Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

D. Sena

Geçtiğimiz ay, neoliberalizmin “demokratikleşme”(!) adımlarından en önemlisi olan Kamu Yönetimi Temel Kanunu tasarısı büyük bir şatafatla kamuoyuna açıklandı. 6 aydır yapılan “çok derin” tartışmalardan sonra tasarıyı hazırladıklarını söyleyen Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin ve Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer, böylece emekçilerin çektiği bütün yoksulluk ve sıkıntının “devletin şişkinliğinden” kaynaklandığını rakamlarla “kanıtlama”(!) fırsatını da bulmuş oldular: Devlet, obezite (şişmanlık) hastalığına yakalanmıştı ve rejime girmesi gerekiyordu!
Açıklamanın hemen ardından özellikle son süreçte AKP iktidarına tartışmasız destek veren Doğan medya tekeli harekete geçti ve Radikal başta olmak üzere, “devletin asalak kurumları”ndan dem vurulmaya, “popülizm”i lanetleme ayinleri düzenlenmeye başlandı. Devlet bürokrasisinin, özellikle Ankara’nın ne kadar büyük kaynakları yalayıp yuttuğu, yeni düzenlemenin ise nasıl büyük bir rahatlık yaratacağı ballandıra ballandıra günlerce anlatıldı.
Bu arada gözümüzün içine baka baka söylenen kuyruklu yalan ise tasarının “yüzlerce kurum, kuruluş ve sivil toplum örgütünün görüşü alınarak” tam bir demokratik ortamda hazırlandığıydı. Baştan sona bir IMF-DB operasyonu olan tasarı, utanmadan yeni ve özgün bir şeymiş gibi yutturulmaya çalışılıyordu.
Aylar önce, henüz tasarının ön bilgileri açıklanmışken Sosyalist Barikat’ın 14. sayısında konuya değinmiş ve 80 sonrasında başlatılan emperyalist restorasyonun en ciddi adımının bu tasarı olduğunu ifade etmiştik. O yazımızda da belirttiğimiz gibi işin ucu 1995’teki Uruguay Roundu’na kadar gitmektedir ve Uruguay’da alınan kararlar gereği devletin sosyal kurumlarının tasfiyesine çoktan başlanmıştır. GATS anlaşması çerçevesinde Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası eliyle yürütülen “hizmetlerin ticarileştirilmesi” planı, bugünkü tasarının temelini oluşturmaktadır. Hatta öyle ki, kamu kurumlarının serbest piyasadaki ürün ve hizmet üretimine “haksız rekabet” oluşturmaması şeklindeki tasarı maddesinin GATS anlaşmasından kelime kelime kopya edilmiştir. Yani bugün büyük tantanayla açıklanan tasarı, aslında bir tür “resmileştirme” ve “sağlama bağlama” hamlesi olarak anlaşılabilir. Son yirmi yıllık süreçte, eğitimden sağlığa dek bir çok alanda ticarileştirme operasyonu uygulanmış, bir yandan bütçeler kısılırken diğer yandan ise özel kurumların önü açılarak bütün bu alanlarda belli bir mesafe alınmıştır. Öyle ki artık, devletin sosyal alandan çekilmesi ve özelleştirme genel olarak kanıksanan, başka alternatifi olmayan bir politika olarak sosyal hayatımıza girmiştir.
Bugün yapılan şey ise yıllardır ağızlarda gevelenen ama aslında gerçekte pratik olarak her gün parça parça uygulanan “devletin küçültülmesi” projesinin yasaya bağlanmasıdır.

Neoliberalizmin “Psikolojik Harekât”ı
: Birinci Aşama: Ezme ve Yalnızlaştırma

Ancak bütün bu operasyon, sadece bazı politik-ekonomik kararların alınıp uygulanması gibi basit ve teknik bir yoldan yürütülmemiş, çoğu kez gözlerden kaçan (ve bu yazımızın konusunu oluşturan) büyük bir ideolojik saldırıyla birlikte geliştirilmiştir. Son yirmi yılda sendikacıların ve solun bir bölümü dahil bir çok toplumsal kesimi etkileyen ama daha çok sokaktaki sıradan insanın devlet kurumundan bezmişliği üzerine oynayan bir ideolojik bombardıman bugün ciddi sonuçlara ulaşmıştır.
Hatırlanacağı gibi bu medyatik-ideolojik harekâtın ilk adımları, özellikle 12 Eylül cuntası sonrasında Özal iktidarı döneminde atılmıştı. O dönemde, -muhtemelen ABD’li “yakın dostları”nın Özal’a öğütlediği çizgiye uygun olarak- her şey çok basit bazı kurallar üzerine inşa edilmişti.
Her şeyden önce ilk altın kural, boğucu baskı atmosferinin, en küçük kıpırdanmayı ezen şiddet politikasının bir an bile gevşetilmemesiydi. Böylece kitlelerin gerçek sınıfsal gündemlerinin bastırılması, bu gündem maddeleriyle ilgili söz ve eylem üretmenin “tehlikeli” hale getirilmesi amaçlanıyordu. “Örgüt” ve “örgütlü refleks” fikrinin ciddi biçimde ezilmesi de aynı döneme denk düşmüştü ve kuşkusuz bu bir rastlantı değildi. Yaygın baskı atmosferi ve devrimcilerin, muhalefet güçlerinin gaddarca operasyonlarla ezilmesi, yalnızca devrimci örgütleri tasfiye etmek gibi sınırlı bir amaca yönelmiyor, kitlelerin zihninin sakatlanmasını da hedefliyordu. Tam doğru kavramları kullanırsak eğer, yapılan şey, kitlelerin “ideolojik savunma mevzilerinin” dağıtılması operasyonuydu. Yalnızca Türkiye oligarşisinin temsilcileri değil dönemin emperyalist metropollerdeki yeni-sağcı yönetimleri de şu gerçeği biliyorlardı: Politik partilerde ya da sendikalarda, derneklerde, vb. bir biçimde örgütlü olan insanların toplumsal-politik olgular üzerine yaptığı değerlendirmeler ve ideolojik üretimleri de bu örgütlülükler içinde gerçekleşmekte, böylece emekçi bireyle devlet bir türlü “başbaşa” kalamamaktadır! Özellikle egemen gücün söz konusu örgütlülük biçimlerine hakim olamadığı, onları satın alarak kendi desteği haline getiremediği durumlarda, bu değerlendirmeler çoğu kez eyleme de dönüşmekte ve her şey iyice çığırından çıkmaktadır.
Oysa neoliberal restorasyonun en önemli ihtiyacı, “başkalarından”, yani içinde yaşadığı sınıfsal ve örgütsel ilişkilerden etkilenmeyen, “ortak yorumlama- ortak refleks” yeteneklerini yitirmiş “özgür”(!) bireyin devasa bir ideolojik bombardıman karşısında çırılçıplak bırakılmasıydı. Emekçiler ve orta sınıfların bireyleri, ancak böyle soyutlandıklarında, atomize edilerek yapayalnız bırakıldıklarında neoliberalizmin utanmazca yalanlarına ikna edilebilirler ya da en azından sessiz kalmaları sağlanabilirdi.
Başka bir deyişle söylersek, bu, emperyalist demogoji ile emekçi birey arasındaki alanda “oyunbozan” bir unsur olarak konumlanmış olan örgütlülük-toplumsallık virüsünün temizlenmesi operasyonuydu. Çarpık bilinç dediğimiz şey, ancak bu temizliğin ardından yaratılabilirdi.
Daha sonra, günlük sosyal-politik dilin tamamen ekonomik kavramlara dönüştürülmesi geldi ve bu politika, azgın bir şiddet ortamında, insanların ideolojilerden ve ideolojilerin üretildiği örgütlülüklerden koparılarak “bireysel haber tüketicisi” haline getirildiği koşullarda belli bir başarı kazanabildi.
Özal’ın elinde kalemle “hesap adamı” havası yaratarak yaptığı basın açıklamaları, her şeyi mali endekslere bağlayan ve “ekonomiyle politikanın birbirinden ayrılması gerektiğini” vaaz edip duran teknokrat tutum, politikacıları ve işleri zorlaştıran bürokratları lanetleyen, devletten durmadan şikayet eden “radikal demokrat”(!) demogojiler hep aynı dönemin ürünüydü. Ekonomi, hesap uzmanlarının bildiği ve yaptığı teknik bir işti ve oraya ne politikacılar, ne de tabandan gelen bir güç olarak sendikalar, vb. müdahale etmemeli, her şey kendi seyrine, daha doğrusu IMF ile oligarşinin teknik kadrolarının görüşmelerinin seyrine bırakılmalıydı. “Politik çekişmelerden uzak”, doğrudan doğruya emperyalist merkezlere bağlanarak sağlama alınmış bir ekonomi yönetimi, süreç içinde hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanamasa da tekellerin asıl gerçekleştirmek istediği şeydi.
Böylece yedisinden yetmişine Türkiye toplumu, satılık akademisyen ve gazeteciler tarafından da biçimlendirilen bir ortamda gereğinden çok fazla “ekonomi” konuşan (tabii ki “artı değer” üzerine değil “piyasa” ve “verimlilik” üzerine konuşan!) bir toplum olurken diğer yandan ise bütün insani-sosyal sorunlara yabancılaşmış, dönemin moda deyimiyle “depolitize olmuş” bir yığın haline getiriliyordu. Esnek üretim modeliyle birlikte sınıf güçlerinin, sınıfsal düşünce ve davranışların parçalanmasıyla desteklenen bu durum, açıkça bir çarpılmış bilinç üretimine denk düşüyordu.

İkinci Aşama:
Devletin “Devlet”ten Şikayeti

Tam da bu süreçte, devlet yöneticilerinin sık sık devletten yakınması gibi tuhaf bir duruma tanık olmaya başladık. Yeni dönemin politikacılarının neredeyse tümü, devlet bürokrasisinin ağırlığından, gelişmeyi önlediğinden söz etmeye başladılar. Çiller gibilerinin ağzından duyulan “Türkiye son sosyalist devlettir” gibi komiklikler de aynı döneme denk düşüyordu. Söylenen şeyin özeti şuydu: Geçen yetmiş yıl boyunca Türkiye’yi yönetenler, çeşitli sosyal ve siyasal hesaplarla kamu kurumlarını ve devletin ekonomik hayattaki müdahale imkanlarını aşırı şekilde büyütmüşlerdi ve bugün bütün bunlar ekonominin (daha doğru bir deyişle emperyalist istekler doğrultusunda yeniden biçimlendirilmiş olan tekelci kapitalizmin) sırtında yük haline gelmişti.
İşin en ilginç yanı, bütün bunları dillendirenlerin, son elli yılda sözkonusu kamu işletmelerinin yarattığı altyapı üzerinde gelişip devletin ithal ikameci müdahaleleriyle tekelleşmiş olmalarıydı. Ama artık işler değişmişti; emperyalist metropoller yeni bir sömürü ve işgal yöntemini empoze ediyor ve yeni bir düzenin kurulmasını istiyorlardı ve bu düzende büyük yatırımlardan çok paranın hızlı döndüğü yeni sektörler ağırlıktaydı. Bu yeni düzende ise kamu kurumlarının tasfiyesi ve hizmetlerin ticarileştirilmesi asıl kuraldı.
Ancak, kamu işletmelerinin özelleştirilmesine meşruiyet kazandırılması aslında başlatılan bu ideolojik saldırının görünürdeki ilk amacıydı. Evet, yıllardır tek bir çivi bile çakılmayarak kötü duruma düşürülmüş kamu işletmeleri hedef tahtasına konuluyor, kötü işleyişin uç örneklerinden de yararlanarak halkın büyük bölümü bu tepkiye ortak edilirken, tam bir yeni-sömürge çapulculuğuyla bütün kamu kurumları yok pahasına elden çıkarılıyordu ama bundan daha önemlisi, yeni-sömürge ekonomisinin emperyalist ihtiyaçlara göre biçimlendirildiği bir süreçte, böyle bir demogojiyle bu yeniden yapılandırmanın daha geniş bir çerçevedeki ideolojik arkaplanının örülmesiydi. Her şeyden önce, yerel ve uluslararası medyanın marifetiyle kavramlar yerinden oynatılıyor, örneğin “tutuculuk” ve “devrimcilik” kavramları tersyüz edilerek yeniden üretiliyordu.
Devletin sosyal fonksiyonlarının ve söz gelimi tarımdaki destekleme politikalarının, vb. devamından yana olanlar (ve bu arada bütün sosyalistler de) elçabukluğuyla “tutucu” kategorisine sokulurken en vahşi kapitalist uygulamaların önünü açan en alçak halk düşmanlarının yaptıkları “devrim” gibi kavramlarla ifade ediliyordu. Artık her şey çığırından çıkmıştı. Parası olmayanı açlığa mahkum eden bir sağlık sistemi “tıpta devrim” diye kutsanabiliyor, buna karşılık “parasız ve eşit sağlık hizmetleri”nden söz edenler “statükocu” olarak aforoz edilebiliyordu; eğitimin ücretsiz bir kamu hizmeti olması gerektiğini söylemek “tutuculuk”, bu alanın bir ticari rekabete bağlanmasını söylemek ise “devrimcilik” oluyordu, vb. vb.
Son derece çarpıcıdır; bu süreçte düzen sözcüleri, devrimci tehlikenin henüz uzak göründüğü saptamasına dayanarak halkın düzene karşı olan nefretini belli bir yere kadar harekete geçiriyor, daha sonra aynı tepkinin neoliberalizme destek oluşturacak kanallara akması sağlanıyordu. Sosyal kurumların tümünün bütçelerini kısan, bu kurumların işleyişini katlanılamaz ölçüde kötüleştiren düzen, daha sonra da dönüp devlet kapısında gördüğü kötü muameleden nefret eden, hastanelerinden okullarına, nüfus idarelerine dek bütün resmi dairelerin çürümüşlüğünden yakınan kitlelerin duygularını kullanıyor, bu duygular üzerinden “devletin küçültülmesi” demogojisini güçlendiriyordu. Üstelik bu arada bürokrasiye karşı nefreti çarpıtarak dile getiren politikacı tipleri de hiç yoktan bir “radikallik” rütbesi kazanmış oluyorlardı.
Şüphesiz bütün bu kargaşa içersinde söz konusu kurumların bugünkü kötü noktaya nereden geldikleri unutturuluyor ve daha da önemlisi kamu hizmetlerinin parasız ve eşit dağıtımının da pekala mümkün olduğu düşüncesi de gürültüye getiriliyordu. Reel sosyalizmin çöküşünün yarattığı psikolojik etki aynı süreçte yoğun şekilde kullanılıyor, sosyalist ülkelerdeki toplumsal hizmet kurumları ile yeni-sömürge Türkiye’nin uyduruk sosyal kurumları tam bir sahtekarlıkla eşitlenerek, (sosyalizm bile çöktüğüne göre!) kamu kurumlarının genel olarak yararsız ve gereksiz olduğu fikri yaygınlaştırılıyordu. Esasen başka bir dünya ve başka bir sistem arayışının sopayla bastırıldığı koşullarda, bu yanılsamanın kitleler üzerinde etkili olması çok şaşırtıcı değildi. Çünkü, hastane, okul, vergi dairesi, vb. gibi kendisini yakından ilgilendiren kurumlarda her gün canından bezen ve artık bütün memurları aşağılık yiyiciler ve asalaklar olarak gören sıradan emekçi, zaten neoliberal ideolojik saldırıya açık hale geliyor, devrimci fikirlerle tanışmadığı ya da o fikirlere güven duymadığı koşullarda düzen demagojisine yedeklenebiliyordu. İlaç kuyruğunda beklerken yapılan “özelleştireceksin bunları” sohbetleri böyle ortaya çıkıyordu; devrimci barutunu tüketmiş bazı solcuların ahmakça sürüklendikleri “devletin reforma uğratılması” düşleri de aynı sürecin ürünüydü.

Üçüncü Aşama: Lanetli Kavramlar Yaratmak
Popülizm, 3. Dünya Solculuğu..

Özellikle bu sonuncu kesimde neoliberalizme yedeklenme ideolojisinin “popülizmden kurtulma” , “Kemalizmle hesaplaşma” ya da “3. dünya solculuğundan arınma” gibi söylemler arkasına saklanması tam bir siyasi sahtekarlık olarak ortaya çıkıyordu.
Bu, sözcüğün tam anlamıyla bir sahtekarlıktır; çünkü zaten “popülizm” kavramının burjuva basında uzun süredir uğradığı çarpıtmanın kendisi neoliberalizmin “psikolojik harekâtı”nın bir parçasıdır. Çok kaba bir tanımlamayla “halkçılık” olarak ifade edilebilecek olan ve sosyalist teoride esasen bir küçük-burjuva eğilim olarak eleştirilen popülizm kavramı, doğrusu siyasi tarih boyunca hiçbir zaman bugünkü kadar abuk-sabuk bir anlamda kullanılmamıştır. Neoliberal ideologların elinde bugün popülizm kavramı, üzerine bütün kötülüklerin yüklendiği bir günah keçisi haline gelmiş, aynı anda hem devrimcileri hem de devleti rant alanı olarak gören politikacıları niteler olmuştur. Öyle ki, Marks tarafından yüz elli yıl önce ortaya konulmuş olan “devletin asalaklığı” sorunu, neoliberalizm tarafından basitçe politikacıların oy uğruna geçici kararlara, partizanca kadrolaşma, vb. gibi noktalara indirgenmektedir. Sonuçta neoliberalizme göre, devasa bir devlet mekanizması (tabii ki bununla esas olarak kamu hizmeti veren kurumlar ve sosyal sektörler kastediliyor) ekonominin kaynaklarını durmadan yiyip durmakta, ama buna karşılık tekellerin göz koyduğu kâr alanlarını işgal eden bu kurumlar bir ticari verim de sağlamamaktadırlar. Düz mantıkla buradan yola çıkılarak varılan sonuç ise, bütün bu kurumların tasfiyesi, devletin (kuşkusuz kamu hizmetleri açısından) küçültülmesi ve hizmetlerin yerelleştirilmesi ile ticarileştirilmesinin aynı süreçte gerçekleştirilmesidir.
Bu arada, elçabukluğuyla gizlenen gerçek ise devlet kadrolarındaki “şişme”nin gerçekte hiç de “popülizm”den (yani “halkçılık”tan) kaynaklanmadığı, bunun tamamen kapitalist devletin asalaklığıyla ilgili bir sorun olduğudur. Kapitalist devlet, her zaman büyük bürokrasi ordularıyla birlikte var olmuştur ve var olacaktır; yeni-sömüge Türkiye’nin gerçekliğinde bunun üzerine eklenen ise bir süreç boyunca kamu kurumlarının toplumsal tepkileri önlemede bir süre sübap olarak kullanılması, tepkilerin bu yoldan yumuşatılmasıdır.
Kaldı ki, neoliberalizm tarafından dillendirilen “popülizm” ve “devletin şişkinliği” demagojisi, devletin asli mekanizmaları olan baskı aygıtlarıyla ilgili değildir. Yani, düzen temsilcileri ve onların medyadaki papağanları, gözlerini nüfus memuruna, odacılarla ve şöförlere, vb. dikmişlerdir, polis ve ordunun yüzbinlerce kişilik kadrolarına değil. Dergimizin ilk sayılarından birinde vurguladığımız “sövülebilir politikacı-dokunulamaz oligarşi” ikilisi, bu kez de “sövülebilir, işten atılabilir kamu çalışanı-dokunulamaz asker, özel timci, polis, vb.” şeklinde önümüze çıkmaktadır.
Özellikle kamu sektöründe ve devletin sosyal kurumlarında çalışan memurlar-işçiler böylece hedef tahtasına çıkarılırken, her yıl bütçeleri sorgusuz sualsiz onaylanan baskı kurumlarının sözü bile edilmemekte, “örtülü ödenek” denetim dışı tutulmakta, halk düşmanlığı bir yana şimdiye dek yüzlerce kez devlet-içi komplo ve şantaj işlerine de bulaşmış olan MİT kadrolarının azlığı-çokluğu hiç tartışılmamaktadır, vb. vb.
Aynı şekilde devletin baskıcı özelliğini salt belli bir tarihsel kesite (Kemalizme, “devletçi dönem”e, vb.) bağlamak ve böylece bugünkü faşist işleyişin kökleri yeni-sömügeciliğin derinliklerinde olan temellerini örtbas etmek de son derece ahlaksızcadır. Her şeyden önce Kemalizm denilen olgu, Mustafa Kemal’in ne yapıp ne ettiğinden de bağımsız olarak bu topraklarda her dönemeçte içi yeniden doldurulan bir devlet politikası olarak vardır ve onun esas özelliği, “devletçilik” ya da başka bir ayrıntıda değil, toplumsal-ekonomik sistem olarak kapitalizme yönelmiş olmasında saklıdır.
Bu yönüyle o, yeni-sömürge kapitalizminin bugünkü biçimlenişinin ihtiyaçları ile esas olarak çelişmez, çelişen yanları varsa da pekala yeni bir “tanımlama” ile uyumlulaştırılabilir.
Dolayısıyla Kemalizmi sadece “devletçilik” üzerinden tanımlayarak “baskıcı devlet geleneği”ne karşı mücadele kılıfı altında devletten gelen her musibetin tek sorumlusu ve tek biçimi olarak ilan etmek, daha sonra da bugünkü özelleştirmeci politikaları da “özgürlükçü”lükle kutsamak en hafif deyimle körlüktür. Yeni-sömürge Türkiye, biz kendimizi bildik bileli, tarihsel temelleri Kemalizme, hatta despotik Osmanlı düzenine kadar giden sürekli bir faşist diktatörlük altında yönetilmektedir ve bu siyasal sistemin sona erdirilerek demokrasinin kurulması, söz konusu oligarşik diktatörlüğün yıkılmasıyla mümkündür. Yani herhangi bir kitle gösterisinde kafamıza indirilen sopanın ardında şüphesiz bu tarihsel zulüm geleneği vardır; ama sorunu bu ölçüde daraltarak faşizmin yeni-sömürge koşullarındaki temellerini görmezlikten gelmek ve demokrasi sorununu bu “baskıcı geleneğin (AB üyeliği yoluyla) sona erdirilmesi” gibi hayellere bağlamak siyasi sahtekarlıktan başka bir şey değildir. Çoğu zaman AB taşeronluğuyla birlikte görülen bir “kemalizmle hesaplaşma” tarzı ise (ki bu “hesaplaşma”(!) sömürgeci devlet geleneğini, vb. hiçbir biçimde içermemektedir) sonuçta neoliberalizmin değirmenine su taşımaktan başka bir anlam ifade etmemektedir.
Bütün bu ahmakça demogojilerin karşısına çıkmak ise neoliberal kavramlar çerçevesinde “3. dünya solculuğu” denilen kalıba sokulmak için yeterlidir. 1945-90 arası dönemde, emperyalist-kapitalist dünya ile reel sosyalist ülkeler topluluğu dışında kalan ülkeleri tanımlamak için kulanılan ve ülkeler arasındaki kategorik ayrımları gözetmediği için politik olarak da yanlış olan “3. Dünya” kavramı, bugünlerde daha çok en dibe itilmiş, en kötü durumdaki açlık ülkeleri için kullanılmakta ve bu kavramdan türetilen bir “devrimcilik” de “cahillik-köylülük”le özdeşleştirilmektedir.
Bir yandan emperyalizmin uşakları “Türkiye bir üçüncü dünya ülkesi olarak kalmak istemiyorsa...” diye başlayan cümlelerle dünya kapitalist sistemine uyum programlarını savunurken, diğer yandan da aynı demagoglar, neoliberal vahşi kapitalist politikalara karşı direnen herkese “üçüncü dünya devrimciliği” yaftası yapıştırarak “darkafalılık”la, “küreselleşmenin nimetlerini görmemek”le suçlamaktadırlar. Böylece kavramlar yeniden tersyüz edilmekte, yeni-sömürge ülkelerin devrimcileri ve anti-emperyalist hareketleri “tutucu” ilan edilirken, emperyalist direktiflerle ülkelerinin bütün kamu kurumlarını soygun alanı haline getirenler “büyük değişimci” ve hatta “devrimci” olarak onurlandırılmaktadır!

Dördüncü Aşama:
Diktatörlük ve Demokrasi Kavramlarının Bozulması

Ve nihayet bütün bu ideolojik sahtekarlıkların son aşaması, demokrasi ve diktatörlük kavramlarının sınıfsal içeriklerinin boşaltılarak sorunun basitçe “merkezi devlet-yerel yönetimler” çerçevesine hapsedilmesidir. Postmodern gericiliğin “bütünlük karşıtı” söyleminden doğrudan etkilenen bu yaklaşım, “merkezi devletin boğucu ağırlığı”nı otoriter yönetimin de nedeni saymakta, dolayısıyla “devletin küçültülmesi”ni ve “yetkilerin yerel yönetimlere devri”ni demokrasinin başlangıcı olarak göstermektedir. Oysa bu iki açıdan sahtekarca bir yaklaşımdır: Birincisi, oligarşinin düzenin temeline ilişkin merkezi yetkileri yerellere devrettiği, devretmek istediği doğru değildir ve zaten bu tezleri pompalayanlar da böyle bir istekte bulunmamaktadırlar.
Hazırlanan tasarıda da, merkezi devletin baskı, şiddet, istihbarat, vb. işlevlerinin ve sistemin devamına ilişkin diğer işlevlerin merkezi yapıda kalması esastır. Ayrıca örneğin devletin asli kurumları tanımlanırken, eğitim işleri yerel yönetimlere devrediliyormuş gibi görünüyorsa da eğitim sisteminin programı ve ders sistemlerinin bir yere devri sözkonusu bile değildir.
İkincisi, bu “küçültme” operasyonu, son derece açıkça devletin sosyal işlevlerinden kurtarılıp sadece asıl işlevi olan istihbarat, baskı, işkence ve zulüm alanına yoğunlaşması için planlanmaktadır. Yani, burada hedeflenen şey, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi değil, merkezi baskı aygıtının daha yoğunlaştırılması, ek yüklerden kurtarılmasıdır.
Dolayısıyla, burada demokrasi-diktatörlük kavramlarını ilgilendiren bir şey yoktur. İkide birde ekranlara çıkıp “evet aslında devletin gerçekten reformlara ihtiyacı var ama...” diye söze başlayan sendikacılardan kafalarını sadece merkezilik-yerellik noktasına takmış olan “ilerici” öğretim üyelerine kadar birçok insanın yaptığı ise düpedüz IMF-DB planlarının değirmenine su taşımaktan ibarettir.

Emperyalist Yalanlara Karşı Direnmeliyiz
Bugün yine aynı yalanlar ve çarpıtmalarla karşı karşıyayız. Üstelik bu kez, tasarının AKP kadrolaşmasına izin veren maddelerinden ötürü şovenist çevrelerle hükümet ve AB taşeronları arasında içi boş tartışmaların ortalığı karıştırması ihtimali çok fazladır. Böyle bir partizanlık, vb. tartışmasından doğan toz duman içersinde tasarının asıl yönünün unutulması, unutturulması ise büyük olasılıktır.
Oysa saldırı çok kapsamlıdır ve 1980 sonrasında gerçekleştirilen operasyonların en büyüğüdür. Emperyalist merkezlerin direktifleriyle devletin asli fonksiyonları yeniden tanımlanmakta ve böylece bir yandan sosyal hizmet alanının ticarileşmesi resmi hale getirilirken, öte yandan da şiddet aygıtının konsantrasyonu en üst seviyeye ulaştırılmaktadır.
Hükümetin tasarıya ideolojik temel yaratmak için hazırladığı rapor da tam bu demagojilerin özeti gibidir. Ekonominin 50 yılda ne kadar küçüldüğünden başlayıp, aynı süreçte yoksulluğun artışına dek bir dizi veri acıklı bir havayla alt alta sıralanırken bütün suç yeni-sömürge düzeninin üstünden alınıp “devletin şişkinliği”ne bağlanmaktadır.
Devletin 2 milyon 600 bin civarındaki kamu çalışanına sahip olduğunu belirten rapor, bu kadronun yüzde 16’sının Ankara’da olduğunu ortaya koyarken de yine aynı mantıkla davranıyor. Örneğin “toplam 23 bin müfettiş var ama yine de yolsuzluk bitmiyor”, diyen rapor, aynı demagojik yaklaşımla kapitalizmi temize çıkarıp devletin merkeziliğini suçluyor. 85 bin taşıt, 2 bin 645 sosyal tesis, 224 bin lojmandan söz eden rapor, bütün bunların nasıl bir çürümüşlükle oluştuğunu da atlıyor. Ve en önemlisi proje, emperyalist istekler sonucunda ekonomi yeniden düzeltilip “küçültülürken” ne kadar çok sanayi projesinin iptal edildiğini itiraf ediyor ve sadece 2001 yılında 6 katrilyonluk yatırımın IMF direktifleriyle ortadan kaldırıldığını belirtiyor.
Yasa uyarınca 4 bin 569 birimin ortadan kaldırılacağını belirten Bakan, bu birimlerde çalışan personele yılda 68 trilyon maaş ödendiğinden, bu rakamın hizmet birimleri de eklenince sekize katlandığından yakınarak büyük kıyımların işaretini şimdiden veriyor. Uzatmaya gerek yok... Karşı karşıya olduğunuz şey, yukarıda özetlediğimiz “psikolojik harekat”ın basın toplantısına dönüşmüş biçiminden ibarettir ve söze bunlarla başlandığında artık geriden ne gibi “radikal”, “devrimci” adımların geleceğini tahmin edebiliyoruz. Uzatmaya gerek yok. Ama şunu da anlamak gerekiyor: Bu kez gelinen dönemeç zorludur. Ve böyle zorlu bir saldırı çift taraflı tutumlarla önlenemez. “Canım aslında koğuş sistemi de gerçekten değişmeli” diyen denge meraklıları nasıl F Tipi katliamcılarının değirmenine su taşıdıysa, “devletin reforma ihtiyacı var ama...” diye söze başlayanlar da aynı safdillik içindedirler.
Devletin neye ihtiyacı olduğunu merak etmek devrimcilerin ve emekçilerin işi değildir. Gerçek bir ihtiyaçtan söz edilebilirse eğer, bu, Türkiye halklarının devrime olan ihtiyacıdır ve bu devrim emperyalizmi ve yerli uşaklarını kovarak gerçek bir demokratik halk cumhuriyetini yaratmaya yetenekli tek ciddi eylemdir.
Devrimciler ve bilinçli işçiler, emekçiler, şu ya da bu partinin “partizanlığı”, “laik devletin elden gidip gitmediği”, “tasarruf önlemlerinin gerekip gerekmediği” üzerine kurulan sahte tartışma alanlarına girip gevezelikler içinde boğulmamalıdırlar. Devletin devasa mekanizmasının milyonlarca insanın emeğinden sızdırılmış vergilerle ayakta tutulduğu, bu asalak ve yiyici yapının yalnızca “şişman” değil, aynı zamanda kokuşmuş ve çürümüş olduğu son derece açıkça ortadadır ve zaten Türkiye’de bunu bilmeyen de yoktur. Devrimcilerin ve emekçilerin asıl sorunu bu gerçeklik gibi ayan beyan konularda yapılan her gevezeliğin üstüne atlayıp neoliberalizmin “ehlileştirme” operasyonunun gönüllü katılımcısı olmak değil, oligarşik diktatörlüğün asalak, gerici, kan dökücü yapısını teşhir etmek ve daha da önemlisi bu çürümüşlüğü alaşağı etmek için bütün güçleriyle mücadele etmektir.
Onların, emperyalist finans kurumlarının, yerli tekellerin ve medya patronlarının bütün bu tehlikeli virajları alırken asıl güvendikleri şey de zaten bizim bu yönlendirilmiş gündem maddelerinin sınırları içinde düşünmeye devam etmemizdir. Sendikacılardan istedikleri budur, aydınlardan, öğrencilerden, Kürtlerden ve hatta sosyalistlerden istedikleri budur. Hatta onlar, böyle bir “radikal demokrat”(!) adıma karşı “cumhuriyeti kurup kollama” görevini üstlenmiş olan şu pek muhalif cephe içinde yer almamıza da ses çıkarmazlar.
Asıl kıyamet, biz bu iki ucu çamurlu değneğin tümünü birden reddedip yeni bir yol aramaya başladığımızda kopar. Asıl kıyamet, devletin obezliği üzerine bize anlatılan masalları reddedip bir bütün olarak oligarşinin ve düzenin asalaklığı üzerine düşünmeye başladığımızda kopar. Asıl kıyamet bir peynir kırıntısı uğruna labirentin içinde ahmakça koşuşturmayı reddedip duvarları yıkmaya başladığımızda kopar.
Ama zaten gerekli olan da bu değil mi?
Kıyamet! Onlar ve bizim için...
Ama önce kafamızın içini temizlemeliyiz; bahar havasıyla...


 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul