Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Harun E. Toprak

Yaşanmış bir geçmiş olarak tarihi, güncel olarak ele almak istediğimizde -eğer tarihsel olayların kronolojik bir sıralamasını vermek amacı taşımıyorsak- öncelikle o olayların ifade ettiği olguları ortaya koymamız gerekir. Bu da bir dizi karmaşık olay örgüsünü sadeleştirerek, bu olayların tarihte bıraktığı izleri, yarattığı olguları anlamamızla mümkündür. Geleceği kurma, tarih yapma iddiasında olanlar için geçmişi bilmenin ötesinde, onun nesnel-öznel yanlarıyla ve tarihsel süreklilik içinde kavramak daha büyük önem taşır. Bu nedenle “tarihten öğrenmek”ten bahsettiğimizde bir tarihsel süreci ya da olayı, bugüne taşıyıp bir “tekerrür” ilişkisi aramayı değil, yapmakta olduğumuz tarihin üzerinde yükseldiği basamaklara dair bir bilince ulaşmayı kastederiz. Küba Devrimi’ne böyle bir perspektiften bakmaya çalışacağız.

Küba’nın Dünü
Küba Devrimi’nin gerçekleşmesini sağlayan kadroyu harekete geçiren, devrimler ve sosyalizm zincirine güçlü bir halka olarak Küba’yı ekleyenin “devrim savaşçısı olmayanlara komünist denmez” sözünün arkasında yatan bilinç olduğunu, en baştan söyleyebiliriz. Emperyalizmin 3. Bunalım döneminin karakteristik sömürgecilik ilişkisi olarak yeni-sömürgecilik, emperyalist-kapitalist sistemin, 2. Paylaşım Savaşı sonrasında dünya çapındaki tıkanıklığa karşı geliştirdiği ekonomik düzenin yapıtaşını oluşturmuştur. Tüm 2. Bunalım Dönemi boyunca ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarıları ve bunların yer yer sosyalizme yönelen emekleriyle zorlanan emperyalizm, geliştirdiği yeni-sömürgecilik modeliyle aynı zamanda, ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadeleleriyle baş etmenin yeri araç ve yöntemlerine kavuşmuş oluyordu. Halk savaşlarının ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin üzerinde yükseldiği ekonomik-siyasal ilişkilerin yeniden düzenlenmesiyle geliştirilen yeni-sömürgecilik ilişkileri, emperyalizme ve yerli işbirlikçisi sınıflara karşı mücadelenin de yeni biçimler almasını beraberinde getiriyordu. Nitekim yeni-sömürge ülkelerde ekonomik, sınıfsal, siyasal, kültürel, yapıdaki değişimler çelişkileri derinleştiriyor ve emperyalizmin çözüm olarak elini attığı her şeyin kendisi için soruna dönüşmesi süreci, yeni bir boyutta yaşanmaya başlanıyordu. İşte Küba Devrimi böyle bir süreçte, 3. Bunalım Dönemi ilişkiler ve çelişkilerinin içinden doğan ve devrimci sosyalizmin yeni-sömürgeciliğe karşı mücadelesinin karakteristik özelliklerini ortaya koyan yapısıyla bir ilki, bir başlangıcı ifade emiştir.
Küba Devrimi’nin gerçekleşmesiyle aynı dönemde revizyonizm bataklığına saplanmış SBKP, “barış içinde bir arada yaşama” teorisini ortaya atıyordu. Emperyalizmle sosyalizmin yan yana yaşamalarının mümkün olduğu iddiasından hareketle, dünya devrimi perspektifiyle kapitalist sistemin yok edilmesinden daha geri bir noktaya çekilen enternasyonalizmin içi boşaltılmış oluyordu böylece. SBKP çizgisini benimseyen resmi KP’ler “barış içinde bir arada yaşama” teorisini kendi ülkelerinin burjuvazisiyle barış içinde yaşama şeklinde uygulamaları nedeniyle “devrimci” sıfatı taşımayan muhalefet partilerine dönüştüler. Yine SBKP’nin “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” revizyonist teorisi, küçük-burjuva önderlikli ulusal hareketlere veya kurulmuş devletlere verdiği destekle emperyalizme mesafeli, ancak sosyalizmle buluşmayan örnekler yaratmıştır. Daha sonra kendi burjuvazisi palazlanan bu ülkelerin, “kapitalist yoldan kapitalizme” yöneldikleri görülmüş ve emperyalizmin birer yeni-sömürgesi haline dönüşmelerine engel olunamamıştır. Bu örneklerde de enternasyonalizm sadece, Sovyetler Birliğinin emperyalist güçlerle kurmuş olduğu dengelerin korunmasının bir aracı olarak kullanılmıştır. 2. Paylaşım Savaşı sonrası kazandıkları mevzilerle, kapitalizmin yaşam alanlarını daraltıp giderek ortadan kaldırması gereken, emperyalizmin girdiği 3. Bunalım Dönemi’ne ve geliştirdiği yeni-sömürgecilik yöntemlerine etkili yanıtlar üretmesi gereken KP’lerin teori ve pratikleri bu nesnel gereklilikleri karşılamaktan çok uzaktı.
Devrimci sosyalizmin bu tür tıkanma dönemlerinde teorik-pratik sıçramalarla yolunu açtığı bilinen bir gerçektir. İşte Kübalı devrimciler de kendi göbeklerini kendileri kesip emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi’nde devrimci sosyalizmin çıtasını yükseltmeyi başardılar. Bu başarı Küba’da devrim yapmış olmakla sınırlı olmayan, tüm yeni-sömürgelerde etkileri gözlenen bir zafere atılan imzayı ifade ediyordu. Çok farklı ülkelerde birbirlerinden habersiz birçok devrimci önderin, ortak tespitler ve mücadeleler geliştirmesinin gözlenmesiyle 3. Bunalım Dönemi Devrimcileri Kuşağı olarak da adlandırılan bu önderler bağımsız marksizm-leninizm okumalarıyla ve zaman-mekân olgularının ışığında ele aldıkları devrimci sosyalizme, yeni-sömürgelerden yükselen bir ivme kazandırmışlardı. En çarpıcı ve ilk örnek olarak Küba’dan hareket edersek; devrimin önderleri, devrimci-demokratizm çizgisinde başlattıkları siyasal mücadelelerini, zamanla ML’i revizyonist KP’nin tekelinden çıkararak Küba’da devrimci sosyalist siyasal çizgiyi yaratmışlardır. Bütün bu gelişmeleri özetleyen ve yazının başında sözünü ettiğimiz tarihsel olguyu ortaya koyan Fidel’e kulak verelim: “Bize göre, uluslararası komünist hareket her şeyden önce komünistlerin, devrim savaşçılarının hareketidir. Ve devrim savaşçısı olmayanlara komünist denmez!”
Küba devrimi, ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesi veren pek çok ülkedeki devrimci hareketleri sarstı. Revizyonizmin elinde donuklaşan, solan sosyalizme yeniden canlılık kazandırdı. Bunun bir etkisi olarak, resmi KP’ler içide sol kanatların ortaya çıkıp, yer yer de bu partilerden ayrıştığı gözlendi. Küba Devrimi Kesintisiz Devrim çizgisiyle ulusal-demokratik devrim aşamasından kesintisiz olarak sosyalizme geçişin canlı bir örneğini yarattı. Emperyalist-kapitalizmin bir dünya sistemi olmasından hareketle, emperyalizmin dünya çapında yenilmesini önüne koyan, devrimci savaşı tüm dünyaya yayma çağrısı yapan Küba Devrimi, enternasyonalizm ruhunu yeniden canlandırmıştı. “İki, üç daha fazla Vietnam!” şiarında ifadesini bulan enternasyonalizm, kendi devrimi için savaşmanın, dünyanın bir başka köşesinde mücadele eden halklarla dayanışmak için en etkili biçim olduğundan hareket ediyordu. Vietnam Devrimi özgülünde enternasyonalizm anlayışını ortaya koyan Che şöyle diyordu: “Sorun baskının kurbanına başarı dilemek değil, onun kaderini paylaşmak, ona zafere ya da ölüme kadar eşlik etmektir”. Che’nin bu sözleri Sovyetler ve Çin’e dönük bir eleştiriyi de içeriyordu.
Che’nin devrimci bir enternasyonalizm anlayışına yaptığı vurgular, enternasyonalizmden ısrarla bir dünya devrimi perspektifiyle söz etmesi ve revizyonizme getirdiği eleştiriler, onun revizyonistlerce Troçkist olmakla suçlanmasına neden olmuştur. Tıpkı silahlı mücadeleden öncü savaşı vb. tespitlerinden ve Bolivya deneyiminden dolayı küçük-burjuva maceracısı, fokocu gibi yakıştırmalara maruz kalması gibi. Fidel’e nazaran daha çok Che’ye yapılan bu suçlamalar, kuşkusuz onun devrimin ruhunu Küba dışındaki ülkelere taşımakta aldığı etkin rol ile ilgilidir. Oysa Che’nin bu pratiği, Fidel ile birlikte geliştirdikleri ve savundukları enternasyonalizm anlayışının dışavurumundan başka bir şey değildir. Kongo’da başarısızlığa uğrayan çabalarını Bolivya’da sürdüren Che, Küba Devrimi’nin temsil ettiği enternasyonalizm anlayışının bayraktarlığını yapmıştır. Bu perspektifle Asya, Afrika, L. Amerika’nın birbirine yakın anlayışlarla devrimci mücadele yürüten örgütlerini birleştiren enternasyonal bir örgütlenme oluşturulduğunu da hatırlatmakta yarar var. Bu örgütlenmenin Tricontinantal (üç Kıta) adlı bir de yayın organı bulunuyordu.
Küba Devrimi, nesnelliğe teslim olan bir anlayışla değil, verili koşullar içinde o nesnelliği zorlamaya, değiştirmeye dayanan bir anlayışla başarılmıştır. Bu nedenle Küba Devrimi, devrimci iradenin, başka bir deyişle öznel koşulların, devrimlerde daha fazla önem kazanmasının bir ifadesi olmuştur. Emperyalizm çağının marksizmi olarak da adlandırabileceğimiz leninizmin Ekim devrimi ile ortaya koyduğu devrimci iradecilik, emperyalizmin bunalımı derinleştikçe her devrim dalgasında giderek artan bir önem kazanmıştır. Öyle ki, sistemin yapısal krizinin devrimleri doğurmaya yetmediği bir aşamaya gelindiğinde, krizi derinleştiren iradi müdahale programatiğini üretmek kaçınılmaz olmuştur. Bu anlamda Küba Devrimi, Leninist iradeciliğin, yeni-sömürgelerdeki devrimci mücadeleye özgü olarak geliştirilmesiyle gerçekleşmiştir demek yanlış olmaz. İkinci Havana Deklarasyonunda “her zaman bir devrim için tüm koşullar olgunlaşıncaya kadar beklemek gerekmez, ayaklanmanın yönetimi bu tür koşulları kendisi yaratabilir...” (aktaran Che, askeri yazılar sf. 160) sözleriyle bu durumun adı da konmuştur. Bekleme, erteleme, uzlaşma, muhalefet etme “sosyalizmine” karşı devrimci sosyalizm, emperyalizmin dünya halklarına yeni yöntemlerle kan kusturduğu bir dönemde, sosyalistlerin önüne devrim yapma görev ve çağrısını koymuştur. Ve takvimler 1959 yılbaşına doğru yaklaşırken dağdaki “sakallılar”ın zaferi kazanabileceklerine pek kimselerin inanmadığı Küba’da devrim gerçeklemiştir. Sonrasında Vietnam Devrimi ile birlikte ‘60’lı ve ‘70’li yıllara damgasını vuran bir devrimci dalganın fitili böylece ateşlenmiş oluyordu. Çok geniş bir coğrafyada etkileri gözlenen, pratiğe geçen bu devrim dalgası; ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelelerinde yarattığı değerlere, kazandığı mevzilere rağmen, esas olarak emperyalizmin, yapısal krizini derinleştiren devrimlere karşı geliştirdiği bir dizi programın zorlamasıyla ve ardından reel sosyalizmin çöküş sürecine girmesiyle birlikte sönümlenmiştir. Bugün devrimci yenilenme damarına kan taşımayı önüne koyan devrimci sosyalizm, bu döneme özgü devrimci deneyimleri bütünlüklü olarak incelemelidir. Yeni dönemin ilişki ve çelişkilerine, bu geçmişin birikimini arkalayarak yanıtlar üretme zorunluluğu dikkate alınırsa söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılır. Ülkemizde M. Çayan yoldaşın kesintisiz devrim broşürlerinde ifadesini bulan ideolojik-politik çizgi, Küba Devrimi ile başlayan bu ekolün içindedir ve devrimci sosyalizmin bu topraklardaki programatik ifadesinin temelini oluşturmaktadır.

Küba’da Enternasyonalizmin
Evrimi Üzerine Birkaç Not

Tricontinantal çizgisindeki parti ve örgütlerin yenilgiye uğradığı, Che’nin Kongo ve Bolivya deneyimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı koşullarda Küba’nın enternasyonalizm anlayışından bir değişim yaşanmaya başlamıştır. Devrimi ve etkilerini yayma anlayışından, devrimi savunma anlayışına doğru bir içe kapanma, gerileme sürecinden bahsedebiliriz. Bunu devrimci enternasyonalizmden, dayanışmacı enternasyonalizme doğru bir evrim olarak ifade etmek de mümkün. Denilebilir ki, 1975’te faşist Güney Afrika’ya karşı Kübalı gönüllülerin Angola devrimcileriyle birlikte savaşmasının ardından enternasyonal dayanışma, çeşitli ülkelere öğretmen, uzman, doktor, teknik yardım, ilaç vb. göndermek gibi biçimlere dönüşmüştür. L. Amerika’daki çeşitli devrimci hareketlerle destek-yardım ilişkileri varolsa da, anlatmak istediğimiz, devrimin ilk yıllarında, “iki, üç daha fazla Vietnam” diyen devrimci enternasyonalizm anlayışının biçim değiştirdiğidir. Bu Küba’nın bir tercihi olmaktan çok, devrimci konjonktürdeki duraklamanın geriye doğru evrilmesiyle ilgilidir. Bugün Küba’da enternasyonalizm, sosyalizmin capcanlı bir pratiğinin yaşandığı, emperyalizm karşısında başeğmezliğiyle dünya halklarının gözünde simgeye dönüşmüş bir ülkenin varlığının yarattığı moral değerlerde cisimleşiyor.

Küba’nın Bugünü
Devrimden bu yana geçen 44 yıl. Bunca yıl neler yaşamadı ki Küba halkı? Domuzlar Körfezi’ne çıkarma yapan ABD beslemesi güçleri püskürttü. SSCB’nin adaya yerleştireceği nükleer füzelerin açığa çıkmasıyla Füze Krizi’ni yaşadı. Suikastler, sabotajlar gördü. Ekonomik abluka altında ambargolar yaşadı, hala da yaşamaya devam ediyor. Ve 44 yıldır devrimin ruhunu yaşatmasını, emperyalizme boyun eğmemeyi, sosyalizm bayrağını hep yükseklerde tutmayı başardı Küba. Reel sosyalizmin yıkılışıyla birlikte katlanarak artan ekonomik sıkıntılara karşı, devrimin yarattığı “sosyalist yeni insan” anlayışıyla direnmeye devam ediyor Küba. Ve dünya halkları 44 yıl boyunca bu onurlu insanların ülkesiyle dayanışmalarını, desteklerini hiç eksik etmediler. Bütün bunlar yıllardır yazılıp çizilip, söyleniyor. Burjuva basın bile bu olguları göz ardı edemiyor. Bu nedenle Küba’nın bugününü ele alırken, konuyu bir yıldönümü güzellemesinden daha farklı bağlamlara taşımak istiyoruz.
Küba’nın ağırlıklı olarak sosyalist blok ülkeleriyle yaptığı ticarete ve şeker üretimine dayalı ekonomik yapısı, 90’lı yıllarla birlikte ciddi sıkıntılar yaşamaya başlamıştı. Reel sosyalizmin yıkılışının yarattığı ekonomik sıkıntıları aşmak için çeşitli kararlar alındı. Yabancı sermayenin ülkeye girişine (özellikle turizm sektörüne) ve küçük ölçekli özel mülkiyete izin vermek gibi riskli kararlardı bunlar. Birebir karşılaştırmak doğru olmasa da, Sovyet Rusya’da Lenin tarafından kapitalizme tavizler vermek pahasına uygulanan NEP döneminin işlevine benzer bir ekonomik süreç yaşanmaktadır Küba’da.
Egemen sınıf olarak örgütlenen proletaryanın devleti sosyalist devlettir. “Proletarya, devleti genel olarak “eşitlik ve özgürlük” için değil, “egemen sınıf” haline gelmek için, toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için, bunun için burjuvazinin bütün girişimlerini bastırmak için kullanır.” (Devlet üzerine notlar, S. Barikat, S:4, Sf:28). Buradan da anlaşılacağı gibi, Küba’da sınırlı ve kontrollü de olsa proletarya diktatörlüğünün işlevine ters uygulamalar söz konusudur. Bunun özel bir durum, dönemsel bir zorunluluk olması ayrı bir konudur. Biz, bugünkü Küba’nın sorunlarını tartışırken, bu sorunların nesnel temellerini ve teorik boyutunu da ele almak durumundayız. Kapitalist sistem tarafından kuşatılmasının dışında, Küba’da kapitalizm-sosyalizm çatışmasının nüveleri de görülmektedir. Sosyalist Küba’nın içinde kapitalizm tüm albenisiyle dolaşmakta, Kübalıların bir kısmında emperyalist propagandaya açık kapı bırakan bir tüketim ruhu, dolar bazında yayılmaktadır. Bunun sosyal-kültürel yaşamda ciddi yansımaları olmaktadır. Kuşkusuz devrim hala ölmemiş, sosyalizm bayrağı indirilmemiştir. KKP aldığı her kararı halkla açıkça paylaşıp sorunları halkın, zorlu mücadeleleri içinde oluşan bilincine dayanarak aşmaya çalışmaktadır. Yani Küba halkı yaşadığı sıkıntıların nedenlerinin ve bu sıkıntıları aşmak için uygulanan politikaların içerdiği risklerin bizden daha fazla farkındadır. Kübalıların kendilerinin çizmediği pembe tabloyu bizim çizmemizin gereği yoktur. Halkın yukarıda saydığımız riskli politikalara tepkileri olmuş, kararların uygulanmasında dirençle karşılaşıldığı bile gözlenmiştir.
Sözünü ettiğimiz risklerin dengelenmesi için alınan önlemler olmasına rağmen, son zamanlarda Küba izlenimlerini aktaran sosyalistlerin bile ifade ettiği çarpıklıklara tanık olmaktayız. Doların günlük yaşamda artan ağırlığı, fuhuşun yaygınlık göstermesi, bürokrasinin gelişmesine ilişkin gözlemler, siyah-melez ve beyaz nüfusun yaşam alanlarında ayrışmaların gözlenmesi vb. izlenimleri sol basından da okumaktayız. Başka bir örnek verelim. D. Proletarya’nın 10. sayısında, İstanbul’da düzenlenen Dünya Felsefe Kongresi’nde Kübalı katılımcının, kendisine Küba’da sosyalizmin durumu üzerine yöneltilen sorulara “zorlu bir dönüşüm (geçiş) süreci var” şeklinde yanıt verdiğini, “nereye, sosyalizme mi, kapitalizme mi...” diye ısrar edilince, ağlamaklı ve ancak duyulur bir sesle “kapitalizme” dediğini okuyoruz. Bu örnek tek başına bir anlam ifade etmiyor ve abartıyor da değiliz. Ancak devrimin üzerinden 44 yıl bile geçmiş olsa, kapitalizmle sosyalizmin mücadelesinin bitmemiş olduğunun altını çizmek açısından önemsiyoruz. Ayrıca Küba’daki gerçekliği olabildiğince geniş bir çerçeveden ele almamız, Küba’ya karşı enternasyonal görevlerimizi tanımlamamız açısından da önemlidir.

Diktatörlük, Demokrasi
ve Kendini Savunan Devrim

Küba’nın boğuştuğu risklerden bahsetmişken, bunun bir yansıması olarak son zamanlarda yaygınlaşan “Küba’da diktatörlük olduğu, demokrasinin bulunmadığı” şeklindeki iddialara da değinelim. Emperyalist propaganda merkezleri olan “düşünce kuruluşları” tarafından pompalanan bu iddialar, siyasal boyutta ABD’nin emperyalist saldırganlığına dayanak yaptığı “şer ekseni” içinde Küba’yı da saymasına dayanmaktadır. Biz şimdi dolaşımdaki haliyle şu meşhur “diktatörlük” konusuna girmekle yetinelim. Geçtiğimiz aylarda Radikal gazetesinde yayınlanan Küba ile ilgili yazı dizisine Gündüz Vassaf’ın attığı başlıklardan birine bakalım: “Küba: Hem demokrasi, hem diktatörlük”. Yazar, bu başlıkla bilmeden gerçeği ifade ediyor aslında. Az önce yaptığımız alıntıda da belirtildiği gibi, proletaryanın iktidarı almış olması, devletin proletarya diktatörlüğü şeklinde örgütlenmesi demektir. Ve burjuvazi, üretim ilişkileri içinde yaşayan somut bir sınıfsal varlık göstermese dahi onun kendini gösterebileceği her alanda, proletarya diktatörlük uygular. Proletaryanın diktatörlüğü burjuvaziye, burjuva-kapitalist gelişime göz açtırmamak esasına dayanır. Proletarya demokrasisi de, uygulamaktan bir an bile vazgeçemeyeceği bu diktatörlüğün üzerinde yükselir. “Ancak, proletaryanın elinde devlet ilk kez, çoğunluk için demokrasi, azınlık için diktatörlük niteliğine kavuşur; proletarya demokrasisi budur ve burjuva demokrasisinden kat be kat demokratiktir. (...) Proletaryanın elinde devlet, burjuva demokratik cumhuriyetten kat be kat demokratik ve özgürlükçü olan proletarya diktatörlüğü, esas olarak, özgürlük için değil, burjuvazinin direncini kırmak için vardır” (Devlet Üzerine Notlar, sf. 30). Ülkemizde de gösterime giren Comandante belgeselinde Fidel’in “diktatörlük” konusunda sorulara yanıt verirken anlattıkları da bundan farklı değildir.
(Bir parantez açarak reel sosyalizmin proletarya diktatörlüğü ve proletarya demokrasisine ilişkin yaklaşımına değinelim. Reel sosyalizmin yıkılışının başlıca nedenlerinden biri de, burjuvaziye diktatörlük uygulamakta ve proletarya demokrasisini geliştirmekte başarısız olan politikalarıdır. Reel sosyalist ülkelerde, yaratılan onca değere rağmen kapitalizmin bu kadar hızlı ve yaygın olarak hortlaması da bununla açıklanabilir.)
Şimdi Küba’ya dönük “diktatörlük, totaliter rejim” yaygaralarının nedeni daha iyi anlaşılıyor. Yaygaracıların demokrasiden anladıkları burjuva demokrasisidir, burjuva gelişime özgürlük tanınmasıdır. En iyi halde, çeşitli sorunları olsa da burjuva demokrasisine “kötünün iyisi” mantığıyla övgüler düzerler. Yakın zamanda ısrarla “rejime muhalif, gazeteci” gibi kimliklerle tanıtılmak istenen, ancak açığa çıkarılan faaliyetleriyle birer karşı-devrimciden başka bir şey olmayan insanların yargılanıp cezalandırılmasından ve gemi kaçırarak içindeki insanları silah zoruyla ABD’ye götürmeye çalışan bir çeteye idam cezası verilmesinden sonra “diktatörlük” çığlıkları atarak Küba’yı protesto edenlerin sayısı artmıştır. Dünyaca ünlü aydın ve sanatçıların da içinde yer aldığı bu koro, bir devrimin, sosyalizmin ve onurun adası olan Küba’nın, kendi varlığını koruduğunu, kendini savunduğunu aklına bile getirmiyor elbette. Çünkü beyinleri dizginsiz emperyalist saldırganlığın tehditi altında bile burjuva demokrasisi hayallerine inanacak kadar çürümüştür. Sınıf kavramından bağımsız bir demokrasi tanımı olamayacağı bilmezler. Böylece ezberlerindeki, “aydın tarafsız olur” cümlesi, hayatın içinde onları alır, emperyalizmin propagandacılarıyla aynı safta buluşturur.

Bir “Özgürlükçü”nün Hezeyanları
ve Sosyalist Devlet Üzerine

Son zamanlarda oligarşinin basınında, Küba’ya uygulanan emperyalist kuşatmanın, devrimin hangi şartlarda uyakta kaldığının vb. kendileri için önem taşımadığını açıklayan, duymaktan sıkıldıkları bu “mazeret”lerin muhaliflerin(!) idam edilmesini, insan haklarının hiçe sayılmasını (!) haklı çıkaramayacağını söyleyerek Castro’ya veryansın eden yazılara da rastlar olduk. Bunlardan bir örneği incelemekte fayda var. Faşist katillerin portrelerini sakınmasız bir dille açığa vurmasıyla, post-modern kültürün bayağılığını, toplumda yarattığı çürümeyi gözler önüne sermesiyle, devlet terörünün kurbanlarının, ezilenlerin “öteki”nin sesini duyurmasıyla vs. vs. tanınan Radikal’in keskin kalemi Yıldırım Türker’den söz ediyoruz.
Comandante belgeselini izledikten sonra bir Castro yazısı döşenmiş ki yazar, akıllara seza. Belgeselin bir yerinde eşcinsel ve fahişelerden bahsedilirken Castro’nun yüzünde bir gülümseme görmüş ve rahatsız olmuş Y. Türker. O koca devrimci, Oliver Stone ile oturup maço erkekler gibi sohbet ediyormuş. Zaten devrimciliği de devrimi yaptıktan sonra bitmiş Castro’nun. Çünkü iktidar olunduğu andan itibaren devrimci kalmak mümkün değilmiş. Che, bunu anlayıp yeni devrimlere koşmuş ve bu yüzden Che sonsuza kadar devrimci kalacakmış. Proletarya diktatörlüğü diye bir iktidar tarzını kavrayabilecek sınıf bilincine sahip olmadığı için “iktidar” dendiğinde Fidel’den başkasını göremeyen de bu beklenirdi zaten.ü Yutmuyorum, diyor, Y. Türker, beni ABD kuşatmasıyla falan kandıramazsınız; Castro da bir diktatör işte (ya da yazarın sevdiği ifadeyle, iktidar sahibi anlamında “muktedir”), Küba’da özgürlük yok, insan hakları yok. Devrimin hayalleri 40 yıl sonra suya düşmüş, devrim için ölenlerin kemikleri sızlıyormuş. O kıvrak kalemiyle, oligarşinin basınında kendisine açılan köşeden bunları ve daha fazlasını anlatıyor yazar. En çarpıcı lafını da yazısının sonlarına doğru söylüyor. Yerli faşistlerin ağzından duymaya alışık olduğumuz “ya sev ya terket”i Küba’da da geçerli bir mantıkmış gibi sunma cesaretini gösteriyor. İşin ilginci, askerlerin tecavüzüne uğrayan bir kadınla ilgili yazdığı yazıdan sonra, Ertuğrul Özkök tarafından “bölücü örgütün Goebbels’i” (Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’e atfen) olmakla suçlandıktan sonra yazıyor bu Castro yazısını. “Bölücü örgütün propagandacısı” ithamı ağır mı gelmiştir, Castro yazısı bir korkunun ifadesi midir, yoksa “Goebbels” olmakla suçlandıktan sonra yazılması bir tesadüf müdür? bilemeyiz, günahı yazanın boynuna. Bizim tek bildiğimiz iğrenerek baktığı emperyalizmden, kapitalizmden, faşizmden, postmodernizmden vb. anarşist özgürlük kuramlarını, Foucault’u, Adorno’yu okuyarak kurtulamayacağıdır. Ama sanırız bu saatten sonra Y. Türker’e bir şey anlatmamızın gereği yok. Burada genel bir bilgi olarak ML devlet kuramından bahsedersek daha faydalı bir iş yapmış oluruz.
Bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı ve zor aygıtı olarak tanımlanan devlet kavramı, sınıflı toplumlara özgüdür. Kapitalizmden, sınıfsız, sömürüsüz ve devletsiz bir toplum olan komünizme geçiş döneminin de bir devleti vardır, bu da sosyalist devlettir. Proletarya diktatörlüğünden başka bir anlama gelmeyen sosyalist devlet, bir zor aygıtı olarak örgütlenir. Kapitalist devlet biçimleri gibi “sınıflar üstü” olduğunu iddia etmeyen sosyalist devlet, proletaryanın burjuva ilişkilere üretimden, kültüre kadar hiçbir alanda fırsat vermemesini ifade eder. Ta ki toplumsal dönüşümün sağlanarak, kapitalist sistemin kuşatması ortadan kalkana kadar sosyalist devlet varlığını sürdürür. Sosyalist devlet, komünizm hedefine ulaşma süreci içinde, toplumun devlet örgütlenmesine duyduğu ihtiyacın azalması oranında sönümlenen ve bu nedenle bilinen anlamda devlet olmayan devlettir. “Devlet, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı aygıtıdır, sınıf egemenliğinin en önemli aracıdır. Ancak sınıflar ortadan kalktığı zaman bir baskı aygıtı olarak devlete ihtiyaç kalmaz. Bu süreç, proletaryanın elinde, “egemen sınıf olarak örgütlenen” proletaryanın, kendi varlık koşullarına yönelmesiyle tamamlanır, “ortadan kaldırılmaz” söner” (agy. sf:30).
Kapitalist devlet biçimlerine karşı mücadele eden sosyalistler elbette, siyasal bir mücadele yürütürler ve siyasal mücadelenin amacı -mevcut devlet aygıtını parçalayıp- iktidarı almaktır. Sınıfsız, sömürüsüz, hiçbir iktidarın bulunmadığı, kelimenin mutlak anlamıyla özgür topluma ulaşmanın yolu iktidarın alındığı bir aşamadan geçer. “Elbette bu süreç, aynı zamanda, bir sınıf egemenliği olan demokrasiden, tam demokrasiye geçiş sürecidir. Yani, gerçek demokrasi, tam demokrasi, ancak tam sosyalizmde/komünizmde mümkündür.”... Fakat bu sadece, demokrasinin de bir devlet olduğunu ve böylece devlet ortadan yok olunca demokrasinin de ortadan yok olacağını düşünmemiş olanlar için “anlaşılmaz”dır. Burjuva devletini, ancak devrim “ortadan kaldırabilir”. Genel olarak devlet, yani tam demokrasi, sadece “sönüp gidebilir”...”(Lenin, S. Eserler-7, sf:30). Devlet ve özgürlük kavramları birbirini dıştalar; bu biliniyor. Engels, “özgür halk devleti” revizyonist tezlerine karşı mücadele etmiştir. “Bir devlet varolduğu sürece, özgürlük yoktur. Özgürlük olacağı zaman devlet olmayacaktır” (Lenin S. Eserler-7 Sf:102)” (agy, sf:30)
Devrimci sosyalistler iktidarın adının geçtiği yerde tüyleri diken diken olan anarşist lafebelerinden farklı olarak, söz konusu olanın hangi sınıfın iktidarı olduğuna, hangi temeller üzerinde, hangi amaç için kurulduğuna bakarlar. Y. Türker’in Küba ve Castro’da hoşuna gitmeyen de budur. Ancak komünist toplumun getireceği bir özgürlüğün, abluka altındaki sosyalist Küba’da bulunmamasına fena halde içerleyen Y. Türker “ah bu muktedirler” diyerek açtığı toptancı çuvalın içine Fidel’i de atma pervasızlığını göstermiştir. “İktidar her yerde, hiyerarşi, otorite, baskı her an, her yerde yeniden üretiliyor”. Postmodernistlerin ağzına sakız olan bu ve benzeri cümleler, “kurtuluş nerede?” sorusuna bir türlü yanıt veremiyor elbette. “İktidar her yerde” deyip mücadeleyi “tahayyül” hayal- (sevdikleri bir kelime) etmekten öteye gidemeyenler, sonuçta bunalımlarıyla baş başa kalıyorlar. Engels’in “otorite üzerine” makalesinde bir bölümü hatırlayalım: “Bu baylar acaba bir devrim gördüler mi hiç? Devrim, kuşkusuz dünyanın en otoriter şeyidir; devrim, halkın bir bölümünün kendi iradesine, halkın öteki bölümlerine, top, tüfek, süngüyle otoriter araç olarak ne varsa hepsiyle, zorla kabul ettirdiği bir eylemdir; ve zafer kazanan yan, boş yere savaşmış olmak istemiyorsa, iktidarını, silahlarının gericilere saldığı korku ile elde tutmalıdır. Paris Komünü, burjuvalar karşısında, silahlı halkın bu otoritesinden yararlanmasaydı bir tek gün dayanabilir miydi? Tam tersine, Komün, bu otoriteyi yeterince kullanmadığı için kınanamaz mı? Öyleyse ikisinden biri: Ya otorite düşmanları ne dediklerini bilmiyorlar, dolayısıyla kafaları karıştırmaktan başka bir şey yapmıyorlar, ya da ne dediklerini biliyorlar, dolayısıyla proletarya hareketine ihanet ediyorlar. Her iki durumda da gericiliğe hizmet etmektedirler.”
Aslında kapitalizmden şikayetleri olmayan bu “anti-otoriter” “özgürlükçü”ler, kendi özgürlükleri kısıtlanmadığı sürece, ellerini uzattıklarında tüketecek zenginlik ve güzellik çeşitleri buldukları sürece sorun yaşamazlar. Kapitalizm, sadece eleştirilecek, muhalefet edilecek, düzeltilecek bir sistem olarak varlığını sürdürebilir. Oturdukları yerden popüler kültür çözümlemeleri yapmaya, postmodern zamanlara getirdikleri eleştirilerden ekmeklerini çıkarmaya devam edebilirler. Daha ötesi, değiştirmek gibi, yıkmak gibi, devrim gibi şeyler onların bünyesine yaramıyor.

Küba, Türkiye, Enternasyonalizm
Türkiye’de her dönem Küba’ya dönük bir ilgi, sempati olagelmiştir. Toplumun farklı kesimlerinden, farklı hareket noktalarıyla da olsa bu uzak adaya, Fidel’e, Che’ye sempatiyle bakılmıştır. İşin ilginci devletler arası ilişkilerde bile ciddi bir yakınlık söz konusudur. Zaman zaman devrimcilerin tepkisini çekecek kadar hem de. Devletin faşist niteliğine ilişkin, ya da savaşın en yoğun olduğu günlerde Mezopotamya’daki mücadele için bir şeyler söylemesi beklenen Kübalı yetkililer ve özellikle de Fidel, bu konuda suskun kalmayı, ya da diplomatik cevaplarla sorunu anlamazdan gelmeyi tercih edebilmiştir. Yaptıkları ziyaretlerde devletten devlete ilişkilerin ağırlığıyla hareket edip, Küba dayanışma gruplarıyla görüşmekle yetinen Fidel ve diğer yetkililer, kanımızca uluslararası konjonktürün ciddi anlamda belirlediği koşullardan dolayı, kendilerine dönük dayanışmacı bir enternasyonalizm çizgisini yaşatmaya çalışıyorlar. Küba’nın, emperyalizme karşı duruşları bulunan, “ulus-devlet” modelini benimseyen burjuva ve küçük-burjuva ulusal-demokratik hareketlerle, gruplarla, hükümetlerle yakın ilişki içinde olduğu gözleniyor. Türkiye’de de devrimci hareketler dışında en hareretli Küba dayanışmacılarının başını reformist solun, sosyal demokratların, ulus-devletçilerin, Kemalistlerin çektiğini görüyoruz. Bu yüzden Che’nin oğlu Camillo Guevara gelip, M. Kemal’in kendileri gibi emperyalizmi ülkeden nasıl kovduğundan, nasıl büyük bir devrimci, ulusal kurtuluşçu olduğundan söz ettiğinde, bu saydığımız Küba dostlarının alkış seslerine, devrimcilerin homurtuları eşlik etmiştir.
Bu duruma ikili bir yaklaşım getirmemiz mümkün. İlk olarak, Küba uzun yıllar süren emperyalist kuşatmanın ve konjonktürün etkisiyle nesnel olarak savunmacı, dayanışmacı bir enternasyonal çizgiye çekilmiştir. İkinci olarak da, Küba’nın emperyalizme boyun eğmeyen direnişinin ve sosyalizmde ısrarının dünya halklarının devrimci mücadelelerinde, önemli bir moral değeri, sembolü ifade etmesi nedeniyle enternasyonalist görevini yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Fidel bu konuda şunları söylüyor: “Unutmayalım ki, halklar mücadele edenleri, kendi kendisine ve kendi öz güçlerine güvenenleri daima takdir ederler. Bugün dünya devrimcilerinin düşlerine yapacağımız katkı, bu kararlılığımız olacaktır”. Bu saydığımız iki yönden birini ihmal ederek yapılacak değerlendirmeler, Küba’nın bugünkü gerçekliğine ya abartılı ya da küçümseyici yaklaşımların üretilmesine neden olacaktır ki, her ikisinin örnekleri de ülkemizdeki devrimci hareketler içinde mevcuttur. Küba’nın yeni devrimlere, yükselecek devrimci mücadelelere ihtiyacı vardır. Devrimci sosyalistlerin bakış açısı, böyle bir nesnelliğe, gerçekçiliğe dayanmaktadır.
Küba’ya, Fidel’e, Che’ye olan sempatilerin temelini, devrim üzerine kurmayanlar, onların gerçekleştirdiklerini, yarattıkları değerleri kendi ülkelerinde de yaratmak için mücadele etmeyenler, Küba’nın gerçek dostları olamazlar. Üstüne üstlük kendi ülkelerinde, bu mücadeleyi veren devrimcilere, uzaydan gelmiş muamelesi yapan, devrimcileri geçmişte yaşayan aşırı unsurlar olarak gönenlerin ikiyüzlülüklerini, korkaklıklarını yüzlerine vurmak zorundayız. Örneğin AB’ne giren Türkiye’nin demokratikleşeceğini, emeğin (!)Avrupa’sında yerini alacaklarını sananlara, Moncada baskının 50. yıldönümünde Fidel’in yaptığı konuşmayı hatırlatabiliriz. (AB, rejim muhalifi dediği karşı-devrimcilere tutumundan dolayı Küba’ya yaptırım uygulama, yardım programlarını askıya alma tehdidi yapınca, Fidel onursuz hiç bir yardımı kabul etmeyeceklerini tüm dünyaya ilan edip, Avrupa Birliği’nin ABD’nin Küba’ya gönderdiği bir Truva Atı rolü oynadığını söylemişti).
Son olarak; kimi Küba hayranları varsın Küba’daki eski binaları güzelleştirmek için ne kadar boyaya ihtiyaç olduğunu konuşadursunlar , devrimci sosyalistlerin kulaklarında Fidel’in sözü, 44 yıllık bir tarih içinden gelip söylendiği günkü canlılığıyla yankılanmaya devam ediyor: “Devrim Savaşçısı Olmayanlara Komünist Denmez!”.

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul