Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

M. Emre Özipek

 
2003’ün son demleri kana bulandı. İstanbul caddeleri, bir hafta arayla iki kez kanla yıkandı. Önce Şişli ve Beyoğlu’ndaki iki sinagog, daha sonra da Levent’teki HSBC merkez binası ve Taksim’deki İngiliz Konsolosluğu, birbiri ardına bombalı eylemlerin hedefi oldu ve olaylarda büyük çoğunluğu halktan insanlar olan 50’nin üzerinde kişi öldü.
Olaylardan sonra, her zaman olduğu gibi yine TV’lerde “terör uzmanı” adı altında boy gösteren bir takım tuhaf akademisyenleri ve eski istihbaratçıları, vb. dinledik ve içimiz dışımız türlü türlü komplo teorileriyle doldu. Nihayet en sonunda, polisin olayı İslami örgütlere, özellikle El-Kaide’ye bağlayan açıklaması geldi. Bir haftayı aşkın süredir bütün burjuva basının ortak konusu ise “teröre” karşı alınması gereken önlemler oldu. Muhtemelen önümüzdeki süreçlerde bu “önlemler” daha somut biçimlere bürünecek ve baskı rejiminin güçlendirilmesi için bahane olarak kullanılacaktır.
Bu türden durumlarda hep olduğu gibi tartışmaların uzun süre devam edeceği ve yorumların gitgide daha kafa karıştırıcı bir noktaya doğru sürükleneceği kesindir.
Ancak sorun, polisiye bir sorun değildir. Kimin neyi yaptığı, yaptırdığı, vb. gibi tartışmalar ve politik dedektiflik gösterileri de bir noktadan sonra önemli değildir. Zaten artık bu noktada da bir sorun kalmış gibi görünmüyor: Olaylarda ölen eylemcilerin kimlikleri, az çok bir şeyleri ortaya çıkarmış durumda. Ama bunun da ötesinde, asıl önemli olan, olayın politik sonuçlarıdır.
Kuşkusuz bu sonuçlar da kendisini 11 Eylül olayında olduğu gibi çok yönlü ve karmaşık olarak ortaya koyacaktır ve doğal olarak her sınıfsal katman ve her politik, dinsel, vb. kategori için değişik özellikler gösterecektir. Ancak her halûkarda hem emperyalist haydutlar hem de işbirlikçi oligarşinin sözcüleri bu olayları “terörizm” demagojisinin bir aracı olarak kullanacaklardır. Dünyanın çeşitli köşelerinde halkların halen sürdürmekte olduğu silahlı mücadeleler de, emperyalist haydutluğa karşı onurla direnen sosyalist ülkeler de, ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin etme istekleri de kocaman bir çuvalın içine konarak aynılaştırılacak ve Bush’un “Şer Cephesi” mantığı çerçevesinde emperyalizmin hedefleri haline getirileceklerdir.
Daha şimdiden medya tekellerinin dili biçimlenmeye başlamıştır; Irak’lı direnişçilerden “terörist” olarak söz edilmekte, artık eski ürkeklik terk edilerek Filistin halkına karşı Siyonist tanımlamalar tercih edilmeye başlanmaktadır. Kolombiya’dan Nepal’e dek savaşan halklarla ilgili de benzer bir politika söz konusudur. Ve sonuçta şüphesiz sıra, ABD’nin burnunun dibinde bir onur anıtı gibi duran Küba’ya gelecektir.
Böyle bir noktada devrimci sosyalistler, egemen atmosferin basıncı altında kalarak devrimci mücadelenin meşruiyet çizgisinden geri düşmenin son derece sakıncalı olduğu düşüncesindedirler.

l Açıkça ve hiçbir tereddüte düşmeksizin söylemek gerekiyor; söz konusu eylemler, hiçbir devrimcinin hiçbir biçimde benimseyebileceği eylemler değildir. Devrimciler, genel olarak emperyalist saldırı politikalarının doğrudan uygulayıcıları dışında kalan insanlara, yani halka zarar veren, doğrudan halk düşmanları ve emperyalistleri değil sıradan insanları hedef alan eylemleri benimsemezler. Bunun hiçbir tartışmaya izin vermeyecek ölçüde net bir örneği, devrimci hareketin tarihindeki en güçlü anti-siyonist eylem olan THKP-C’nin Efraim Elrom eylemidir. Bilindiği gibi devrimci sosyalist hareketin önderi Mahir Çayan ve yoldaşları, 1971 yılında politik tutsakların serbest bırakılması amacıyla İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’u tutuklamışlar ve nihayetinde taleplerin kabul edilmemesi sonucunda cezalandırmışlardır. Böyle bir eylem tarzı benimsenebilir ya da benimsenmeyebilir, sonuçta bu bir siyasal anlayış sorunudur; ancak ister benimsensin ister benimsenmesin eylemin siyonizmin bir temsilcisinden başka kimseye zarar vermediği kesindir. Devrimci sosyalizmin eylem anlayışı bu ölçüde nettir. Devrimci sosyalizm sansasyonel etki yaratma uğruna etik ilkelerinden vazgeçmez; halk düşmanları ve emperyalist işgalciler dışındaki insanlara zarar verecek eylemleri asla benimsemez. Bunlar o kadar açık gerçeklerdir ki, aslında böyle bir olay vesilesiyle yeniden vurgulanmaları bile devrimci hareket açısından talihsizliktir.

l Ayrıca devrimci sosyalizm, bugünkü olaylarla ilgili olarak konuşmak gerekirse, tartışmasız bir biçimde anti-semitizmin düşmanıdır. En vahşi örneklerini 1900’lerin katliamcı Kara-Yüz’lerinden ve Nazi vahşetinde gördüğümüz anti-semitizm (Yahudi düşmanlığı) fikri ve pratiği ile devrimcilerin, sosyalistlerin en küçük bir bağı yoktur ve olamaz. Siyonist İsrail devletinin Ortadoğu’da emperyalizmin bekçi köpeği olarak konumlandırılmış olması ve Filistin toprakları üzerinde kurduğu işgal ve zulüm düzeni, hiçbir biçimde Yahudi düşmanlığını haklı çıkarmaz; nasıl ABD emperyalizminin dünya çapında yürüttüğü zulüm politikası sıradan ABD yurttaşlarını hedef haline getirmezse… Daha doğrusu, devrimciler, herhangi bir ulusa, dinsel topluluğa, vb. karşı toptancı bir düşmanlık yaklaşımı geliştiremezler. Ayrıca, yine İsrail örneği, başka türden bir katliamcılık mantığına sahip olan ve bu mantığı sık sık (Maraş’ta, Sivas’ta, Kürt ulusal mücadelesine karşı işlediği cinayetlerde) sergileyen İslami gericiliği hiçbir biçimde meşru kılmaz.

l Ancak, yine aynı netlikle ve “terörizm” üzerine yapılan bütün demagojilerden etkilenmeksizin söylemek gerekiyor: Dünyanın neresinde olursa olsun, ezilen ve sömürülen halkların, emekçilerin, hem kendi yerli egemen güçlerine karşı hem de ülkelerini -açık ya da gizli- işgal altında tutan emperyalist güçlere karşı silahlı direnme ve savaşma hakkı vardır. Bu hak, kesinlikle meşrudur ve hiçbir olumsuz örnek bahane edilerek onların elinden alınamaz ya da yok sayılamaz. Dünyanın neresinde olursa olsun, halkları zulüm ve sömürü altında tutan güçler, o halkların şiddetiyle kaçınılmaz olarak karşılaşacaklardır ve bundan şikayet etmek, objektif olarak emperyalizmin değirmenine su taşımaktan başka bir şey değildir.
Onur sahibi her Iraklının ülkesini işgal etmiş olan ABD emperyalizmine karşı silahlı direniş gösterme hakkı, bizim benimsemediğimiz önderlikler altında olsa bile, meşrudur. Kendi ülkesinde sürgün hayatı yaşayan Filistin halkının her bireyinin, ülkesini işgal altında tutan İsrail devletine ve onun sivil görünümlü Siyonist fanatik militanlarına karşı silahlı direniş gösterme hakkı meşrudur. ABD emperyalizmine ve oligarşiye karşı halk savaşı yürüten Kolombiya gerillası da, CIA komplolarıyla meşru Chavez hükümetini devirmek isteyen ABD emperyalizmine karşı direnen Venezuela halkının mücadelesi de, yıllardır bütün “faili meçhul”lere, katliamlara karşın ulusal dirilişini gerçekleştiren Kürt halkının direnişi de, Seul ya da Cenova sokaklarında neoliberalizme karşı sokakları dolduranların mücadelesi de, vb. meşrudur, bütün bu direnişlerin hiçbiri “terörizm” demagojisiyle mahkum edilemez, yok sayılamaz.
Zalimleri “kınamak”, ama bu arada ezilen halklara da “sükunet” tavsiye etmek ya da bugünkü olayların yıkıcı sertliği karşısında siyasal bir körlüğe kapılarak emperyalist dünyanın yüz yıldır dünyayı kana bulamasını unutmak ve zorlama bir mantıkla tarafları birbirine “eşitlemek”, “sorunların barışçı çözümü” gibi boş lafları geveleyip durmak, safdillik değilse eğer, zulme hizmet etmektir. Filistin halkı ile İsrail devleti arasında “çözülmesi gereken” bir “sorun” yoktur, Irak halkı ile ABD ordusu ya da Kolombiya halkı ile Uribe diktatörlüğü arasında da bir “sorun” yoktur; bütün bu çatışma alanlarını “her iki taraftan da kaynaklanan insan haklarına ilişkin sorunlar” çerçevesinde tanımlamak, düpedüz yeni dünya düzeninin söylemine eklenmekten başka bir şey değildir. Gerçek sorun, emperyalizmden başkası değildir. Siyonistler yenilgiye uğratıldığında, ABD ordusu kuyruğunu kıstırıp Irak’tan ve Afganistan’dan defolduğunda, ABD kuklası uyuşturucu baronları Kolombiya’yı terk ettiğinde, vb. vb. “sorun” da kalmayacaktır.

l Öte yandan yine dünyanın neresinde olursa olsun, emperyalizm tarafından katliama uğratılan halkların verdikleri mücadeleyi -sivil halka zarar vermemek koşuluyla- emperyalist ülke topraklarına taşıma hakkı da vardır.
Yüzyılı aşkın süredir yoksul halkların dünyasına ölüm, açlık ve akıl almaz işkenceleri getirenler, bunun karşılığını kendi ülke topraklarında görebilirler ve görmelidirler.
Bu, basit olarak bir kısasa kısas mantığı değildir. “Dehşeti metropol topraklarına taşımak” gibi sakat bir mantıktan da hareket etmiyoruz. Bizim sözünü ettiğimiz şey, ezilen halkların, sivil insanlara değil, emperyalizmin askeri ve siyasi mekanizmasına (dünyanın neresinde olursa olsun) vurma hakkının olduğudur.

l Ayrıca herkesin bildiği gibi Ortadoğu’da ve tüm dünya’da yaşanan tüm katliamların gerçek sorumlusu başta ABD emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalist güçler ve onların sömürge ve yeni-sömürgelerdeki uzantısı işbirlikçileridir. Sinagogların, HSBC ve İngiliz Konsolosluğu’nun bombalanması sonucu yaşanan katliamlarda fitili kim ateşlemiş olursa olsun, katliamlar için zeminleri hazırlayanlar bu güçlerdir. Halklara yapılan zulüm, sömürü ve katliamlar, işgaller, dizginsiz ve kimi zaman bu bombalama olaylarında olduğu gibi kör bir şiddetle patlayıp geri dönmektedir.
Komplo teorilerine, uyduruk “uzman”ların analizlerine gerek yok. Dünyayı yoksullar için, ezilen halklar için cehenneme çeviren emperyalistler, bu cehennemin içinden çıkan ancak devrimci amaçlar taşımayan, savaş ahlakına sahip olmayan ve sık sık emperyalistlerin yöntemlerini kullanan güçlerin şiddetiyle karşı karşıya kalmaktadırlar. Sonuçta bedeli ödeyenler ise yine halklar olmaktadır.

l Sonuç olarak, devrimci sosyalist hareket, son günlerde gerçekleştirilen ve sivil halktan insanlara büyük zarar veren bombalama eylemlerini hiçbir biçimde benimsememekte ve olaylarda hayatını yitiren insanların acılarını paylaşmaktadır. Ayrıca devrimciler, 6-7 Eylül provokasyonunu yaşamış olan bu topraklarda azınlıklara, dinsel topluluklara karşı şovenist bir yaklaşım benimseyemezler ve bu yaklaşımdan hareketle olayda zarar gören Yahudi topluluğunun acısına da yabancı kalamazlar. Esasen devrimci sosyalizmin demokratik halk devrimi perspektifi de şovenizmin her türlüsünün bu topraklardan temelli olarak kazınmasını içermektedir.
Ancak devrimci sosyalizm, bu olaylardan hareketle geliştirilen “terörizm” demagojisini ve bu demagojik yaklaşımla emekçi halkların silahlı direniş hakkının yok sayılmasını kesinlikle reddeder. Hitler artığı anti-semitizme kesinlikle düşman olan devrimci sosyalizm, “anti-semitizme karşı olma” kılıfının altında Siyonist İsrail devletinin zulmünün unutulmasını, “Saddam zulmüne karşı olma” bahanesiyle ABD işgalinin onaylanmasını, vb. kesinlikle reddeder. Dinci gericiliğin eylemleri (yalnızca henüz kuşkulu olan sonuncular değil, Filistin’den Endonezya’ya dek her gün gerçekleştirilenler) şüphesiz, devrimci sosyalistlerin tamamen dışında gerçekleşmektedir ve dolayısıyla bizim bu somut zararları geriye çevirme, engelleme şansımız bulunmamaktadır.
Devrimciler, sonuç olarak kendi mücadele ve eylemlerinden sorumludurlar ve bu eylemleri kendi devrimci etik anlayışları çerçevesinde yürütürler. Ancak kendi dışlarındaki eylemlerin sonuçlarından hareketle yaratılan pasifikasyon ortamına katılmak, özellikle de “teröre karşı kenetlenme” edebiyatına bir biçimde dahil olmak devrimcilerin yapması gereken en son iştir. Her büyük sarsıntıdan sonra yüz kızartıcı bir ürkeklikle “Pentagon tipi laiklik” hezeyanlarına kapılanlar ya da “her türden terörü lanetleme” noktasına sığınanlar devrimcilerden uzaktadırlar ve uzakta olmalarında da yarar vardır. Devrimciler, her sabah kalkıp “bugün neyin prim yaptığını” hesaplayarak politika üretmezler; kitlelerdeki şaşkınlık, korku ve canı yanmışlıktan kaynaklanan genel-geçer “terör karşıtlığı”nın üzerine atlayarak “puan kazanmak” derdine düşmezler. Onların durdukları yer, halkların meşru silahlı direniş hakkının sonuna dek savunulması noktasıdır.

l Devrimci sosyalizmin şiarları son derece net ve anlaşılır şiarlardır:
“Kahrolsun Siyonizm ve Emperyalizm” diye haykıran devrimci sosyalizm, duraksamaksızın “Kahrolsun Anti-Semitizm” diye eklemekte ve bu ikisini bir bütünün parçası olarak görmektedir. Ortadoğu’nun asıl sorunu emperyalizmden başkası değildir ve bölgenin emekçi halklarının acılarının sona ermesi ancak emperyalist haydutların bu coğrafyadan sürülüp atılmasıyla mümkündür.
Tabii ki bütün mücadele biçimleri kullanılarak... Silahlı mücadele dahil!


Kahrolsun Emperyalizm
Kahrolsun Siyonizm
Yaşasın Ortadoğu ve Dünya
Halklarının Devrimci Dayanışması


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul