Geçtiğimiz ay, neoliberalizmin “demokratikleşme”(!)
adımlarından en önemlisi olan Kamu Yönetimi Temel
Kanunu tasarısı büyük bir şatafatla kamuoyuna açıklandı.
6 aydır yapılan “çok derin” tartışmalardan sonra
tasarıyı hazırladıklarını söyleyen Başbakan Yardımcısı
Mehmet Ali Şahin ve Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer,
böylece emekçilerin çektiği bütün yoksulluk ve sıkıntının
“devletin şişkinliğinden” kaynaklandığını rakamlarla
“kanıtlama”(!) fırsatını da bulmuş oldular: Devlet,
obezite (şişmanlık) hastalığına yakalanmıştı ve
rejime girmesi gerekiyordu!
Açıklamanın hemen ardından özellikle son süreçte
AKP iktidarına tartışmasız destek veren Doğan medya
tekeli harekete geçti ve Radikal başta olmak üzere,
“devletin asalak kurumları”ndan dem vurulmaya, “popülizm”i
lanetleme ayinleri düzenlenmeye başlandı. Devlet
bürokrasisinin, özellikle Ankara’nın ne kadar büyük
kaynakları yalayıp yuttuğu, yeni düzenlemenin ise
nasıl büyük bir rahatlık yaratacağı ballandıra ballandıra
günlerce anlatıldı.
Bu arada gözümüzün içine baka baka söylenen kuyruklu
yalan ise tasarının “yüzlerce kurum, kuruluş ve
sivil toplum örgütünün görüşü alınarak” tam bir
demokratik ortamda hazırlandığıydı. Baştan sona
bir IMF-DB operasyonu olan tasarı, utanmadan yeni
ve özgün bir şeymiş gibi yutturulmaya çalışılıyordu.
Aylar önce, henüz tasarının ön bilgileri açıklanmışken
Sosyalist Barikat’ın 14. sayısında konuya değinmiş
ve 80 sonrasında başlatılan emperyalist restorasyonun
en ciddi adımının bu tasarı olduğunu ifade etmiştik.
O yazımızda da belirttiğimiz gibi işin ucu 1995’teki
Uruguay Roundu’na kadar gitmektedir ve Uruguay’da
alınan kararlar gereği devletin sosyal kurumlarının
tasfiyesine çoktan başlanmıştır. GATS anlaşması
çerçevesinde Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası
eliyle yürütülen “hizmetlerin ticarileştirilmesi”
planı, bugünkü tasarının temelini oluşturmaktadır.
Hatta öyle ki, kamu kurumlarının serbest piyasadaki
ürün ve hizmet üretimine “haksız rekabet” oluşturmaması
şeklindeki tasarı maddesinin GATS anlaşmasından
kelime kelime kopya edilmiştir. Yani bugün büyük
tantanayla açıklanan tasarı, aslında bir tür “resmileştirme”
ve “sağlama bağlama” hamlesi olarak anlaşılabilir.
Son yirmi yıllık süreçte, eğitimden sağlığa dek
bir çok alanda ticarileştirme operasyonu uygulanmış,
bir yandan bütçeler kısılırken diğer yandan ise
özel kurumların önü açılarak bütün bu alanlarda
belli bir mesafe alınmıştır. Öyle ki artık, devletin
sosyal alandan çekilmesi ve özelleştirme genel olarak
kanıksanan, başka alternatifi olmayan bir politika
olarak sosyal hayatımıza girmiştir.
Bugün yapılan şey ise yıllardır ağızlarda gevelenen
ama aslında gerçekte pratik olarak her gün parça
parça uygulanan “devletin küçültülmesi” projesinin
yasaya bağlanmasıdır.
Neoliberalizmin “Psikolojik Harekât”ı
: Birinci Aşama: Ezme ve Yalnızlaştırma
Ancak bütün bu operasyon, sadece bazı politik-ekonomik
kararların alınıp uygulanması gibi basit ve teknik
bir yoldan yürütülmemiş, çoğu kez gözlerden kaçan
(ve bu yazımızın konusunu oluşturan) büyük bir
ideolojik saldırıyla birlikte geliştirilmiştir.
Son yirmi yılda sendikacıların ve solun bir bölümü
dahil bir çok toplumsal kesimi etkileyen ama daha
çok sokaktaki sıradan insanın devlet kurumundan
bezmişliği üzerine oynayan bir ideolojik bombardıman
bugün ciddi sonuçlara ulaşmıştır.
Hatırlanacağı gibi bu medyatik-ideolojik harekâtın
ilk adımları, özellikle 12 Eylül cuntası sonrasında
Özal iktidarı döneminde atılmıştı. O dönemde,
-muhtemelen ABD’li “yakın dostları”nın Özal’a
öğütlediği çizgiye uygun olarak- her şey çok basit
bazı kurallar üzerine inşa edilmişti.
Her şeyden önce ilk altın kural, boğucu baskı
atmosferinin, en küçük kıpırdanmayı ezen şiddet
politikasının bir an bile gevşetilmemesiydi. Böylece
kitlelerin gerçek sınıfsal gündemlerinin bastırılması,
bu gündem maddeleriyle ilgili söz ve eylem üretmenin
“tehlikeli” hale getirilmesi amaçlanıyordu. “Örgüt”
ve “örgütlü refleks” fikrinin ciddi biçimde ezilmesi
de aynı döneme denk düşmüştü ve kuşkusuz bu bir
rastlantı değildi. Yaygın baskı atmosferi ve devrimcilerin,
muhalefet güçlerinin gaddarca operasyonlarla ezilmesi,
yalnızca devrimci örgütleri tasfiye etmek gibi
sınırlı bir amaca yönelmiyor, kitlelerin zihninin
sakatlanmasını da hedefliyordu. Tam doğru kavramları
kullanırsak eğer, yapılan şey, kitlelerin “ideolojik
savunma mevzilerinin” dağıtılması operasyonuydu.
Yalnızca Türkiye oligarşisinin temsilcileri değil
dönemin emperyalist metropollerdeki yeni-sağcı
yönetimleri de şu gerçeği biliyorlardı: Politik
partilerde ya da sendikalarda, derneklerde, vb.
bir biçimde örgütlü olan insanların toplumsal-politik
olgular üzerine yaptığı değerlendirmeler ve ideolojik
üretimleri de bu örgütlülükler içinde gerçekleşmekte,
böylece emekçi bireyle devlet bir türlü “başbaşa”
kalamamaktadır! Özellikle egemen gücün söz konusu
örgütlülük biçimlerine hakim olamadığı, onları
satın alarak kendi desteği haline getiremediği
durumlarda, bu değerlendirmeler çoğu kez eyleme
de dönüşmekte ve her şey iyice çığırından çıkmaktadır.
Oysa neoliberal restorasyonun en önemli ihtiyacı,
“başkalarından”, yani içinde yaşadığı sınıfsal
ve örgütsel ilişkilerden etkilenmeyen, “ortak
yorumlama- ortak refleks” yeteneklerini yitirmiş
“özgür”(!) bireyin devasa bir ideolojik bombardıman
karşısında çırılçıplak bırakılmasıydı. Emekçiler
ve orta sınıfların bireyleri, ancak böyle soyutlandıklarında,
atomize edilerek yapayalnız bırakıldıklarında
neoliberalizmin utanmazca yalanlarına ikna edilebilirler
ya da en azından sessiz kalmaları sağlanabilirdi.
Başka bir deyişle söylersek, bu, emperyalist demogoji
ile emekçi birey arasındaki alanda “oyunbozan”
bir unsur olarak konumlanmış olan örgütlülük-toplumsallık
virüsünün temizlenmesi operasyonuydu. Çarpık bilinç
dediğimiz şey, ancak bu temizliğin ardından yaratılabilirdi.
Daha sonra, günlük sosyal-politik dilin tamamen
ekonomik kavramlara dönüştürülmesi geldi ve bu
politika, azgın bir şiddet ortamında, insanların
ideolojilerden ve ideolojilerin üretildiği örgütlülüklerden
koparılarak “bireysel haber tüketicisi” haline
getirildiği koşullarda belli bir başarı kazanabildi.
Özal’ın elinde kalemle “hesap adamı” havası yaratarak
yaptığı basın açıklamaları, her şeyi mali endekslere
bağlayan ve “ekonomiyle politikanın birbirinden
ayrılması gerektiğini” vaaz edip duran teknokrat
tutum, politikacıları ve işleri zorlaştıran bürokratları
lanetleyen, devletten durmadan şikayet eden “radikal
demokrat”(!) demogojiler hep aynı dönemin ürünüydü.
Ekonomi, hesap uzmanlarının bildiği ve yaptığı
teknik bir işti ve oraya ne politikacılar, ne
de tabandan gelen bir güç olarak sendikalar, vb.
müdahale etmemeli, her şey kendi seyrine, daha
doğrusu IMF ile oligarşinin teknik kadrolarının
görüşmelerinin seyrine bırakılmalıydı. “Politik
çekişmelerden uzak”, doğrudan doğruya emperyalist
merkezlere bağlanarak sağlama alınmış bir ekonomi
yönetimi, süreç içinde hiçbir zaman tam anlamıyla
uygulanamasa da tekellerin asıl gerçekleştirmek
istediği şeydi.
Böylece yedisinden yetmişine Türkiye toplumu,
satılık akademisyen ve gazeteciler tarafından
da biçimlendirilen bir ortamda gereğinden çok
fazla “ekonomi” konuşan (tabii ki “artı değer”
üzerine değil “piyasa” ve “verimlilik” üzerine
konuşan!) bir toplum olurken diğer yandan ise
bütün insani-sosyal sorunlara yabancılaşmış, dönemin
moda deyimiyle “depolitize olmuş” bir yığın haline
getiriliyordu. Esnek üretim modeliyle birlikte
sınıf güçlerinin, sınıfsal düşünce ve davranışların
parçalanmasıyla desteklenen bu durum, açıkça bir
çarpılmış bilinç üretimine denk düşüyordu.
İkinci Aşama:
Devletin “Devlet”ten Şikayeti
Tam da bu süreçte, devlet yöneticilerinin sık
sık devletten yakınması gibi tuhaf bir duruma
tanık olmaya başladık. Yeni dönemin politikacılarının
neredeyse tümü, devlet bürokrasisinin ağırlığından,
gelişmeyi önlediğinden söz etmeye başladılar.
Çiller gibilerinin ağzından duyulan “Türkiye son
sosyalist devlettir” gibi komiklikler de aynı
döneme denk düşüyordu. Söylenen şeyin özeti şuydu:
Geçen yetmiş yıl boyunca Türkiye’yi yönetenler,
çeşitli sosyal ve siyasal hesaplarla kamu kurumlarını
ve devletin ekonomik hayattaki müdahale imkanlarını
aşırı şekilde büyütmüşlerdi ve bugün bütün bunlar
ekonominin (daha doğru bir deyişle emperyalist
istekler doğrultusunda yeniden biçimlendirilmiş
olan tekelci kapitalizmin) sırtında yük haline
gelmişti.
İşin en ilginç yanı, bütün bunları dillendirenlerin,
son elli yılda sözkonusu kamu işletmelerinin yarattığı
altyapı üzerinde gelişip devletin ithal ikameci
müdahaleleriyle tekelleşmiş olmalarıydı. Ama artık
işler değişmişti; emperyalist metropoller yeni
bir sömürü ve işgal yöntemini empoze ediyor ve
yeni bir düzenin kurulmasını istiyorlardı ve bu
düzende büyük yatırımlardan çok paranın hızlı
döndüğü yeni sektörler ağırlıktaydı. Bu yeni düzende
ise kamu kurumlarının tasfiyesi ve hizmetlerin
ticarileştirilmesi asıl kuraldı.
Ancak, kamu işletmelerinin özelleştirilmesine
meşruiyet kazandırılması aslında başlatılan bu
ideolojik saldırının görünürdeki ilk amacıydı.
Evet, yıllardır tek bir çivi bile çakılmayarak
kötü duruma düşürülmüş kamu işletmeleri hedef
tahtasına konuluyor, kötü işleyişin uç örneklerinden
de yararlanarak halkın büyük bölümü bu tepkiye
ortak edilirken, tam bir yeni-sömürge çapulculuğuyla
bütün kamu kurumları yok pahasına elden çıkarılıyordu
ama bundan daha önemlisi, yeni-sömürge ekonomisinin
emperyalist ihtiyaçlara göre biçimlendirildiği
bir süreçte, böyle bir demogojiyle bu yeniden
yapılandırmanın daha geniş bir çerçevedeki ideolojik
arkaplanının örülmesiydi. Her şeyden önce, yerel
ve uluslararası medyanın marifetiyle kavramlar
yerinden oynatılıyor, örneğin “tutuculuk” ve “devrimcilik”
kavramları tersyüz edilerek yeniden üretiliyordu.
Devletin sosyal fonksiyonlarının ve söz gelimi
tarımdaki destekleme politikalarının, vb. devamından
yana olanlar (ve bu arada bütün sosyalistler de)
elçabukluğuyla “tutucu” kategorisine sokulurken
en vahşi kapitalist uygulamaların önünü açan en
alçak halk düşmanlarının yaptıkları “devrim” gibi
kavramlarla ifade ediliyordu. Artık her şey çığırından
çıkmıştı. Parası olmayanı açlığa mahkum eden bir
sağlık sistemi “tıpta devrim” diye kutsanabiliyor,
buna karşılık “parasız ve eşit sağlık hizmetleri”nden
söz edenler “statükocu” olarak aforoz edilebiliyordu;
eğitimin ücretsiz bir kamu hizmeti olması gerektiğini
söylemek “tutuculuk”, bu alanın bir ticari rekabete
bağlanmasını söylemek ise “devrimcilik” oluyordu,
vb. vb.
Son derece çarpıcıdır; bu süreçte düzen sözcüleri,
devrimci tehlikenin henüz uzak göründüğü saptamasına
dayanarak halkın düzene karşı olan nefretini belli
bir yere kadar harekete geçiriyor, daha sonra
aynı tepkinin neoliberalizme destek oluşturacak
kanallara akması sağlanıyordu. Sosyal kurumların
tümünün bütçelerini kısan, bu kurumların işleyişini
katlanılamaz ölçüde kötüleştiren düzen, daha sonra
da dönüp devlet kapısında gördüğü kötü muameleden
nefret eden, hastanelerinden okullarına, nüfus
idarelerine dek bütün resmi dairelerin çürümüşlüğünden
yakınan kitlelerin duygularını kullanıyor, bu
duygular üzerinden “devletin küçültülmesi” demogojisini
güçlendiriyordu. Üstelik bu arada bürokrasiye
karşı nefreti çarpıtarak dile getiren politikacı
tipleri de hiç yoktan bir “radikallik” rütbesi
kazanmış oluyorlardı.
Şüphesiz bütün bu kargaşa içersinde söz konusu
kurumların bugünkü kötü noktaya nereden geldikleri
unutturuluyor ve daha da önemlisi kamu hizmetlerinin
parasız ve eşit dağıtımının da pekala mümkün olduğu
düşüncesi de gürültüye getiriliyordu. Reel sosyalizmin
çöküşünün yarattığı psikolojik etki aynı süreçte
yoğun şekilde kullanılıyor, sosyalist ülkelerdeki
toplumsal hizmet kurumları ile yeni-sömürge Türkiye’nin
uyduruk sosyal kurumları tam bir sahtekarlıkla
eşitlenerek, (sosyalizm bile çöktüğüne göre!)
kamu kurumlarının genel olarak yararsız ve gereksiz
olduğu fikri yaygınlaştırılıyordu. Esasen başka
bir dünya ve başka bir sistem arayışının sopayla
bastırıldığı koşullarda, bu yanılsamanın kitleler
üzerinde etkili olması çok şaşırtıcı değildi.
Çünkü, hastane, okul, vergi dairesi, vb. gibi
kendisini yakından ilgilendiren kurumlarda her
gün canından bezen ve artık bütün memurları aşağılık
yiyiciler ve asalaklar olarak gören sıradan emekçi,
zaten neoliberal ideolojik saldırıya açık hale
geliyor, devrimci fikirlerle tanışmadığı ya da
o fikirlere güven duymadığı koşullarda düzen demagojisine
yedeklenebiliyordu. İlaç kuyruğunda beklerken
yapılan “özelleştireceksin bunları” sohbetleri
böyle ortaya çıkıyordu; devrimci barutunu tüketmiş
bazı solcuların ahmakça sürüklendikleri “devletin
reforma uğratılması” düşleri de aynı sürecin ürünüydü.
Üçüncü Aşama: Lanetli Kavramlar Yaratmak
Popülizm, 3. Dünya Solculuğu..
Özellikle bu sonuncu kesimde neoliberalizme yedeklenme
ideolojisinin “popülizmden kurtulma” , “Kemalizmle
hesaplaşma” ya da “3. dünya solculuğundan arınma”
gibi söylemler arkasına saklanması tam bir siyasi
sahtekarlık olarak ortaya çıkıyordu.
Bu, sözcüğün tam anlamıyla bir sahtekarlıktır;
çünkü zaten “popülizm” kavramının burjuva basında
uzun süredir uğradığı çarpıtmanın kendisi neoliberalizmin
“psikolojik harekâtı”nın bir parçasıdır. Çok kaba
bir tanımlamayla “halkçılık” olarak ifade edilebilecek
olan ve sosyalist teoride esasen bir küçük-burjuva
eğilim olarak eleştirilen popülizm kavramı, doğrusu
siyasi tarih boyunca hiçbir zaman bugünkü kadar
abuk-sabuk bir anlamda kullanılmamıştır. Neoliberal
ideologların elinde bugün popülizm kavramı, üzerine
bütün kötülüklerin yüklendiği bir günah keçisi
haline gelmiş, aynı anda hem devrimcileri hem
de devleti rant alanı olarak gören politikacıları
niteler olmuştur. Öyle ki, Marks tarafından yüz
elli yıl önce ortaya konulmuş olan “devletin asalaklığı”
sorunu, neoliberalizm tarafından basitçe politikacıların
oy uğruna geçici kararlara, partizanca kadrolaşma,
vb. gibi noktalara indirgenmektedir. Sonuçta neoliberalizme
göre, devasa bir devlet mekanizması (tabii ki
bununla esas olarak kamu hizmeti veren kurumlar
ve sosyal sektörler kastediliyor) ekonominin kaynaklarını
durmadan yiyip durmakta, ama buna karşılık tekellerin
göz koyduğu kâr alanlarını işgal eden bu kurumlar
bir ticari verim de sağlamamaktadırlar. Düz mantıkla
buradan yola çıkılarak varılan sonuç ise, bütün
bu kurumların tasfiyesi, devletin (kuşkusuz kamu
hizmetleri açısından) küçültülmesi ve hizmetlerin
yerelleştirilmesi ile ticarileştirilmesinin aynı
süreçte gerçekleştirilmesidir.
Bu arada, elçabukluğuyla gizlenen gerçek ise devlet
kadrolarındaki “şişme”nin gerçekte hiç de “popülizm”den
(yani “halkçılık”tan) kaynaklanmadığı, bunun tamamen
kapitalist devletin asalaklığıyla ilgili bir sorun
olduğudur. Kapitalist devlet, her zaman büyük
bürokrasi ordularıyla birlikte var olmuştur ve
var olacaktır; yeni-sömüge Türkiye’nin gerçekliğinde
bunun üzerine eklenen ise bir süreç boyunca kamu
kurumlarının toplumsal tepkileri önlemede bir
süre sübap olarak kullanılması, tepkilerin bu
yoldan yumuşatılmasıdır.
Kaldı ki, neoliberalizm tarafından dillendirilen
“popülizm” ve “devletin şişkinliği” demagojisi,
devletin asli mekanizmaları olan baskı aygıtlarıyla
ilgili değildir. Yani, düzen temsilcileri ve onların
medyadaki papağanları, gözlerini nüfus memuruna,
odacılarla ve şöförlere, vb. dikmişlerdir, polis
ve ordunun yüzbinlerce kişilik kadrolarına değil.
Dergimizin ilk sayılarından birinde vurguladığımız
“sövülebilir politikacı-dokunulamaz oligarşi”
ikilisi, bu kez de “sövülebilir, işten atılabilir
kamu çalışanı-dokunulamaz asker, özel timci, polis,
vb.” şeklinde önümüze çıkmaktadır.
Özellikle kamu sektöründe ve devletin sosyal kurumlarında
çalışan memurlar-işçiler böylece hedef tahtasına
çıkarılırken, her yıl bütçeleri sorgusuz sualsiz
onaylanan baskı kurumlarının sözü bile edilmemekte,
“örtülü ödenek” denetim dışı tutulmakta, halk
düşmanlığı bir yana şimdiye dek yüzlerce kez devlet-içi
komplo ve şantaj işlerine de bulaşmış olan MİT
kadrolarının azlığı-çokluğu hiç tartışılmamaktadır,
vb. vb.
Aynı şekilde devletin baskıcı özelliğini salt
belli bir tarihsel kesite (Kemalizme, “devletçi
dönem”e, vb.) bağlamak ve böylece bugünkü faşist
işleyişin kökleri yeni-sömügeciliğin derinliklerinde
olan temellerini örtbas etmek de son derece ahlaksızcadır.
Her şeyden önce Kemalizm denilen olgu, Mustafa
Kemal’in ne yapıp ne ettiğinden de bağımsız olarak
bu topraklarda her dönemeçte içi yeniden doldurulan
bir devlet politikası olarak vardır ve onun esas
özelliği, “devletçilik” ya da başka bir ayrıntıda
değil, toplumsal-ekonomik sistem olarak kapitalizme
yönelmiş olmasında saklıdır.
Bu yönüyle o, yeni-sömürge kapitalizminin bugünkü
biçimlenişinin ihtiyaçları ile esas olarak çelişmez,
çelişen yanları varsa da pekala yeni bir “tanımlama”
ile uyumlulaştırılabilir.
Dolayısıyla Kemalizmi sadece “devletçilik” üzerinden
tanımlayarak “baskıcı devlet geleneği”ne karşı
mücadele kılıfı altında devletten gelen her musibetin
tek sorumlusu ve tek biçimi olarak ilan etmek,
daha sonra da bugünkü özelleştirmeci politikaları
da “özgürlükçü”lükle kutsamak en hafif deyimle
körlüktür. Yeni-sömürge Türkiye, biz kendimizi
bildik bileli, tarihsel temelleri Kemalizme, hatta
despotik Osmanlı düzenine kadar giden sürekli
bir faşist diktatörlük altında yönetilmektedir
ve bu siyasal sistemin sona erdirilerek demokrasinin
kurulması, söz konusu oligarşik diktatörlüğün
yıkılmasıyla mümkündür. Yani herhangi bir kitle
gösterisinde kafamıza indirilen sopanın ardında
şüphesiz bu tarihsel zulüm geleneği vardır; ama
sorunu bu ölçüde daraltarak faşizmin yeni-sömürge
koşullarındaki temellerini görmezlikten gelmek
ve demokrasi sorununu bu “baskıcı geleneğin (AB
üyeliği yoluyla) sona erdirilmesi” gibi hayellere
bağlamak siyasi sahtekarlıktan başka bir şey değildir.
Çoğu zaman AB taşeronluğuyla birlikte görülen
bir “kemalizmle hesaplaşma” tarzı ise (ki bu “hesaplaşma”(!)
sömürgeci devlet geleneğini, vb. hiçbir biçimde
içermemektedir) sonuçta neoliberalizmin değirmenine
su taşımaktan başka bir anlam ifade etmemektedir.
Bütün bu ahmakça demogojilerin karşısına çıkmak
ise neoliberal kavramlar çerçevesinde “3. dünya
solculuğu” denilen kalıba sokulmak için yeterlidir.
1945-90 arası dönemde, emperyalist-kapitalist
dünya ile reel sosyalist ülkeler topluluğu dışında
kalan ülkeleri tanımlamak için kulanılan ve ülkeler
arasındaki kategorik ayrımları gözetmediği için
politik olarak da yanlış olan “3. Dünya” kavramı,
bugünlerde daha çok en dibe itilmiş, en kötü durumdaki
açlık ülkeleri için kullanılmakta ve bu kavramdan
türetilen bir “devrimcilik” de “cahillik-köylülük”le
özdeşleştirilmektedir.
Bir yandan emperyalizmin uşakları “Türkiye bir
üçüncü dünya ülkesi olarak kalmak istemiyorsa...”
diye başlayan cümlelerle dünya kapitalist sistemine
uyum programlarını savunurken, diğer yandan da
aynı demagoglar, neoliberal vahşi kapitalist politikalara
karşı direnen herkese “üçüncü dünya devrimciliği”
yaftası yapıştırarak “darkafalılık”la, “küreselleşmenin
nimetlerini görmemek”le suçlamaktadırlar. Böylece
kavramlar yeniden tersyüz edilmekte, yeni-sömürge
ülkelerin devrimcileri ve anti-emperyalist hareketleri
“tutucu” ilan edilirken, emperyalist direktiflerle
ülkelerinin bütün kamu kurumlarını soygun alanı
haline getirenler “büyük değişimci” ve hatta “devrimci”
olarak onurlandırılmaktadır!
Dördüncü Aşama:
Diktatörlük ve Demokrasi Kavramlarının Bozulması
Ve nihayet bütün bu ideolojik sahtekarlıkların
son aşaması, demokrasi ve diktatörlük kavramlarının
sınıfsal içeriklerinin boşaltılarak sorunun basitçe
“merkezi devlet-yerel yönetimler” çerçevesine
hapsedilmesidir. Postmodern gericiliğin “bütünlük
karşıtı” söyleminden doğrudan etkilenen bu yaklaşım,
“merkezi devletin boğucu ağırlığı”nı otoriter
yönetimin de nedeni saymakta, dolayısıyla “devletin
küçültülmesi”ni ve “yetkilerin yerel yönetimlere
devri”ni demokrasinin başlangıcı olarak göstermektedir.
Oysa bu iki açıdan sahtekarca bir yaklaşımdır:
Birincisi, oligarşinin düzenin temeline ilişkin
merkezi yetkileri yerellere devrettiği, devretmek
istediği doğru değildir ve zaten bu tezleri pompalayanlar
da böyle bir istekte bulunmamaktadırlar.
Hazırlanan tasarıda da, merkezi devletin baskı,
şiddet, istihbarat, vb. işlevlerinin ve sistemin
devamına ilişkin diğer işlevlerin merkezi yapıda
kalması esastır. Ayrıca örneğin devletin asli
kurumları tanımlanırken, eğitim işleri yerel yönetimlere
devrediliyormuş gibi görünüyorsa da eğitim sisteminin
programı ve ders sistemlerinin bir yere devri
sözkonusu bile değildir.
İkincisi, bu “küçültme” operasyonu, son derece
açıkça devletin sosyal işlevlerinden kurtarılıp
sadece asıl işlevi olan istihbarat, baskı, işkence
ve zulüm alanına yoğunlaşması için planlanmaktadır.
Yani, burada hedeflenen şey, yerel yönetimlerin
güçlendirilmesi değil, merkezi baskı aygıtının
daha yoğunlaştırılması, ek yüklerden kurtarılmasıdır.
Dolayısıyla, burada demokrasi-diktatörlük kavramlarını
ilgilendiren bir şey yoktur. İkide birde ekranlara
çıkıp “evet aslında devletin gerçekten reformlara
ihtiyacı var ama...” diye söze başlayan sendikacılardan
kafalarını sadece merkezilik-yerellik noktasına
takmış olan “ilerici” öğretim üyelerine kadar
birçok insanın yaptığı ise düpedüz IMF-DB planlarının
değirmenine su taşımaktan ibarettir.
Emperyalist Yalanlara Karşı Direnmeliyiz
Bugün yine aynı yalanlar ve çarpıtmalarla karşı
karşıyayız. Üstelik bu kez, tasarının AKP kadrolaşmasına
izin veren maddelerinden ötürü şovenist çevrelerle
hükümet ve AB taşeronları arasında içi boş tartışmaların
ortalığı karıştırması ihtimali çok fazladır. Böyle
bir partizanlık, vb. tartışmasından doğan toz
duman içersinde tasarının asıl yönünün unutulması,
unutturulması ise büyük olasılıktır.
Oysa saldırı çok kapsamlıdır ve 1980 sonrasında
gerçekleştirilen operasyonların en büyüğüdür.
Emperyalist merkezlerin direktifleriyle devletin
asli fonksiyonları yeniden tanımlanmakta ve böylece
bir yandan sosyal hizmet alanının ticarileşmesi
resmi hale getirilirken, öte yandan da şiddet
aygıtının konsantrasyonu en üst seviyeye ulaştırılmaktadır.
Hükümetin tasarıya ideolojik temel yaratmak için
hazırladığı rapor da tam bu demagojilerin özeti
gibidir. Ekonominin 50 yılda ne kadar küçüldüğünden
başlayıp, aynı süreçte yoksulluğun artışına dek
bir dizi veri acıklı bir havayla alt alta sıralanırken
bütün suç yeni-sömürge düzeninin üstünden alınıp
“devletin şişkinliği”ne bağlanmaktadır.
Devletin 2 milyon 600 bin civarındaki kamu çalışanına
sahip olduğunu belirten rapor, bu kadronun yüzde
16’sının Ankara’da olduğunu ortaya koyarken de
yine aynı mantıkla davranıyor. Örneğin “toplam
23 bin müfettiş var ama yine de yolsuzluk bitmiyor”,
diyen rapor, aynı demagojik yaklaşımla kapitalizmi
temize çıkarıp devletin merkeziliğini suçluyor.
85 bin taşıt, 2 bin 645 sosyal tesis, 224 bin
lojmandan söz eden rapor, bütün bunların nasıl
bir çürümüşlükle oluştuğunu da atlıyor. Ve en
önemlisi proje, emperyalist istekler sonucunda
ekonomi yeniden düzeltilip “küçültülürken” ne
kadar çok sanayi projesinin iptal edildiğini itiraf
ediyor ve sadece 2001 yılında 6 katrilyonluk yatırımın
IMF direktifleriyle ortadan kaldırıldığını belirtiyor.
Yasa uyarınca 4 bin 569 birimin ortadan kaldırılacağını
belirten Bakan, bu birimlerde çalışan personele
yılda 68 trilyon maaş ödendiğinden, bu rakamın
hizmet birimleri de eklenince sekize katlandığından
yakınarak büyük kıyımların işaretini şimdiden
veriyor. Uzatmaya gerek yok... Karşı karşıya olduğunuz
şey, yukarıda özetlediğimiz “psikolojik harekat”ın
basın toplantısına dönüşmüş biçiminden ibarettir
ve söze bunlarla başlandığında artık geriden ne
gibi “radikal”, “devrimci” adımların geleceğini
tahmin edebiliyoruz. Uzatmaya gerek yok. Ama şunu
da anlamak gerekiyor: Bu kez gelinen dönemeç zorludur.
Ve böyle zorlu bir saldırı çift taraflı tutumlarla
önlenemez. “Canım aslında koğuş sistemi de gerçekten
değişmeli” diyen denge meraklıları nasıl F Tipi
katliamcılarının değirmenine su taşıdıysa, “devletin
reforma ihtiyacı var ama...” diye söze başlayanlar
da aynı safdillik içindedirler.
Devletin neye ihtiyacı olduğunu merak etmek devrimcilerin
ve emekçilerin işi değildir. Gerçek bir ihtiyaçtan
söz edilebilirse eğer, bu, Türkiye halklarının
devrime olan ihtiyacıdır ve bu devrim emperyalizmi
ve yerli uşaklarını kovarak gerçek bir demokratik
halk cumhuriyetini yaratmaya yetenekli tek ciddi
eylemdir.
Devrimciler ve bilinçli işçiler, emekçiler, şu
ya da bu partinin “partizanlığı”, “laik devletin
elden gidip gitmediği”, “tasarruf önlemlerinin
gerekip gerekmediği” üzerine kurulan sahte tartışma
alanlarına girip gevezelikler içinde boğulmamalıdırlar.
Devletin devasa mekanizmasının milyonlarca insanın
emeğinden sızdırılmış vergilerle ayakta tutulduğu,
bu asalak ve yiyici yapının yalnızca “şişman”
değil, aynı zamanda kokuşmuş ve çürümüş olduğu
son derece açıkça ortadadır ve zaten Türkiye’de
bunu bilmeyen de yoktur. Devrimcilerin ve emekçilerin
asıl sorunu bu gerçeklik gibi ayan beyan konularda
yapılan her gevezeliğin üstüne atlayıp neoliberalizmin
“ehlileştirme” operasyonunun gönüllü katılımcısı
olmak değil, oligarşik diktatörlüğün asalak, gerici,
kan dökücü yapısını teşhir etmek ve daha da önemlisi
bu çürümüşlüğü alaşağı etmek için bütün güçleriyle
mücadele etmektir.
Onların, emperyalist finans kurumlarının, yerli
tekellerin ve medya patronlarının bütün bu tehlikeli
virajları alırken asıl güvendikleri şey de zaten
bizim bu yönlendirilmiş gündem maddelerinin sınırları
içinde düşünmeye devam etmemizdir. Sendikacılardan
istedikleri budur, aydınlardan, öğrencilerden,
Kürtlerden ve hatta sosyalistlerden istedikleri
budur. Hatta onlar, böyle bir “radikal demokrat”(!)
adıma karşı “cumhuriyeti kurup kollama” görevini
üstlenmiş olan şu pek muhalif cephe içinde yer
almamıza da ses çıkarmazlar.
Asıl kıyamet, biz bu iki ucu çamurlu değneğin
tümünü birden reddedip yeni bir yol aramaya başladığımızda
kopar. Asıl kıyamet, devletin obezliği üzerine
bize anlatılan masalları reddedip bir bütün olarak
oligarşinin ve düzenin asalaklığı üzerine düşünmeye
başladığımızda kopar. Asıl kıyamet bir peynir
kırıntısı uğruna labirentin içinde ahmakça koşuşturmayı
reddedip duvarları yıkmaya başladığımızda kopar.
Ama zaten gerekli olan da bu değil mi?
Kıyamet! Onlar ve bizim için...
Ama önce kafamızın içini temizlemeliyiz; bahar
havasıyla...
|