Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

M. Seyhan

Dünyanın Yeniden
Biçimlendirilmesi ve Sistem
Karşıtı Güçler ile Devrimci
Hareketler

1990’ların başında böylesi bir başlığı altını doldurabilmek herhalde oldukça zahmetli bir iş olurdu. Zaten o dönemin yazınına bakıldığında bu noktada söylenenler daha çok dilek ve temennileri içermektedir. Reel sosyalizmin çöküşü ve devrimci güçlerin gerilemesi ile birlikte tüm dünyada zafer ve ilerleme naraları atan, dünya çapında siyasal atmosfere egemen olan ve dünyayı biçimlendirmede tek irade olarak kendilerini ilan eden emperyalistler, devrimci ve sol güçlerin geçici gerilmesi koşullarında elbette ortalama insana pek de haksız görünmüyorlardı.
2000’lerin dünyası ise önemli ölçüde farklılaşmış bir tablo sunmaktadır. Emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadele oldukça çeşitlilik gösteren muhalif özneler tarafından giderek daha da etkinleşerek gelişiyor. İlk büyük karşı koyuşu gerçekleştiren EZLN’nin 1994 çıkışını, yeni mücadeleler izledi. Özellikle 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren hem silahlı karşı koyuşlar, hem de açık kitlesel mücadeleler bağlamında yeni bir dalganın habercisi olan mücadeleler gelişiyor. Bu mücadeleleri hesaba katmayan ve uluslararası durumu ve emperyalist-kapitalist sistemin gelişim seyrini, salt sistem içi dinamikler üzerinden değerlendiren yaklaşımların doğru sonuçlar çıkarması ve devrimci mücadeleye ışık tutacak veriler sunması mümkün değildir. Bu mücadelelerin şu andaki kitlesel düzeyi, etki gücü ve devrimci dinamikleri ne olursa olsun, hem sistemin aktörlerinin tutumları üzerinde giderek artan bir etki gücüne sahiptirler, hem de gelecekteki büyük devrimci mücadelelerin zeminleri açısından oldukça önemli veriler, olanaklar sunmaktalar. Bu nedenle bir uluslararası durum değerlendirmesi, emperyalist yeniden paylaşım değerlendirmesi bu mücadeleleri hesaba katmak zorundadır.
Günümüzde bu mücadeleleri esas olarak üç ana başlık altında toparlayabilmek mümkün.
İlk olarak günümüzde gazete manşetlerinde inmek bilmeyen silahlı eylemler yürüten radikal islamcı muhalif hareketlerden başlayabiliriz. Çıkış noktaları oldukça şaibeli olan ve daha çok anti-Amerikancı özellikler gösteren bu hareketler emperyalist-kapitalist güçlerin yeniden paylaşım kurgusu içinde başlıca paylaşım alanı olan Ortadoğu’da gelişiyorlar. Yağmalanan Ortadoğu ülkelerindeki orta sınıfların önderlik ettiği bu hareketler dibe doğru itilen, konumları sürekli biçimde kötüleşen sınıf ve tabakaların da desteğini almaktalar. Geleneksel fikirlerin bütün ülkelerdeki taşıyıcısı olan orta sınıfların isyanının Ortadoğu’da tarihsel-geleneksel düşünme zemini olan ve sınıflı toplum yapısını meşru gören İslam’a dayanması da oldukça normaldir.
Güçlü bir devrimci hareketin yokluğu koşullarında bu güçler sistem karşıtı tepkilerin önemli bir bölümünü bağrında toplayabilmektedir. Ancak bu hareketlerin sistem karşıtı duruşunun sınırı anti-Amerikancılıktır. Yaşanan yoksullaşmanın, başta Filistin olmak üzere Arap halklarının ezilmesinin, horlanmasının kaynağı olarak ABD görülmektedir. Orta sınıflar oldukça güçlü bir burjuva sınıf bilinciyle genel bir anti-emperyalist ve daha da ötesi anti-kapitalist duruş göstermekten kaçınmaktadırlar. Bu yapıları ile bu hareketler ne insanlığı tümüne dönük evrensel, ne de Ortadoğu’ya dönük bölgesel çapta bir kurtuluş projesi sunabilmektedirler.
Anti-Amerikancılıklarının sistem içinde neyi ifade ettiği de açık değildir. Amerika’ya karşısın tamam, peki nasıl bir uluslararası ilişkiler sistemi istiyorsun? Sorusu karşısında yanıtları yoktur. Tam da bu noktada işin içine İslam’ın yanı sıra Arap milliyetçiliğinin değişik tonları karışmaktadır.
Kısacası bu hareketler en az gerçekleştirdikleri eylemler kadar büyük bir düşünce karmaşası ve boşluğu içinde hareket ediyorlar. Askeri eylem hedefi olarak sık sık herhangi bir biçimde emperyalist saldırganlığın aracı olmamış sivilleri seçmek noktasında hiçbir kaygı taşımamaktalar. Tutumlarını belirleyen başlıca faktör belli bir programatik düşünceden çok, ezilmişliğin ve horlanmanın başlıca kaynağı olan ABD emperyalizmine karşı nihilist protestoculuktur. Ancak eylemlerinin nihilist protestoculuk olarak gelişmesi hiçbir biçimde bu hareketlerin oynadıkları ve oynayacakların rolün küçümsenmesi sonucunu doğurmamalıdır. 11 Eylül örneğinde görüldüğü gibi, yaptıkları sarsıcı eylemlerle emperyalistlerin dünya planları üzerinde önemli etkiler yaratmışlar, yeniden paylaşım sürecini hızlandırıcı bir rol oynamışlardır.
Ezilenler cephesinde ise ABD emperyalizminin güçlü ve her şeye kadir imajını sarsmışlardır. Bu eylemler bir yandan ABD emperyalizminin özellikle Ortadoğu’da hareket kabiliyetini daraltırken, diğer yandan ABD’nin geliştirdiği emperyalist saldırı senaryolarına özellikle sivillere yapılan saldırılar üzerinden belli bir meşruluk kazandırmasına olanak sağlamaktadır. Ancak her halükarda, bu eylemlerin ABD emperyalizminin konumunu sarstığını, yeniden paylaşımın merkezi alanı Ortadoğu’da işlerini zora soktuğu açıktır. Öte yandan, bu hareketlerin bir diğer özelliği oldukça saldırgan bir anti-komünist yapıya sahip olmalarıdır. Önderlerinin önemli bir bölümü (başta Usame Bin Ladin olmak üzere) 1980’li yıllarda esas olarak anti-komünist savaş için yetiştirilmiş gerici unsurlardan oluşmaktadır. Bu hareketler bütün bu özellikleriyle esas olarak sistem karşıtı ilerici bir dinamik taşımaktan uzaktırlar.
Bu hareketlerin, Ortadoğu’da güçlü bir devrim hareketi gelişinceye değin sistem karşıtı kesimler içinde destek bulmaları, bu kesimlerin emperyalizme karşı öfkesinin nihilist (ancak ABD emperyalizminin hareket alanlarını daraltan) ifadesi olarak varlıklarını sürdürmeleri mümkün ve doğal olacaktır. Bu hareketlerin dünya çapında gelişen anti-emperyalist mücadelelerin bir bileşeni haline gelmesi oldukça güç görünmektedir.
1990 sonrası sistem karşıtı mücadelelerin en önemli damarlarından biri küreselleşme karşıtı eylemler ve uluslararası çapta örgütlenen gruplar oluşturuyor. Emperyalist-kapitalist neoliberal politikaların, siyasal ve askeri saldırganlığın yarattığı, artık emperyalist ülkelerde de ciddi biçimde hissedilen yıkıma karşı, başta emperyalist ülkeler olmak üzere tüm dünyada gelişerek kitlesel açık eylemlere dönüşen mücadeleler özellikle 1990’ların sonundan itibaren tüm dünyada güçlü bir etki ve meşruiyet kazanmış durumda. İlk kez 1999 Seattle’daki büyük direnişle dünya kamuoyunun gündemine güçlü biçimde giren küreselleşme karşıtı mücadele ve gruplar, o günden bu yana pek çok büyük ve gündem oluşturan etkili mücadeleler örgütlediler.
Bu eylemleri örgütleyen güçlerin önemli bir bölümü 1990 sonrasında oluşmuş oldukça dağınık ve çok sayıda olan, ancak güçlü bir enternasyonal bilince sahip anti-kapitalist, anti-emperyalist örgütlenmeler. Ancak eylemlerin tümüyle bu nitelikte yapılar tarafından gerçekleştirildiği söylenemez. İlerici hiçbir dinamik taşımayan, hatta gerici denilebilecek özellikler taşıyan, kendi gerici statükolarını koruma kaygısı içinde olan kesimlerinde bu eylem süreçlerine belli ölçülerde katıldıkları biliniyor. Yine de bu eylemlerin belirleyici unsurunun ilerici güçler olduğu söylenebilir.
Eylemlerin açıkça gösterdiği şey, emperyalist ülkelerde değişik çıkış noktalarından (yoksulluk, ekolojik problemler, insan hakları sorunları, ırkçılık, emperyalist savaş karşıtlığı, vb.) hareketle önemli bir anti-kapitalist, anti-emperyalist potansiyelin biriktiği ve bunları en azından bir bölümünün bu eylemler yoluyla harekete geçtiğidir. Sadece bu da değil, grupların parçalı yapısına karşın, yeni iletişim araçlarını (internet vb.) örgütlenmek, ortak eylemler organize etmek amacıyla oldukça yetkin biçimde kullandıkları ve böylece dağınık gruplar olmanın dezavantajlarını, hızla eylem eksenli bir araya gelmenin pratik yollarını bularak dengeledikleri, örgütlenme ve birlikte mücadelenin özgün biçimlerini yarattıkları görülüyor. Bunun yanı sıra, bu mücadeleler güçlü bir enternasyonal mücadele damarına sahipler.
Geçmiş dönemlerden farklı olarak, enternasyonal mücadeleyi salt dayanışıma olarak ele almayan, ortak hedefler için yan yana birlikte mücadele olarak geliştiren bu yeni tutum, hareketin tüm dağınıklığına karşın oldukça ileri bir enternasyonal mücadele tutumunu simgeliyor. Öte yandan, bu hareket her şeyden önce ortak bir programatik yaklaşımdan yoksundur ve protestocu yanı ağır basmaktadır. Bu ise hareketin sürekliliği, yoğunlaşması ve sonuç alıcı mücadeleler geliştirmesinin önündeki en ciddi engellerden biridir. Hareketin zaaflarından biri de, belki de en önemlisi, bu hareketlerin salt uluslararası protesto süreçleri olarak biçimlenmesi, bu eylemleri örgütleyen grupların kendi ülkelerinde sağlam ve kökleşmiş mücadeleler geliştirme perspektifinden çoğu durumda yoksun olmalarıdır.
Küreselleşme karşıtı hareket bütün zaaflarına karşın emperyalist politikaların meşrulaşma yollarını tıkıyor, giderek büyüyen bir anti-kapitalist, anti-emperyalist bilinç yaratıyor.
Emperyalistlerin hesaplarını yaparken görmezden gelemeyecekleri kitlesel basınçlar yaratıyorlar. Son olarak Irak’ın işgali sırasında gelişen büyük kitlesel gösterilerde özellikle emperyalist ülkelerde küreselleşme karşıtı hareketler önemli roller oynadılar ve bu eylemler emperyalistlerin tutumlarına yön vermede, belirleyici rol oynamasa da, ciddi bir etki yarattı. Bu hareketlerin geleceği mevcut mücadele olanaklarının sınırlarına varmasına paralel olarak devrimci eylem ve örgütleşme noktasında gösterecekleri tutuma bağlıdır. Ancak daha şimdiden emperyalistlerin yeniden paylaşım mücadelelerinin ve sistemin restorasyonunda attıkları her önemli adımın meşrulaştırılmasında belli ölçülerde engelleyici olabilmekte, böylece yeniden paylaşım sürecinin hareket alanını daraltıcı bir rol oynamaktadır.
Küreselleşme karşıtı uluslararası eylemlerle kimi yanları ile benzeşen ancak yerellikleri noktasında ayrılan büyük kitlesel mücadeleler tek tek ülkelerde, özellikle yeni-sömürgelerde, gelişiyor. Özellikle neoliberal politikalar sonucu büyük ekonomik çöküşler yaşayan ve siyasal krizlerin derinleştiği, emekçi kitlelerin derin bir yıkım yaşadığı ülkelerde gelişen bu mücadeleler bu ülkelerdeki oligarşileri ve emperyalistlerin bu ülkelere ve bulundukları bölgelere yönelik planlarını alt-üst ediyor.
1997’de Endonezya’da gerçekleşen ve farklı biçimler alarak devam eden ayaklanma ve mücadeleler dünyanın en büyük ve oldukça önemli bir jeo-stratejik konuma sahip olan yeni-sömürgelerinden biri olan bu ülkede 1945’den 97’ye değin sürmüş olan statükoları önemli ölçüde parçalamıştır. Faşist Suharto rejimi devrilmiş, tüm muhalif güçler mücadele sahnesine çıkmıştır. Endonezya kitlesel mücadelelerle ve sömürge konumundaki halkların (Aceh, vd.) giderek silahlı biçimler alan mücadeleleriyle sistemin zayıf halkalarından biri konumuna düşmüştür. Arnavutluk’ta 1997’de yaşanan büyük kitlesel ayaklanmalar kapitalist sistemin yarattığı yıkımlar karşısında kitlesel mücadele dinamiğinin büyüklüğünü göstermiştir. Latin Amerika’nın hemen hemen tümü 1990’ların sonlarından itibaren adeta ayaklanmalar ve sistem karşıtı çeşitli türden büyük mücadelelerin arenası haline gelmiştir.
Ekvador’da 2000, 2001, 2002’de gerçekleşen ve her seferinde hükümetleri deviren ve iktidarı zorlayan kitlesel ayaklanmalar ve örgütlenmeler IMF politikalarını, faşizan siyasal yapıyı işlemez hale getirmiştir. 2001’den bu yana Arjantin’de süregelen büyük kitlesel mücadeleler IMF politikalarını ve siyasal yapıyı sürekli sarsmaktadır.
Peru’da faşist Fujimori rejimi kitlesel mücadelelerle devrilmiştir. Venezuella’da halkçı Chavez’in iktidara gelmesi, dinamik ve büyük militan bir kitle hareketi yaratması ve kitlenin Chavez hükümetini darbeye karşı kitlesel eylemiyle savunması, Brezilya’da her ne kadar neoliberal politikalara önemli ölçüde teslim olmuş olsa da halkçı sosyal demokrat özellikler gösteren Lula’nın Başkan seçilmesi özellikle ABD emperyalizminin Latin Amerika planlarını önemli ölçüde bozmuştur. Latin Amerika’nın bu büyük ülkeleri üzerinden bölgedeki ve dünyadaki en büyük devrimci gerilla gücünü yaratmış olan Kolombiya devrimci hareketini boğma, ardından Küba devrimine karşı saldırıları yoğunlaştırma planları bu gelişmelerle birlikte şimdilik ertelenmiş gözükmektedir. Ancak bu hareketlerin de ortak özelliği anti-emperyalist, anti-kapitalist öze sahip protesto hareketleri (Venezuella’daki hareket farklı bir özellik göstermektedir) olarak gelişmeleridir. Henüz iktidar perspektifli devrimci bir zemine oturmuş değiller. Esasen büyümekte olan devrimci nesnel zeminleri göstermekteler..
Emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadelelerin en önemli damarını ise (belki kitlesel gücü ve yaygınlığı anlamında değil ama) taşıdığı politik iktidar perspektifi ile yeni-sömürgelerde giderek daha da gelişen silahlı devrimci ulusal ve halk kurtuluş hareketleri oluşturuyor. Esasen 1990 yıllar silahlı devrimci hareketler açısından oldukça sancılı bir süreçtir. 1945-90 süreci içinde biçimlenmiş silahlı devrim hareketleri 1990 sonrası yeni tarihsel süreçte hem reel sosyalizmin çöküşü, hem de geride kalan dönemde biriken sorunların etkisiyle kendilerini yeni sürece uyarlamakta ciddi sorunlar yaşamışlardır. Bu olguların etkisi altında silahlı devrimci hareketlerin önemli bir bölümü başarısızlıklar yaşayarak sağcı tasfiyelere uğramışlardır.
Bu durum coğrafyamızda PKK özgülünde oldukça çarpıcı biçimde yaşanmıştır. 2000’lere gelindiğinde ayakta kalan ve iddiasını büyüterek yürüyen devrimci hareketler bu noktada özel bir önem taşımaktadır.
Bu hareketlerin her biri taşıdıkları mücadele dinamikleri ve tarihsel birikimleri ile sadece bulundukları ülkeler için değil, uluslararası devrimci yürüyüşün de moral ve siyasal direnç noktalarıdır. Bu bağlamda Kolombiya, Filistin, Nepal, Meksika ve Filipinlerdeki silahlı devrim hareketleri giderek büyüyen, bulundukları ülkelerde kökleşmiş ve sistemin işleyişini bulundukları ülke ve bölgede moral ve siyasal açıdan ciddi biçimde darbeleyen hareketlerdir.

Kısa Sonuçlar ve Temel Görevler
uluslararası ilişki ve çelişkilerin genel özellikleri ana hatlarıyla yukarıda ortaya konan tabloyu oluşturmaktadır. Bu noktadan itibaren kısa bir özetle birlikte olası gelişmeler ve devrimci sosyalizmin bu tablo karşısındaki devrimci görevleri üzerinde durmak gerekiyor.

l Reel sosyalizmin çöküşü ve sosyalist ve sol güçlerin genel gerileyişi ile birlikte kapitalizm 1917 Ekim Devrimi ile kesintiye uğrayan dünya egemenliğini bir-iki istisna dışında yeniden kurmuştur. Böylece 1917 sonrası ve özel olarak da 1945 sonrası oluşan tüm dünya dengeleri keskin bir değişme uğramış, dünyanın ve emperyalist-kapitalist sistemin gelişim seyrinde önemli-belirleyici yeni bir sürece girilmiştir.
Reel sosyalizmin çöküşünün dünya ölçeğinde statükoları yerle bir etmesi, doğal olarak yeni statükoların inşası için oldukça dinamik mücadeleleri ve buna bağlı olarak yeni bir tarihsel sürecin gelişmesini beraberinde getirmiştir. Emperyalist-kapitalist sistemin reel sosyalizm ve sosyalist hareket karşısında ABD’nin arkasında saflaşması doğal olarak gereksiz hale gelmiş, ABD emperyalizmi ile sistem içindeki rakipleri arasında dünyanın yeniden paylaşılması için amansız bir mücadele başlamıştır.
Emperyalizmin genel bunalımını derinleştirici temel faktörlerden biri olan reel sosyalizm ve sosyalist hareketin çözülüşü, emperyalist-kapitalist sistem için yeni ve büyük pazar alanları yaratmasına, birkaç istisna hariç kapitalist pazarı dünya ölçeğine ulaştırmasına karşın, emperyalist-kapitalist sistemin 1970’lerden itibaren yeniden derinleşen genel bunalımını (yapısal krizini) hafifletmediği son 10 yıllık süreçte açıkça görülmüştür.
Daha da ötesi, emperyalizminin genel bunalımının reel sosyalizmin çöküşü ile ortaya çıkan olanaklarla dahi hafifletilemeyecek ölçüde derin olduğu ortaya çıkmıştır. Emperyalistlerin bu nesnellik içindeki refleksi dünyanın yeniden paylaşılması için mücadeledir. Emperyalist güçler arasındaki ilişkilerin, daha da ötesinde emperyalist-kapitalist sistemin yeniden biçimlenişinin temel faktörlerinden biri açık yeniden paylaşım mücadelesidir.

l Halen dünya emperyalist-kapitalist sisteminin hegemonik gücü giderek zayıflamasına karşın ABD emperyalizmidir. ABD emperyalizminin gücüne ilişkin değerlendirmelerin oldukça göreceli olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. 1970’lerin başından itibaren ABD dünya kapitalist sistemi içinde pek çok açıdan gerileyen bir güçtür, karşı cephede ise kendisiyle boy ölçüşecek reel sosyalizm vardır. Ancak reel sosyalizmin çöküşü bir anda kendisiyle boy ölçüşebilecek kimsenin olmadığı bir dünya yaratmıştır. 1945-90 arası dönemin iki kutuplu dünya tablosu, kutuplardan birinin çöküşüyle kendiliğinden ABD’nin ‘süper’ güç olarak ortaya çıktığı tek kutuplu hale dönüşmüştür. Böylece göreceli olarak 1990 öncesine nazaran çok daha büyük bir hareket yeteneğini kazanmış, gerçek gücüyle kıyaslanamayacak ölçüde büyük bir güce kavuşmuştur. ABD emperyalizmi bu koşullardan yararlanarak mevcut konumunu ve yeniden paylaşımda üstünlüğünü koruyarak, rakip emperyalist güçlerin hegemonik güç haline gelmesini ya da hegemonyayı ciddi ölçüde paylaşacak bir güç haline gelmelerini engellemek istemektedir. Bu noktada, güncel olarak izlediği strateji, değişken ittifak ilişkileri zemininde tek yanlılık ve üstünlüğü esas almaktadır.
Bunun anlamı, tüm temel düzenlemelerde kesin biçimde belirleyici olma, tek yanlı davranma ve üstünlüğünü tüm diğer rakiplere paylaşım alanlarında kabul ettirmeye çalışmadır. Bu stratejinin en önemli iki aracı, kesin üstünlüğe sahip olduğu askeri alan ve mali sermaye gücü (mali spekülasyon gücü) dür. ABD rakiplerini bu kulvarlarda mücadeleye çektiği ölçüde onları geriletebilmekte, gelişme kanallarını daraltabilmektedir. Yeniden paylaşım mücadelesinde sürekli askeri gerilim alanları yaratma (kontrollü gerilim ya da istikrarsızlık olarak da tanımlanabilir), geçmişten bu yana olanları ise sürekli canlı tutma, mali spekülasyonlar yoluyla rakiplerinin güçlendiği alanlarda (sistemi oldukça zayıflatmasına karşın) çöküşler yaratma tutumu bu yaklaşımdan kaynaklanmaktadır.

l Yeniden paylaşım mücadelesinin diğer büyük emperyalist aktörleri AB, Japonya, Rusya ve Çin’dir. Bu güçlerin hiçbiri mevcut koşullarda ABD emperyalizminin gücüyle boy ölçüşebilecek konumda değildir. Bu güçler esas olarak daha dingin bir dünya tablosu içinde güç kazanmayı, ABD’nin gücünü kemirerek onu zayıflatmayı ve ABD’nin yerine dünyanın yeni hegemonik gücü olmayı, en azından ABD ve/veya diğer aktörlerle egemenliği daha fazla paylaşmayı hedefliyorlar. Bu noktada, devrimci politika açısından (özellikle emperyalistler arası çelişkilerden yararlanma bağlamında) önemli bir noktanın altını çizmek zorunludur; diğer emperyalistler sistemi düzenleyen ve koruyan (ve dolayısıyla sömürü pastasından en büyük payı alan) ABD’nin hemen ve kesin bir çöküşünü istememektedirler. Böylesi bir durum mevcut ilişkiler ve dengeler noktasında kapitalist dünyanın genel bir kaosa sürüklenmesi anlamına gelir ki, bu sadece ABD için değil, tüm emperyalistler için büyük yıkımların kapısını aralar. Tüm kamplaşma eğilimlerine rağmen halen büyük oranda tümleşik yapısı parçalanmamış olan emperyalist-kapitalist sistemi düzenleyecek ve güvenliğini sağlayacak yeni bir güç ya da güçler koalisyonu ortaya çıkmadan/oluşturulmadan sistemin bütün güçleri son tahlilde ABD’nin çöküşü anlamına gelecek ölçüde hızlı gerilemesini/çöküşünü istemeyeceklerdir.
Rakip emperyalistler ABD’nin hızlı bir çöküşünü ve kaosu değil, tedrici olarak zayıflamasını ve kendilerinin yeni bir hegemonik güç olarak yükselmesini arzu ediyorlar. (Bunun çarpıcı örneği son Irak savaşıdır; Almanya-Fransa ve Rusya ABD işgaline karşı politik ve diplomatik alanda büyük mücadeleler vermelerine karşın, savaş sürecinin başlarında ABD askerleri Güney Irak’ta ciddi bir duraklama yaşadıklarında derhal, ABD’nin savaşı kazanmasını, savaşın bir an önce sona ererek ve Irak’ın tekrar dünya kapitalizmine eklemlenmesini istediklerini açıkladılar.)

l Rakip emperyalist güçler ABD karşısında ağırlık merkezi oluşturabilmek için çeşitli düzeylerde saflaşıyorlar, ittifaklar, birlikler oluşturuyorlar. AB, Fransa ve Almanya’nın önderliğinde yeni bir emperyalist kutup olarak gelişiyor. Rusya tüm stratejik aktörlerle çeşitli ilişkiler yoluyla dünya dengeleri içindeki yerini arıyor, yeni saflaşmalar için fırsat kolluyor. Çin ve Orta Asya ülkeleriyle oluşturulan Şangay Beşlisi ittifakı, yine Çin ve Hindistan’la girilen stratejik ilişki arayışları, AB ile geliştirilen ilişkiler bu noktadaki arayışların somut işaretleridir. Çin bu arayışlarda henüz aktif olmasa da, Rusya ile geliştirdiği ilişkiler ve Güneydoğu Asya’daki atak tutumu, yeni bir kutup oluşturma yönündeki ilk adımlar olarak değerlendirilebilir.

l Bu saflaşma, bloklaşma eğilimi yeniden paylaşım sürecinin hızlanmasına bağlı olarak yeni-sömürge dünyasına da değişik ekonomik ve siyasi bloklaşma eğilimleri olarak yansıyor. ABD önderliğinde Kuzey Amerika’daki NAFTA, Latin Amerika’daki MERCOSUR, Afrika’da Afrika Birliği, Güneydoğu Asya’da ASEAN, Asya-Pasifik bölgesinde APEC, Akdeniz’de AB önderliğinde geliştirilmeye çalışılan Akdeniz İşbirliği alanı, Karadeniz işbirliği alanı vb. bunun örnekleridir. Neoliberal küreselleşme süreci bloklaşma eğilimleriyle iç içe yürüyor. Bu gelişmelere bağlı olarak 1945 sonrası kurulan tüm uluslararası kurumların ağırlıkları, rolleri değişiyor. BM’nin uzlaşma platformu olma özelliği önemli ölçüde ortadan kalkmıştır. Özellikle ABD’nin tek yanlı üstünlük stratejisine yönelmesi ile birlikte BM’nin uluslararası süreçlerdeki ağırlığı ciddi biçimde zayıflamıştır.
Emperyalist dünyanın en önemli askeri ittifakı olan NATO esas olarak ABD’nin zorlamaları ile ayakta tutulmaktadır ve özellikle AB üyesi emperyalistlerin askeri alanda kendi ortak güçlerini oluşturma yönündeki çabalarının somutlaşmaya başlamasıyla birlikte işlevini önemli ölçüde yitirmesi beklenen bir durumdur. 1945-90 arasındaki güç dengelerine ve çelişkilere uygun olarak biçimlenmiş tüm uluslararası kurumların yeniden biçimlenmeye, tanımlanmaya başlandığı, kimilerinin yeni kurumların ve ilişkilerin oluşmasına bağlı olarak tümden işlevsizleşmesinin giderek kaçınılmaz hale geldiği bir süreçten geçiyoruz.

l Paylaşım alanları dünyanın sömürge ve yeni-sömürgeleridir. Bu noktada öne çıkan alanlar enerji ve hammadde kaynaklarının yoğunlaştığı Kafkasya, Orta Asya ve özellikle bölgemiz Ortadoğu’dur. Paylaşım alanlarının kritik bölgeleri emperyalistlerin kolektif askeri saldırıları, ya da ABD’nin tek yanlı işgalleriyle özgün biçimlerde klasik sömürgeleştirmeye tabi tutuluyorlar.
Emperyalist saldırganlığa “terörle savaş”, “haydut devletleri etkisizleştirme” “insani müdahale” vb. söylemlerle meşruluk yaratılmaya çalışılıyor. Bu noktada askeri saldırganlığın temel çıkış noktası ABD emperyalizmidir. ABD emperyalizmi diğer rakip emperyalist güçlerin askeri ve siyasal açıdan güçlenerek paylaşım alanlarında kendisine meydan okumalarını beklemeden askeri ve siyasal avantajlarını şimdiden paylaşım alanlarında kalıcı mevzilere dönüştürmeyi (ABD’nin “önleyici darbe” stratejisi esas olarak bu amaçla geliştirilmiştir) hedefliyor. ABD emperyalizmi tüm önemli paylaşım alanlarında askeri gücünü konumlandırıyor, yeni-sömürge devletleri tam kontrol altına almaya dönük çeşitli türden operasyonları yoğun biçimde yürütüyor. Diğer emperyalistler ise bu alanlarda ABD’nin derinleştirdiği tarihsel çelişkiler üzerinden ve ekonomik, siyasal güç ve olanaklarını kullanarak mevziler elde etmeye, daha güçlü müdahaleler için kendilerine alan açmaya çalışıyorlar.

l Önde gelen paylaşım alanı olarak bölgemiz Ortadoğu yeniden paylaşım mücadelelerinin düğüm noktası konumundadır. Sahip olduğu büyük enerji kaynakları, dünyanın diğer sorunlu alanları olan Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ile bağlantıları, stratejik ulaşım yollarının kesişim noktası olması ve büyük nüfusu ve pazar potansiyeli ile Ortadoğu, emperyalistler arası yeniden paylaşım çatışmalarının, emperyalizme ve yerli oligarşilere karşı mücadelelerin giderek büyüyeceği ve derinleşeceği başlıca bölge olmaya adaydır.
Bölgemiz sadece sahip olduğu uluslararası açıdan stratejik kaynaklar ve jeo-politik konum nedeniyle değil, kendi iç dinamiklerinden (özellikle de çok uluslu sömürgeci ve faşist devlet yapılarından, Arap ulusunun parçalanmışlığından) ötürü de oldukça büyük mücadelelerin arenası konumundadır. Bütün bu çelişkiler iç içe geçmiştir.
Her bir çelişki bir diğeri ile bir biçimde ilişkilendirilerek emperyalist müdahalelerin ve gerici iç çatışmaların kaynağı haline getirilebilmektedir. ABD’nin Irak’ı işgali uluslararası stratejik hesaplardan vb. kaynaklanmasına karşın, Güney Kürdistan’daki faşist Saddam rejiminin zulmünü işgalin meşrulaştırma gerekçesi yapabilmekte, yüzyıldır emperyalistlerin kuklaları tarafından ezilen Güney Kürtleri de bir anda emperyalist işgalin dünyadaki tek destekçisi haline gelebilmektedir. Öte yandan, bu çelişki zeminleri üzerinden gelişen emperyalist paylaşım mücadelelerinin bölgemiz halklarının iradesini hiçe sayan tarzda emperyalistler tarafından 1920’lerde ve kısmen 1945 sonrası biçimlendirilmiş olan siyasal coğrafyasının, yine emperyalistler tarafından şu veya bu düzeyde yeniden biçimlendirilmesi, bu doğrultuda büyük alt-üst oluşların yaşanması güçlü olasılıklardan biridir. Bu alt-üst oluşları aynı zamanda büyük devrimci çıkışlar için muazzam zeminlerin oluşması demektir.

l 1980’lerin başlarında sistemin krizini yönetmek amacıyla devreye sokulan (neoliberalizm, yeni-sağ, postmodernizm eksenli) restorasyon programı 1990 sonrası yeni sürece uyarlanarak sürdürülmektedir. Restorasyon programının yarattığı derin toplumsal yıkım ve ağır sömürü koşulları, yeniden paylaşım mücadelelerinin sert ve çatışmalı ilişkiler dünyası ile birleşerek tam bir barbarlık atmosferi yaratmış, çürümeyi, doğanın ve insanın yıkımını yok oluşun eşiğine getirmiştir. Restorasyon programı bu yapısıyla emekçilerin giderek daha fazla protestolarıyla ve çeşitli düzeylerdeki mücadeleleriyle karşılaşıyor.
Öte yandan, yeniden paylaşım tüm sistem güçleri açısından yeni bir dinamizm ve geniş kitlelerin emperyalist politikalar tarafından hareket geçirilmesini gerektirmektedir.
Sadece bu değil, hızlanan yeniden paylaşım süreci dünya ekonomisinin ve tek tek emperyalistlerin yeni-sömürgelerle ilişkilerinde yeni ekonomik yaklaşımları, ilişki biçimlerini (neoliberalizme karşı, özel ayrıcalıklar getiren devletler arası ikili anlaşmalar yoluyla DTÖ ilkelerinin giderek artan ölçüde ihlali, vb.) gündeme getiriyor. Restorasyon programının temel unsurları bu temelde sistem güçleri tarafından da sorgulanıyor ve çeşitli biçimlerde deliniyor, parçalı dünya yapısına uygun olarak evrim geçiriyor. Bunun her alanda ipuçları ortaya çıkıyor.

l Bu gelişlerin tümü birden neyi gösteriyor? 1990 başlarında reel sosyalizmin çöküşü dünya tablosunu siyasi coğrafyanın değişmesi dahil keskin bir dönüşüme uğrattı. Ancak değişim süreci bu noktada kalamazdı. Değişen dünya tablosunun değişik emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda düzenlenmesi için mücadeleler ve bu mücadeleler içinde dünyanın yeni bir çehresi kazanması kaçınılmazdı. İşte, 1990 sonrası süreçte dünyanın çehresi, emperyalistler arasında yeniden paylaşılması için bu kez belki daha yavaş biçimde ancak kapsamlı mücadelelerle yeniden biçimleniyor.
Bu sürecin 11 Eylül sonrası dönemde hız kazanan tüm eğilimlerinin tüm dünyada kısa ve orta vadede devam edeceği kesindir.
Uzun vadede de yeniden paylaşım mücadelesinin derinleşeceği açıktır. Ancak bunun nasıl bir uluslararası ilişkileri zemini yaratılarak, genel olarak ve tek tek ülkelerdeki siyasal, ekonomik, askeri biçimlenişine nasıl bir yön verilerek olacağı özellikle ABD emperyalizminin tutumuna; bugünkü tek yanlılık ve üstünlük stratejisini devam ettirip ettiremeyeceğine, oluşacak direnç noktaları nedeniyle ABD’de ve diğer emperyalist ülkelerde farklı arayışların biçimlenip biçimlenmeyeceğini bağlıdır. Bu noktada, emperyalist ülkelerde, sömürge ve yeni-sömürgelerdeki işçi sınıfının ve diğer tüm ezilen emekçi kesimlerin kısa ve orta vadede güçlü direnç noktaları oluşturmaları belirleyici faktörlerden biri olacaktır.
Bunun tüm ipuçları bugünden ortaya çıkmaktadır. Emperyalistlerin yaptığı gelecek planlamaları öyle kusursuz saatler gibi işlemiyor. Pek çok irade çatışıyor. Ve emperyalistlerin çatışan iradelerinin yanında halkların iradesi de giderek artan ölçüde tarih sahnesindeki yerini tekrar alıyor. Dünyanın dört bir yanında fışkıran halk hareketleri ve enternasyonal mücadeleler yeniden paylaşım mücadelesini derinden etkilemeye başlıyor, uluslararası sahnede yeniden paylaşımın karşısında anti-emperyalist, anti-kapitalist ve devrimci kurtuluş mücadeleleri alanı da gelişiyor.

l Proletarya ve ezilen halkların mücadeleleri ya da daha genel bir tanımlamayla sistem karşıtı hareketler 1990 başlarındaki derin moral yıkım ve siyasal gerileme ortamından 1990’ların ortalarından itibaren henüz küçük adımlarla da olsa çıkmaya başlamışlardır. 1990’lar boyunca egemen olan emperyalist yalanlar, kapitalist yıkımın duvarına çarparak parçalanıp, zayıflama sürecine girmiş ve bu nesnel zemin üzerinden oldukça çeşitlilik gösteren talepler temelinde değişik biçimler altında sistem karşıtı hareketler gelişmiştir. Bu hareketlerin bir bölümü (İslamcı hareket, küreselleşme karşıtı hareketin kimi bileşenleri, vb.) yukarıda da ifade ettiğimiz üzere sistemi darbelemelerine karşın, esas olarak ilerici bir programa ve hedeflere sahip değildir.
Sistem karşıtı hareketin daha geniş bir bölümü ise anti-kapitalist, anti-emperyalist özelliklere sahiptir. Neoliberal kapitalist politikaların yarattığı yıkım hem uluslararası düzeydeki eylemlerle, hem de tek tek ülkelerdeki ayaklanma ve mücadelelerle karşılığını buluyor. Anti-kapitalist mücadele gelişiyor ve her ülkedeki kapitalist yıkımın sistemin bütününden ve özellikle emperyalist güçlerden kaynaklandığı açıkça görülüyor.
Her anti-kapitalist mücadele derhal anti-emperyalist karakter kazanıyor. Her iki mücadele içiçe geçiyor. Böylece herhangi bir ülkedeki herhangi bir sistem karşıtı mücadele sadece o ülke ile sınırlı kalmayan, tüm emperyalist kapitalist sistemi vuran bir mücadeleye dönüşüyor. Bu yoldan emperyalistlerin yeniden paylaşım mücadelelerinin önünde küçük küçük setler örülüyor.
Çok uluslu yeni-sömürgelerdeki devrimci olmayan uluslaşma süreçlerinin sonucunda ezilen uluslar, ulusal demokratik hakları için ayağa kalkıyor. Sistem içi dengeler zorlanıyor. Yeni bir ulusal kurtuluş mücadeleleri dalgası mayalanıyor. Bu mücadeleler bugünkü aşamada genellikle geleneksel ideolojik ve siyasal düşüncelere (din, milliyetçilik vb.) yaslanıyorlar ve savaştıkları yeni-sömürge ülkelerin yönetimlerine karşı emperyalist ülkelerden medet umuyorlar ve devrimci-demokratik önderliklerden yoksunlar. Bu niteliklerine karşın statükoları bozuyorlar, dünyanın siyasal coğrafyasının yeniden biçimlenişinde giderek artan rol oynuyorlar. Ulusal demokratik taleplerin haklı ve meşru niteliği devrimci mücadeleler için yeni ve büyük bir nesnel zemin oluşturuyor. Bu mücadeleler sistem içi önderliklerin ve emperyalist ağabeylerin kaçınılmaz ihanetlerinin yaratacağı sancılı yollardan geçecekler, bu kesin.
Devrimci önderliklerde bu süreç içinde mayalanacaktır ve geliştikleri ölçüde de dünyanın yeniden biçimlenmesinde sadece emperyalistlerin iradesi değil, halkların iradesi de güçlü bir rol oynayacaktır.
Emperyalist yeniden paylaşım mücadelesinde, paylaşım alanları salt tek tek ülkeler düzeyinde değil, esas olarak bölgesel düzeylerde ele alınmaktadır; Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya, Güneydoğu Asya, Balkanlar vb.. Bu bölgeler siyasal, etnik, sosyal, ekonomik, tarihsel vb. özellikleriyle pek çok özellikleriyle iç içe geçmiş, oldukça fazla ortak paydaya sahip olan ve birindeki gelişmelerin diğerlerindeki gelişmeleri tetiklediği ülkelerden oluşuyor. Neoliberal ve yeni sağ politikalar ve paylaşım mücadelelerinin yarattığı ilişki ve çelişkiler bu ortak etkileşimi daha güçlendirmiştir. Bu bölgelerde emperyalistler ve işbirlikçi yeni-sömürge egemenleri tarafından geliştirilen bölgesel bloklar ve ittifaklar her bölgedeki ülkelerin kaderlerini birbirlerine daha fazla bağlıyor. Son on yılda bu bölgelerdeki ülkelerde yaşanan bütün gelişmeler kısa sürede bölgesel çapta gelişmelere ve çatışmalara yol açarak, bölgesel zincirlerin ne denli güçlü hale geldiğini göstermiştir. Bu durum aynı zamanda devrimci gelişmelerin benzer dinamikler taşıyacağını göstermektedir.
Bu nesnelliğin devrimci mücadeledeki karşılığının bölgesel devrimler olarak billurlaşacağı, bunun olanaklarının geçmişe nazaran çok daha fazla büyüdüğü açıktır. Emperyalistlerin bölgesel çapta geliştirdiği saldırılar ve paylaşım mücadelelerinin karşılığının da bölgesel devrimci mücadeleler ile verilmesi kaçınılmazdır. Aslında bunun somut örneği İslamcı hareketin tüm Ortadoğu çapında geliştirdiği devrimci karakter taşımayan mücadele ile görülmektedir.
Bu bağlamda Partimizin 1970 başlarında formüle ettiği Ortadoğu Devrimci Çemberi tezi bugün her zamankinden daha fazla gerçeklenme olanağına sahiptir. Devrimci güçlerin toparlanarak gelişmesine paralel olarak tüm dünyada bölgesel devrim perspektifinin ve pratiğinin gelişeceğini bugünden söyleyebiliriz. Nesnel koşullar bölgesel devrim mücadelesini bir olanak olmaktan çıkarıp, bir zorunluluk olarak devrimci güçlerin ve halkların önüne koymaktadır.
Bölgesel devrimci mücadeleler halkların iradesini somutlaştıracak ve dünyanın yeniden biçimlenmesinde başat rol oynayacak öğelerden biri olacaktır. Buna paralel olarak kurulacak devrimci iktidarların bölgesel devrimci halk cumhuriyetleri, federasyonları, vb. biçimler altında birleşik güçlere dönüşmesi giderek daha olanaklı ve gerekli bir olasılığa dönüşmektedir.
Reel sosyalist ülkelerde kapitalist restorasyonun yarattığı yıkım sosyalist güçlerin yeniden güç kazanmasının zeminlerini yaratıyor.
Devrimci güçler henüz yavaş da olsa giderek toparlanıyor. Kolombiya, Nepal ve Filistin örneklerinde görüldüğü üzere dünya gündemine giren, sistemin hesaplarını bozan, iç çelişkilerini derinleştiren, halklarını devrime yaklaştıran mücadeleler geliştiriyorlar.

l Bugün gelişmekte olan küreselleşme ve emperyalist savaş karşıtı uluslararası eylemlerden, tek tek ülkelerde gelişen kitlesel mücadele ve ayaklanmalara, İslamcı saldırılardan, yeni-sömürgeler coğrafyasında gücünü koruyup büyüten devrimci güçlerin mücadelelerine değin tüm mücadeleleri emperyalist-kapitalist dünya sistemine karşı gelişecek büyük devrimci dalganın öncü sarsıntıları olarak görebiliriz. Emperyalistler arası fay hatları kırılıyor. Emperyalist-kapitalist sistemle proletarya ve emekçi halklar arasındaki fay hatları da kırılacaktır.
Öncü sarsıntılardan büyük devrim depremlerine uzanan bir fay hattı her önemli gelişme ile kırılıyor. 1990’ların başlarındaki umutsuzluk, kaçış atmosferi giderek yerini karşı durma ve savaşma isteğine bırakıyor.
Ancak devrimci ve kimi ulusal demokratik hareketler dışında hareketin bütününü belirleyen olgu protestoculuktur. Somut programlar ve alternatifler eksenine dayanmaktan, çeşitli düzeylerde enternasyonal kalıcı birlikler oluşturmaktan (bu durum devrimci güçler içinde geçerlidir) uzaktır. Bu hareketler yeni sürecin özelliklerini taşımaktadırlar ve daha ileri mücadele ve örgütlülük biçimleri için bir ilk basamak rolünü oynamaktadırlar. Bu hareketleri ve bu hareketlerin üzerinde geliştiği nesnel çelişki alanlarını bir yanıyla da yeni tarihsel sürecin-geleceğin yeni kuşak devrimci ve demokratik hareketlerinin döl yatağı olarak da görebiliriz.

l Bu süreçlerin hızlanması ve örgütlülük, program vb. açılardan daha gelişkin noktalara sıçraması esas olarak devrimci güçlerin sürecin ortaya çıkardığı ihtiyaçlara uygun güçlü müdahalelerine bağlıdır. Başkaca hiçbir gelişmenin süreci daha ileri noktalara sıçratması beklenemez.
Bu noktada belirleyici faktör; devrimci güçlerin yeni sürecin ortaya çıkardığı çelişki ve dinamiklerin ve sosyalizmin tarihsel sorunlarının çözümlenmesi üzerinden geliştirecekleri devrimci atılımlar yoluyla devrimci sosyalizm fikrini ve eylemini yeniden tüm dünyanın gündemine başat dinamiklerden biri olarak sokmalarıdır. Böylesi bir devrimci pratik geliştirilmeden hayatın her alanında parçalı biçimde gelişen sistem karşıtı mücadelelerin de sonuç alıcı bir mecraya girmesi mümkün değildir. Devrimci sosyalist eylemle güçlü biçimde ilişkilenmeyen kitlesel ve diğer mücadelelerin zamanla yorulması, sistem içi kanallarda etkisizleştirilmesi, sistem açısından ‘mozaiğin bir parçası’ haline getirilmesi güçlü bir olasılıktır. 1945-90 sürecindeki pek çok mücadelenin, özellikle emperyalist metropollerdeki 68 hareketinin ve 1980’lerdeki çevreci, nükleer silah karşıtı ve feminist hareketin, köylü hareketlerinin pratiği bu noktada yeterince aydınlatıcıdır.
Yeni sürecin kitlesel mücadeleler kuşağının 80’lere nazaran daha sağlam zeminde geliştiklerini söylenebilir; anti-emperyalist karakterleri daha net, anti-kapitalist yönleri daha güçlü.. Parça sorunları gündeme getiren pek çok güç hala oldukça etkin, ayrıca bütün güçleri birleştiren anti-emperyalist, anti-kapitalist karakter daha önde ve belirgin. Fakat bütün bu olumlu özellikler uzun yıllara yayılacak mücadeleler için bozulmaya karşı tek başına güvence sağlayamaz.
Bu bağlamda, devrimci yenilenme perspektifiyle tek tek ülkelerde geliştirilecek devrimci atılımların sadece o ülkelerle sınırlı kalmayacak tüm dünyadaki kitlesel mücadeleler üzerinde büyük moral ve siyasal yükselişler yaratacak etkisi olacağı açıktır. Hiç kuşkusuz, devrimci güçlerin görevleri salt kendi ülkelerinde devrimci atılımları gerçekleştirmek değildir. Daha bugünden açıkça görülmektedir ki, devrimci atılım aynı zamanda somut büyük enternasyonalist görevlerle de yüklüdür. Salt kendi ülkesinin devrimci görevleriyle kendini sınırlamış bir devrimci hareketin emperyalistlerin dünya çapında geliştirdikleri programlar karşısında ciddi tıkanmalarla karşılaşması kaçınılmazdır. Kaldı ki, tüm dünyada gelişen enternasyonal mücadeleler karşısında böylesi bir tutum darlaşmayı ve enternasyonal görevlerden kaçışı da ifade eder. Öte yandan, artık enternasyonalist mücadele en küçük pratik bağlamında dahi, dünya proletaryasının ve devrimci güçlerinin eylemleri ile dayanışma eylemleri boyutunu hızla aşmaktadır. Küreselleşme karşıtı mücadelelerden, bölgesel çapta birliklere değin, sistem karşıtı güçler ve devrimci hareketler emperyalist-kapitalist sisteme karşı dünyanın dört bir yanında ortak eylemler ve mücadeleler geliştiriyorlar.

l Öyleyse enternasyonal alanda devrimci güçlerin yoğunlaşma alanlarını ana hatlarıyla ortaya koyarsak;
Öncelikli olarak, tek tek her ülkede devrimci sosyalist iradeyi devrimci atılımlar yoluyla ülkelerin kaderlerinin belirleyici olgularından biri haline getirmek görevi duruyor devrimci güçlerin önünde. Ve her devrimci çıkışın güçlü bir enternasyonal mücadele düşüncesi ve eylemini içerdiği ölçüde bir atılım olarak gelişeceği kesindir. Böylesi bir irade ve eylem hem tek tek ülkelerde, hem de enternasyonal düzeyde yükseliş için olmazsa olmaz koşuldur. Devrimci iradeyi devrimci atılım ve öncü parti yoluyla somutlaştıramamış güçlerin ne yerel, nede enternasyonal düzeyde güçlü bir rol oynamaları beklenemez. Devrimci atılım ve öncü parti yolundaki çabalar(ımız) da enternasyonal görevlerle iç içe ele alınmak zorundadır.
Tek tek ülkelerdeki devrimci mücadelelerin desteklenmesi çabalarından vazgeçmeden, dünya çapında ve bölgesel düzeyde ortak eylemler ve mücadele kampanyaları ve örgütlülükleri yaratmak, bunların örgütlenmesine aktif biçimde katkıda bulunmak, öncü rolleri pratik etkinlik yoluyla kazanmak enternasyonal mücadelenin başlıca görevlerinden biri haline gelmiştir.
Enternasyonal mücadelenin değişik düzeylerini farklı enternasyonal ilişkiler ve örgütlülükler, programlar temelinde kurumlaştırmak ve hedefler noktasında berraklığa kavuşturmak devrimci güçlerin enternasyonal alandaki temel görevleri arasındadır. Küreselleşme ve emperyalist savaş karşıtı hareketin sağlam bir anti-emperyalist, anti-kapitalist programa kavuşturulması, kalıcı enternasyonal örgütlenme biçimlerinin yaratılması bu noktadaki başlıca görevlerden birini oluşturuyor. İkincisi, çeşitli ülkelerde gelişen, konumlarını sağlamlaştıran devrimci sosyalist güçler ile somut ve kalıcı bağlar kurmak ve bunun üzerinden devrimci sosyalist bir enternasyonal örgütlenmenin yaratılması için somut adımlar atmak, dünya devrimci sosyalist güçlerinin birliğini nüve düzeyinde de olsa geliştirmek enternasyonal mücadelenin en temel görevlerinden biri durumundadır.
Üçüncüsü, bu çabalarla paralel olarak bölgemiz Ortadoğu’da anti-emperyalist, anti-kapitalist düzeyde ve devrimci sosyalist güçlerin bölgesel çapta enternasyonal birliği için mücadele yürütmek; bunun için Ortadoğu’da mayalanan büyük değişimlerin ve savaşımların programatik çerçevesini ve pratik görevlerini somutlaştırıcı çabaları ve basitten karmaşığa doğru gelişen dayanışma mücadelelerini ve ortak pratik mücadele platformlarını oluşturmak devrimci sosyalizmin temel enternasyonal görevleri arasındadır.

l l l
1990 başlarında yaşanan büyük değişimlerin emperyalizmin ve sosyalist güçlerin gelişim seyri açısından önemli bir dönemeç noktası olduğunu ve pek çok yönüyle 1990 öncesi süreçten ayrılan yeni bir tarihsel sürecin geliştiğini sık sık vurguluyoruz.
Yeni tarihsel sürecin oldukça dinamik bir yapıya sahip olduğu istisnasız her gelişme ile özellikle de uluslararası gelişmelerdeki hız ve hareketlilikle açıkça görülüyor.
Sürecin dinamik ve süreklilik arz eden yoğun çelişki ve çatışmalarıyla biçimlenen değişimler nispeten istikrarlı bir dünya tablosunun; istikrarlı uluslararası ilişki ve kurumların ortaya çıkışına olanak vermiyor.
Bu durum doğal olarak 1945-90 arası sürecin iki kutuplu belli ölçülerde durağan ilişki ve çelişkilerine göre biçimlenmiş siyasal düşünme tarzının durumu kavramasını güçleştiriyor. Kimse yeni tarihsel sürecin kısa ve orta vadede 1945-90 döneminde olduğu gibi dinginliğe kavuşmasını, nispeten statik statükoların oluşmasını beklememelidir. Ve bu dinamik gelişmelerden hareketle de artık özellikle de 2000’lerin başından bu yana ortaya çıkan gelişmelerden sonra, taşların henüz yerine oturmadığı vb. sonuçları çıkarmak anlamlı değildir.
Tersine, statükoların sürekli bozulması ve yeniden kurulması durumu yeni tarihsel sürecin temel özelliklerinden biridir, yani onu belirleyen köşe taşlarından biridir. Yeni tarihsel süreç ‘suların durulduğu’, her şeyin sadeleştiği, basit denklemlerle anlaşılabilen bir süreç olmayacak.
Bu süreç her alanda çarpıcı gelişmelerle derinleşiyor. Devrimci sosyalist hareket yeni tarihsel sürecin karmaşık ilişki ve çelişkilerinin devrimci pratiğe ışık tutacak tarzda bütünlüklü olarak kavranmasını ve somut pratiklerin geliştirilmesini devrimci yenilenme ve atılımın ana damarlarından biri olarak ele alıyor.
Giderek hızlanan uluslararası alandaki büyük mücadeleler ve yarattıkları çok yönlü sonuçlar bu sürecin ana halkalarından birini oluşturuyor. Emperyalist yeniden paylaşımın hızlanması uluslararası alanda dünyayı, reel sosyalizmin çöküşünün ardından yeniden biçimlendirirken büyük nesnel devrimci zeminler oluşuyor. Devrimci ve anti-emperyalist, anti-kapitalist güçler kendilerini bu zeminler üzerinden değişik düzeylerde üretmeye çalışıyor. Yukarıda bu sürecin ana hatlarını ortaya koyduk.
Açıkça görülüyor ki, salt ideolojik, politik çizgimizin tarihsel haklılığından ötürü değil, büyüyen enternasyonal ve yerel mücadelelerin gelişme ivmesinden ötürü de umutlarımız çoğalıyor. Devrimci sosyalist hareket tüm çelişkilerin odağındaki Ortadoğu’da büyük devrimci potansiyeller ve nesnel zeminlerle yüklü olan coğrafyamızda devrimci yenilenme ve atılım perspektifiyle varolan umutların büyük sıçramalar yapmasını sağlayacaktır. Bu irade ve bilinci adım adım örüyoruz. İrade ve bilinç artık daha hızlı örülmeli, daha güçlü pratikleşmelidir. Görev budur...

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul