Yeni bir yasa tasarısı gündemde. Maliye Bakanlığı’nın
hazırlık çalışmalarını yürüttğü bu yasa tasarısına
göre, özellikle rantı yüksek gecekondu bölgeleri
istimlak edilip, bu yerlere yeni toplu konutlar
özel sektör eliyle yaptırılacak ve gecekondu sahiplerine
de yeni yapılan yerlerden daire verilecek. Elbette
ki bu dairelerin bedeli de taksitle de olsa alıncak.
Bir diğer seçenek ise bu arazilerin belediyeler
eliyle satılması. Yani daha açık ifadeyle rantı
yüksek olan yerlerde devlet doğrudan işin içine
girip, konut yapım ihaleleriyle birilerini de
memnun ederek gecekondu sakinlerini evlerinden
ederken, daha düşük rantlı yerlerde uygulama belediyelerin
sırtına yıkılıp sadece satıştan komisyon alınacak.
Şimdi bu yasa tasarısıyla amaçlananın ne olduğunu,
tarihsel gelişimi içersinde ele almaya çalışalım.
Sınıfsal Bir Sorun Olarak
Kent Planlaması ve Gecekondu
Toplumsal varoluşun gerçekleştiği alanlar, toplumsal
çelişkilerin yansımasını da kaçınılmaz olarak
bağrında taşırlar. Bunun belki de siyasi tarihte
en çok bilinen örneği Paris’tir. 1789 Burjuva
devriminden başlayarak oldukça hareketli bir siyasal
atmosfere sahip olan bu kentin sokakları o denli
dar ve karmaşıktı ki, yüz yıla yakın bir süre
boyunca Paris proletaryası, her saldırı karşısında
pencerelerden halkın da desteklediği barikatlarını
kolayca kurup, bunları günlerce savunabiliyordu.
Ama burjuvazi bundan ders almakta gecikmedi ve
kent plancılığının ilk örneklerinden birini gerçekleştirip
Paris’in tarihi dokusunu imha etme pahasına kenti
barikatlarla kapatılması imkansız, kapatılsa dahi
savunulması çok zor olan oldukça geniş bulvarlarla
donattılar. Böylece bir kent yerleşiminin/yapılanmasının
da sınıf savaşımının alanlarından biri oluşu,
somut görünümleriyle modern tarihin sayfalarındaki
yerini aldı. Burjuvazi, yarattığı sömürü düzenini
sürdürebilmek için sömürdüklerini olabilecek her
yolla denetim altında tutmalıydı ve bunun araç
ve yöntemlerini sürekli geliştirmeliydi. Bu süreç
kesintisiz bir biçimde günümüze kadar akıp gelmiştir.
Ve ülkemizdeki “gecekondu sorunu”nun, oligarşi
açısından “sorun” olan boyutu da toplumsal tepki
dinamiklerinin birikimi vb. gibi bir dizi sorunla
birlikte bu “denetim” sorunudur.
Kapitalist üretimin ortaya çıktığı süreçte patronların
en büyük sorunlarından biri işgücü bulmaktı. Çünkü
feodal bağlarla köyüne bağlı olan insanların kente
göçme, fabrikada çalışma gibi bir seçenekleri
yoktu. Feodalizmle mücadelesinde bu bağları ortadan
kaldıran burjuvazi, istediğine, bol miktarda serbest
işgücüne kavuştu. Ancak kapitalist pazar ilişkilerinin
gereği arz (sunum, piyasaya sürülen miktar) ne
kadar fazlaysa fiyatlar da o kadar düşük olacağı
için ne kadar çok işsiz olursa, patronlar da işçilerini
o kadar ucuza çalıştıracaklardı. Bundan dolayı
köyden kente göç olgusu, siyasal bir sorun oluşturuncaya
değin, çoğu kez oluştursa bile kapitalistlerin
asla vazgeçmedikleri bir olgu oldu. Günümüzde
de emperyalist metropollerdeki proletaryanın geleneksel
sınıf bilincinin ve örgütlülük düzeyinin etkisiyle
burjuvazinin bu oyunu boşa çıkarıldığı için aynı
olgu, sömürge ve yeni-sömürgelerden yabancı işgücü
akınıyla gerçekleştirilmektedir.
Ülkemizde de kapitalizmin gelişimi ve feodalizmin
çözülüşüyle birlikte köyden kente göç, artık günlük
yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Özellikle
son yıllarda sömürgeci savaş mekanizmasının etkisiyle
ekonomik gerekçelerinden bağımsız oldukça büyük
bir Kürt göçü dalgası gerçekleşmiştir. Kentlere
göçenlerin büyük bir çoğunluğunu yoksul emekçiler
oluşturmaktadır ve bu insanların kentsel barınma
olanaklarından yararlanabilme olanakları ya hiç
yoktur ya da çok sınırlıdır. Bu durum karşısında
insanlar, kendi çözümlerini yaratmışlar ve gecekondu
olgusu, ilk büyük göç dalgasının gerçekleştiği
60’lı yıllarda ortaya çıkmıştır. Gecekondular,
genellikle fabrikaların, sanayi bölgelerinin,
kısacası emekçilerin emek kapısının olduğu yerlerin
çevrelerindeki boş hazine, vakıf (ya da başka
bir devlet kurumuna ait) arazileri kaplamaya başladılar
böylece.
Bu tarz gecekondulaşma, ülkemize özgü değildir.
Latin Amerika’da, özellikle de Brezilya’da bu
tür yapılaşma, artık kendi kültürünü de yaratmıştır.
İklimin elvermesi ve korkunç boyutlardaki yoksulluğun
da etkisiyle teneke, naylon vb. malzemelerden
yapılmış, favela denilen mahallelerdeki Brezilya
yoksullarının yaşam mücadelesi, artık orman kanunlarının
geçerli olduğu alanlar yaratmıştır. Brezilya polisinin
bu mahallelerdeki küçük çocukları hiçbir gerekçe
olmaksızın öldürmeleri, bu mahallelerdeki suç
örgütlerinin polisle ağır silahlar kullanarak
çatışmaları kadar sıradan olaylardandır... Bu
teneke evlerden yükselen televizyon antenleri
ise günümüzde Brezilya Dizileri olarak bilinen
türün uyuşturucu etkisinin yaygınlığı ve etkinliği
konusunda önemli bir göstergedir... Ülkemizde
de özellikle savaştan kaynaklı büyük Kürt göçünün
etkisiyle çadır-baraka karışımı, teneke, naylon,
kontrplak vb. malzemelerden yapılmış barınaklara
rastlanabilmektedir. Bunlar, gecekondu bile denemeyecek
barınaklardır.
Kapitalizmin gelişimi, göç ve gecekondulaşma halen
sürmektedir. Bu süreçte bazen kimi fabrikalar,
çevrelerindeki gecekondu mahalleleriyle bir bütün
haline gelmiştir. Geçtiğimiz yıllarda yaşanan
Paşabahçe direnişinin bir fabrika direnişi boyutunu
aşıp, bir semtin direnişi haline gelmesi, bu durumun
tipik örneklerinden biridir. Ancak gecekondu mahalleleri,
artık bir ya da birkaç fabrika veya sanayi bölgesinin
hinterlandı olmaktan çıkıp, başlıbaşına birer
toplumsal odak haline gelmişler, kendi dinamiklerini
yaratmışlardır.
Başlangıçta ve yeni gecekondulaşmakta olan her
bölgede en büyük sorun tüm kamu hizmetlerinden
mahrum olmaktır. Belediyeler, imara açık olmayan
bu bölgelere hizmet götürmezler. Dolayısıyla ne
suyu, ne kanalizasyonu ne de yolu vardır bu yeni
gecekondulaşan bölgelerin. Elektrik ise genellikle
tamamen kaçaktır. İmar planlarında, haritalarda
“boş” görünen, buna rağmen onbinlerce insanın
yaşadığı koca mahallelere ne otobüs seferi konulur,
ne sağlık ocağı açılır, ne de okul. İnsanca yaşam
için gerekli olan hiçbir kamu hizmetine rastlanamaz
buralarda. Sadece bol miktarda polis ve jandarma
bulunabilir; kısacası sadece “kamu”nun işkence,
gözaltı, şiddet, baskı vb. “hizmetlerinden” yararlanabilir
yoksul gecekondu halkı. Bir de yıkım ekipleri,
“kamu düzeni” adına gelip, kutsal mülkiyeti koruma
adına bu yoksul insanların başka hiçbir seçenekleri
olmadığından, dişinden tırnağından artırarak,
binbir emekle yaptıkları gecekondularını başlarına
yıkarlar.
Gecekondulaşma, başlıbaşına yasadışı bir faaliyettir
aslında. Yoksul insanların kendilerine ait olmayan
arazileri barınma amacıyla sahiplenip, kullanmalarıdır.
Ve geniş emekçi yığınların talepleri ve ihtiyaçları
sözkonusu olduğunda yasaların bir anlam ifade
etmediğinin de açık birer göstergesidir. Bu yasadışılık,
düzenin gayrı meşru ilişki sistematiğini üslenmiş
olan mafyaların iştahını kabartmakta gecikmez.
Ve gecekondu/arazi mafyası olarak bilinen bu çeteler,
devlet/vakıf arazilerini, gecekondulaşmaktan başka
hiçbir seçeneği olmayan insanlara parselleyip
satarlar. Bu ve benzeri daha birçok olgu, gecekondulardaki
emekçilerin zaten emek sürecinde artı-değer yoluyla
yaşadıkları sömürüyü daha da boyutlandırmaktadır.
Ancak fabrika ve işyerlerinde birbirlerinden soyutlanan,
birbirleriyle konuşmaları yasaklanan, çay molaları
-üretim aksamasın gerekçesiyle- farklı farklı
zamanlara alınarak iletişimleri minimuma indirilen,
servisler aracılığıyla kentle bağları da kesilen
emekçiler, yaşadıkları gecekondu mahallelerinde
tüm bu engellerden kurtulur. Bundan dolayı gecekondu
mahalleleri sosyal ilişkilerin hızla gelişebildiği,
toplumsal dayanışma paylaşma ilişkilerinin hızla
güçlenebildiği zeminleri sunarlar. Bu durum, işyerlerinde,
çalışma alanlarında dayanışmalarını, direnişlerini
örgütleyemeyen emekçilerin mahallelerinde çok
daha hızlı örgütlenebilmelerini beraberinde getirir.
Bundan dolayı gecekondu mahalleleri toplumsal
muhalefetin hızla geliştiği ve sınıf dinamikleriyle
güçlü bir biçimde buluşabildiği muhalefet odakları
haline de gelebilmişlerdir. Ve böylece yıllar
önce Fransız burjuvazisinin Paris’in dar sokakları
için duyduğu kaygılar, ülkemiz oligarşisinin de
gündemine girmekte gecikmedi. 70’li yıllar, gecekondu
direnişleri, yıkımlar ve çatışmalarla, devrimci
toplumsal muhalefetin gecekondu mahallelerindeki
yansımasını gereğince bulduğu süreçler olarak
tarihe geçti. Bu direnişlerde şehitler verildi,
devrimcilerin önderliğinde tüm mahalle halkının
bir araya gelip aynı ortak amaç ekseninde kenetlendiği
bu direnişler, “bir gün varoşlardan gelip boğazımızı
kesecekler” yorumlarının yapılmasına yol açacak
kadar derin izler bıraktı oligarşinin belleğinde.
Ortamın Çürütülmesi
Yaşamın birçok alanında olduğu gibi gecekondularda
da 12 Eylül, bütünsel bir saldırı dalgasının açılış
perdesiydi. Örgüt operasyonları, aramalar, baskı
ve sindirme harekatları sonrasında devrimcilerin
ideolojik-politik-örgütsel desteğinden yoksun
bırakılan bu mahalleleri bugüne değin çok tanıdık
olmadıkları yeni bir saldırı türü bekliyordu:
Yozlaştırma. Bütünsel olarak tüm toplumun yozlaştırılması,
gecekondularda daha farklı bir boyut kazanıyordu.
Amaç kontrgerilla belgelerinde kullanılan ifadeyle,
“eğer gerilla, denizde balıksa, onun içinde yaşadığı
denizi çürütmeliyiz” politikasının uygulanmasıydı.
Bu amaçla devrimcilerin şehitler pahasına kovduğu
mafya, yoksulluğun pençesinde kıvranan bu insanların
arasına bu defa salt arazi gaspı ve soygununun
aracı olarak değil, kumar, uyuşturucu, haraç çeteleri,
hırsızlık organizasyonları, fuhuş ve alkol gibi
her türlü yozlaştırma mekanizmasının organizasyonu
olarak girdi. Gecekondu mahalleleri esasında iki
koldan kuşatılmıştı. Mafyanın etkili olamadığı,
ya da etkisi altına alamadığı-alamayacağı kültürel
dokuya sahip gecekondu mahallelerinde ise tarikatlar
geniş yoksul emekçileri, özellikle de gençleri
düzene bağlamanın aracı olarak karşı devrimci
işlevlerini devrimcilerin cezaevlerinde işkence
gördükleri bir ortamda kolaylıkla üslendiler.
Halkın deyimiyle taşlar bağlanıp, köpekler salınmıştı.
Ancak herşey bu iki koldan ibaret değildi. 1999-2000
yılları arasında çıkan Özgür Barikat’ta yayınlanan
“Şiddetin Konsantrasyonu” başlıklı yazıda ayrıntısıyla
işlenen bu süreçte, meta ilişkilerinin toplumun
tüm dokularına yayılması, gecekondu sakinlerini
de kapsıyordu ve devrimcilerin halkın barınma
sorununa sahip çıkması ekseninde başını sokacak
bir dama kavuşan insanların bir süre sonra birer
mülk sahibi haline gelişi ve devrimcilerle arasına
artık sınıfsal duvarların çekilmesi, bu sürecin
kaçınılmaz bir sonucuydu. Elbette devrimciliği
bırakan dönekler için halka küfredip bunlar için
değmez deyip rahatlıkla kendini düzenin kucağına
atma (ne ilginçtir, bu gerekçelerle halka küfreden
bu zatlar, nedense bir emekçi olarak yaşamayı
pek kendilerine yakıştıramamış, şu ya da bu biçimde
düzenin çarklarından biri olmayı, yani bilinçsizliğinin
etkisiyle elindeki mülkiyete göre düşünen ve bu
yüzden bolca küfüre layık görülen bir gecekondu
sahibinden çok daha aşağılık bir pozisyonu -çünkü
bu defa yaşanan, bilinçli bir tercihin ürünüdür-
tercih etmekte bir sakınca görmemişlerdir) meraklılarına
fırsat doğmuştur. Kimileri bundan hareketle uğruna
şehitler verilen gecekondu direnişlerinin yanlışlığı,
insanları mülk sahibi yaparak devrimcilerden uzaklaştırdığı
tahlilleri bile yapılabilmiştir. Bunlar kolaycı
yaklaşımlardır. Hiçbir devrimci halkın sorunlarına
duyarsız kalamaz. Hele hele barınma gibi en temel
konularda buna duyarsız kalmak bırakalım devrimciliği,
insancıl davranış öğeleriyle bile bağdaştırılamayacak
bir davranıştır. Burada yanlış olan insanların
mülk sahibi edilmesi değil, ekonomizmin dışına
çıkılamamasıdır. Ekonomizm sadece sendikal alanda
ortaya çıkan bir sapma değildir, en devrimci görünen
ve davranan yapılar bile böylesi bir politikanın
uygulayıcısı olabilirler. Nitekim tamamıyla devrimcilerin
çabalarıyla yaratılan kimi gecekondu mahallelerinde
halkın siyasal bilincinin dönüşümü, devrimcilerin
etkinliğinin çok gerisinde kalmıştır. Bu durum
amaçla aracın karıştığı tipik bir vakadır. Sonuçta
gecekondular için verilen tüm bu mücadelelerin
amacı halkı devrimci saflara kazanmak, onları
devrime örgütlemek, Lenin’in deyişiyle “halka
siyasi gerçekleri açıklamak”tır. Bu amaç gerçekleşmediği
sürece oligarşinin saldırıları ne ölçüde püskürtülürse
püskürtülsün, gecekondular yıkımlardan kurtarılsın,
sonuç bir başarısızlıktır. Elbette ekonomik mücadele
de devrimcilerin temel mücadele alanlarından biridir
ancak Lenin’in sıkça vurguladığı gibi iktidar
mücadelesinin bir bileşeni, bütünleyeni olduğu
ölçüde. Bu anlamıyla yanlış olan halkın konut
sorununun çözümü ekseninde örgütlenmesi değil,
mücadeleye katılan geniş halk kesimlerinin “ben
devrimci mücadele veriyorum” diyeceğine “ben gecekondu
mücadelesi veriyorum” demesidir, bilincinin bu
noktada sınırlı olmasıdır.
Sonuçta 12 Eylül sonrasında Özal’ın çıkardığı
gecekondu affı ve dağıtılan tapu tahsis belgeleriyle
devrimcilerin “yapamadığını” (ve zaten “yapamayacağını”)
oligarşi yapmıştır ve gecekondu adı altında da
olsa mülk isteyenleri mülkiyet sahibi yapmıştır.
Oysa Özal da dahil oligarşinin hiçbir adamının
yapamayacağı şey devrim isteyenlerin talebini
karşılamak olabilirdi... Lenin’in yüz yıl önce
Menşeviklere karşı yazdığı gibi, nasıl ki her
grevci, her bilim adamı, her kendine sosyalistim
diyen, tüm yaşamını, 24 saatini mücadeleye adamadıkça
partili olamayacağı gibi, her gecekondu sakininin,
her gecekondu mücadelesi yürüten emekçinin de
devrimci olması beklenemez ve salt bundan hareketle
bu insanların sağlam bir bilince sahip insanlarmış
gibi davranması beklenemez.
Potansiyeli Kırmak ve Rant Sağlamak
Böylelikle geliştirilen ekonomik, mafyatik ve
dini tüm yozlaştırma çabalarına rağmen bu mekanizmaların
da kapasitesi sınırlıdır. Bugün İstanbul varoşlarında
herhangi bir mafyaya dahil olup birini vurduktan
sonra kalan ömrünü hapishanede tamamlamayı göze
almış çokça gencin bulunuyor olması, ülkenin bir
anda teksasa döneceği anlamına gelmiyor. Sonuçta
böylesi insanların bolluğu anlamında arz (sunum)
ne kadar fazla olursa olsun, bu alandaki talebin
bir sınırları vardır. Karşı devrimciliğin ötesine
geçen siyaset üretemeyen, yeryüzünde ABD haricinde
İsrail ile stratejik işbirliğine giden tek devleti
şu yada bu biçimde, üstelik Filistin, Afganistan
ve Irak’ta katliamların tüm hızıyla devam ettiği
bir süreçte korumaya ve kollamaya devam eden tarikatlar
da kapasitelerinin sınırına varmıştır. Bu söylediğimiz,
artık bu güçlerin herhangi bir gelişme gösteremeyeceği
ya da etkinliklerini yitirdikleri anlamına gelmez.
Ancak tüm bu kuşatmalara rağmen yoksul emekçilerin
yaşadıkları mahalleler olarak gecekondular, sistem
açısından bir tehdit unsuru olmaya devam etmektir.
Tamamen düzensiz, deyim yerindeyse anarşik bir
tarzda yapılaşan bu mahallelerde merkezi otoritenin
denetimini sağlamak oldukça güçtür. Yukarıda anlattığımız
nedenlerden ötürü toplumsal/sınıfsal muhalefetin
filizlenmesi için oldukça verimli topraklar olan
gecekondu mahalleleri, yüz küsür yıl önceki Paris’in
dar sokaklarını andırmaktadır. Yıllar önce Paris’in
dar sokaklarına yapılan, gecekondulara da yapılmalıdır.
Ancak ülkemiz oligarşisi, bir taşla iki kuş vurmayı
düşlemektedir. Süreç içinde kentlerin giderek
büyümesiyle şehrin dışında değil tam ortasında
kalan birçok gecekondu mahallesi, artık arazi
rantı olarak yüksek getiri vaadeden yerler haline
gelmişlerdir. Gündeme getirilen bu yasa tasarısı
ile artık kentin merkezi mahalleleri haline gelmiş
olan bu bölgelere yeni, apartman tarzı konutlar
yapılacaktır. Ancak bu bölgelerde yaşayan halkın
inşaatlar bitene değin nerelerde barınacağı belirsizdir.
İnsanları rahatlatmak için satır aralarına serpiştirilen
“kira yardımı” sözlerinin ise ne ölçüde komik
rakamlar olduğunu, halen bu yardımı almakta olan
emekçiler oldukça iyi bilir. Yapılacak konutlardan
gecekondu sahiplerine verilecek olanların taksitleri,
zaten oldukça yoksul oldukları için böylesi mahallelerde
ve böylesi evlerde zorunlu olarak yaşayan insanların
bütçelerinin çok üzerinde olacağını tahmin etmek
güç değildir. Birçok yapı kooperatifi örneğinde
olduğu gibi başlangıçta oldukça düşük tutulan
ödeme miktarlarını gün geçtikçe yoksulları kent
merkezinden uzaklaştırmanın bir aracı olarak yükseleceğini
tahmin etmek çok da zor olmasa gerekir.
Kısacası yoksul gecekondu sakinlerini yeni bir
sürgün dalgası beklemektedir. Yıllarca köylerinden
ekonomik ya da politik nedenlerle kentlere sürgün
edilen bu yoksul insanları, şimdi kendi emekleriyle
alınterleriyle birer değer haline getirdikleri
arazilerden yeniden sürgün edilmek beklemektedir.
Fakat ne bu yasalar ne de başka önlemlerin gecekondulaşmanın
önüne geçebilmesinin olanağı yoktur. IMF tarafından
dayatılan tarım yasalarının yavaş yavaş etkisini
göstermesiyle, kısacası ülkemizde tarımın tasfiyesiyle
metropolleri yeni göç dalgaları beklemektedir.
Artan işgücü arzının, ücretleri şimdikinden çok
daha aşağı çekeceğinin bilincinde olan patronlar
açısından hava hoştur.
Öte yandan şunu da hesapta tutmak gerekir ki devrimcilerin
hazırlıklı olmadığı, dönüştürme dinamiklerine,
kanallarına (gerek politik gerekse de ideolojik
anlamda) sahip olmadığı bir süreçte gerçekleşecek
göç, gecekondulaşma, yoksullaşma süreçlerinin
kendiliğinden bir toplumsal muhalefete evrileceğini
düşünmek, kof bir iyimserlikten öte birşey değildir.
Emperyalizm ve her türden uşağının siyasal süreçlere
çok bilinçli ve aktif bir şekilde dahil olduğu
günümüzde, kendi bağlamlarında solculuk türevleri
geliştirmek de dahil her türden araçla yoksulluğu
dahi metalaştıracak bu güçlerin karşısına devrimci
merkezi iradi bir müdahalenin her türden donanımıyla
çıkmadığımız müddetçe yaşadığımız 21. yüzyılda
ortaçağdan kalma sömürü ilişkilerinin yeni versiyonlarıyla
karşılaşmaktan kurtulamayacağız.
Emekçilere yöneltilen bu yeni saldırıyı ancak
politik bilince yapılan vurgularla boşa çıkarabiliriz.
Oligarşinin hesaplarını ve “insanca yaşam” propagandasını
teşhir ederken, kendi politik perspektiflerimizle
emekçilerin karşısına çıkmalıyız. Bizler açısından
insanın doğayla ilişki kurma biçimi olarak mülkiyetin
kendisi değil, onun özel mülkiyet biçiminin sağlıksız
olduğu ve bu düzeni yeniden ürettiğinin bilinciyle,
demokratik devrimle birlikte ihtiyacından fazlasına
sahip olanlar haricinde kimsenin konutuna el konulmayacağı
ve ihtiyaç fazlası olarak elkonulanların da halka
dağıtılacağı anlatılmalıdır. Bu anlamda bizler
için uydurulan “mülkiyet düşmanlığı” demagojisi
de boşa çıkarılmalı ve gerçek mülkiyet düşmanının
insanların tüm sağlıksızlıklarına rağmen elleriyle
yapmış oldukları, her tuğlasında alınterleri olan,
ve bu nedenle içinde yaşayanlarla onların anlayamayacağı
tarzda bağları da olan gecekondulara her baktığında
düşmanca hislerle öfkeye kapılan, emekçilere bu
kadarını bile çok gören oligarşi ve onun uşakları
olduğunu göstermeliyiz. Sağlıksızlıksa bu sağlıksızlığı
onların yarattığını, onların insanlara başka seçenek
bırakmadıktan sonra altyapı çalışmaları ve sağlık
hizmeti götürmeyerek başlangıçtaki sağlıksızlığı
gidermek yerine boyutlandırmayı tercih ettiğini
anlatmalıyız.
Konut sorunu devrimden sonra da birden ortadan
kalkacak bir sorun değildir. Geçmişin mirası olan,
ve tam bir savurganlık örneği niteliğindeki çok
geniş lüks daireler uygun ölçülerde ikiye üçe
bölünürken, yeni toplumsal ilişkilerin beraberinde
getirdiği yeni toplumsal ihtiyaçlara (kreş, hastane,
okul vb.) öncelik verilecek, kaynakların rasyonel
kullanımına zarar vermedikçe insanların kendi
evlerine sahip olmaları engellenmeyecek, hatta
varolan ya da yapılmakta olan konutlar, sıkıntı
yaratmayacak koşullarda içinde yaşayanlara satılabilecektir.
Miras hukuku olmadığı müddetçe, üretim araçlarını
kapsamayan bireysel mülk sahibi olmanın sosyalizmle
çelişen bir boyutu yoktur. Kiraların çok düşük
tutulduğu hesaba katılırsa, konutların günümüzdeki
gibi bir rant kapısı olamayacağını öngörmek de
çok zor olmasa gerektir. Bugün Küba’da hiçbir
evin kirası, hanehalkı gelirinin %10’unu geçmemektedir.
Yine Küba’da etkinlikleri inişli çıkışlı olsa
da çeşitli süreçlerde uygulanan mikroekipler,
konut sorununun çözümünde önemli bir yer tutacaktır.
Çeşitli işlerde çalışmalarına rağmen kendi mesailerinin
bitiminde gönüllü olarak inşaat işinde çalışan
bu ekipler sayesinde, uygulama sürecinde konut
inşaatı üç katına çıkmıştır. Yine örneğin bir
kentte bu ekiplerin çabalarıyla beş yıl içinde
beş kreş yapılması planlanırken bir yılda elli
kreş açılmıştır. Yine Küba’da konutların bakımı,
yönetimi vb. işler, o konutlarda oturanların oluşturduğu
komiteler tarafından yürütülmektedir. Sosyalizmi
salt devletin herşeye hakimiyeti olarak algılayanların,
bireyi, toplumu hiçleştirdiğini düşünenlerin elbette
ki Küba’dan öğrenecekleri çok şey var. Bu “demokrasi
tüccarları”nın, sıradan bir Küba vatandaşı bile
olamayacak kadar demokrasi bilincinden yoksun
olduklarından hiç kuşkumuz yok. Çünkü onlar yönetilmeye,
direktifler doğrultusunda yaşamaya öylesine alışmışlardır
ki kendilerine tanınan böylesi bir karar verme
ve uygulama hakkını kullanmayı beceremezler.
Gerek Küba, gerekse de yaşanmış sosyalizm deneyimlerinin
ürettikleri tüm çözümleri, ülkemiz nesnelliğinin
beraberinde getirdiği olgularla beraber ele alarak,
bizlerin de devrime yürüyen süreçte üreteceği
daha pek çok çeşitli çözümler olacaktır elbet.
Sınıfsız bir toplumda insanca yaşam özlemiyle
tutuşan halkların yaratıcı gücü ve dinamizmi,
önüne çıkan tüm engelleri aşmaya yetecektir.
|