“Yeni emperyalist darbe” türünün
ilk örneklerini aslında 1990’ların başında, reel
sosyalist ülkelerdeki son “pürüzler” temizlenirken
görmüştük. Özellikle Romanya ve Bulgaristan “ayaklanmaları”
bunun iyi kotarılmış örnekleriydi. Zaten kötü duruma
düşmüş ve artık zorlukla ayakta duran Çavuşesku
rejiminin son günlerinde kaynayan Bükreş sokaklarını
şimdi hatırladığımızda, bugünkü Gürcistan ya da
Azerbaycan, vb. olaylarını daha iyi anlayabiliyoruz.
Ama yine de bunun için zihnimizin esaslı bir eğitimden
geçmesi ve CIA’nın klasik Latin Amerika darbelerine
alışkın düşünme biçimlerimizin biraz değiştirilmesi
gerekiyor. Çünkü bu kez organize edilen şey, deyimin
Amerikalı anlamıyla “halk ayaklanmaları”(!)dır ve
artık “insan hakları emperyalizmi” diye de tanımlanan
özel bir türle karşı karşıyayız.
Şu muhteşem “Belgrad Ayaklanması” şimdi gözlerimizin
önüne geliyor. Hani şu dünya ve Türk televizyonlarının
neredeyse naklen yayınladıkları büyük demokrasi(!)
hareketi... Hani Kanal 7 gibi sağcı TV’ler günlerce
olayları “Venseremos” spot müziğiyle vermişler ve
sonradan yeni lider Koştunitsa’nın da müslüman boşnakların
katili bir etnik kasap olduğu anlaşılınca yüzlerinin
hiç kızarmadan dillerini birazcık yumuşatmışlardı.
O zamanlar da taktik aynıydı: Önce ABD çıkarlarına
aykırı olan mevcut yönetimi sonuna dek yıpratmak
ve yaptığı zalimlikleri medyada bıktırıncaya kadar
işlemek, oluk oluk akıtılan paralarla paravan “sivil
toplum örgütleri”ni desteklemek, daha sonra da uçak
gemilerinin ve emperyalist medya tekellerinin yakın
takibi altında bir “ayaklanma”yı kışkırtmak... Caddeler
dolduğunda ve başkanlık sarayı kuşatıldığında, artık
“demokrasi için ayağa kalkmış” kitlelerin önünde
durabilmek mümkün değildir. Öyle ki, vaktiyle çok
daha büyük gösterileri umursamamış olan yönetim,
ayaklanmacıların arkasındaki gücü hissettiğinde,
artık hiç şansının kalmadığına da ikna olmaktadır.
Bütün bunları organize etmek sanıldığı kadar zor
da değildir üstelik; çünkü söz konusu mevcut yönetim,
Miloşeviç örneğindeki gibi, çoğunlukla zaten büyük
suçlarla, ırkçı katliamlarla, vb. lekelenmiştir
ve dünya ölçeğinde savunulabilir bir meşruiyeti
bulunmamaktadır. Böylece “halk ayaklanması” ile
NATO’nun özel timlerinin tutuklama operasyonu aynı
ana denk düşürülebilir ve “temiz” bir CIA uygulaması
sonuçlandırılmış olur.
Gürcistan:
Bir Gece Mecliste...
Geçtiğimiz ay Gürcistan’da olup bitenler, işte
tam da bu Belgrad deneyiminin mükemmelleştirilmiş
bir kopyasıydı.
Mekanizma yine aynı biçimde çalışmıştı. Bu kez
hedef eski Sovyet Dışişleri Bakanı ve sonrasında
Gürcistan Devlet Başkanı Eduard Şevardnaze idi.
1991 yılından beri Sovyet sonrası Gürcistan’ı
yönetmiş olan 75 yaşındaki Şevardnaze, Bush yönetimi
tarafından organize ve finanse edildiği görülen
kansız bir darbe ile devrildi.
1989’da Sovyetler Birliği’nin Dışişleri Bakanı
iken SSCB’nin çöküşünden sonra, Şevardnaze Gürcistan’a
döndü ve ABD tarafında maddi olarak desteklenerek
Zviad Gamsahkurdia’dan iktidarı devraldı.
Eski Sovyet ekolünden gelen yaşlı yöneticilerin
çoğu gibi Şevardnaze de, aslında emperyalist çıkarlara
hizmet etme konusunda uzun süre iyi bir performans
gösterdi. Ancak hem Rusya’yı da gözeten ikili
tavrı hem de neoliberal dalga karşısında hantal
ve ağır kalması, artık “değiştirilmesi” ihtiyacını
ortaya çıkarıyordu. Bütün Kafkasya pazarını eksiksiz
olarak avucuna almayı tasarlayan ve “ulusal saçmalıklarla”
uğraşıp durmaktan hoşlanmayan emperyalizmin gereksindiği
devlet adamı tipi artık Şevardnaze gibileri değildi.
Genç, dinamik, ulusal duygulardan tamamen arınacak
ölçüde neoliberalizme teslim olmuş yeni bir kuşağa
ihtiyaç vardı.
Böylece, herhangi bir ülkede çapulculuk olarak
adlandırılabilecek olan meclis baskını kolayca
gerçekleştirilebildi.
ABD’den akıtılan para ve Şevardnaze karşıtı politik
ajanların faaliyetleri bir araya geldiğinde, Şevardnaze’nin
Amerikan eğitimli baş rakibi Av. Mikhail Saakaşvili’yi
desteklemek için insanların Tiflis’e taşınması
pek zor olmadı. Zaten hileli seçimlere duyulan
kızgınlıkla ayartılmış olan yoksul Gürcülerin
kitlesel protestoları ortamı çoktan tutuşturmuştu.
Daha sonra Saakaşvili’yi destekleyen ve emperyalizm
tarafından beslenen sözde “sivil toplum” kuruluşlarının
halkı aldatarak arkasına almasıyla yol düzlendi
ve parlamento basıldığında ordu ve polisin de
Şevardnaze’yi savunmayacağı anlaşıldı. Yaşlı ve
yorgun Şevardnaze’ye ise artık onursuz bir istifadan
başka seçenek kalmamıştı. Sovyet ülkesini satıp
emperyalizme hizmet etmenin karşılığı, eski bir
kağıt parçası gibi buruşturulup kenara atılmaktan
başka bir şey değildi.
Böylece bir kez daha “insan hakları emperyalizmi”nin
işlerini nasıl yürüttüğü ve “kadife darbe” denilen
şeyin ne anlama geldiği görülmüş oldu.
Şimdilerde Saakaşvilin başkan olması neredeyse
kesin gibi. Ancak çabuk parlayan Gürcistan’da
iç savaş olasılığı hiçbir zaman uzak değil.
Abhazya ve Osetya 10 bin insanın öldüğü ve 250
bin mülteci bırakan kanlı çatışma ve etnik temizliğin
ardından Gürcistan’dan ayrıldılar. Bugün, Rus
“barış gücü” askerleri iki isyancı bölgeyi ve
bir üçüncü kapalı Müslüman bölge olan Azharya’yı
Gürcistan’ın denetiminden “bağımsız” olması için
koruyor.
Rusya çeşitli manevralar yaparak ve yeni Gürcü
müttefikler bularak ABD’nin Gürcistan üzerindeki
etkisini sınırlamaya ve kendisininkini yaymaya
çalışacaktır. ABD ise Tiflis’teki adamı Saakaşvili’yi
destekleyecek ve terörizmle savaş bahanesi altında
belki de Özel Kuvvet askerleri gönderecektir.
Bu, Kafkasya’nın yeniden şekillendirilmesinde
bir adımdır. Avrupa ile petrol zengini Hazar Havzası
arasındaki bu hayati köprü üzerinde politik ve
ekonomik etki sağlama çabası, ABD ile Rusya arasında
keskin bir çatışmanın gerçekleşeceğinin işaretlerini
veriyor.
Komplolar Zinciri: Azerbaycan
Emperyalist stratejistlerin Kafkasya’daki bir
başka ilgi alanı ise Azerbaycan’dır. Azerbaycan’da
ise Gürcistan’dan farklı olarak işin içinde Türk
ırkçıları da boygöstermektedir ve bu zaman zaman
işlerin arapsaçına dönmesine neden olmaktadır.
Aslında Azerbaycan’da da Gürcistan’dakine çok
benzer biçimde eski bir Sovyet bürokratıyla karşı
karşıyayız; daha doğrusu karşı karşıyaydık.
Andropov sonrası Genel Sekreter seçiminde Gorbaçov
ekibi biraz daha ağır basmasa neredeyse Sovyetler
Birliği Devlet Başkanı seçilebilecek kadar üst
düzey parti yetkilisi olan Haydar Aliyev de Şevardnaze
gibi uzun süre kapitalist ilişkilerin taşıyıcısı
olarak hizmet etmişti. Sovyetler’in çöküşünden
sonra Azerbaycan Devlet Başkanı seçilen Aliyev,
benzer şekilde devrini doldurmuş liderler arasındaydı;
üstelik aynı zamanda fiziksel olarak...
Geçtiğimiz Ekim ayındaki seçimler, Haydar Aliyev’in
hastaneye yatırılmasından sonraya rastgelmişti.
Aliyev, önce Türkiye’deki askeri hastanelerde,
sonra da ABD’deki hastanelerde suni yollarla yaşatılmaya
çalışılırken aslında başkanlık tahtının veliahtı
belliydi: oğlu İlham Aliyev. Fakat henüz 13 yıldır
gerçek anlamda kapitalizmle tanışmış olan Azerbaycan
vb. gibi ülkelerdeki seçimler emperyalist ülkeler
için (özellikle ABD için) büyük önem teşkil etmekteydi.
Çünkü dünyanın jandarmalığını yapan ABD için,
doğum sürecinde ortaya çıkabilecek bir kan uyuşmazlığı
ciddi sorunlar teşkil edebilir, hatta Azerbaycan
diğer emperyalistlerin çemberine girebilirdi.
Nihayetinde seçimler oldu ve tahmin edildiği gibi
başkanlığa İlham Aliyev seçildi. Ancak seçimlerle
ilgili bir çok şaibe ortaya atıldı ve hükümetle
CIA’nın eski turancı gözdesi olan Musavat Partisi
arasında kanlı çatışmalar yaşandı. İşin ilginç
yanı çatışmalarda yaralananların arasında Musavat
Partisi taraftarı olarak, Türkiye’den giden ülkücü
faşistlerin de var olmasıydı. Ülkü Ocakları Başkanı
Atilla Kaya ile MHP MYK üyesi Suat Başaran’ın
‘gayriresmi gözlemci’ sıfatıyla bulundukları Bakü’de,
İsa Kamber’i desteklemek için Azadlık Meydanı’ndaki
gösterilere katıldıkları anlaşıldı. Hatta arada
bazı Türk faşistlerin tutuklandığı, bazılarının
da yaralandığı ortaya çıktı.
Turancıların Karışık İşleri
Bu şahısların orada, çatışmanın ortasında ne aradıklarını
anlamak için biraz geçmişe dönmek gerekiyor.
Aslında bu ilişki yeni değil; bugün Musavat Partisi
etrafında kümelenen Azerbaycan’lı faşistlerin
çoğu, Sovyet döneminde de emperyalizmin kolu olarak
varlıklarını hep devam ettirmişlerdi. Ve o zamanlar
da MİT, (Bulgaristan’a olduğu gibi) Azerbaycan’a
özel ilgi göstermekteydi. Daha çok MHP kanalıyla
sürdürülen bu faaliyet, 90’lardan sonra yeni bir
anlam kazanarak devam etti.
“Amerika Birleşik Devletlerinin Avrasya’nın tümü
için bütünleşmiş kapsamlı ve uzun vadeli bir jeostrateji
oluşturmasının zamanı gelmiştir. Çünkü ABD. bugün
tek süper güçtür ve Avrasya da yerkürenin merkezi
arenasıdır. Dünya devleti olmanın yolu da Avrasya
üzerinde kontrol sahibi olmaktan geçer.” (Büyük
Satranç Tahtası, Z. Brezinski, Sabah Kitapları)
Böyle diyordu ABD’li stratejist Z. Brezinski ve
reel sosyalizmin çözülmesi sonrasında. Dünya hakimiyetini
sağlamak amacıyla “Yeni Dünya Düzeni”, “Pax-Americana”
ve “Avrasya Projesi” politikalarını gündeme getiren
ABD’nin, bölge düzeyinde bu politikalarını yaşamsal
kılmak için Türkiye’yi “basamak taşı” olarak kullanmaya
karar vermesi üzerine; Türkiye egemenleri uzun
zamandır canlı tuttukları hayallerini seslendirmeye
başlamışlardı. Türk (ya da ırkçılar tarafından
Türk olduğu varsayılan!) nüfusun yaşadığı tüm
toprakların, nufuz alanı haline getirilmesini
koşullayan bu hayal “Adriyatik’ten Çin Seddine”
söylemiyle ifade edilmekteydi.
Belki ilginç görünebilir ama, Türkiye egemenlerinin
“coğrafi genişleme” hayallerini ifade eden bu
söylem ilk kez ABD Dışişleri eski bakanı Henry
Kissinger tarafından kullanılmıştı. “1992 Davos
Toplantısı, Kissinger’in ‘adriyatikten Çin Seddi’ne
Türk Dünyası’ kavramını da ilk kez kullandığı
zemin oldu”. (Milliyet 27 Ocak 2000)
Reel sosyalizmin çözülüşü sonrası dönemde önemli
olan Avrasya hakimiyeti, bunun içinde özellikle
Azerbaycan’daki petrol, Hazar ve Orta Asya enerji
kaynaklarına hakimiyetti. Bunun için de dağınıklık,
kaos ve çöküntü içindeki Rusya’ya nefes aldırmadan,
toparlanıp kendini bulmasını her yolla sabote
etmek, yanısıra ve belki de daha da önemli olarak
Asya’da sürekli yükselen bir güç olan Çin’i etkisiz
kılıp tecrit etmek gerekirdi. İşte bu noktada
Amerikanın sadık uşağı Türkiye devreye sokuluyordu.
Burada iş Türkiye oligarşisine ve onun geçmişten
beri geliştirdiği kontra faaliyete düşüyordu.
Bu süreçten sonra bölge ülkeleriyle Türkiye’nin
tarihi, coğrafi, kültürel bağlarının önemi her
fırsatta dile getirilmeye başlandı. Türkiye’ye
biçilen misyon emperyalizmin truva atı olmaktı.
Elbette bu koşullarda ABD’nin bölgede egemenliğini
sağlayabilmesi için Türkiye kontrgerillasına,
MHP’ye biçtiği rol önem kazanacaktı. MHP’liler
kendilerine biçilen bu rol gereği Türki cumhuriyetlerden
çıkmaz oldular. Bundan sonra olanlar Türkiye halkları
için bildikti; şaşırtıcı değildi. Susurlukta çok
küçük bir kısmı görünen devleti pisliğini Türki
cumhuriyetlere taşımıştı. Darbe tezgahlamak, uyuşturucu
trafiğini yönlendirmek, halkları katletmek, CIA
ajanlığı yapmak gibi her tür pis işi ancak MHP’liler
yerine getirebilirdi.
Türkiye de, Özal’dan başlayarak burjuva siyaset
adamları tarafından iç politikada halk kitlelerini
aldatmaya ve sersemletmeye dayalı iddialı söylemlere
dayanak yapılan Türk dış politikasının bu alanında;
‘90’lı yılların başında ve bu propagandanın kitlelere
dönük yüzünde, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne 200
milyonluk Türk dünyası”ndan sözedilir ve Türkiye
de bu dünyanın “doğal lideri” olarak sunulurdu.
Bu resmi söylemle dış politikada olduğu kadar
iç politikada da gerici, ırkçı-turancı ideolojiye
ayrı bir kuvvet kazandırılmıştı. 12 Eylül “mağduru”
faşist Türkeş bu yönelimle birlikte rehabilite
edilmekten de öteye yeniden rejimin en has adamı
haline getirildi ve yeni Türki cumhuriyetlerle
kurulacak ilişkilerin önemli bir olanağı, doğal
temsilcisi sayıldı. Cumhurbaşkanları, Başbakanlar
ne zaman o bölgeye gidecek olsalar yanlarında
mutlaka Türkeş’i de götürürlerdi.
Türkeş bu konuda da üzerine düşeni yapıyor ve
şunları söylüyordu: “Türk Cumhuriyetlerinde tabii
kaynaklar çok zengin. Yapılan uydu araştırmalarına
göre de Hazar Denizi, Tataristan dahil, Kazakistan
ve Özbekistan böyle bir yarım daire biçiminde
Basra Körfezi’nden daha zengin petrol rezervlerine
sahip. (...) En büyük ihtiyaçları yabancı sermayedir.
Yatırımdır. Ben ABD’yi ziyaretimde çeşitli lobilerle
görüştüm. Onları Türk Cumhuriyetlerine yatırım
yapmaya davet ediyorum, teşvik ediyorum... Mesela
Özbekistan’da çok zengin altın madenleri var.....
mesela ABD’ye diyorum ki ‘yatırım yapın, çok zengin
kaynaklar var.’ İstiyorum ki oraya bilhassa Amerikan
sermayesi girsin. (...)” (Kontrgerilla Kıskacında
Türkiye, Suat Parlar, syf; 432-433)
O günlerde Türkeş bir tekel patronu gibi davranmakta,
“iş bağlamaya” çalışmaktadır.
Ayrıca MHP’nin gerek CIA ile, gerekse Almanya’da
CSU aracılığıyla emperyalizmle doğrudan ilişki
içinde olması, son gelişmelerde belli bir rol
oynadığını da söylemeyi olanaklı kılmaktadır.
MHP’nin uzun yıllar SSCB’den, gerek “kaçarak”,
gerekse yapılmış “kültür değişimi” anlaşmalarıyla
gelmiş gençlerle kurduğu ilişkiler de SSCB’nin
dağıtılmışlığı koşullarında emperyalizmin (ve
oligarşinin) oldukça işine yarayabilecek ilişkilerdi.
Böyle bir ortamda MHP emperyalizm için iyi bir
seçenekti. Zaten MHP ve Türkeş uzun yıllar CIA’den
doğrudan para yardımı alan faşist örgütlerin başında
gelmektedir. (Ama MHP’ye para yardımı yapan tek
emperyalist güç Amerika değildir. Başta da belirttiğimiz
gibi, Alman emperyalizmi de, CSU aracılığıyla,
MHP’yi uzun yıllardır finanse etmektedir. 1980
sonrasında Alman emperyalizminin MHP’ ye yönelik
desteği “vize mafyası” aracılığıyla yeni biçimlerde
gelişmiştir.)
Azerbaycan’da Elçibey’in Musavat Partisi’ni destekleyen
grupların başında MHP’li faşistler gelmektedir
ve bunlar değişik dönemlerde iktidarı ele geçirmek
için girişimlerde bulunmuşlardır. Nahçıvan’da
İskender Hamidov’a bağlı faşistlerin darbe girişimi
son anda durdurulmuştur. Azerbaycan “Halk” Cephesi
içinde uluyan bozkurt amblemli üniformalarıyla
özel bir güç oluşturmaktadırlar. Azerbaycanda
aynı zamanda MHP’nin kurduğu ve komando eğitimi
verdiği kamplar bulunmaktadır. Türkiye oligarşisinin
Asyadaki politikalarını anlamak açısından 1995’teki
Azerbaycan darbesi çok iyi bir örnektir!
Ferman Demirkol ve Darbe
Azerbaycan’da ‘’Mart 1995’teki darbeyi o zamanın
Dışişlerine bağlı olan TİKA (Türkiye İktisadi
Kalkınma Ajansı) Azerbaycan temsilcisi Ferman
Demirkol’un yönettiği ortaya çıktı. Deşifre olunca
Dönemin Cumhurbaşkanı S. Demirel’in Aliyev’den
özel ve ısrarlı ricası üzerine Azerbaycan’da yargılanmadan
Türkiye’ye getirildi... Başbakanlığın özel uçağı
ile dönemin Başbakanlık Müsteşarı olan Ali Naci
Tuncer ve refakatinde üst düzey bir MİT yetkilisi
tarafından VIP olarak Türkiye’ye getirilen Ferman
Demirkol, Türkiye’de hiç yargılanmadı. Üstelik,
Aliyev daha sonraları Türkiye’yi bir ziyaretinde
TBMM kürsüsünde konuşurken bu konuya değinmiş
ve kendisine Ferman Demirkol’un Türkiye’de yargılanacağı
sözünün verildiğini ve bunun üzerine iki devlet
arasındaki kardeşlik zarar görmesin diye Demirkol’un
Türkiye’ye dönmesine izin verdiğini söylemişti.
(6 Mayıs 1997 tarihli TBMM tutanakları).
Ferman Demirkol adı ve Azerbaycan darbesinde MİT
görevlisi olarak üstlendiği fonksiyon Susurluk
raporunda da açığa çıktı. Demirkol, Türkiye’ye
döndükten sonra hemen İ.Ü. Rektörü Kemal Alemdaroğlu
tarafından Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku anabilim
dalına öğretim üyesi olarak atandı.
Hocaefendi’nin Okulları
ABD ve yerli işbirlikçileri Türki ülkelerde görevlendirdiği
bir diğer isimse, Fethullah Gülen’dir. Kafkaslardaki
Türkçü kimliğin yanında İslami kimliğin de yayılması
için (ABD’nin yenilenmiş yeşil kuşak projesine
uygun olarak) Fetullah Gülen seçilmiştir.
Bölgede faaliyetlerini kendi alanında yürüten
Fetullah Gülen, Türkiye egemenler bileşkesinde
yer alan sermayedar generallerle zaman zaman karşıt
bir görünüm sergilese de, ABD’nin ve yerli işbirlikçilerinin
her zaman gereksinim duyacağı akımın temsilcisidir.
“Hoca” da, ABD’nin eteğine yapışmayı kendi menfaatine
uygun görmektedir. “Dünyanın hali hazırdaki durumuyla
şu çerçevesiyle Amerika, şu andaki konum ve gücüyle
bütün dünyaya kumanda edebilir... Amerika hala
bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin
adıdır...
Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok
önemli rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli.
Amerika gözardı edilerek şurada burada bir iş
yapılmaya kalkılmamalı.” (“Fethullah Gülen ile
New York sohbeti” Nevval Sevindi, Sabah Kitapları
sf:39) Nitekim Türkiye’de hakkında soruşturma
açıldığında yaşamak için seçtiği ülke de Amerika
olmuştur.
Azerbaycan: Şimdilik Beklemede
Sonuç olarak bugüne gelindiğinde, İlham Aliyev’in
babasının izinden giderek ABD emperyalizmiyle
ilişkileri daha da geliştireceği söylenebilir.
Başka ülkelerde “seçim hilesi” bahanesini sık
sık kullanarak ayaklanmalar kışkırtan ABD, şimdilik
Musavat taraftarlarına böyle bir açık çek vermiş
gibi görünmüyor. Esasen MHP tarafından yürütülen
darbe ve karışıklık faaliyetlerinde de CIA ve
MİT her zaman çok taraflı politikaları tercih
ettiler. Örneğin 1995’te de bir yandan MİT Elçibey’le
darbe tasarlarken, diğer yandan devletin en üst
kademesi, bizzat Demirel, Aliyev’i arayarak darbe
teşebbüsünü bildirebiliyordu.
Bugün Kafkasya, en güçlü emperyalist devletlerin
at oynattığı, çıkarları doğrultusunda hakim olmak
istediği bir alandır. Ve alana hakim olmak için
bazen maceraya girmekten çekinmek, mevcut seçenekler
içersinden en makul olanını desteklemek bir ihtiyaç
olabilmektedir.
Ekonomik ve askeri açıdan en güçlü emperyalist
devletlerin etkinlik kurma mücadelesi verdikleri
bu alanda (Asya’da) Türk egemenlerinin yapabileceği
biricik şey, şüphesiz bu mücadelede en avantajlı
konumda görünen ve bir çok kanaldan bağımlılık
ilişkileriyle kuklası haline geldiği, ABD emperyalizmine
taşeronluktan başka bir şey değildir. (oligarşi
bu taşeronluğu yalnızca ABD için değil İsrail
için de yaptı; Türk firmaları birçok durumda İsrail’in
bölgeye yönelik yatırımlarına aracılık yapmaktan
ya da paravan oluşturmaktan öteye gidemediler.
‘90’lı yılların başında faşist lider Türkeş’in
İsrail’le girdiği çok özel ilişkilerin temel bir
boyutu ve işlevi de buydu.)
Fakat oligarşinin ve devletinin işi eline yüzüne
bulaştırmakla sonuçlanan beceriksizliği ne olursa
olsun, daha önce de vurgulandığı gibi, bu alandaki
çatışmanın seyri ve sonuçları onun boyunu zaten
çok aşmaktadır. Bölgede büyük güçler, ABD, AB
ve Şangay Forumu çatışmaktadır ve bu çatışmanın
ABD kanadında yer alan Türkiye haddini bilmek
durumundadır.
İlham Aliyev herhangi bir şekilde dengeleri değiştirmeye
kalkıştığında ise işler büyük olasılıkla Türk
Usülü değil, Gürcistan ve Sırbistan’daki yoldan,
yani ABD’nin “naklen ayaklanma” yolundan çözülecektir.
|