Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

D. SENA

“Partimiz beklememeli, derhal III. Enternasyonal’i kurmalıdır... Çok verilenden çok istenir. Bütün dünyada şu anda Rusya’daki gibi bir özgürlüğün egemen olduğu hiçbir ülke yoktur. Bu özgürlüğü burjuvaziyi ya da burjuva ‘devrimci anavatan savunması’nı desteklemeyi vaaz etmek için değil, aksine gerek hainlere, sosyal şovenlere, gerekse de Merkez’in yalpalayan kişilerine karşı geri dönülmez biçimde düşmanca duracak olan bir enternasyonali, III. Enternasyonal’i cesur ve dürüst bir şekilde, proleterce, Liebknecht tarzı kurmak için kullanalım” diyordu Lenin Nisan Tezleri’nde.
Yıl 1917... Henüz Ekim Devrimi gerçekleşmemiş, Şubat’ın ardından Nisan günlerindeyiz ve henüz Bolşeviklerin de çoğu ne yapılacağı konusunda tereddütlü. Herkesin kafası bir önceki dönemin teorik formülasyonlarıyla yüklü ve ortaya çıkan bu yeni durumda nasıl davranılacağı tartışılıyor. Ama tarihin dayattığı olgu Ekim Devrimi’dir. Üstelik kapıdaki şans, artık yalnızca Rusya ile ilgili değildir; genel bir uluslararası kalkışma atmosferi de gitgide olgunlaşmaktadır ve yine bütün bu zorunlulukları en önce kavrayan Lenin’dir.
Aslında Komünist bir Enternasyonal fikri 1917’de ortaya çıkmış değildir. İşin ucu bir anlamda yüzyılın başına, RSDİP’teki belirtilerini menşevik-bolşevik bölünmesiyle ortaya koyan derin bir ayrışmanın ilk aşamalarına kadar gider.
Geriye dönüp hızla bir göz atarsak, 20. yüzyılın başına gelindiğinde, Avrupa solundaki manzara özetle şöyledir: Marx’ın ardından Engels’in de ölümüyle II. Enternasyonal, bu büyük devrimcilerin yanında bulunma, onlarla birlikte çalışma onurunu yaşamış Avrupalı eski sosyalistler kuşağının kesin etkisi altındadır. Bu eski kuşak ise, bir yandan geçen yüzyılın (Komün’ün 72 günü dışında) başarısızlığa uğramış devrimlerinin ardından gelen uzun bir durgunluk dönemini artık sabit bir veri kabul etmekte ve emperyalist çağın aynı zamanda bir devrimler çağı olduğunu kavrayamamaktadır; diğer yandan ise aynı durgunluk döneminde oluşan bir işçi aristokrasisine dayanmakta, alttan gelmekte olan yeni devrimci damarların değil, sınıfsal olarak temsilcisi oldukları bu kesimin düşünce ve davranış biçimlerini benimsemektedir. Manzaranın diğer tarafında ise özellikle Almanya’nın ve Rusya’nın yeni devrimci kuşağı vardır, ki bu genç kuşak, Bernstein türü revizyonizmle cepheden vuruşsa da merkezdeki “ağır toplar”la henüz nihai bir kavgaya girişebilecek durumda değildir. Bunda, II. Enternasyonal merkezindeki “ihtiyarlar”ın politik şöhretlerinin de ötesinde, esas olarak sınıfın devrimci güçlerinin henüz yeterince olgunlaşmamış olması etkilidir. Elbette çeşitli ülkelerde merkeze karşı belli muhalefet odakları vardır; özellikle Rusya’da daha 1902 gibi erken bir tarihte RSDİP kongresindeki şu basit görünen “üyelik” tartışmaları aslında çok da “yerel” tartışmalar değildir; aşağı yukarı her tartışmada devrimci kanatla kendiliğindenci-reformist kanat karşı karşıya gelmekte ve esasen iki tarafın da uluslararası sosyalist harekette taraftarları bulunmaktadır. Bütün bu tartışmalarda, iki taraf da Marx ve Engels’e atıfta bulunmakta, ancak bir kesim serbest rekabetçi dönemin konjonktürel durumunu veri alırken, emperyalist dönemin devrimci iradeyi öne çıkaran niteliğini sezmekte olan diğer taraf, yani bolşevikler, ihtilalci insiyatif ve savaş örgütü gibi kavramlara yüklenmektedir. Sözgelimi “İki Taktik”teki tartışmanın özü aslında bir aşamalar sorunundan çok, devrimin mümkün olup olmadığı sorununa denk düşer. Yani bu, genel olarak sürece bakışla ilgili bir şeydir ve insan ilişkilerine dek yansır. Krupskaya’nın anılarında Lenin’le birlikte Avrupa’da yaşadıkları döneme dair ilginç notlar vardır. Krupskaya orada, yalnızca işçi aristokrasisinin Avrupalı temsilcilerinin arasında değil, devrimci çizgiye epey yakın duran insanlar arasında bile kendilerini bazen ne kadar yabancı hissettiklerini, bu insanların Rus devrimcilerine bakıp çoğu zaman Bakunin’e benzer bir şeyler gördüklerini anlatır. Çılgın Ruslar ve ağırkanlı Avrupalı sosyalistler... Derindeki politik ayrışmanın günlük tartışmalardaki görünümü aşağı yukarı böyledir...
Ancak yine de tartışmanın politik olarak yeterli bir olgunluk noktasına gelmesi için trajik bir dönemeç noktasına ihtiyaç vardır. Çünkü devrimci bir yenilenmenin ve bir devrimci sosyalist hareketin uluslararası düzeyde inşası, salt teorik belirlemelere bağlı bir şey değildir. Yani son derece haklı ve doğru gerekçelere dayansa bile sadece politik tartışmalar cephesi, gerçek bir ihtiyacın verilerini tam olarak ortaya koymaz; böyle bir ihtiyaç yığınlar tarafından da görülebilecek kadar çarpıcı çelişkilerle ortaya çıkar ve ancak o zaman yeni bir harekete zemin oluşturur.
1914 yılı işte tam da bu anlamı ifade eder. Avrupa’nın emperyalist haydutları, dünyayı yeniden paylaşmak üzere tarihin o zamana dek gördüğü en kanlı ve en genel savaşı başlattıklarında, böylece aynı zamanda proletaryanın ve uluslararası sosyalist hareketin bütün parçaları açısından çetin bir sınav sorusu ortaya koymuşlardır. Bütün kapitalist ülkelerdeki sosyalistlerin önünde son derece açık iki yol vardır artık: Ya kendi burjuvazileriyle birlikte sınıf kardeşlerinin boğazlanması eylemine doğrudan ya da dolaylı olarak katılacaklardır ya da proletarya enternasyonalizmini hayata geçirerek bütün ülkelerin işçilerinin birliğini savunacak ve emperyalist savaşı her ülkenin burjuvazisine karşı açılmış iç savaşlara dönüştüreceklerdir.
Bu temel yol ayrımında II. Enternasyonal merkezinin seçtiği güzergah, doğrusu sosyalizm tarihinin en büyük skandalıdır. Avrupa metropollerindeki işçi aristokrasisinin en kötü eğilimlerine yaslanan Merkez, açıkça şovenizme teslim olmuş, tarihin en kanlı kıyımını destekleyen bir konuma düşmüştür. Yapılan şey artık bir “değerlendirme yanlışı” olmaktan çıkmış, apaçık bir ihanet durumuna dönüşmüştür. Sosyalizmin en temel, en olmazsa olmaz ilkesi olan proletarya enternasyonalizmi ayaklar altında çiğnenmiş, çeşitli uluslardan işçilerin birbirlerini öldürmeleri iğrenç demagojilerle meşrulaştırılmak istenmiştir.
Aynı günlerde bir diğer cephe ise, bu genel çizgiye karşı tek başına kalsa bile onurlu bir biçimde direnerek savaş harcamaları oylamasında red oyu kullanan Liebknecht’in şahsında simgeleşmektedir. Henüz güçlü değillerdir. Üstelik akıntıya karşı yüzme cesaretini gösterdikleri için de hem kendi ülkelerinin burjuvazisi tarafından hem de “dönek”liği artık benimsemiş olan eski dostları tarafından lanetlenmişlerdir. Almanya’da sonradan Spartaküs Birliği’ne dönüşecek olan Liebknecht-Luxemburg grubu, Rusya’da örgütsel açıdan pek parlak durumda olmayan bolşevikler ve başka ülkelerde henüz küçük sayılabilecek gruplar vardır. Ancak ayrışma artık kesindir ve savaş boyunca akan her damla işçi kanı, aynı zamanda II. Enternasyonal dönekleri açısından da bir politik kan kaybı anlamına gelmektedir. Daha o zamanlar, 1914’te yazdığı bir makalede Lenin, “II. Enternasyonal öldü. Oportünizm yedi başını. Kahrolsun oportünizm ve yaşasın yalnız dönekleri değil, oportünizmi de başımızdan defeden III. Enternasyonal! 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın başındaki korkunç kapitalist köleliğin uzun ‘barışçı dönemi’ boyunca II. Enternasyonal yararlı bir çalışma yapmıştır. III. Enternasyonal’in görevi ise proletaryayı kapitalist devletlere karşı devrimci mücadeleye, bütün ülkelerin burjuvazilerine karşı iç savaşa hazırlamak, siyasal iktidar için, sosyalizmin zaferi için proletarya güçlerini örgütlemek olacaktır.” demektedir, ama henüz koşullar bu düzeyde bir atılım için olgun değildir. Örneğin aynı süreçte, 5-8 Eylül 1915”te bir İsviçre köyü olan Zimmerwald’da merkezin politikalarına muhalif olarak yapılan toplantı somut bir sonuca ulaşmamış, 11 ülkeden 30 delegenin (Rusya’dan Bolşevikler ve Menşevikler dahil) katıldığı bu toplantının tek yararı, daha sonradan “Zimmerwald Solu” diye adlandırılacak bir devrimci enternasyonalist grubu yaratmasıdır, ki bu grup yıllar sonra III. Enternasyanal’in temelini oluşturacaktır.
Yani ihtiyaç görülmekte, tanımlanmakta, ancak pratik olarak inşası için gerekli koşullar henüz yaratılamamaktadır. Devrimci enternasyonalizm, bu dönemde hâlâ bir muhalif akım olarak varlığını sürdürmektedir.
Yaklaşık olarak aynı dönemlerde kaleme alınan “Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” isimli çalışma da aslında salt bir ekonomik çözümleme broşürü değil, aynı zamanda bu ihtiyacı tanımlayan politik bir eserdir. Lenin bu eserinde, yeni sürecin ayrıntılı bir çözümlemesini yaparak devrimin güncelliğini ortaya koymakta, proletarya devrimleri çağının açıldığını bütün kanıtlarıyla sergilemektedir. Bu önemlidir; çünkü sorun tam bu noktada, yani “çağ” ve “dönem” kavramlarındadır. Dünya kapitalist ekonomisinin çeşitli parçalarının bir zincirin halkaları gibi birbirine eklendiği koşullarda proletarya devrimlerinin objektif şartlarının bütün ülkelerde oluştuğu ve sorunun artık “milli kriz” ve “devrimci irade” gibi kavramlar üzerinden tartışılabileceği tezi, bu bakımdan çığır açıcıdır. Başka bir deyişle Lenin, proletarya devrimi açısından “olabilir mi” sorununu tarihe gömmekte, bu sorunun yerine “nasıl” ve “nerede” gibi soruları koymaktadır. Bunlar ise oportünist Merkez’in ve onların Rusya’daki yandaşlarının aklından bile geçirmediği şeylerdir.
Ancak yine de bu teorik zemine karşın, yeni bir Enternasyonal fikrinin ete kemiğe bürünmesi için proletaryanın kendisini politik bir güç olarak ortaya koyduğu bir güven noktası gereklidir ve Ekim Devrimi uluslararası devrimci hareket açısından böyle bir anlam ifade etmiştir. İktidara yürümekte olan proletarya bu sorunu da artık gündemine alabilmelidir ve Lenin bu süreçte yazdığı her yazının sonunda mutlaka bu gerekliliği vurgular. Üstelik bu kez, “uluslararası sosyalist ve proleter hareket”in üç temel akıma bölünmesi tam olarak kesinleşmiştir. Birinci akım, her ülkede kendi burjuvazisinin emrinde “anavatan savunuculuğu”na soyunmuş sosyal şovenlerdir ve Lenin’in deyimiyle bunlar “burjuvazinin safına geçmişlerdir. Sınıf düşmanlarımızdırlar.” Merkez olarak anılan ikinci akım ise, enternasyonalist olduğu konusunda yemin billah etse de, savaşın bitmesi içi her türlü “girişim”e hazır olduğunu söylese de gerçekte şovenlerle birleşmekte ve kaypak bir tutum izlemektedir. Bunlar, yine Lenin’in deyimiyle, “legalite çürümesinin aşındırdığı, parlementarizm atmosferinin ahlakını bozduğu, vs. geleneksel şablonların insanlarıdır, sıcak postçuklara ve “rahat” çalışmaya alışmış memur tiplerdir.”
Üçüncü akım ise, artık patlamış bulunan Rus devrimci hareketinde en yetkin örneğini bulan gerçek enternasyonalistlerdir. Silahını kendi hükümetine çevir! İşte bu yeni türden enternasyonalizmin sloganı budur! Bu akımın henüz çok güçlü olmadığını Lenin de kabul etmektedir. “Korkunç emperyalist savaş zamanında gerçek enternasyonalist olmak kolay değildir” diyor tezlerinde, “Bu tür insanlar çok az, ama sosyalizmin geleceği yalnız onlardır. Kitlelerin baştan çıkarıcısı değil lideri yalnız onlardır.”
Artık, üçüncü akım harekete geçmeli ve inisiyatifi ele almalıdır. Lenin’in tezi budur. Rus proletaryası için “çok verilenden çok istenir” deyimini kullanır Lenin ve patlamak üzere olan proleter devrimine yeni bir Enternasyonal’in inşasını bir görev olarak yükler.

Kuruluş: Umut Günleri
Gerçekten de Ekim Devrimi’nin ilk telaşlı günleri geçtikten sonra, iç savaşın henüz bütün hızıyla sürdüğü ve Sovyet iktidarının kaderinin hâlâ tartışmalı olduğu bir dönemde, bu görev somut olarak ele alınır ve 24 Ocak 1919’da Rusya Komünist Partisi Merkez Komitesi ve Polonya, Macaristan, Almanya, Avusturya, Letonya Komünist partilerinin dış büroları ile Finlandiya Komünist Partisi, Balkan Sosyalist Federasyonu ve Amerikan Sosyalist İşçi Partisi adına bir “Kongreye Çağrı” metni yayınlanır. “Komünist Entenasyonal hareketini koordine etmek, yönetmek, çeşitli ülkelerdeki hareketin çıkarını uluslararası devrimin genel çıkarlarına bağımlı kılmakla yükümlü bir mücadele organını yaratmak”la görevli olacağı bildirilen Kongre, Mart ayının ilk haftasında Kremlin’de toplanır. Birçok temsilcinin ülkesinden çıkamadığı ya da tutuklandığı için katılamadığı bu ilk kongrede 50’den fazla temsilci vardır ve bunların 35’i 19 farklı ülkedeki parti ya da gruplar adına oy kullanma hakkına sahiptir. TKP adına Mustafa Suphi’nin de katılıp bir konuşma yaptığı bu kongrede Bolşevikler adına da Lenin, Zinovyev, Stalin, Buharin ve Çiçerin vardır.
Mart 1919 kongresi, gerçek bir kuruluş kongresinin bütün niteliklerine sahiptir. Kongre boyunca uluslararası proleter ve sosyalist hareketin bütün sorunları tartışılmış ve her biri birer edebi metin de sayılabilecek karar ve sonuç bildirgeleri çıkarılmıştır. “Yeni bir çağ doğdu;” denilmektedir kararlarda, “kapitalizmin çözülmesi, içte yıkılış çağı, proletaryanın komünist devriminin çağı.”
Dünya devrimine ve uluslararası proletaryanın gücüne olan inanç son derece sağlam ve açıktır. Bütün metinler, bu yöne vurgu yapmakta, dar ulusalcılığın, şovenizmin ve ortayolculuğun her türü mahkum edilmekte ve hatta Enternasyonal’in Moskova’daki merkezi de geçici sayılmaktadır. Kararlarda gelecek toplantıların Berlin, Paris ya da Londra’da olması öngörülmektedir. Kongre’nin kararları arasında bir Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi (EKKI) seçilmesi, Zinovyev tarafından bir tür ikinci Komünist Manifesto olarak nitelenen Komintern Bildirisinin yayınlanması vardır. Uluslararası sosyalist hareketin en önemli belgelerinden biri olan bu bildiri, gerçekten de Komünist Manifesto’dan sonraki yaklaşık 70 yıllık sürecin bütünlüklü bir çözümlenmesini içerir ve “bütün ülkelerin proleterleri birleşin” çağrısıyla son bulur.
Daha sonraki faaliyet ise artık Komintern adıyla anılacak olan III. Enternasyonal’in kalıcı kadrolarının oluşturulması ve dört dilde birden yayınlanacak organının çıkarılması gibi pratik işleri kapsar. Bu arada, savaş bitmiş ve II. Enternasyonal’i canlandırma girişimleri başlamıştır. Esasen anti-bolşevik bir çizgiyi benimseyen bu girişim, Bern’de bir konferans toplayacak, bu konferanstan da, daha sonra İngiliz İşçi Partisi’nin hamiliğindeki Sosyalist Enternasyonal’e dönüşecek olan sosyal demokrat bir organizasyon çıkacaktır. Sonradan İkibuçukuncu Enternasyonal olarak anılacak olan
1921 Viyana konferansı ise Komintern ile Bern Konferansı arasında kalmış bir siyasi girişim olarak başarısızlığa uğrayacak, her üç Enternasyonal’i bir araya getirme çabaları da ancak sınırlı sonuçlar verecektir.
Komintern, bundan sonraki yıllarda artık daha merkezileşmiş, Temmuz 1920’deki ikinci kongresinde katılım için 21 maddeden oluşan bir ilkeler bildirgesi hazırlanarak politik temelleri güçlendirilmiştir. Bu aşamadan sonra, bir “dünya partisi” olarak faaliyet gösteren Komintern’in seyyar militan ve örgütleyicileri dönemi başlayacak, aynı zamanda Doğu dünyasının sömürge ve yarı-sömürge ülkelerine yönelen özel bir ilgi de ortaya çıkacaktır. 1920’de Bakü’de toplanan I. Doğu Halkları Kurultayı, bu yönelimin somut bir sonucudur.

Kısa Sonuçlar ve Günümüz
İçin Dersler: Yakın Tarih Özeti

Komünist Enternasyonal’in daha sonraki uzun macerası, eksikleri-fazlaları, doğruları-yanlışları, sona erdirilmesinin doğru olup olmadığı, vb. bu yazının konusu değil. Şüphesiz bütün bunlar önemli ve Komintern bu bakımdan uluslararası sosyalist hareketin tekrar tekrar dönerek inceleyeceği derslerle dolu bir sürece sahiptir. Bu derslerin her birinin anlaşılması, süreçteki yanlışlıkların çözümlenerek geleceğin kuruluşunda mihenk noktaları yapılması son derece önemli bir görevdir.
Ancak buraya kadar yazdıklarımızdan anlaşılacağı gibi bizim bu metin çerçevesinde asıl ilgilendiğimiz konu, özellikle III. Enternasyonal’in “kuruluş” aşamasıdır. Bu özel ilgi, şüphesiz dünya sosyalist hareketinin bugün yaşamakta olduğu büyük boşluk durumundan ve bu boşluğun nasıl doldurulabileceği kaygısından kaynaklanmaktadır. Ve tabii, kolayca anlaşılacağı gibi “dünya sosyalist hareketi”nden kastettiğimiz, şu anda mevcut olmayan bir bütünlük değil, dünyanın dört bir yanında faaliyetini sürdüren sosyalist yapılanmaların genel varlığıdır.
Bu, gerçekten de büyük bir boşluktur ve üstelik yeni bir sorun da değildir. Dünya sosyalist hareketi, neredeyse 60 yıldır, adına (eksiğiyle-yanlışıyla bile olsa) Enternasyonal denilebilecek bir merkezi organizasyondan yoksundur. Bu büyük politik zaaf, onyıllarla ifade edilebilecek bu sürecin bir dizi yanlışlık ve eksikliğinin sonucu olduğu kadar aynı zamanda sebeplerinden biridir de.
Aradaki süreçte, özellikle 1960’lar ve 70’lerde şüphesiz çeşitli partileri çeşitli biçimlerde bir araya getiren toplantılar ya da merkezi organizasyonlar vardır; ancak bütün bunlara sözcüğün Komintern anlamında Enternasyonal adını vermek mümkün değildir.
- Çok kısa bir özet yaparsak, bu uluslararası organizasyonlardan birincisi, Kruşçev sonrası dönemde “Komünist ve İşçi Partileri Toplantıları” gibi isimler altında yapılan Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) eksenindeki toplantılardır. Bu uluslararası organizasyon, özellikle 1960 toplantısında formüle edilen revizyonist tezlerin gitgide geliştirilmesinin ve bütün ülkelerdeki bu eksene bağlı KP’lere doğru yaygınlaştırılmasının bir aracı olmuştur. Dünyadaki baş çelişkiyi sosyalist sistem ile kapitalist sistem arasında gören ve dolayısıyla bütün partileri iktidar perspektifinden çok Sovyetler Birliği politikalarının savunulmasına yönlendiren bu tezler, açıkça dünya halklarının devrimci mücadelelerini dışlayan, devrimler yerine “barış içinde yarış”, “yumuşama” ve “barışçıl geçiş” gibi formülasyonları dayatan ve bu arada “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” adı altında işçi sınıfı dışındaki güçlerle ittifaklara bel bağlayan bir politik çizgiye yaslanmıştır. Bu çizgi, sonuçta ağır bir hüsranla sonuçlansa da, sözü edilen dönemde bir çok ülkedeki “SBKP yanlısı” partilerde yankı bulmuş, “Ulusal Demokratik Cephe”ler kurma adına sosyal demokrat güçlere yaslanma eğilimini güçlendirmiştir. Yeni-sömürge ülkelerdeki devrimci silahlı güçleri baştan “maceracılık” gibi suçlamalarla dışlayan bu çizgi, giderek her ülkede değişik renkler gösteren reformist bir akım haline gelmiştir. Son elli yıl içersinde bu politik çizgiye yaslanan ya da ondan esinlenen bir tek devrimin gerçekleşmemiş olması son derece çarpıcıdır.
- Yukarıda sözünü ettiğimiz çizginin bir diğer sonucu ise dünya sosyalist hareketindeki en büyük bölünmeye kaynaklık etmiş olmasıdır. Dünya solunda şüphesiz her zaman büyük bölünmeler olmuştur; ancak SBKP akımının tahammül edilemez reformizminin sonucu olarak gelişen Çin Komünist Partisi (ÇKP) ayrışmasının özgün yanı, tarafların bu kez çok sayıda partiyi ve olağanüstü büyük nüfusları temsil ediyor olmalarıdır. Gerçekten de 1960’larda dünya yüzölçümünün üçte birini kaplayan sosyalist ülkeler topluluğu, böylece çok büyük bir bölünme yaşamıştır. Kısaca özetlenirse, 1960’larda SBKP tarafından formüle edilen revizyonist tezlerin tümüne karşı çıkan Mao önderliğindeki ÇKP, dünya ölçeğindeki baş çelişkinin ezilen halklarla emperyalizm arasında olduğu şeklindeki doğru saptamadan hareketle bu tezlerin karşısına, “dünyanın kırlarını” yani sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri eksen alan bir anlayışla çıkmış, bu anlayışını da “halk savaşı” gibi çığır açıcı kavramlarla zenginleştirmiştir. Böylece ÇKP odaklı bir anlayış özellikle bağımlı ülkeler dünyasında büyük bir prestij ve güç kazanmış, yavaş yavaş bu eksen üzerinden bir uluslararası organizasyon şekillenmeye başlamıştır. Ancak, kısmen ideolojik yapısında taşıdığı filizlerin de yeşermesiyle hızla diğer uca savrulan Mao ve ÇKP, zaman içersinde (esasta doğru olan) bu görüşleri bir dogmatizm noktasına taşımış, aynı dogmatik anlayışın yoğun etkisi altında “Sovyetler Birliği’nin sosyal emperyalist olduğu” teziyle işe başlayıp daha sonra “en tehlikeli emperyalist olduğu” noktasına kaymış ve sonuçta “üç dünya teorisi” diye bilinen sınıfdışı teorilere dek ulaşmıştır. Dünyayı, “Sovyet Sosyal Emperyalizmi”, ABD emperyalizmi ve ezilen dünya halkları olarak kabaca tasnif eden bu eğilim, giderek “Sovyet Emperyalizmi”ni baş düşman ilan etme noktasına vardığında, artık her şey çığırından çıkmış, “korkunç Rus tehlikesine karşı” en gerici cuntaların bile desteklenebildiği bir saçmalık düzeyi ortalığı kaplamıştır. Bunun sonucu olarak, ÇKP etrafında oluşan uluslararası odaklaşma giderek daralmış, yalnızca bu anlayışın en sadık temsilcilerini kapsar hale gelmiş ve sonuçta devrimci bir enternasyonalin (belki de yeşerebilecek) filizleri kırılmıştır. Bu düzeydeki dogmatizmin ve uçlaşmanın yarattığı tepki, süreç içersinde Arnavutluk Emek Partisi çevresinde bir başka uluslararası odak yaratmışsa da esasen ÇKP tarzından arınamamış bu eksen, dar kalmaya en başından mahkum olmuştur.
Aslında, gerek SSCB, gerekse Çin’in sahip oldukları büyük olanaklara karşın, kendi tezleri ekseninde yeni bir enternasyonal örgütlememeleri, doğaldır ki, bir ihmalkârlığın sonucu değildir. Bilinçli bir tercihtir. Bürokratikleşen SSCB, ÇKP ve AEP, enternasyonal ilişkilerini de demokratik merkeziyetçi temelde dünya partisi örgütleyerek değil, kendileri ve kuyruklarına takılan partilerden oluşan bir ilişki tarzı olarak örgütlemişlerdir.
- III. Bunalım Dönemi boyunca gelişen ve somut karşılığını Vietnam ve Küba Devrimlerinde bulan devrimci sosyalist çizgi ise, bu iki merkezin dışında yeni bir yol arayışı olarak şekillenmiştir. Dünya sosyalist hareketi üzerinde muazzam bir etkiye ve prestije sahip olduğu halde, kendisini uluslararası bir üçüncü odak olarak tanımlamakta tereddütlü davranan bu eksen, aslında resmi söyleminin de ötesinde politik bakımdan evrensel bir duruş oluşturmuştur. Örneğin, 1967’de Havana’da toplanan Latin Amerika Halkları Dayanışma Örgütü’nün (OLAS) kongresinde ortaya konulan 20 maddelik deklerasyonun tümüyle Latin Amerika’ya özgü olduğu hem metinde hem de Fidel’in kapanış konuşmasında özenle vurgulanır. Ve zaten deklerasyondaki 20 maddenin neredeyse tamamı mücadele yöntemine ilişkindir ve silahlı devrimin, gerillanın gerekliliğine vurgu yapar. Tri-Continental (Üç Kıta) isimli yayın organı ve üç kıtadaki devrimcileri örgütlemeye dönük çabalar da buna eklenmelidir. Bu sınırlı çabalara karşın söz konusu akım, Türkiye ve Ortadoğu dahil olmak üzere, Asya’dan Afrika’ya dünyanın dört bir köşesinde derin bir etki yaratmış, bütün ülkelerdeki devrimci tartışmaların başlıca gündemi olmuştur. Birçok ülkede SBKP’nin revizyonist tutumundan da ÇKP şablonculuğundan da ayrı bir yerde durarak kendi ülkelerinin özgünlüğüne uygun bir yol arayan devrimciler, bu odaktan yoğun biçimde etkilenmişlerdir. Başka bir deyişle söylersek, Mahir Çayan’ın “dünya devriminin trafik polisliği” diye tanımladığı “merkeze biat etme” ilişkisinden ve bunun pratikte yol açtığı dar kafalılıktan bezmiş olan devrimci unsurlar, Che-Fidel-Ho Chi Minh tarzında “bağımsız düşünme ve davranma”nın iyi bir örneğini bulmuşlar ve bu örneği izlemişlerdir. Dönemin yaygın dogmatik söyleminde “ortayolculuk” diye eleştirilen bu tutum, esasında gerçek bir devrimci samimiyetin de ifadesidir; gerçekten de bu çizginin temsilcilerinin hemen tümünün kendi ülkelerinde silahlı mücadelenin başını çekmiş olmaları hiç rastlantı değildir. Ve tabii hemen eklenmeli, uluslararası bölünmenin yerel ölçekteki taraflarının birbirlerine yönelik şiddet uygulamaları, bu süreçte çok sayıda devrimcinin bu çatışmalarda hayatını yitirmesi, vb. de samimi devrimci unsurları etkilemiş ve bütün bu boğazlaşmaların dışında durarak devrimci atılımlar gerçekleştiren devrimci sosyalist çizgi onlar üzerinde derin bir iz bırakmıştır.
Üstelik daha da çarpıcı olan, bu odaklaşmanın metinlerinde sosyalist kuruluş konusunda programatik bir iddia ortaya konulmadığı halde (şüphesiz Fidel ve Che’nin bu konulara ilişkin yazıları vardır ama bunlar reel sosyalizmin sistematik bir eleştirisi biçiminde değildir) genel olarak mevcut sosyalist ülke pratiklerinden ayrı bir duruşun yine de gözlenebilmesidir. Özellikle Küba sosyalist pratiği, bir çok açıdan (kitlelerin katılımı, devrimci kültürün canlılığı, vb.) reel sosyalizmin uygulamalarının söze-yazıya dökülmeksizin dile getirilmiş eleştirisi sayılabilir. Küba’nın yabancılaşmayı artıran bir ekonomist-teknisist bir yaklaşım yerine ekonomide daha küçük ölçeklere yönelen ama halkın sürece katılımını atlamayan tutumu, düz bir bakışla salt abluka ve iktisadi zorluklarla ilgili görülebilir ama gerçekte bu tutum kendi içinde politik-ideolojik bir yaklaşım farklılığını da barındırmıştır. Bu arada, süreç boyunca büyük bölünmenin Sovyet tarafıyla da Çin tarafıyla da olumlu ilişkiler sürdüren Küba, bir yandan da sırtını Sovyetlerin ekonomik yardımına dayayarak inisiyatif elde etmeye çalışan eski komünist partilileri tutuklamaktan (1962’de) bile çekinmemekte, ayrıca yine Latin Amerika kıtasında silahlı mücadele örgütlerine saldıran SBKP yanlısı partilerin ağzının payını vermekten geri durmamaktadır (Venezuela KP ile Küba KP arasındaki polemik, bunun çarpıcı ifadesidir). Yani aslında ortada, bugünden bakıldığında daha açıkça görülen (deyim yerindeyse değeri daha iyi anlaşılan!) ama o günkü sıcak ortam içersinde kendisini planlı-programlı bir Enternasyonal girişimiymiş gibi algılamayan uluslararası bir çizgi, bir bütünlük vardır. Açıkça söylemek gerekirse, bu pratik olgunun dünyanın dört bir tarafında benzer düşünen devrimci sosyalist akımlar-örgütler tarafından düzenli bir platform işleyişine dönüştürülmemesi yüzyılın son çeyreği açısından gerçek bir kayıp olmuştur.
Sonuç olarak, kendi varlığını salt anti-Stalinist bir polemik üzerinden tanımlarken geleceğe yönelik bir perspektif kuramayan Troçkistler ve sosyalist çerçevenin dışında durmakla birlikte tabloyu bir biçimde etkileyen 3. Dünya Ülkelerinin konferanslarını saymazsak III. Bunalım dönemi boyunca oluşan uluslararası manzara böyledir.
1990 dönemecine gelindiğinde ise, tablo trajik bir biçimde değişmiştir. Reel sosyalizmin çöküşü, SBKP ile birlikte öteden beri “varlığını revizyonizmin varlığına armağan etmiş” bulunan birinci merkez de çökmüş, kendisini yeni duruma uyarlamak isteyenler ise pratik bir başarı sağlayamamışlardır.
Kendine özgü bir yoldan da olsa Çin’deki süreç bundan farklı gelişmemiş, hızla geri kayarak kapitalizme doğru yuvarlanan bu ülke, benzer bir biçimde dünya solundaki odak noktası olma özelliğini yitirmiştir. Kuşkusuz, Mao düşüncesi ideolojik-politik bir akım olarak varlığını sürdürmektedir ama ÇKP artık bu anlamda bir fonksiyona sahip değildir. Kendi dışında kalan bütün sosyalist ülkelere en ağır eleştiriler yönelten Arnavutluk da genel karşı-devrimci dalga içinde boğulup gittiğinde ise artık bir önceki döneme ait “uluslararası merkezler” manzarasından geriye bir şey kalmamıştır denilebilir. Bir yandan uluslararası bölünmüşlüğün ifadesi olurken diğer yandan da en azından bölünmüş olanları kendi kategorilerinde toparlayan bu merkezlerin çöküşü, sonuçta ortaya tam bir dağınıklık çıkarmıştır.
Kuşkusuz, yine de uluslararası odaklaşmaların tamamen yok olduğu söylenemez. Örneğin Maoist hareket bakımından uluslararası bir odaklaşma bugün de mevcuttur. Devrimci Enternasyonalist Hareket (DEH) ve ILPS gibi yapılar bugün iktidara yakınlaşan ya da belli bir güç toplayabilen Nepal-Peru gibi örneklere dayanarak varlığını sürdürmektedir. Ancak bu yapılanma, sözcüğün Komintern anlamında bir enternasyonal olarak düşünülemeyeceği gibi Maoist kanadın 70’lerdeki organizasyon düzeyi bakımından bile son derece geri bir noktadadır. Maoizmin içsel zaaflarından ötürü, bundan daha ileriye gitmesi mümkün değildir. Aynı şey, AEP takipçisi kanadın uluslararası organizasyonları için de geçerlidir.
Bu arada, reel sosyalizmin enkazının altında “kendilerinin vaktiyle söylemiş olduklarının” kanıtlarının var olduğuna kesinlikle inanan Troçkizmin 90’lardaki hevesi de çabuk sönmüş, birden canlanacağını varsaydıkları şu eski 4. Enternasyonal düşü, hızla eski kuytu köşesine dönmekte gecikmemiştir.
Kısacası yeni süreçte geçmişin bilinen “ibadet merkezleri” fiilen ortadan kalkmış ya da son derece zayıflamış durumdadır.
Başından beri bu merkezlere mesafeli duran devrimci sosyalist cephe ise 90’lı yıllarda kendine özgü başka sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Daha doğrusu, bu cephedeki sorunlar aslında 90’ların da öncesinde, 80’li yıllarda başlamış, bu tarzın temsilcilerinin çoğu, özellikle emperyalist restorasyon politikalarının ve sürecin yeni filizlenmekte olan başka unsurlarının çözümlenmesinde gecikerek dönemin ihtiyaçlarına denk düşen değişimleri gerçekleştirememişler ve ciddi gerilemeler yaşamışlardır. Az çok süreklilik gösteren bir uluslararası platforma sahip olunmaması da bu olumsuzlukta etkili olmuş, karşılıklı deneyim aktarımları ve ortak çözümlemeler üretme imkânlarından yoksun kalınmıştır. Bütün bunların üzerine 90’ların genel gerilemesi bindiğinde ise ortaya moral ve siyasal açıdan genel bir dağınıklık çıkmıştır. Süreç içersinde bazı ülkelerde legalizm eğilimlerinin güç kazanması, bazılarında ise devrimci güçlerin “görüşme-diyalog” turlarına başlamaları gözlenirken başka bazı ülkelerde devrimci organizazyonların tümden tasfiye olduğu durumlar bile yaşanmıştır. Kuşkusuz sürecin ilk bocalamaları yavaş yavaş atlatılmakta ve bazı ülkelerde umut verici gelişmeler olmaktadır ama bugünün koşullarında bu cephede bir uluslararası odaklaşma imkânlarından bahsetmek için erkendir.
Öte yandan, yeni sürecin ortaya çıkardığı en özgün olgu ise kendisini “anti-kapitalist hareket” ya da “neoliberalizme karşı olma” çerçevesinde ve “Sosyal Forum” gibi organizasyonlarla ifade eden genel bir uluslararası kitle hareketidir. Elbette daha önceki dönemlerde de uluslararası kitlesel girişimler (Vietnam Savaşı sırasındaki gibi) olmuştur ama bu kez karşımızda olan olgu, daha büyük ve ciddidir. Ayrıca, geniş bir tanımlama yapılırsa eğer, söz konusu hareketin katılımcıları ve eylem tarzı bakımından enternasyonalizm zeminine oturduğu kesindir. Gerçekten de çeşitli uluslardan yüzbinlerce insan belli politik gündemlere bağlı olarak A ya da B olgusunu (neoliberalizm, IMF, vb.) çok açıkça ve belli bir süreklilik mantığıyla hedefleyerek bir araya gelmekte ve az çok kalıcı denilebilecek gevşek örgütsel yapılar oluşturmaktadır. Geçmişte yeni-sömürgelerden sağladığı yüksek kârlar sayesinde kendi işçi sınıflarının haklarına fazla yüklenmeden işlerini yürüten emperyalist ülkeler, neoliberal-yeni sağ politikalarla artık “içe dönük” bir saldırıyı da gündeme getirdikçe, büyük kapitalist metropollerdeki hayat, tabii ki önce göçmenler ve yabancı işçilerden başlayarak gitgide zorlaşmakta, bu sıkıntı ise sokaklara daha fazla yansımaktadır. Bu gerçeklik yeni türden “çok uluslu kitlesel gösteriler”in bir nedeniyse eğer, diğer neden ise giderek daha da pervasızlaşan emperyalist haydutluğun yarattığı tepkilerdir. Kuşkusuz bu sürece yeni dönemin teknolojik haberleşme ve organize olma kolaylıkları da eklenmekte ve böylece daha etkili hareketler yaratılabilmektedir. Öte yandan son yıllarda tipik örneklerine Arjantin, Bolivya gibi ülkelerde rastladığımız yeni-sömürge ayaklanmaları da yerel olgular gibi görünseler de aslında kıtasal, hatta uluslararası etki yaratan gelişmeler olarak tarihe geçmektedirler.
Ancak, geleceğe taşıdığı birikim açısından son derece önemli olan bu yeni olguların aynı zamanda bir ideolojik yanılsamayı ürettiği de gözden kaçırılmamalıdır. Bu çok-uluslu kitlesellik biçimleri, “büyük anlatılar”la birlikte “büyük uluslararası organizasyonlar”ın da tükendiğini vaaz eden postmodernizm ve anarşizmin çeşitli versiyonları tarafından marksizme karşı kanıtlar olarak kullanılmakta, “sınıf” yerine “çokluk” kavramını geçiren Negri-Hardt örneğinde görüldüğü gibi ciddi bulanıklıklara yol açmaktadır. Günümüzdeki “ara sürecin” tipik örnekleri olarak ortaya çıkan bu tür iktidar perspektifinden uzak protesto hareketlerinin sürecin “yeni mücadele biçimi” olduğunu düşünen bu eğilim, böylece bir tür reformizmin temellerini atmaktadır. Devrim fikrinin yerine belli durumlar için bir araya gelip dağılan toplulukların hareketini koyan postmodern eğilim, nasıl yerel ölçeklerde partilerin yerine otonom grupları geçiriyorsa, uluslararası ölçekte de Enternasyonal gibi kalıcı-bağlayıcı kurumlaşmaların yerine “sosyal forum” gibi daha gevşek ve katılımcılar açısından geçici toplantıları ikame etmektedir.
Bunun olguların gelişimini kavramada düşülen bir yanılgıdan ve erken değerlendirmelerden kaynaklandığını önümüzdeki süreçte görme fırsatını kuşkusuz bulacağız. “Ara süreç” geçildiğinde, yani protestolar ve yıkıcı ayaklanmalar döneminin yarattığı politik birikimle (ve belki de içinden çıkardığı yeni mücadele ve örgüt biçimleriyle) yeniden devrimler durağına geldiğimizde, bu tür değerlendirmelerin yersizliği de ortaya çıkacaktır. Ancak bugün için, sözünü ettiğimiz kitlesel bir araya gelişler, sayısız deneyimlerle birlikte bu türden yanılsamaları da üretmeye devam edecektir.

Yeniden Başlamak ve
III. Enternasyonal’in Dersleri

Bütün bu olumsuz süreçlerin aşılıp dünya sosyalist hareketinin yeniden bir uluslararası kurumlaşmaya kavuşturulması kuşkusuz önümüzdeki dönemin en önemli devrimci görevlerinden biridir. Ne bugünkü dar yapıların ne de gelip geçici-gevşek protesto hareketlerinin, bu türden bir kurumlaşmanın yerini doldurması mümkün değildir.
Ancak öte yandan, konunun ayrıntıları üzerine bugün yapılacak “derin” tartışmaların da kimi durumlarda spekülatif olacağı ve dişe dokunur bir yarar sağlamayacağı açıktır.
Bunun yerine, III. Enternasyonal örneğinden hareketle bazı kenar notları düşülebilir.

* Her şeyden önce III. Enternasyonal örneğinin ortaya koyduğu en önemli ders, bu düzeyde bir uluslararası kurumlaşmanın tek tek devrimcilerin ya da devrimci yapıların öznel isteklerine veya teorik öngörülerine bağlı olmadığıdır. Ne teorik saptamalar ne de mükemmel tasarımlar böyle bir kurumlaşma için yeterli olabilir; politik süreç tarafından dayatılmamış, zorunlu kılınmamış hiçbir olgu, biz onu çok istiyoruz diye gerçekleşmez.

* Üstelik, hepsi bu kadar da değil; böyle bir kurumlaşmanın son derece yakıcı bir ihtiyaç olarak kendini dayatması, yokluğunun çeşitli olumsuzluklara, hatta facialara yol açtığının bilinmesi de, olgunun gerçekleşmesi için yeterli değildir. 1914 sonrasında Avrupa solunun gırtlağına dek sosyal şovenizme gömülmesi ve çeşitli uluslardan işçilerin birbirini boğazladığı bir savaşın gönüllü savunuculuğuna soyunması, II. Enternasyonal’in çürümüşlüğünün ve yeni bir Enternasyonal’in acil ihtiyaç haline gelmesinin en açık kanıtıdır. Ama yine de III. Enternasyonal için, Rus proletaryasının devrimci inisiyatifini ortaya koyduğu Ekim Devrimi’ni beklemek gerekmiştir. Çünkü, yalnızca Enternasyonal değil, politik hayattaki hiçbir kurum, yalnızca “ihtiyaç” gibi bir kavram üzerinden kurulamaz; onu kuracak güçler, olanaklar, vb. gereklidir. Gelecekte de sürecin böyle işleyeceğinden kuşku duymak için geçerli bir neden yoktur. Yeni sürecin enternasyonalist kurumlaşmasının da mutlaka bir ya da birkaç devrimci atılıma bağlı olacağını söylemek erken bir hüküm olur; ama böyle bir kurumlaşmanın boşlukta değil güçlü devrimci inisiyatiflerin üzerinde yükseleceği de kesindir.

* Öte yandan böyle bir yeni kurumlaşma, aynı zamanda bir devrimci yenilenme ve bilimsel sosyalist aydınlanma sürecinin de eseri olacak, bir önceki dönemle hesaplaşan ve onu olumlu biçimde aşan bir nitelik taşıyacaktır. Kapitalist sistemin her yeni sürecinin, yalnızca kapitalist üretimin örgütlenişi, emperyalist sömürü ve hegemonya biçimleri, vb. bakımından değil, aynı zamanda onun karşıtı olan proletarya güçleri ve sosyalist hareket açısından da bir ideolojik-politik dönemeç oluşturduğunu artık biliyoruz. III. Enternasyonal, bu anlamda iyi bir örnektir. III. Enternasyonal, “karanlığın en yoğun olduğu an gündoğumunun hemen öncesidir” deyişinin doğruluğunu kanıtlarcasına tam da bir gericilik ve döneklik furyasının zirveye ulaştığı noktada doğmuş ve sürecin bütün bu unsurlarıyla girişilen keskin bir hesaplaşmanın ürünü olmuştur. Üstelik bu, yalnızca ideolojik alanda, “kötü fikirlerin karşısına iyi fikirlerin konulması”yla gerçekleştirilen bir hesaplaşma değil, milyonlarca insanın harekete geçirildiği bir süreçtir. Yeni sürecin enternasyonalist kurumlaşması da bir şüphesiz postmodernizm ve reformizmin çeşitli versiyonları başta olmak üzere bugünkü gericilik döneminin ürünü olan ideolojik cepheyle net bir hesaplaşmanın ürünü olacaktır.

* Ve nihayet, içinde yaşadığımız sürecin özgün niteliğinden ötürü yeni binyılın enternasyonalist kurumlaşması, geçmiş deneyimlerin eleştirisinden hareketle yaratılacak olan yeni bir sosyalist uygarlık projesinin de üzerinde yükselecektir. III. Enternasyonal dahil olmak üzere bütün önceki süreç ve deneyimlerden farklı olarak günümüzdeki durumun özgünlüğü, bugün arkamızda çöküşle sonuçlanmış yetmiş yıllık bir sosyalist deneyimin bulunmasıdır. Henüz Paris Komünü dışında bir devrimci iktidar deneyimiyle tanışmamış olan Ekim Devrimi ve III. Enternasyonal yapıcılarından farklı olarak bugünün devrimci kuşağı, yalnızca neleri yıkacağını ve neleri kuracağını basit bir biçimde özetlemekle yetinemez; yalnızca mücadele ve örgütlenme biçimleri üzerine tartışıp çözümler bulmakla de yetinemez; bu kuşak, kendi geçmişinde durmakta olan deneyim birikimini ele alarak kitlelere güven verecek yeni bir sosyalist projeyi inşa etmek zorundadır. Bu ise, karmaşık bir iştir, kapalı odalarda, pratikten uzak ortamlarda yapılamayacağı gibi, kendiliğindenci bir anlayışla belirsiz bir zamana ertelenemez.
Sonuç olarak bugün, 2000’lerin başında, yeni bin yılın uluslararası devrimci sosyalist kurmayının yaratılması, zor ve karmaşık bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Zordur ama imkânsız değildir; devrimci sosyalizmin yeni kuşakları, bu onurlu görevi yerine getirecekler ve insanlık çeşitli uluslardan devrimcilerin artık yalnızca dayanışmayla yetinmeyip omuz omuza savaştıkları yeni bir enternasyonalizme tanık olacaktır.

 





 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul