkelerde olmak üzere 10 milyon çocuğun öldüğünden söz ediyor Jong-wook.
Aynı açıklamaya göre, dünyada her yıl 500 binden fazla kadın, sırf gebeliğe bağlı olgular yüzünden ölüyor. 2002’de dünyada gerçekleşen ölümlerden 3 milyona yakını, ishal ve sıtma gibi tamamen önlenebilir hastalıklar yüzündedir.
Daha da vahimi, örneğin Sahra-altı Afrika’da her gün, bini çocuk olmak üzere 5 bin kişinin sadece AIDS’ten ölüyor olmasıdır. Güney Afrika, Zimbabwe, Kenya ve Botswana’da 15 yaşındaki her iki çocuktan biri AIDS’ten ölmetkedir. Yani Batı metropollerinde marjinal bir olguymuş gibi görünen ve etik tartışmalara konu edilen AIDS’in Afrika’da her yıl ortalama aldığı can sayısı, orta büyüklükte bir ulusa yönelik soykırımdan daha vahşi bir katliam anlamına geliyor. Ve bu insanlar, rakam değil, istatistik veri değil, isimleri, yüzleri olan gerçek insanlardır.
Toplam olarak ise bugün dünyada HIV virüsü taşıyan 34.3 milyonu aşkın insan vardır ve bunların çoğunun önümüzdeki yıllarda öleceği kesindir. Ve daha da çarpıcı olanı şu: Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, bu salgının önüne geçebilmek için yılda 4 milyar dolarlık maddi kaynak gerekiyor. Hastalığı engellemek için, hasta başına sadece 5 dolar harcamak yeterlidir...
Yeterlidir, ama bu 5 dolar, harcanamaz. Harcanamaz, çünkü bu insanlar çokuluslu tekeller için insan bile değildir!
Öte yandan, önce Sudan ve Kongo’da görülen ve vakalarının %80’i ölümle sonuçlanan Ebola virüsü tüm sınırları aşmaktadır. Afrika’da ve diğer Güney ülkelerinde yılda 30 bin çocuk yetersiz beslenme ve açlıktan ölürken, Almanya’da her 3 çocuktan biri aşırı şişmanlıktan hastalanmakta ve Avrupa’da şişmanlık hastalığı gitgide yayılmaktadır.


***
Kendi gerçek gündemimiz işte budur...
Birkaç küçük çizgiyle çizilen bu manzara, emperyalizmin dünyada ve Türkiye’de yarattığı korkunç yıkımın ifadesidir.
Devrimci sosyalistlerin gözlerinlerini asla ayırmayacakları gerçek dünya budur.
Bütün kavramlar, bütün laf yığınları bu gerçekliğin karşısında hiçtir. Ya da daha doğru bir deyimle, bütün kavramlar bu gerçeklik karşısında, bu gerçekliğe göre yeniden biçimlenmek zorundadır.
Bu tablonun devrimden başka bir çıkış yolunun olduğu düşünülebilir mi?
Kesinlikle hayır!
Böyle düşünenler hâlâ var mı?
Evet var...
Geçtiğimiz haftaların Radikal eklerinden birinde reformizmin teorisyenlerinden Ahmet İnsel’in yazısı bu bakımdan incelenmeye değerdi. Yazıya bu değeri veren de kuşkusuz, açıksözlülüğüydü.
Kabaca özetlenirse İnsel, yazısında, dünyanın uzunca bir süredir sağcı bir reform çemberinden geçtiğini, neoliberal bu programın zaman içersinde hem fiziki olarak hem de insanların zihninde ciddi bir mesafe aldığını ve buna karşın solun bu saldırıya karşı duramadığını belirtiyor.
Buradan geldiği noktada ise İnsel’in söylediği özetle şu: Bu durum karşısında radikal devrimcilik, uzlaşmaz sınıf tavrıyla ve reformlara hiç eğilim duymayan katılığıyla aslında neoliberal hegemonyanın yayılmasını kolaylaştırmaktadır. Oysa, diyor, İnsel, madem ki bugün neoliberalizm böyle bir saldırı halindedir ve madem ki bugün ona karşı devrimler ve devrimci bir mücadele mümkün değil, öyleyse bari iyi bir “solcu reformlar” projesi hazırlayalım ve bu reformlar için kitleleri harekete geçirelim...
A. İnsel’e kızabiliriz belki ama şunu teslim etmek zorundayız. Reformizmin mantığı içinde sorunun ortaya konuluş biçimi doğrudur. Ve en önemlisi, bu teori, bugün dünyadaki milyonlarca emekçiye hakim olan bir ruh halini yakalamaktadır. Bugün, bir tür ara süreç olarak adlandırabileceğimiz şu anda, dünyada ve Türkiye’de milyonlarca emekçi, son yirmi yılın deneyimleri ve geriletici etkileri nedeniyle, bir toplumsal devrim yoluyla sosyalizmin ülkede ve dünyada yeniden kurulabileceğinden ciddi şekilde kuşku duymakta, ancak buna karşın üstüne üstüne gelen vahşi bir saldırıya, emperyalist haydutluğa karşı da kendisini, haklarını, vb. korumak istemektedir. Bu insan tipi, henüz alternatif bir dünyaya yakın duracak kadar güvenli değildir; ama öte yandan fena halde canı da yanmaktadır.
Meselenin tam can alıcı noktası da işte burasıdır. Reformist teorinin bu çelişkili durumu çözmek için bulduğu çözüm, yukarıda ifade edildiği gibi, “canı yanan” insanları büyük hedefler için değil, “acil korunma önlemleri” için harekete geçirmektir, ki bu zaten şu anda olanın bir biçimde teorize edilmesinden ibarettir aslında.
Öte yandan, devrimci güçlerden bir bölümünün de, belli bir çıkışsızlık içersinde “biz doğru ilkeleri muhafaza ederek sosyalist düşüncelerimizi savunmaya devam edelim, kitleler, sola yaklaşınca (her nasıl olacaksa) güçlü devrimci müdahaleler geliştiririz” şeklinde özetlenebilecek bir mantığa saplanıp kalmış oldukları da bir gerçektir.
Ancak bu noktada, A. İnsel gibilerinin mekanik bir ikilem kurarak ustalıkla geçiştirdiği gerçek, bu oyunun sadece iki olasılıktan ibaret olmadığıdır.
Üçüncü bir olasılık, üçüncü bir yol vardır!
Bugünkü geçiş sürecinde dünyanın her köşesinde yaşanan ayaklanmaların, grevlerin, kentlerde ve kırlarda yakılan ateşlerin biriktirdiği politik deneyim ve yoğunlaşma, bu üçüncü yolu, bir yenilenme ve atılım yolunu hazırlamaktadır.
Madem ki yıkmaya gücümüz yetmiyor, öyleyse birazcık yavaşlatalım, demeye mecbur değiliz. Türkiye’de ve dünyada devrimci sosyalizm, yeni bir bilimsel sosyalist aydınlanma ve devrimci yenilenme yolunun kapılarını teorik ve pratik olarak açabilir ve açacaktır. Emekçilerin neoliberalizme karşı kendilerini koruma mücadelesini anlamak, onu dönüştürmek ve yeni bir sosyalist uygarlık için bir devrime, devrimlere doğru ilerlemek mümkündür. Reformizmin, kitlelerde gördüğü şey, onların yüzeysel duygularıdır; emekçilerin gerçek arzularını bundan ibaret sanmak, derinlerdeki adalet-eşitlik-özgürlük hasretini sezememek ise çok ciddi bir anlayış eksikliğidir.
Devrimci sosyalizmin gözü ise derinlerdedir; emekçi kitlelerin gerçek arzusunu yakalayan devrimci sosyalizm, bir yandan yeni bir sosyalist uygarlık projesini adım adım ortaya koyarken diğer yandan ise bugüne, hayata, hayatın gerçek gündemi üzerinden keskin bir kılıç gibi girecek, politik süreci tam ortasından ikiye keserek bütün çürümüş kavramları yeniden inşa edecektir.
Bu, bir düş değildir.
Bu, devrimci irade ve politik perspektif ile başarılabilecek bir görevdir.
Bizde, ikisi de var...



 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul