Yaşanmış bir geçmiş olarak tarihi,
güncel olarak ele almak istediğimizde -eğer tarihsel
olayların kronolojik bir sıralamasını vermek amacı
taşımıyorsak- öncelikle o olayların ifade ettiği
olguları ortaya koymamız gerekir. Bu da bir dizi
karmaşık olay örgüsünü sadeleştirerek, bu olayların
tarihte bıraktığı izleri, yarattığı olguları anlamamızla
mümkündür. Geleceği kurma, tarih yapma iddiasında
olanlar için geçmişi bilmenin ötesinde, onun nesnel-öznel
yanlarıyla ve tarihsel süreklilik içinde kavramak
daha büyük önem taşır. Bu nedenle “tarihten öğrenmek”ten
bahsettiğimizde bir tarihsel süreci ya da olayı,
bugüne taşıyıp bir “tekerrür” ilişkisi aramayı değil,
yapmakta olduğumuz tarihin üzerinde yükseldiği basamaklara
dair bir bilince ulaşmayı kastederiz. Küba Devrimi’ne
böyle bir perspektiften bakmaya çalışacağız.
Küba’nın Dünü
Küba Devrimi’nin gerçekleşmesini sağlayan kadroyu
harekete geçiren, devrimler ve sosyalizm zincirine
güçlü bir halka olarak Küba’yı ekleyenin “devrim
savaşçısı olmayanlara komünist denmez” sözünün
arkasında yatan bilinç olduğunu, en baştan söyleyebiliriz.
Emperyalizmin 3. Bunalım döneminin karakteristik
sömürgecilik ilişkisi olarak yeni-sömürgecilik,
emperyalist-kapitalist sistemin, 2. Paylaşım Savaşı
sonrasında dünya çapındaki tıkanıklığa karşı geliştirdiği
ekonomik düzenin yapıtaşını oluşturmuştur. Tüm
2. Bunalım Dönemi boyunca ulusal kurtuluş mücadelelerinin
başarıları ve bunların yer yer sosyalizme yönelen
emekleriyle zorlanan emperyalizm, geliştirdiği
yeni-sömürgecilik modeliyle aynı zamanda, ulusal
ve toplumsal kurtuluş mücadeleleriyle baş etmenin
yeri araç ve yöntemlerine kavuşmuş oluyordu. Halk
savaşlarının ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin
üzerinde yükseldiği ekonomik-siyasal ilişkilerin
yeniden düzenlenmesiyle geliştirilen yeni-sömürgecilik
ilişkileri, emperyalizme ve yerli işbirlikçisi
sınıflara karşı mücadelenin de yeni biçimler almasını
beraberinde getiriyordu. Nitekim yeni-sömürge
ülkelerde ekonomik, sınıfsal, siyasal, kültürel,
yapıdaki değişimler çelişkileri derinleştiriyor
ve emperyalizmin çözüm olarak elini attığı her
şeyin kendisi için soruna dönüşmesi süreci, yeni
bir boyutta yaşanmaya başlanıyordu. İşte Küba
Devrimi böyle bir süreçte, 3. Bunalım Dönemi ilişkiler
ve çelişkilerinin içinden doğan ve devrimci sosyalizmin
yeni-sömürgeciliğe karşı mücadelesinin karakteristik
özelliklerini ortaya koyan yapısıyla bir ilki,
bir başlangıcı ifade emiştir.
Küba Devrimi’nin gerçekleşmesiyle aynı dönemde
revizyonizm bataklığına saplanmış SBKP, “barış
içinde bir arada yaşama” teorisini ortaya atıyordu.
Emperyalizmle sosyalizmin yan yana yaşamalarının
mümkün olduğu iddiasından hareketle, dünya devrimi
perspektifiyle kapitalist sistemin yok edilmesinden
daha geri bir noktaya çekilen enternasyonalizmin
içi boşaltılmış oluyordu böylece. SBKP çizgisini
benimseyen resmi KP’ler “barış içinde bir arada
yaşama” teorisini kendi ülkelerinin burjuvazisiyle
barış içinde yaşama şeklinde uygulamaları nedeniyle
“devrimci” sıfatı taşımayan muhalefet partilerine
dönüştüler. Yine SBKP’nin “kapitalist olmayan
yoldan sosyalizme geçiş” revizyonist teorisi,
küçük-burjuva önderlikli ulusal hareketlere veya
kurulmuş devletlere verdiği destekle emperyalizme
mesafeli, ancak sosyalizmle buluşmayan örnekler
yaratmıştır. Daha sonra kendi burjuvazisi palazlanan
bu ülkelerin, “kapitalist yoldan kapitalizme”
yöneldikleri görülmüş ve emperyalizmin birer yeni-sömürgesi
haline dönüşmelerine engel olunamamıştır. Bu örneklerde
de enternasyonalizm sadece, Sovyetler Birliğinin
emperyalist güçlerle kurmuş olduğu dengelerin
korunmasının bir aracı olarak kullanılmıştır.
2. Paylaşım Savaşı sonrası kazandıkları mevzilerle,
kapitalizmin yaşam alanlarını daraltıp giderek
ortadan kaldırması gereken, emperyalizmin girdiği
3. Bunalım Dönemi’ne ve geliştirdiği yeni-sömürgecilik
yöntemlerine etkili yanıtlar üretmesi gereken
KP’lerin teori ve pratikleri bu nesnel gereklilikleri
karşılamaktan çok uzaktı.
Devrimci sosyalizmin bu tür tıkanma dönemlerinde
teorik-pratik sıçramalarla yolunu açtığı bilinen
bir gerçektir. İşte Kübalı devrimciler de kendi
göbeklerini kendileri kesip emperyalizmin 3. Bunalım
Dönemi’nde devrimci sosyalizmin çıtasını yükseltmeyi
başardılar. Bu başarı Küba’da devrim yapmış olmakla
sınırlı olmayan, tüm yeni-sömürgelerde etkileri
gözlenen bir zafere atılan imzayı ifade ediyordu.
Çok farklı ülkelerde birbirlerinden habersiz birçok
devrimci önderin, ortak tespitler ve mücadeleler
geliştirmesinin gözlenmesiyle 3. Bunalım Dönemi
Devrimcileri Kuşağı olarak da adlandırılan bu
önderler bağımsız marksizm-leninizm okumalarıyla
ve zaman-mekân olgularının ışığında ele aldıkları
devrimci sosyalizme, yeni-sömürgelerden yükselen
bir ivme kazandırmışlardı. En çarpıcı ve ilk örnek
olarak Küba’dan hareket edersek; devrimin önderleri,
devrimci-demokratizm çizgisinde başlattıkları
siyasal mücadelelerini, zamanla ML’i revizyonist
KP’nin tekelinden çıkararak Küba’da devrimci sosyalist
siyasal çizgiyi yaratmışlardır. Bütün bu gelişmeleri
özetleyen ve yazının başında sözünü ettiğimiz
tarihsel olguyu ortaya koyan Fidel’e kulak verelim:
“Bize göre, uluslararası komünist hareket her
şeyden önce komünistlerin, devrim savaşçılarının
hareketidir. Ve devrim savaşçısı olmayanlara komünist
denmez!”
Küba devrimi, ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesi
veren pek çok ülkedeki devrimci hareketleri sarstı.
Revizyonizmin elinde donuklaşan, solan sosyalizme
yeniden canlılık kazandırdı. Bunun bir etkisi
olarak, resmi KP’ler içide sol kanatların ortaya
çıkıp, yer yer de bu partilerden ayrıştığı gözlendi.
Küba Devrimi Kesintisiz Devrim çizgisiyle ulusal-demokratik
devrim aşamasından kesintisiz olarak sosyalizme
geçişin canlı bir örneğini yarattı. Emperyalist-kapitalizmin
bir dünya sistemi olmasından hareketle, emperyalizmin
dünya çapında yenilmesini önüne koyan, devrimci
savaşı tüm dünyaya yayma çağrısı yapan Küba Devrimi,
enternasyonalizm ruhunu yeniden canlandırmıştı.
“İki, üç daha fazla Vietnam!” şiarında ifadesini
bulan enternasyonalizm, kendi devrimi için savaşmanın,
dünyanın bir başka köşesinde mücadele eden halklarla
dayanışmak için en etkili biçim olduğundan hareket
ediyordu. Vietnam Devrimi özgülünde enternasyonalizm
anlayışını ortaya koyan Che şöyle diyordu: “Sorun
baskının kurbanına başarı dilemek değil, onun
kaderini paylaşmak, ona zafere ya da ölüme kadar
eşlik etmektir”. Che’nin bu sözleri Sovyetler
ve Çin’e dönük bir eleştiriyi de içeriyordu.
Che’nin devrimci bir enternasyonalizm anlayışına
yaptığı vurgular, enternasyonalizmden ısrarla
bir dünya devrimi perspektifiyle söz etmesi ve
revizyonizme getirdiği eleştiriler, onun revizyonistlerce
Troçkist olmakla suçlanmasına neden olmuştur.
Tıpkı silahlı mücadeleden öncü savaşı vb. tespitlerinden
ve Bolivya deneyiminden dolayı küçük-burjuva maceracısı,
fokocu gibi yakıştırmalara maruz kalması gibi.
Fidel’e nazaran daha çok Che’ye yapılan bu suçlamalar,
kuşkusuz onun devrimin ruhunu Küba dışındaki ülkelere
taşımakta aldığı etkin rol ile ilgilidir. Oysa
Che’nin bu pratiği, Fidel ile birlikte geliştirdikleri
ve savundukları enternasyonalizm anlayışının dışavurumundan
başka bir şey değildir. Kongo’da başarısızlığa
uğrayan çabalarını Bolivya’da sürdüren Che, Küba
Devrimi’nin temsil ettiği enternasyonalizm anlayışının
bayraktarlığını yapmıştır. Bu perspektifle Asya,
Afrika, L. Amerika’nın birbirine yakın anlayışlarla
devrimci mücadele yürüten örgütlerini birleştiren
enternasyonal bir örgütlenme oluşturulduğunu da
hatırlatmakta yarar var. Bu örgütlenmenin Tricontinantal
(üç Kıta) adlı bir de yayın organı bulunuyordu.
Küba Devrimi, nesnelliğe teslim olan bir anlayışla
değil, verili koşullar içinde o nesnelliği zorlamaya,
değiştirmeye dayanan bir anlayışla başarılmıştır.
Bu nedenle Küba Devrimi, devrimci iradenin, başka
bir deyişle öznel koşulların, devrimlerde daha
fazla önem kazanmasının bir ifadesi olmuştur.
Emperyalizm çağının marksizmi olarak da adlandırabileceğimiz
leninizmin Ekim devrimi ile ortaya koyduğu devrimci
iradecilik, emperyalizmin bunalımı derinleştikçe
her devrim dalgasında giderek artan bir önem kazanmıştır.
Öyle ki, sistemin yapısal krizinin devrimleri
doğurmaya yetmediği bir aşamaya gelindiğinde,
krizi derinleştiren iradi müdahale programatiğini
üretmek kaçınılmaz olmuştur. Bu anlamda Küba Devrimi,
Leninist iradeciliğin, yeni-sömürgelerdeki devrimci
mücadeleye özgü olarak geliştirilmesiyle gerçekleşmiştir
demek yanlış olmaz. İkinci Havana Deklarasyonunda
“her zaman bir devrim için tüm koşullar olgunlaşıncaya
kadar beklemek gerekmez, ayaklanmanın yönetimi
bu tür koşulları kendisi yaratabilir...” (aktaran
Che, askeri yazılar sf. 160) sözleriyle bu durumun
adı da konmuştur. Bekleme, erteleme, uzlaşma,
muhalefet etme “sosyalizmine” karşı devrimci sosyalizm,
emperyalizmin dünya halklarına yeni yöntemlerle
kan kusturduğu bir dönemde, sosyalistlerin önüne
devrim yapma görev ve çağrısını koymuştur. Ve
takvimler 1959 yılbaşına doğru yaklaşırken dağdaki
“sakallılar”ın zaferi kazanabileceklerine pek
kimselerin inanmadığı Küba’da devrim gerçeklemiştir.
Sonrasında Vietnam Devrimi ile birlikte ‘60’lı
ve ‘70’li yıllara damgasını vuran bir devrimci
dalganın fitili böylece ateşlenmiş oluyordu. Çok
geniş bir coğrafyada etkileri gözlenen, pratiğe
geçen bu devrim dalgası; ulusal ve toplumsal kurtuluş
mücadelelerinde yarattığı değerlere, kazandığı
mevzilere rağmen, esas olarak emperyalizmin, yapısal
krizini derinleştiren devrimlere karşı geliştirdiği
bir dizi programın zorlamasıyla ve ardından reel
sosyalizmin çöküş sürecine girmesiyle birlikte
sönümlenmiştir. Bugün devrimci yenilenme damarına
kan taşımayı önüne koyan devrimci sosyalizm, bu
döneme özgü devrimci deneyimleri bütünlüklü olarak
incelemelidir. Yeni dönemin ilişki ve çelişkilerine,
bu geçmişin birikimini arkalayarak yanıtlar üretme
zorunluluğu dikkate alınırsa söylemek istediğimiz
daha iyi anlaşılır. Ülkemizde M. Çayan yoldaşın
kesintisiz devrim broşürlerinde ifadesini bulan
ideolojik-politik çizgi, Küba Devrimi ile başlayan
bu ekolün içindedir ve devrimci sosyalizmin bu
topraklardaki programatik ifadesinin temelini
oluşturmaktadır.
Küba’da Enternasyonalizmin
Evrimi Üzerine Birkaç Not
Tricontinantal çizgisindeki parti ve örgütlerin
yenilgiye uğradığı, Che’nin Kongo ve Bolivya deneyimlerinin
başarısızlıkla sonuçlandığı koşullarda Küba’nın
enternasyonalizm anlayışından bir değişim yaşanmaya
başlamıştır. Devrimi ve etkilerini yayma anlayışından,
devrimi savunma anlayışına doğru bir içe kapanma,
gerileme sürecinden bahsedebiliriz. Bunu devrimci
enternasyonalizmden, dayanışmacı enternasyonalizme
doğru bir evrim olarak ifade etmek de mümkün.
Denilebilir ki, 1975’te faşist Güney Afrika’ya
karşı Kübalı gönüllülerin Angola devrimcileriyle
birlikte savaşmasının ardından enternasyonal dayanışma,
çeşitli ülkelere öğretmen, uzman, doktor, teknik
yardım, ilaç vb. göndermek gibi biçimlere dönüşmüştür.
L. Amerika’daki çeşitli devrimci hareketlerle
destek-yardım ilişkileri varolsa da, anlatmak
istediğimiz, devrimin ilk yıllarında, “iki, üç
daha fazla Vietnam” diyen devrimci enternasyonalizm
anlayışının biçim değiştirdiğidir. Bu Küba’nın
bir tercihi olmaktan çok, devrimci konjonktürdeki
duraklamanın geriye doğru evrilmesiyle ilgilidir.
Bugün Küba’da enternasyonalizm, sosyalizmin capcanlı
bir pratiğinin yaşandığı, emperyalizm karşısında
başeğmezliğiyle dünya halklarının gözünde simgeye
dönüşmüş bir ülkenin varlığının yarattığı moral
değerlerde cisimleşiyor.
Küba’nın Bugünü
Devrimden bu yana geçen 44 yıl. Bunca yıl neler
yaşamadı ki Küba halkı? Domuzlar Körfezi’ne çıkarma
yapan ABD beslemesi güçleri püskürttü. SSCB’nin
adaya yerleştireceği nükleer füzelerin açığa çıkmasıyla
Füze Krizi’ni yaşadı. Suikastler, sabotajlar gördü.
Ekonomik abluka altında ambargolar yaşadı, hala
da yaşamaya devam ediyor. Ve 44 yıldır devrimin
ruhunu yaşatmasını, emperyalizme boyun eğmemeyi,
sosyalizm bayrağını hep yükseklerde tutmayı başardı
Küba. Reel sosyalizmin yıkılışıyla birlikte katlanarak
artan ekonomik sıkıntılara karşı, devrimin yarattığı
“sosyalist yeni insan” anlayışıyla direnmeye devam
ediyor Küba. Ve dünya halkları 44 yıl boyunca
bu onurlu insanların ülkesiyle dayanışmalarını,
desteklerini hiç eksik etmediler. Bütün bunlar
yıllardır yazılıp çizilip, söyleniyor. Burjuva
basın bile bu olguları göz ardı edemiyor. Bu nedenle
Küba’nın bugününü ele alırken, konuyu bir yıldönümü
güzellemesinden daha farklı bağlamlara taşımak
istiyoruz.
Küba’nın ağırlıklı olarak sosyalist blok ülkeleriyle
yaptığı ticarete ve şeker üretimine dayalı ekonomik
yapısı, 90’lı yıllarla birlikte ciddi sıkıntılar
yaşamaya başlamıştı. Reel sosyalizmin yıkılışının
yarattığı ekonomik sıkıntıları aşmak için çeşitli
kararlar alındı. Yabancı sermayenin ülkeye girişine
(özellikle turizm sektörüne) ve küçük ölçekli
özel mülkiyete izin vermek gibi riskli kararlardı
bunlar. Birebir karşılaştırmak doğru olmasa da,
Sovyet Rusya’da Lenin tarafından kapitalizme tavizler
vermek pahasına uygulanan NEP döneminin işlevine
benzer bir ekonomik süreç yaşanmaktadır Küba’da.
Egemen sınıf olarak örgütlenen proletaryanın devleti
sosyalist devlettir. “Proletarya, devleti genel
olarak “eşitlik ve özgürlük” için değil, “egemen
sınıf” haline gelmek için, toplumsal eşitsizlikleri
ortadan kaldırmak için, bunun için burjuvazinin
bütün girişimlerini bastırmak için kullanır.”
(Devlet üzerine notlar, S. Barikat, S:4, Sf:28).
Buradan da anlaşılacağı gibi, Küba’da sınırlı
ve kontrollü de olsa proletarya diktatörlüğünün
işlevine ters uygulamalar söz konusudur. Bunun
özel bir durum, dönemsel bir zorunluluk olması
ayrı bir konudur. Biz, bugünkü Küba’nın sorunlarını
tartışırken, bu sorunların nesnel temellerini
ve teorik boyutunu da ele almak durumundayız.
Kapitalist sistem tarafından kuşatılmasının dışında,
Küba’da kapitalizm-sosyalizm çatışmasının nüveleri
de görülmektedir. Sosyalist Küba’nın içinde kapitalizm
tüm albenisiyle dolaşmakta, Kübalıların bir kısmında
emperyalist propagandaya açık kapı bırakan bir
tüketim ruhu, dolar bazında yayılmaktadır. Bunun
sosyal-kültürel yaşamda ciddi yansımaları olmaktadır.
Kuşkusuz devrim hala ölmemiş, sosyalizm bayrağı
indirilmemiştir. KKP aldığı her kararı halkla
açıkça paylaşıp sorunları halkın, zorlu mücadeleleri
içinde oluşan bilincine dayanarak aşmaya çalışmaktadır.
Yani Küba halkı yaşadığı sıkıntıların nedenlerinin
ve bu sıkıntıları aşmak için uygulanan politikaların
içerdiği risklerin bizden daha fazla farkındadır.
Kübalıların kendilerinin çizmediği pembe tabloyu
bizim çizmemizin gereği yoktur. Halkın yukarıda
saydığımız riskli politikalara tepkileri olmuş,
kararların uygulanmasında dirençle karşılaşıldığı
bile gözlenmiştir.
Sözünü ettiğimiz risklerin dengelenmesi için alınan
önlemler olmasına rağmen, son zamanlarda Küba
izlenimlerini aktaran sosyalistlerin bile ifade
ettiği çarpıklıklara tanık olmaktayız. Doların
günlük yaşamda artan ağırlığı, fuhuşun yaygınlık
göstermesi, bürokrasinin gelişmesine ilişkin gözlemler,
siyah-melez ve beyaz nüfusun yaşam alanlarında
ayrışmaların gözlenmesi vb. izlenimleri sol basından
da okumaktayız. Başka bir örnek verelim. D. Proletarya’nın
10. sayısında, İstanbul’da düzenlenen Dünya Felsefe
Kongresi’nde Kübalı katılımcının, kendisine Küba’da
sosyalizmin durumu üzerine yöneltilen sorulara
“zorlu bir dönüşüm (geçiş) süreci var” şeklinde
yanıt verdiğini, “nereye, sosyalizme mi, kapitalizme
mi...” diye ısrar edilince, ağlamaklı ve ancak
duyulur bir sesle “kapitalizme” dediğini okuyoruz.
Bu örnek tek başına bir anlam ifade etmiyor ve
abartıyor da değiliz. Ancak devrimin üzerinden
44 yıl bile geçmiş olsa, kapitalizmle sosyalizmin
mücadelesinin bitmemiş olduğunun altını çizmek
açısından önemsiyoruz. Ayrıca Küba’daki gerçekliği
olabildiğince geniş bir çerçeveden ele almamız,
Küba’ya karşı enternasyonal görevlerimizi tanımlamamız
açısından da önemlidir.
Diktatörlük, Demokrasi
ve Kendini Savunan Devrim
Küba’nın boğuştuğu risklerden bahsetmişken, bunun
bir yansıması olarak son zamanlarda yaygınlaşan
“Küba’da diktatörlük olduğu, demokrasinin bulunmadığı”
şeklindeki iddialara da değinelim. Emperyalist
propaganda merkezleri olan “düşünce kuruluşları”
tarafından pompalanan bu iddialar, siyasal boyutta
ABD’nin emperyalist saldırganlığına dayanak yaptığı
“şer ekseni” içinde Küba’yı da saymasına dayanmaktadır.
Biz şimdi dolaşımdaki haliyle şu meşhur “diktatörlük”
konusuna girmekle yetinelim. Geçtiğimiz aylarda
Radikal gazetesinde yayınlanan Küba ile ilgili
yazı dizisine Gündüz Vassaf’ın attığı başlıklardan
birine bakalım: “Küba: Hem demokrasi, hem diktatörlük”.
Yazar, bu başlıkla bilmeden gerçeği ifade ediyor
aslında. Az önce yaptığımız alıntıda da belirtildiği
gibi, proletaryanın iktidarı almış olması, devletin
proletarya diktatörlüğü şeklinde örgütlenmesi
demektir. Ve burjuvazi, üretim ilişkileri içinde
yaşayan somut bir sınıfsal varlık göstermese dahi
onun kendini gösterebileceği her alanda, proletarya
diktatörlük uygular. Proletaryanın diktatörlüğü
burjuvaziye, burjuva-kapitalist gelişime göz açtırmamak
esasına dayanır. Proletarya demokrasisi de, uygulamaktan
bir an bile vazgeçemeyeceği bu diktatörlüğün üzerinde
yükselir. “Ancak, proletaryanın elinde devlet
ilk kez, çoğunluk için demokrasi, azınlık için
diktatörlük niteliğine kavuşur; proletarya demokrasisi
budur ve burjuva demokrasisinden kat be kat demokratiktir.
(...) Proletaryanın elinde devlet, burjuva demokratik
cumhuriyetten kat be kat demokratik ve özgürlükçü
olan proletarya diktatörlüğü, esas olarak, özgürlük
için değil, burjuvazinin direncini kırmak için
vardır” (Devlet Üzerine Notlar, sf. 30). Ülkemizde
de gösterime giren Comandante belgeselinde Fidel’in
“diktatörlük” konusunda sorulara yanıt verirken
anlattıkları da bundan farklı değildir.
(Bir parantez açarak reel sosyalizmin proletarya
diktatörlüğü ve proletarya demokrasisine ilişkin
yaklaşımına değinelim. Reel sosyalizmin yıkılışının
başlıca nedenlerinden biri de, burjuvaziye diktatörlük
uygulamakta ve proletarya demokrasisini geliştirmekte
başarısız olan politikalarıdır. Reel sosyalist
ülkelerde, yaratılan onca değere rağmen kapitalizmin
bu kadar hızlı ve yaygın olarak hortlaması da
bununla açıklanabilir.)
Şimdi Küba’ya dönük “diktatörlük, totaliter rejim”
yaygaralarının nedeni daha iyi anlaşılıyor. Yaygaracıların
demokrasiden anladıkları burjuva demokrasisidir,
burjuva gelişime özgürlük tanınmasıdır. En iyi
halde, çeşitli sorunları olsa da burjuva demokrasisine
“kötünün iyisi” mantığıyla övgüler düzerler. Yakın
zamanda ısrarla “rejime muhalif, gazeteci” gibi
kimliklerle tanıtılmak istenen, ancak açığa çıkarılan
faaliyetleriyle birer karşı-devrimciden başka
bir şey olmayan insanların yargılanıp cezalandırılmasından
ve gemi kaçırarak içindeki insanları silah zoruyla
ABD’ye götürmeye çalışan bir çeteye idam cezası
verilmesinden sonra “diktatörlük” çığlıkları atarak
Küba’yı protesto edenlerin sayısı artmıştır. Dünyaca
ünlü aydın ve sanatçıların da içinde yer aldığı
bu koro, bir devrimin, sosyalizmin ve onurun adası
olan Küba’nın, kendi varlığını koruduğunu, kendini
savunduğunu aklına bile getirmiyor elbette. Çünkü
beyinleri dizginsiz emperyalist saldırganlığın
tehditi altında bile burjuva demokrasisi hayallerine
inanacak kadar çürümüştür. Sınıf kavramından bağımsız
bir demokrasi tanımı olamayacağı bilmezler. Böylece
ezberlerindeki, “aydın tarafsız olur” cümlesi,
hayatın içinde onları alır, emperyalizmin propagandacılarıyla
aynı safta buluşturur.
Bir “Özgürlükçü”nün Hezeyanları
ve Sosyalist Devlet Üzerine
Son zamanlarda oligarşinin basınında, Küba’ya
uygulanan emperyalist kuşatmanın, devrimin hangi
şartlarda uyakta kaldığının vb. kendileri için
önem taşımadığını açıklayan, duymaktan sıkıldıkları
bu “mazeret”lerin muhaliflerin(!) idam edilmesini,
insan haklarının hiçe sayılmasını (!) haklı çıkaramayacağını
söyleyerek Castro’ya veryansın eden yazılara da
rastlar olduk. Bunlardan bir örneği incelemekte
fayda var. Faşist katillerin portrelerini sakınmasız
bir dille açığa vurmasıyla, post-modern kültürün
bayağılığını, toplumda yarattığı çürümeyi gözler
önüne sermesiyle, devlet terörünün kurbanlarının,
ezilenlerin “öteki”nin sesini duyurmasıyla vs.
vs. tanınan Radikal’in keskin kalemi Yıldırım
Türker’den söz ediyoruz.
Comandante belgeselini izledikten sonra bir Castro
yazısı döşenmiş ki yazar, akıllara seza. Belgeselin
bir yerinde eşcinsel ve fahişelerden bahsedilirken
Castro’nun yüzünde bir gülümseme görmüş ve rahatsız
olmuş Y. Türker. O koca devrimci, Oliver Stone
ile oturup maço erkekler gibi sohbet ediyormuş.
Zaten devrimciliği de devrimi yaptıktan sonra
bitmiş Castro’nun. Çünkü iktidar olunduğu andan
itibaren devrimci kalmak mümkün değilmiş. Che,
bunu anlayıp yeni devrimlere koşmuş ve bu yüzden
Che sonsuza kadar devrimci kalacakmış. Proletarya
diktatörlüğü diye bir iktidar tarzını kavrayabilecek
sınıf bilincine sahip olmadığı için “iktidar”
dendiğinde Fidel’den başkasını göremeyen de bu
beklenirdi zaten.ü Yutmuyorum, diyor, Y. Türker,
beni ABD kuşatmasıyla falan kandıramazsınız; Castro
da bir diktatör işte (ya da yazarın sevdiği ifadeyle,
iktidar sahibi anlamında “muktedir”), Küba’da
özgürlük yok, insan hakları yok. Devrimin hayalleri
40 yıl sonra suya düşmüş, devrim için ölenlerin
kemikleri sızlıyormuş. O kıvrak kalemiyle, oligarşinin
basınında kendisine açılan köşeden bunları ve
daha fazlasını anlatıyor yazar. En çarpıcı lafını
da yazısının sonlarına doğru söylüyor. Yerli faşistlerin
ağzından duymaya alışık olduğumuz “ya sev ya terket”i
Küba’da da geçerli bir mantıkmış gibi sunma cesaretini
gösteriyor. İşin ilginci, askerlerin tecavüzüne
uğrayan bir kadınla ilgili yazdığı yazıdan sonra,
Ertuğrul Özkök tarafından “bölücü örgütün Goebbels’i”
(Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’e atfen)
olmakla suçlandıktan sonra yazıyor bu Castro yazısını.
“Bölücü örgütün propagandacısı” ithamı ağır mı
gelmiştir, Castro yazısı bir korkunun ifadesi
midir, yoksa “Goebbels” olmakla suçlandıktan sonra
yazılması bir tesadüf müdür? bilemeyiz, günahı
yazanın boynuna. Bizim tek bildiğimiz iğrenerek
baktığı emperyalizmden, kapitalizmden, faşizmden,
postmodernizmden vb. anarşist özgürlük kuramlarını,
Foucault’u, Adorno’yu okuyarak kurtulamayacağıdır.
Ama sanırız bu saatten sonra Y. Türker’e bir şey
anlatmamızın gereği yok. Burada genel bir bilgi
olarak ML devlet kuramından bahsedersek daha faydalı
bir iş yapmış oluruz.
Bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı ve
zor aygıtı olarak tanımlanan devlet kavramı, sınıflı
toplumlara özgüdür. Kapitalizmden, sınıfsız, sömürüsüz
ve devletsiz bir toplum olan komünizme geçiş döneminin
de bir devleti vardır, bu da sosyalist devlettir.
Proletarya diktatörlüğünden başka bir anlama gelmeyen
sosyalist devlet, bir zor aygıtı olarak örgütlenir.
Kapitalist devlet biçimleri gibi “sınıflar üstü”
olduğunu iddia etmeyen sosyalist devlet, proletaryanın
burjuva ilişkilere üretimden, kültüre kadar hiçbir
alanda fırsat vermemesini ifade eder. Ta ki toplumsal
dönüşümün sağlanarak, kapitalist sistemin kuşatması
ortadan kalkana kadar sosyalist devlet varlığını
sürdürür. Sosyalist devlet, komünizm hedefine
ulaşma süreci içinde, toplumun devlet örgütlenmesine
duyduğu ihtiyacın azalması oranında sönümlenen
ve bu nedenle bilinen anlamda devlet olmayan devlettir.
“Devlet, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki
baskı aygıtıdır, sınıf egemenliğinin en önemli
aracıdır. Ancak sınıflar ortadan kalktığı zaman
bir baskı aygıtı olarak devlete ihtiyaç kalmaz.
Bu süreç, proletaryanın elinde, “egemen sınıf
olarak örgütlenen” proletaryanın, kendi varlık
koşullarına yönelmesiyle tamamlanır, “ortadan
kaldırılmaz” söner” (agy. sf:30).
Kapitalist devlet biçimlerine karşı mücadele eden
sosyalistler elbette, siyasal bir mücadele yürütürler
ve siyasal mücadelenin amacı -mevcut devlet aygıtını
parçalayıp- iktidarı almaktır. Sınıfsız, sömürüsüz,
hiçbir iktidarın bulunmadığı, kelimenin mutlak
anlamıyla özgür topluma ulaşmanın yolu iktidarın
alındığı bir aşamadan geçer. “Elbette bu süreç,
aynı zamanda, bir sınıf egemenliği olan demokrasiden,
tam demokrasiye geçiş sürecidir. Yani, gerçek
demokrasi, tam demokrasi, ancak tam sosyalizmde/komünizmde
mümkündür.”... Fakat bu sadece, demokrasinin de
bir devlet olduğunu ve böylece devlet ortadan
yok olunca demokrasinin de ortadan yok olacağını
düşünmemiş olanlar için “anlaşılmaz”dır. Burjuva
devletini, ancak devrim “ortadan kaldırabilir”.
Genel olarak devlet, yani tam demokrasi, sadece
“sönüp gidebilir”...”(Lenin, S. Eserler-7, sf:30).
Devlet ve özgürlük kavramları birbirini dıştalar;
bu biliniyor. Engels, “özgür halk devleti” revizyonist
tezlerine karşı mücadele etmiştir. “Bir devlet
varolduğu sürece, özgürlük yoktur. Özgürlük olacağı
zaman devlet olmayacaktır” (Lenin S. Eserler-7
Sf:102)” (agy, sf:30)
Devrimci sosyalistler iktidarın adının geçtiği
yerde tüyleri diken diken olan anarşist lafebelerinden
farklı olarak, söz konusu olanın hangi sınıfın
iktidarı olduğuna, hangi temeller üzerinde, hangi
amaç için kurulduğuna bakarlar. Y. Türker’in Küba
ve Castro’da hoşuna gitmeyen de budur. Ancak komünist
toplumun getireceği bir özgürlüğün, abluka altındaki
sosyalist Küba’da bulunmamasına fena halde içerleyen
Y. Türker “ah bu muktedirler” diyerek açtığı toptancı
çuvalın içine Fidel’i de atma pervasızlığını göstermiştir.
“İktidar her yerde, hiyerarşi, otorite, baskı
her an, her yerde yeniden üretiliyor”. Postmodernistlerin
ağzına sakız olan bu ve benzeri cümleler, “kurtuluş
nerede?” sorusuna bir türlü yanıt veremiyor elbette.
“İktidar her yerde” deyip mücadeleyi “tahayyül”
hayal- (sevdikleri bir kelime) etmekten öteye
gidemeyenler, sonuçta bunalımlarıyla baş başa
kalıyorlar. Engels’in “otorite üzerine” makalesinde
bir bölümü hatırlayalım: “Bu baylar acaba bir
devrim gördüler mi hiç? Devrim, kuşkusuz dünyanın
en otoriter şeyidir; devrim, halkın bir bölümünün
kendi iradesine, halkın öteki bölümlerine, top,
tüfek, süngüyle otoriter araç olarak ne varsa
hepsiyle, zorla kabul ettirdiği bir eylemdir;
ve zafer kazanan yan, boş yere savaşmış olmak
istemiyorsa, iktidarını, silahlarının gericilere
saldığı korku ile elde tutmalıdır. Paris Komünü,
burjuvalar karşısında, silahlı halkın bu otoritesinden
yararlanmasaydı bir tek gün dayanabilir miydi?
Tam tersine, Komün, bu otoriteyi yeterince kullanmadığı
için kınanamaz mı? Öyleyse ikisinden biri: Ya
otorite düşmanları ne dediklerini bilmiyorlar,
dolayısıyla kafaları karıştırmaktan başka bir
şey yapmıyorlar, ya da ne dediklerini biliyorlar,
dolayısıyla proletarya hareketine ihanet ediyorlar.
Her iki durumda da gericiliğe hizmet etmektedirler.”
Aslında kapitalizmden şikayetleri olmayan bu “anti-otoriter”
“özgürlükçü”ler, kendi özgürlükleri kısıtlanmadığı
sürece, ellerini uzattıklarında tüketecek zenginlik
ve güzellik çeşitleri buldukları sürece sorun
yaşamazlar. Kapitalizm, sadece eleştirilecek,
muhalefet edilecek, düzeltilecek bir sistem olarak
varlığını sürdürebilir. Oturdukları yerden popüler
kültür çözümlemeleri yapmaya, postmodern zamanlara
getirdikleri eleştirilerden ekmeklerini çıkarmaya
devam edebilirler. Daha ötesi, değiştirmek gibi,
yıkmak gibi, devrim gibi şeyler onların bünyesine
yaramıyor.
Küba, Türkiye, Enternasyonalizm
Türkiye’de her dönem Küba’ya dönük bir ilgi, sempati
olagelmiştir. Toplumun farklı kesimlerinden, farklı
hareket noktalarıyla da olsa bu uzak adaya, Fidel’e,
Che’ye sempatiyle bakılmıştır. İşin ilginci devletler
arası ilişkilerde bile ciddi bir yakınlık söz
konusudur. Zaman zaman devrimcilerin tepkisini
çekecek kadar hem de. Devletin faşist niteliğine
ilişkin, ya da savaşın en yoğun olduğu günlerde
Mezopotamya’daki mücadele için bir şeyler söylemesi
beklenen Kübalı yetkililer ve özellikle de Fidel,
bu konuda suskun kalmayı, ya da diplomatik cevaplarla
sorunu anlamazdan gelmeyi tercih edebilmiştir.
Yaptıkları ziyaretlerde devletten devlete ilişkilerin
ağırlığıyla hareket edip, Küba dayanışma gruplarıyla
görüşmekle yetinen Fidel ve diğer yetkililer,
kanımızca uluslararası konjonktürün ciddi anlamda
belirlediği koşullardan dolayı, kendilerine dönük
dayanışmacı bir enternasyonalizm çizgisini yaşatmaya
çalışıyorlar. Küba’nın, emperyalizme karşı duruşları
bulunan, “ulus-devlet” modelini benimseyen burjuva
ve küçük-burjuva ulusal-demokratik hareketlerle,
gruplarla, hükümetlerle yakın ilişki içinde olduğu
gözleniyor. Türkiye’de de devrimci hareketler
dışında en hareretli Küba dayanışmacılarının başını
reformist solun, sosyal demokratların, ulus-devletçilerin,
Kemalistlerin çektiğini görüyoruz. Bu yüzden Che’nin
oğlu Camillo Guevara gelip, M. Kemal’in kendileri
gibi emperyalizmi ülkeden nasıl kovduğundan, nasıl
büyük bir devrimci, ulusal kurtuluşçu olduğundan
söz ettiğinde, bu saydığımız Küba dostlarının
alkış seslerine, devrimcilerin homurtuları eşlik
etmiştir.
Bu duruma ikili bir yaklaşım getirmemiz mümkün.
İlk olarak, Küba uzun yıllar süren emperyalist
kuşatmanın ve konjonktürün etkisiyle nesnel olarak
savunmacı, dayanışmacı bir enternasyonal çizgiye
çekilmiştir. İkinci olarak da, Küba’nın emperyalizme
boyun eğmeyen direnişinin ve sosyalizmde ısrarının
dünya halklarının devrimci mücadelelerinde, önemli
bir moral değeri, sembolü ifade etmesi nedeniyle
enternasyonalist görevini yerine getirdiğini söyleyebiliriz.
Fidel bu konuda şunları söylüyor: “Unutmayalım
ki, halklar mücadele edenleri, kendi kendisine
ve kendi öz güçlerine güvenenleri daima takdir
ederler. Bugün dünya devrimcilerinin düşlerine
yapacağımız katkı, bu kararlılığımız olacaktır”.
Bu saydığımız iki yönden birini ihmal ederek yapılacak
değerlendirmeler, Küba’nın bugünkü gerçekliğine
ya abartılı ya da küçümseyici yaklaşımların üretilmesine
neden olacaktır ki, her ikisinin örnekleri de
ülkemizdeki devrimci hareketler içinde mevcuttur.
Küba’nın yeni devrimlere, yükselecek devrimci
mücadelelere ihtiyacı vardır. Devrimci sosyalistlerin
bakış açısı, böyle bir nesnelliğe, gerçekçiliğe
dayanmaktadır.
Küba’ya, Fidel’e, Che’ye olan sempatilerin temelini,
devrim üzerine kurmayanlar, onların gerçekleştirdiklerini,
yarattıkları değerleri kendi ülkelerinde de yaratmak
için mücadele etmeyenler, Küba’nın gerçek dostları
olamazlar. Üstüne üstlük kendi ülkelerinde, bu
mücadeleyi veren devrimcilere, uzaydan gelmiş
muamelesi yapan, devrimcileri geçmişte yaşayan
aşırı unsurlar olarak gönenlerin ikiyüzlülüklerini,
korkaklıklarını yüzlerine vurmak zorundayız. Örneğin
AB’ne giren Türkiye’nin demokratikleşeceğini,
emeğin (!)Avrupa’sında yerini alacaklarını sananlara,
Moncada baskının 50. yıldönümünde Fidel’in yaptığı
konuşmayı hatırlatabiliriz. (AB, rejim muhalifi
dediği karşı-devrimcilere tutumundan dolayı Küba’ya
yaptırım uygulama, yardım programlarını askıya
alma tehdidi yapınca, Fidel onursuz hiç bir yardımı
kabul etmeyeceklerini tüm dünyaya ilan edip, Avrupa
Birliği’nin ABD’nin Küba’ya gönderdiği bir Truva
Atı rolü oynadığını söylemişti).
Son olarak; kimi Küba hayranları varsın Küba’daki
eski binaları güzelleştirmek için ne kadar boyaya
ihtiyaç olduğunu konuşadursunlar , devrimci sosyalistlerin
kulaklarında Fidel’in sözü, 44 yıllık bir tarih
içinden gelip söylendiği günkü canlılığıyla yankılanmaya
devam ediyor: “Devrim Savaşçısı Olmayanlara Komünist
Denmez!”.
|