Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Y. Tüfekçi

Geçen sayımızda iş yasasını ele alırken yasa çıkarmak veya değiştirmek, kaldırmak biçimindeki gelişmelerin, sınıflar mücadelesinin seyriyle yakından ilgili olduğunu belirtmiştik. Yasalar aracılığıyla kimi zaman hakim sınıfların ezilenlerle sürdürdüğü savaşta yeni mevziler açılırken, kimi zaman da hakim sınıfların değişik kesimlerinin birbirleri arasındaki çatısmalar ortaya dökülür.
Bir önceki hükümet zamanında hazırlanan yabancı sermaye yasası meclisten geçti. Sosyalist Blok’un dağılmasının ardından koparılan küreselleşme yaygarasının en belirgin motiflerinden biri de sermaye hareketlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılmasıydı. Değişik aşamalardan geçen bu süreç, ülkemiz özgülünde bu yasa ile son şeklini aldı. Bundan önce 24 Ocak Kararları, paranın konvertibil hale getirilmesi (diğer ülkelerin paraları ile serbest piyasa ilkelerine göre alınıp satılabilmesi), gümrük düzenlemeleri, serbest bölgeler vb. gibi bir çok adımı atılmış olan bir etabın son adımını ifade etmektedir bu yasa. Artık yabancı sermayenin Türkiye’ye girip çıkmak için kimseden izin alma ihtiyacı olmayacaktır. Yani yabancı sermaye için tüm kapılar ardına kadar açılıp, tüm Türkiye bir “serbest bölge” haline getirilmiştir.
Reel sosyalizmin dağılmasıyla birlikte emperyalizm, yeryüzünde hareketini kısıtlayan tüm engellerden kurtulmuştur. Böylece yeniden açık işgallerin de gündeme geldiği yeni bir siyasal/ekonomik sürece giren emperyalizm, sömürge ve yeni-sömürgelere yönelik politikalarında klasik sömürgeciliğin yöntemlerini daha farklı bir zeminde de olsa yeniden üretmeye başlamıştır. Aradan geçen yüzyıllara rağmen klasik sömürgecilik uygulamalarının hortlaması, postmodernizmin tarihselliği yadsıyan “eski ile yeni iç içe” yaklaşımı için de bir ekonomik zemin sunabilmektedir. Elbette ki bugün yaşananların klasik sömürgecilikle aynılaştırılması olanaksızdır. Klasik sömürgecilikte sömürgenin her türden ekonomik ve toplumsal değerlerine zorla el koyan emperyalizm, bugün yeni-sömürgecilik sürecindeki artı-değer sömürüsü ve tekelcilik üzerinde şekillenen sömürü modelinden esas olarak vazgeçmemiştir. Ancak bu modele geçirilen ulusal kılıflar giderek kaybolmaktadır. Tıpkı kapitalizmin yeni yeni ortaya çıktığı, oldukça uygun bir deyim olan “vahşi kapitalizm” ile ifade edilen dönemlerde yaşanan yoğun sömürünün, işçi sınıfında şiddetli tepkilere yol açması ve sistemin sürdürülebilirliği açısından bir dengeye doğru gidilmesi sürecinde olduğu gibi, sömürgecilikte de önceleri yaşanan hayasız kölelik ilişkilerinin, gelişen ulusal kurtuluş savaşları ile bir dengeye çekildiğine tanık olmuştu dünya tarihi. Ancak tarihin devrimci yapıcıları/aktörlerinin içinde bulundukları geçici kriz, emperyalist-kapitalist sistemin rol çalması için de uygun zemini hazırladı. Ve böylelikle somutlanışı Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ifade edilen sürecin başlamasıyla sosyalist güçlerin tüm dünyada yaşadığı gerileme gerek sınıf ilişkilerinde, gerekse de ulusal egemenlik ilişkilerinde karşılığını buldu. Tek tek ülkelerde yukarıda bahsettiğimiz denge noktasının ifadesi olan “sosyal devlet”in rafa kaldırılmasının uluslararası ilişkilerdeki karşılığı ise artık BM maskesine de ihtiyaç duymayan bir emperyalist saldırganlığın, tüm hukuksal, diplomatik, ahlaki ve insani kaygıları bir yana bırakarak, elindeki tüm güçlerle harekete geçmesi olmuştur.
Marksizmin temel yöntemsel yaklaşımlarından biri olan tarihselciliğin gereği olarak bu gerilemenin bir “mutlak gerileme” olamayacağı açıktır. Yani günümüzün açık işgali, emperyalizmin 1. ve 2. bunalım dönemlerinin açık işgalleriyle, ya da emperyalizm öncesi kapitalist sürecin işgalleriyle aynı içerik ve biçimde olmayacaktır.
Sömürgeciliğin temel yasası olan, sömürülen ülkenin tüm doğal ve insanal kaynaklarının gaspı, kendini zamana uyarlayarak sürekli bir değişim halindedir. Yeni-sömürgecilik, belki de bunun en iyi örneğidir. Anti-sömürgeci ulusal kurtuluş savaşlarının tüm hızıyla sürdüğü bir dönemde emperyalistler klasik sömürgecilik yöntemlerini bir yana bırakmak zorunda kalmış, böylelikle sömürgelerinin “ulusal bağımsızlığını” tanımışlardır. Bu durum, aynı zamanda dünya sosyalist bloğu ile emperyalistler arasındaki denge durumunun doğal bir sonucudur.
Ancak bu denge unsurunun ortadan kalkması, nasıl ki dünya çapında işçi hareketlerinin gerilemesi, birçok hak gaspı ile ekonomik ve toplumsal gerileyişi beraberinde getirmişse, uluslararası ilişkilerde de emperyalizmin pervasızlaşmasını beraberinde getirmiştir. Bugün dünyada ABD emperyalizminin istediği gibi at koşturmasına karşı çıkan sosyalizm güçlerinin oluşturduğu muhalefet, emperyalizmi herhangi bir şeyi yapmaya ya da yapmamaya zorlamaktan oldukça uzak bir noktadadır. Tüm bunlar birden ortaya çıkmayıp ‘90’lardan bu yana gelen süreç içinde olgunlaşmışlardır. Nasıl ki geçen sayımızda iş yasasına dair yazımızda bahsettiğimiz gelişmeler, belli bir zaman sürecinde olgunlaşmışsa, meclisten geçen yabancı sermaye yasasının ifade ettiği değişimler de bir günün işi değildir. Ülke içi ekonomik sistemde “iş yasası” ile ifadesini bulan, uluslararası diplomaside ise ABD’lilerden yenen fırçalar olarak karşılığını bulan yeni sürecin, uluslararası ekonomik ilişkilerdeki karşılığının bir sözleşme haline getirilmesidir.

Yasa Ne Getiriyor?
Yapılan bu sözleşme ile klasik sömürgeciliğin keyfiyeti, yerel askeri-polisiye, kısaca devlet güçlerinin eliyle güvence altına alınmıştır. Hukuk ise klasik sömürgeciliğe çok daha yakındır. Herhangi bir anlaşmazlık durumunda uluslararası mahkemeler geçerli olacaktır ki bu mahkemelerde kimin borusunun öttüğü de herkesçe bilinmektedir. Böylelikle 2. Paylaşım Savaşı sonrası oluşan siyasal dengelere; daha doğrusu, uluslararası çapta sınıf mücadelesinin o süreçteki seyrine göre oluşan uluslararası ilişkiler (hukuk) çerçevesi, bu dengelerde-ağırlıklarda yaşanan nitelik belirleyici değişimlerin ardından yeni bir çehreye kavuşmuştur.
Sınırların ortadan kalkması, ulus-devlet yapısının aşılması, devletin küçülmesi gibi ambalajlarla sunulan bu yeni durumun pratikteki ifadesi, klasik sömürgeciliğin “güçlü olanın, sömürmeye hakkı vardır” yaklaşımının, şimdiki zamana uyarlanmasıdır.
Eskiden biçimsel olarak da olsa “ulusal çıkarların” savunucusu rolünü üslenmiş olan yeni-sömürge ülkelerin devletleri artık hiçbir perdeye gerek duymaksızın açıktan emperyalist efendilerinin çıkarlarının bekçiliğini yapabilecektir. Geçmişte halktan gelebilecek anti-emperyalist tepkileri sönümlendirebilmek için Johnson Mektubuna karşı, afyon ekiminin yasaklanmasının dayatılmasına karşı tavır alıyormuş gibi görünen hükümetlerin yerini, bugün artık yediği fırçalara “yarabbi şükür”den öte bir tavır geliştiremeyen bir devlet yapısı almıştır. Burada “hükümet”ten, “devlet”e geçmemiz bir kalem sürçmesi değildir. Şu anki dönemin politikaları, hükümetten hükümete değişebilecek bir yapıdan ötede, devlet organizasyonunun oldukça derinlerinde bir yerlerde üretilmekte ve hayata geçirilmektedir; Buna uygun olarak devlet organizasyonu da kendi içinde bir evrimi yaşamaktadır. Kamu personeli yasası gibi değişimlerle, bu konuda da bugünlerde köklü değişimlerin adımları atılmaktadır.
Burada kadar daha genel bir çerçeveden bakmaya çalıştığımız bu yasa ve arkaplanındaki gelişmeleri bir yana bırakıp yasanın ayrıntılarına eğilmeye çalışalım.
5 Haziran 2003’te meclis genel kurulunda kabul edilen 4875 sayılı kanunun amaç ve kapsam bölümünde şu açıkça ifade edilmiştir: “…doğrudan yabancı yatırımların gerçekleştirilmesinde izin ve onay sisteminin bilgilendirme sistemine dönüştürülmesine…”. Yani artık Bergama’da doğayı ve insan sağlığını mahvetme pahasına altın çıkarmak isteyen bir şirketin kimseden izin almaya ihtiyacı yoktur. Sadece “bilgilendirme” yeterli olacaktır. Samsun’u deneme üretimi sırasında pisliğe batıran yüzer elektrik santrali ve daha sayamadığımız bir çok örnek için de aynı şey geçerlidir. Yabancı sermayenin “giriyorum” demesi yeterlidir.
Yasada “yurtdışında ikâmet eden Türk vatandaşlarının” da yabancı yatırımcı sayılması öngörülmektedir (m.2/a, 1) ki bu da yeni dönemin mantığına oldukça uygundur. Bir insanın nüfus kağıdında Türk yazması, onun kendini vergi oranların çok daha düşük olduğu Maldiv Adaları halkına çok daha yakın hissetmesine neden engel olsun ki? Zaten sınırlar ortadan kalkıyor, dünyamız koskoca bir köye dönmüşken, elin gavuruna sağlanan olanaktan kendi vatandaşımızı niye mahrum bırakalım ki?…
Giren yabancı sermayenin, “yatırım” olarak kabul edilebilmesi için “… menkul kıymetler borsasında en az yüzde 10 hisse oranı ya da aynı oranda oy hakkı sağlayan edinimler…” kapsamında olması yeterlidir (m.2/b,2, ii). Yani sadece borsa oyunları, spekülasyonlar için gelecek olan para da yabancı sermaye yatırımı sayılıp, bunun beraberinde getirdiği tüm avantajlardan yararlanacaktır. Aslında bu durum çok da yeni değildir. Aralık 2000 krizini tetikleyen unsurlardan biri olarak borsadan çekilen yabancı sermaye miktarı, bir dönemin açıkça konuşulan konularından biriydi. Şimdi yeni olarak gelen ise bu durumun çok daha küçük para miktarlarıyla ve çok daha rahatça yapılabilmesidir. Hem de yasal güvencelerle…
“Yabancı yatırımcılar, yatırımları ile ilgili istatistiki bilgileri müsteşarlıkça hazılanacak yönetmelikte belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde müsteşarlığa bildirirler. Söz konusu bilgiler, istatistik amaçları dışında ispat aracı olarak kullanılamaz.” (Madde 4/III) Ya da bir başka ifadeyle “gerçeğin çölüne hoş geldiniz.” Postmodernizmin yasalara yansımış ifadesi olarak bundan daha iyi bir örnek olabileceği sanilmamalidir. Yani ortalıkta bir “gerçek” var, bu gerçeğin sayılara yansıtılmış ifadesi de var, hatta bu sayılar o gerçeklik olmadan hiçbir anlam ifade etmediği için aslında sadece bir gerçeklik var ve o sayılar sadece bir ve aynı gerçekliğin bir ifadesi… ama gelgelelim artık bundan sonra böyle değil. Artık bu sayılar bir “istatistik” olarak var, sayı olarak, kayıt olarak… Herhangi bir mahkemede delil olarak, “gerçeklik” olarak sunulamazlar, o zaman “yok”lar. Şimdi söyleyin bakalım “gerçeklik” diye bir şey var mı? Elbette var, o gerçeğin adı da kimsenin hesap soramayacağı bir kan emici; adı da emperyalizm.
Hadi işin bu kısmını bir yana bırakalım; Neden böyle bir maddeye gerek duyuluyor? Bu maddeye duyulan ihtiyaçtan da anlaşılacağı gibi patronlar, mülkiyeti kutsayan kendi yasalarına bile uymak istemiyorlar. Daha baştan yasalara aykırı birşeyler yapacaklarını, açıkçası hırsızlık yapacaklarını bildiriyorlar ve bu hırsızlıktan dolayı yargılanmak gibi sadece “zaman kaybettirici, bürokratik” bir işle uğraşmak istemedikleri için yasalara “ben delil filan da takmayacağım, malı götüreceğim” diye yazdırtıyorlar. Doğrusu katipleri de çok yetenekli, bu talebi oldukça iyi kılıflıyorlar…
Yasayı okumaya devam edelim: “… yabancı ülkelerde kurulu bulunan şirketlerin menkul kıymetlerinin yatırım aracı olarak kullanılması halinde, menşe ülke mevzuatına göre değer tespitine yetkili makamların ve menşe ülke mahkemelerince tespit edilecek bilirkişilerin ya da uluslararası değerlendirme kuruluşlarının değerlendirmesi esas alınır…”. Şimdi bu hukuk dilinin, ekonomi dilinin arkasına gizlenmiş gerçeği çözmeye çalışalım. Gerek gazetelerden, gerekse de yurtdışına gidip gelen birinin anlatımlarından biliriz ki birçok şeyin fiyatı, emperyalist ülkelerde daha pahalıdır. Sigaranın, gömleğin, gazozun ve daha birçok şeyin fiyatı daha yüksektir. Elbette ki bu ülkelerde kişi başına düşen gelir de daha yüksektir. Bu hesaba göre Türkiye’ye yatırım yapacak bir yabancının, yatırım aracı olarak göstereceği “menkul kıymet”, kendi ülkesindeki değere göre hesaplanacaktır. Yani aynı yatırımı yapan yerli patrona göre daha çok sermaye yatırmış gibi görünecektir. 10 kamyonluk bir nakliye firması kuran bir Alman patron, kamyon fiyatları Almanya’da daha yüksek olduğu için Türkiye’de önceden varolan 10 kamyonluk bir firmadan daha fazla sermayeyi ifade etmiş olacaktır.
Bu gerçekte varolmayan, sadece kağıt üzerindeki rakamlardan ibaretmiş gibi görünen fark, daha yüksek teminat mektupları, daha fazla kredi olarak yabancı sermayeyi daha avantajlı duruma getirecektir.
Yine benzer bir maddeyle “… yatırım uyuşmazlıklarının çözümlenmesi için; görevli ve yetkili mahkemelerin yanı sıra, ilgili mevzuatta yer alan koşulların oluşması ve tarafların anlaşması kaydıyla, milli veya milletlerarası tahkim ya da diğer uyuşmazlık çözüm yollarına başvurulabilir.” (m 3/e)
Aslında daha öncesinden uluslararası tahkim anlaşmaları ile çoktan yürürlüğe girmiş olan bir düzenleme buradada karşımıza çıkıyor. Bu Türk hukuk sisteminde bir gelenek olsa gerek. Nasıl ki “düşünce suçluları” açısından kaldırılması düşünülen 8. Maddenin yerini alabilecek daha bir sürü madde varsa, herhangi bir hukuk kazasına karşı uluslararası tahkim, iyice tahkim edilmektedir.
Bir zamanlar, Özal döneminin tartışma konularından biri de Özal’ın Arap zenginlerine arazi satma hevesinden kaynaklanmıştı. Gözü para bürümüş tipik bir tüccar mantığıyla hareket eden Özal, “parasıyla değil mi” diyerek bu işe giriştiğinde, gelen tepkiler ve bu konudaki çeşitli anayasa hükümleri dolayısıyla geri adım atmak zorunda kalmıştı.
Yeni yabancı sermaye yasası ise “yabancı yatırımcıların Türkiye’de kurdukları veya iştirak ettikleri tüzel kişiliğe sahip şirketlerin, Türk vatandaşlarının edinimine açık olan bölgelerde taşınmaz mülkiyeti veya sınırlı ayni hak edinmeleri serbesttir.” (m .3/d) denilmektedir. Yani rahmetlinin düşü gerçek olmaktadır. Bu konuda karşılıklılık ilkesi uyarınca yine kimi anayasal sınırlamalar getirilmişse de Türkiye sermayesinin yurtdışında arazi alma potansiyeli gözönünde tutulduğunda bu karşılıklılığın ne ölçüde eşitlik anlamına geleceği de ortadadır. “Bir tek çakıl taşını bile kimseye yar etmem” vb. hamasetler üzerine kurulu şovenist siyasetin “yar etmeyebilirim ama satarım” demenin başka türlüsü olduğunu da böylece görmüş oluyoruz.
“Yabancı yatırımcıların Türkiye’deki faaliyet ve işlemlerinden doğan net kâr, temettü, satış, tasfiye ve tazminat bedelleri, lisans, yönetim ve benzeri anlaşmalar karşılığında ödenecek meblağlar ile dış kredi anapara ve faiz ödemeleri, bankalar veya özel finans kurumları aracılığıyla yurtdışına serbestçe transfer edilebilir.” (m.3/c)
Bu kadar kolaylık gösterildikten sonra kazanılanların götürülmesine ses çıkarmak zaten abesle iştigal olurdu. Elbette ki yabancı sermaye gelecek, ülkenin tüm ekonomik ve insani kaynaklarından sonuna kadar yararlanacak, ve bu yararlanmanın sonucunda elde ettiği artığı alıp götürecek. Bu ülkenin doğal, ekonomik ve insani değerleri üzerinde birileri hak iddia ederse, piyasa mantığının yanıtı hazırdır: Para kimdeyse, mal da onundur. Kim parayı bastırırsa, bu değerleri de alır, istediği yere götürür.
Kimbilir daha detaylarda saklanmış nice incelikli bir sömürü ağıyla karşı karşıyayız. Bunlar makina başında ter döken emekçinin çok daha iyi bileceği, terinde, kanında her an hissedebileceği şeyler.
Yıllar önce emperyalist ülkeler ile sömürge ve yeni-sömürge ülkeler için dünyanın kırları-şehirleri benzetmesi yapılmıştı.
Bugün buna benzer bir benzetmeyi dünyanın organize sanayi bölgeleri ve akmerkezleri diye dilimize çevirebiliriz artık. Dünyayı “küresel bir köy” diye tanımlayanlar köyün ırgatlarını da, kahyalarını da tanımlıyorlar.
Ama onların oyunlarını bozacak yoksulların, emekçilerin, proleterlerin gücünü hesaba katmayanlar yanıldıklarını mutlaka ama mutlaka anlayacaklar.

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul