Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

E. Yavaş

“Yeni emperyalist darbe” türünün ilk örneklerini aslında 1990’ların başında, reel sosyalist ülkelerdeki son “pürüzler” temizlenirken görmüştük. Özellikle Romanya ve Bulgaristan “ayaklanmaları” bunun iyi kotarılmış örnekleriydi. Zaten kötü duruma düşmüş ve artık zorlukla ayakta duran Çavuşesku rejiminin son günlerinde kaynayan Bükreş sokaklarını şimdi hatırladığımızda, bugünkü Gürcistan ya da Azerbaycan, vb. olaylarını daha iyi anlayabiliyoruz.
Ama yine de bunun için zihnimizin esaslı bir eğitimden geçmesi ve CIA’nın klasik Latin Amerika darbelerine alışkın düşünme biçimlerimizin biraz değiştirilmesi gerekiyor. Çünkü bu kez organize edilen şey, deyimin Amerikalı anlamıyla “halk ayaklanmaları”(!)dır ve artık “insan hakları emperyalizmi” diye de tanımlanan özel bir türle karşı karşıyayız.
Şu muhteşem “Belgrad Ayaklanması” şimdi gözlerimizin önüne geliyor. Hani şu dünya ve Türk televizyonlarının neredeyse naklen yayınladıkları büyük demokrasi(!) hareketi... Hani Kanal 7 gibi sağcı TV’ler günlerce olayları “Venseremos” spot müziğiyle vermişler ve sonradan yeni lider Koştunitsa’nın da müslüman boşnakların katili bir etnik kasap olduğu anlaşılınca yüzlerinin hiç kızarmadan dillerini birazcık yumuşatmışlardı.
O zamanlar da taktik aynıydı: Önce ABD çıkarlarına aykırı olan mevcut yönetimi sonuna dek yıpratmak ve yaptığı zalimlikleri medyada bıktırıncaya kadar işlemek, oluk oluk akıtılan paralarla paravan “sivil toplum örgütleri”ni desteklemek, daha sonra da uçak gemilerinin ve emperyalist medya tekellerinin yakın takibi altında bir “ayaklanma”yı kışkırtmak... Caddeler dolduğunda ve başkanlık sarayı kuşatıldığında, artık “demokrasi için ayağa kalkmış” kitlelerin önünde durabilmek mümkün değildir. Öyle ki, vaktiyle çok daha büyük gösterileri umursamamış olan yönetim, ayaklanmacıların arkasındaki gücü hissettiğinde, artık hiç şansının kalmadığına da ikna olmaktadır. Bütün bunları organize etmek sanıldığı kadar zor da değildir üstelik; çünkü söz konusu mevcut yönetim, Miloşeviç örneğindeki gibi, çoğunlukla zaten büyük suçlarla, ırkçı katliamlarla, vb. lekelenmiştir ve dünya ölçeğinde savunulabilir bir meşruiyeti bulunmamaktadır. Böylece “halk ayaklanması” ile NATO’nun özel timlerinin tutuklama operasyonu aynı ana denk düşürülebilir ve “temiz” bir CIA uygulaması sonuçlandırılmış olur.

Gürcistan:
Bir Gece Mecliste...

Geçtiğimiz ay Gürcistan’da olup bitenler, işte tam da bu Belgrad deneyiminin mükemmelleştirilmiş bir kopyasıydı.
Mekanizma yine aynı biçimde çalışmıştı. Bu kez hedef eski Sovyet Dışişleri Bakanı ve sonrasında Gürcistan Devlet Başkanı Eduard Şevardnaze idi.
1991 yılından beri Sovyet sonrası Gürcistan’ı yönetmiş olan 75 yaşındaki Şevardnaze, Bush yönetimi tarafından organize ve finanse edildiği görülen kansız bir darbe ile devrildi.
1989’da Sovyetler Birliği’nin Dışişleri Bakanı iken SSCB’nin çöküşünden sonra, Şevardnaze Gürcistan’a döndü ve ABD tarafında maddi olarak desteklenerek Zviad Gamsahkurdia’dan iktidarı devraldı.
Eski Sovyet ekolünden gelen yaşlı yöneticilerin çoğu gibi Şevardnaze de, aslında emperyalist çıkarlara hizmet etme konusunda uzun süre iyi bir performans gösterdi. Ancak hem Rusya’yı da gözeten ikili tavrı hem de neoliberal dalga karşısında hantal ve ağır kalması, artık “değiştirilmesi” ihtiyacını ortaya çıkarıyordu. Bütün Kafkasya pazarını eksiksiz olarak avucuna almayı tasarlayan ve “ulusal saçmalıklarla” uğraşıp durmaktan hoşlanmayan emperyalizmin gereksindiği devlet adamı tipi artık Şevardnaze gibileri değildi. Genç, dinamik, ulusal duygulardan tamamen arınacak ölçüde neoliberalizme teslim olmuş yeni bir kuşağa ihtiyaç vardı.
Böylece, herhangi bir ülkede çapulculuk olarak adlandırılabilecek olan meclis baskını kolayca gerçekleştirilebildi.
ABD’den akıtılan para ve Şevardnaze karşıtı politik ajanların faaliyetleri bir araya geldiğinde, Şevardnaze’nin Amerikan eğitimli baş rakibi Av. Mikhail Saakaşvili’yi desteklemek için insanların Tiflis’e taşınması pek zor olmadı. Zaten hileli seçimlere duyulan kızgınlıkla ayartılmış olan yoksul Gürcülerin kitlesel protestoları ortamı çoktan tutuşturmuştu. Daha sonra Saakaşvili’yi destekleyen ve emperyalizm tarafından beslenen sözde “sivil toplum” kuruluşlarının halkı aldatarak arkasına almasıyla yol düzlendi ve parlamento basıldığında ordu ve polisin de Şevardnaze’yi savunmayacağı anlaşıldı. Yaşlı ve yorgun Şevardnaze’ye ise artık onursuz bir istifadan başka seçenek kalmamıştı. Sovyet ülkesini satıp emperyalizme hizmet etmenin karşılığı, eski bir kağıt parçası gibi buruşturulup kenara atılmaktan başka bir şey değildi.
Böylece bir kez daha “insan hakları emperyalizmi”nin işlerini nasıl yürüttüğü ve “kadife darbe” denilen şeyin ne anlama geldiği görülmüş oldu.
Şimdilerde Saakaşvilin başkan olması neredeyse kesin gibi. Ancak çabuk parlayan Gürcistan’da iç savaş olasılığı hiçbir zaman uzak değil.
Abhazya ve Osetya 10 bin insanın öldüğü ve 250 bin mülteci bırakan kanlı çatışma ve etnik temizliğin ardından Gürcistan’dan ayrıldılar. Bugün, Rus “barış gücü” askerleri iki isyancı bölgeyi ve bir üçüncü kapalı Müslüman bölge olan Azharya’yı Gürcistan’ın denetiminden “bağımsız” olması için koruyor.
Rusya çeşitli manevralar yaparak ve yeni Gürcü müttefikler bularak ABD’nin Gürcistan üzerindeki etkisini sınırlamaya ve kendisininkini yaymaya çalışacaktır. ABD ise Tiflis’teki adamı Saakaşvili’yi destekleyecek ve terörizmle savaş bahanesi altında belki de Özel Kuvvet askerleri gönderecektir.
Bu, Kafkasya’nın yeniden şekillendirilmesinde bir adımdır. Avrupa ile petrol zengini Hazar Havzası arasındaki bu hayati köprü üzerinde politik ve ekonomik etki sağlama çabası, ABD ile Rusya arasında keskin bir çatışmanın gerçekleşeceğinin işaretlerini veriyor.

Komplolar Zinciri: Azerbaycan
Emperyalist stratejistlerin Kafkasya’daki bir başka ilgi alanı ise Azerbaycan’dır. Azerbaycan’da ise Gürcistan’dan farklı olarak işin içinde Türk ırkçıları da boygöstermektedir ve bu zaman zaman işlerin arapsaçına dönmesine neden olmaktadır.
Aslında Azerbaycan’da da Gürcistan’dakine çok benzer biçimde eski bir Sovyet bürokratıyla karşı karşıyayız; daha doğrusu karşı karşıyaydık.
Andropov sonrası Genel Sekreter seçiminde Gorbaçov ekibi biraz daha ağır basmasa neredeyse Sovyetler Birliği Devlet Başkanı seçilebilecek kadar üst düzey parti yetkilisi olan Haydar Aliyev de Şevardnaze gibi uzun süre kapitalist ilişkilerin taşıyıcısı olarak hizmet etmişti. Sovyetler’in çöküşünden sonra Azerbaycan Devlet Başkanı seçilen Aliyev, benzer şekilde devrini doldurmuş liderler arasındaydı; üstelik aynı zamanda fiziksel olarak...
Geçtiğimiz Ekim ayındaki seçimler, Haydar Aliyev’in hastaneye yatırılmasından sonraya rastgelmişti. Aliyev, önce Türkiye’deki askeri hastanelerde, sonra da ABD’deki hastanelerde suni yollarla yaşatılmaya çalışılırken aslında başkanlık tahtının veliahtı belliydi: oğlu İlham Aliyev. Fakat henüz 13 yıldır gerçek anlamda kapitalizmle tanışmış olan Azerbaycan vb. gibi ülkelerdeki seçimler emperyalist ülkeler için (özellikle ABD için) büyük önem teşkil etmekteydi. Çünkü dünyanın jandarmalığını yapan ABD için, doğum sürecinde ortaya çıkabilecek bir kan uyuşmazlığı ciddi sorunlar teşkil edebilir, hatta Azerbaycan diğer emperyalistlerin çemberine girebilirdi.
Nihayetinde seçimler oldu ve tahmin edildiği gibi başkanlığa İlham Aliyev seçildi. Ancak seçimlerle ilgili bir çok şaibe ortaya atıldı ve hükümetle CIA’nın eski turancı gözdesi olan Musavat Partisi arasında kanlı çatışmalar yaşandı. İşin ilginç yanı çatışmalarda yaralananların arasında Musavat Partisi taraftarı olarak, Türkiye’den giden ülkücü faşistlerin de var olmasıydı. Ülkü Ocakları Başkanı Atilla Kaya ile MHP MYK üyesi Suat Başaran’ın ‘gayriresmi gözlemci’ sıfatıyla bulundukları Bakü’de, İsa Kamber’i desteklemek için Azadlık Meydanı’ndaki gösterilere katıldıkları anlaşıldı. Hatta arada bazı Türk faşistlerin tutuklandığı, bazılarının da yaralandığı ortaya çıktı.

Turancıların Karışık İşleri
Bu şahısların orada, çatışmanın ortasında ne aradıklarını anlamak için biraz geçmişe dönmek gerekiyor.
Aslında bu ilişki yeni değil; bugün Musavat Partisi etrafında kümelenen Azerbaycan’lı faşistlerin çoğu, Sovyet döneminde de emperyalizmin kolu olarak varlıklarını hep devam ettirmişlerdi. Ve o zamanlar da MİT, (Bulgaristan’a olduğu gibi) Azerbaycan’a özel ilgi göstermekteydi. Daha çok MHP kanalıyla sürdürülen bu faaliyet, 90’lardan sonra yeni bir anlam kazanarak devam etti.
“Amerika Birleşik Devletlerinin Avrasya’nın tümü için bütünleşmiş kapsamlı ve uzun vadeli bir jeostrateji oluşturmasının zamanı gelmiştir. Çünkü ABD. bugün tek süper güçtür ve Avrasya da yerkürenin merkezi arenasıdır. Dünya devleti olmanın yolu da Avrasya üzerinde kontrol sahibi olmaktan geçer.” (Büyük Satranç Tahtası, Z. Brezinski, Sabah Kitapları)
Böyle diyordu ABD’li stratejist Z. Brezinski ve reel sosyalizmin çözülmesi sonrasında. Dünya hakimiyetini sağlamak amacıyla “Yeni Dünya Düzeni”, “Pax-Americana” ve “Avrasya Projesi” politikalarını gündeme getiren ABD’nin, bölge düzeyinde bu politikalarını yaşamsal kılmak için Türkiye’yi “basamak taşı” olarak kullanmaya karar vermesi üzerine; Türkiye egemenleri uzun zamandır canlı tuttukları hayallerini seslendirmeye başlamışlardı. Türk (ya da ırkçılar tarafından Türk olduğu varsayılan!) nüfusun yaşadığı tüm toprakların, nufuz alanı haline getirilmesini koşullayan bu hayal “Adriyatik’ten Çin Seddine” söylemiyle ifade edilmekteydi.
Belki ilginç görünebilir ama, Türkiye egemenlerinin “coğrafi genişleme” hayallerini ifade eden bu söylem ilk kez ABD Dışişleri eski bakanı Henry Kissinger tarafından kullanılmıştı. “1992 Davos Toplantısı, Kissinger’in ‘adriyatikten Çin Seddi’ne Türk Dünyası’ kavramını da ilk kez kullandığı zemin oldu”. (Milliyet 27 Ocak 2000)
Reel sosyalizmin çözülüşü sonrası dönemde önemli olan Avrasya hakimiyeti, bunun içinde özellikle Azerbaycan’daki petrol, Hazar ve Orta Asya enerji kaynaklarına hakimiyetti. Bunun için de dağınıklık, kaos ve çöküntü içindeki Rusya’ya nefes aldırmadan, toparlanıp kendini bulmasını her yolla sabote etmek, yanısıra ve belki de daha da önemli olarak Asya’da sürekli yükselen bir güç olan Çin’i etkisiz kılıp tecrit etmek gerekirdi. İşte bu noktada Amerikanın sadık uşağı Türkiye devreye sokuluyordu.
Burada iş Türkiye oligarşisine ve onun geçmişten beri geliştirdiği kontra faaliyete düşüyordu. Bu süreçten sonra bölge ülkeleriyle Türkiye’nin tarihi, coğrafi, kültürel bağlarının önemi her fırsatta dile getirilmeye başlandı. Türkiye’ye biçilen misyon emperyalizmin truva atı olmaktı. Elbette bu koşullarda ABD’nin bölgede egemenliğini sağlayabilmesi için Türkiye kontrgerillasına, MHP’ye biçtiği rol önem kazanacaktı. MHP’liler kendilerine biçilen bu rol gereği Türki cumhuriyetlerden çıkmaz oldular. Bundan sonra olanlar Türkiye halkları için bildikti; şaşırtıcı değildi. Susurlukta çok küçük bir kısmı görünen devleti pisliğini Türki cumhuriyetlere taşımıştı. Darbe tezgahlamak, uyuşturucu trafiğini yönlendirmek, halkları katletmek, CIA ajanlığı yapmak gibi her tür pis işi ancak MHP’liler yerine getirebilirdi.
Türkiye de, Özal’dan başlayarak burjuva siyaset adamları tarafından iç politikada halk kitlelerini aldatmaya ve sersemletmeye dayalı iddialı söylemlere dayanak yapılan Türk dış politikasının bu alanında; ‘90’lı yılların başında ve bu propagandanın kitlelere dönük yüzünde, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne 200 milyonluk Türk dünyası”ndan sözedilir ve Türkiye de bu dünyanın “doğal lideri” olarak sunulurdu. Bu resmi söylemle dış politikada olduğu kadar iç politikada da gerici, ırkçı-turancı ideolojiye ayrı bir kuvvet kazandırılmıştı. 12 Eylül “mağduru” faşist Türkeş bu yönelimle birlikte rehabilite edilmekten de öteye yeniden rejimin en has adamı haline getirildi ve yeni Türki cumhuriyetlerle kurulacak ilişkilerin önemli bir olanağı, doğal temsilcisi sayıldı. Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ne zaman o bölgeye gidecek olsalar yanlarında mutlaka Türkeş’i de götürürlerdi.
Türkeş bu konuda da üzerine düşeni yapıyor ve şunları söylüyordu: “Türk Cumhuriyetlerinde tabii kaynaklar çok zengin. Yapılan uydu araştırmalarına göre de Hazar Denizi, Tataristan dahil, Kazakistan ve Özbekistan böyle bir yarım daire biçiminde Basra Körfezi’nden daha zengin petrol rezervlerine sahip. (...) En büyük ihtiyaçları yabancı sermayedir. Yatırımdır. Ben ABD’yi ziyaretimde çeşitli lobilerle görüştüm. Onları Türk Cumhuriyetlerine yatırım yapmaya davet ediyorum, teşvik ediyorum... Mesela Özbekistan’da çok zengin altın madenleri var..... mesela ABD’ye diyorum ki ‘yatırım yapın, çok zengin kaynaklar var.’ İstiyorum ki oraya bilhassa Amerikan sermayesi girsin. (...)” (Kontrgerilla Kıskacında Türkiye, Suat Parlar, syf; 432-433)
O günlerde Türkeş bir tekel patronu gibi davranmakta, “iş bağlamaya” çalışmaktadır.
Ayrıca MHP’nin gerek CIA ile, gerekse Almanya’da CSU aracılığıyla emperyalizmle doğrudan ilişki içinde olması, son gelişmelerde belli bir rol oynadığını da söylemeyi olanaklı kılmaktadır.
MHP’nin uzun yıllar SSCB’den, gerek “kaçarak”, gerekse yapılmış “kültür değişimi” anlaşmalarıyla gelmiş gençlerle kurduğu ilişkiler de SSCB’nin dağıtılmışlığı koşullarında emperyalizmin (ve oligarşinin) oldukça işine yarayabilecek ilişkilerdi.
Böyle bir ortamda MHP emperyalizm için iyi bir seçenekti. Zaten MHP ve Türkeş uzun yıllar CIA’den doğrudan para yardımı alan faşist örgütlerin başında gelmektedir. (Ama MHP’ye para yardımı yapan tek emperyalist güç Amerika değildir. Başta da belirttiğimiz gibi, Alman emperyalizmi de, CSU aracılığıyla, MHP’yi uzun yıllardır finanse etmektedir. 1980 sonrasında Alman emperyalizminin MHP’ ye yönelik desteği “vize mafyası” aracılığıyla yeni biçimlerde gelişmiştir.)
Azerbaycan’da Elçibey’in Musavat Partisi’ni destekleyen grupların başında MHP’li faşistler gelmektedir ve bunlar değişik dönemlerde iktidarı ele geçirmek için girişimlerde bulunmuşlardır. Nahçıvan’da İskender Hamidov’a bağlı faşistlerin darbe girişimi son anda durdurulmuştur. Azerbaycan “Halk” Cephesi içinde uluyan bozkurt amblemli üniformalarıyla özel bir güç oluşturmaktadırlar. Azerbaycanda aynı zamanda MHP’nin kurduğu ve komando eğitimi verdiği kamplar bulunmaktadır. Türkiye oligarşisinin Asyadaki politikalarını anlamak açısından 1995’teki Azerbaycan darbesi çok iyi bir örnektir!

Ferman Demirkol ve Darbe
Azerbaycan’da ‘’Mart 1995’teki darbeyi o zamanın Dışişlerine bağlı olan TİKA (Türkiye İktisadi Kalkınma Ajansı) Azerbaycan temsilcisi Ferman Demirkol’un yönettiği ortaya çıktı. Deşifre olunca Dönemin Cumhurbaşkanı S. Demirel’in Aliyev’den özel ve ısrarlı ricası üzerine Azerbaycan’da yargılanmadan Türkiye’ye getirildi... Başbakanlığın özel uçağı ile dönemin Başbakanlık Müsteşarı olan Ali Naci Tuncer ve refakatinde üst düzey bir MİT yetkilisi tarafından VIP olarak Türkiye’ye getirilen Ferman Demirkol, Türkiye’de hiç yargılanmadı. Üstelik, Aliyev daha sonraları Türkiye’yi bir ziyaretinde TBMM kürsüsünde konuşurken bu konuya değinmiş ve kendisine Ferman Demirkol’un Türkiye’de yargılanacağı sözünün verildiğini ve bunun üzerine iki devlet arasındaki kardeşlik zarar görmesin diye Demirkol’un Türkiye’ye dönmesine izin verdiğini söylemişti. (6 Mayıs 1997 tarihli TBMM tutanakları).
Ferman Demirkol adı ve Azerbaycan darbesinde MİT görevlisi olarak üstlendiği fonksiyon Susurluk raporunda da açığa çıktı. Demirkol, Türkiye’ye döndükten sonra hemen İ.Ü. Rektörü Kemal Alemdaroğlu tarafından Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku anabilim dalına öğretim üyesi olarak atandı.

Hocaefendi’nin Okulları
ABD ve yerli işbirlikçileri Türki ülkelerde görevlendirdiği bir diğer isimse, Fethullah Gülen’dir. Kafkaslardaki Türkçü kimliğin yanında İslami kimliğin de yayılması için (ABD’nin yenilenmiş yeşil kuşak projesine uygun olarak) Fetullah Gülen seçilmiştir.
Bölgede faaliyetlerini kendi alanında yürüten Fetullah Gülen, Türkiye egemenler bileşkesinde yer alan sermayedar generallerle zaman zaman karşıt bir görünüm sergilese de, ABD’nin ve yerli işbirlikçilerinin her zaman gereksinim duyacağı akımın temsilcisidir. “Hoca” da, ABD’nin eteğine yapışmayı kendi menfaatine uygun görmektedir. “Dünyanın hali hazırdaki durumuyla şu çerçevesiyle Amerika, şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir... Amerika hala bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır...
Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli. Amerika gözardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı.” (“Fethullah Gülen ile New York sohbeti” Nevval Sevindi, Sabah Kitapları sf:39) Nitekim Türkiye’de hakkında soruşturma açıldığında yaşamak için seçtiği ülke de Amerika olmuştur.

Azerbaycan: Şimdilik Beklemede
Sonuç olarak bugüne gelindiğinde, İlham Aliyev’in babasının izinden giderek ABD emperyalizmiyle ilişkileri daha da geliştireceği söylenebilir. Başka ülkelerde “seçim hilesi” bahanesini sık sık kullanarak ayaklanmalar kışkırtan ABD, şimdilik Musavat taraftarlarına böyle bir açık çek vermiş gibi görünmüyor. Esasen MHP tarafından yürütülen darbe ve karışıklık faaliyetlerinde de CIA ve MİT her zaman çok taraflı politikaları tercih ettiler. Örneğin 1995’te de bir yandan MİT Elçibey’le darbe tasarlarken, diğer yandan devletin en üst kademesi, bizzat Demirel, Aliyev’i arayarak darbe teşebbüsünü bildirebiliyordu.
Bugün Kafkasya, en güçlü emperyalist devletlerin at oynattığı, çıkarları doğrultusunda hakim olmak istediği bir alandır. Ve alana hakim olmak için bazen maceraya girmekten çekinmek, mevcut seçenekler içersinden en makul olanını desteklemek bir ihtiyaç olabilmektedir.
Ekonomik ve askeri açıdan en güçlü emperyalist devletlerin etkinlik kurma mücadelesi verdikleri bu alanda (Asya’da) Türk egemenlerinin yapabileceği biricik şey, şüphesiz bu mücadelede en avantajlı konumda görünen ve bir çok kanaldan bağımlılık ilişkileriyle kuklası haline geldiği, ABD emperyalizmine taşeronluktan başka bir şey değildir. (oligarşi bu taşeronluğu yalnızca ABD için değil İsrail için de yaptı; Türk firmaları birçok durumda İsrail’in bölgeye yönelik yatırımlarına aracılık yapmaktan ya da paravan oluşturmaktan öteye gidemediler. ‘90’lı yılların başında faşist lider Türkeş’in İsrail’le girdiği çok özel ilişkilerin temel bir boyutu ve işlevi de buydu.)
Fakat oligarşinin ve devletinin işi eline yüzüne bulaştırmakla sonuçlanan beceriksizliği ne olursa olsun, daha önce de vurgulandığı gibi, bu alandaki çatışmanın seyri ve sonuçları onun boyunu zaten çok aşmaktadır. Bölgede büyük güçler, ABD, AB ve Şangay Forumu çatışmaktadır ve bu çatışmanın ABD kanadında yer alan Türkiye haddini bilmek durumundadır.
İlham Aliyev herhangi bir şekilde dengeleri değiştirmeye kalkıştığında ise işler büyük olasılıkla Türk Usülü değil, Gürcistan ve Sırbistan’daki yoldan, yani ABD’nin “naklen ayaklanma” yolundan çözülecektir.

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul