Son yılllarda Türkiye devrimci hareketiyle
ilgili yapılan tartışmalarda, “bölünmüşlük” olgusu
her zaman en çok yakınılan konuların başında gelmiştir.
Gerçi, sorun yeni değildir. Türkiye solunun daha
önceleri yekpare bir bütünlük oluştururken 90’lardan
sonra birden parçalandığı da söylenemez, ama herhalde
biraz da genel gerilemenin etkisiyle konu daha ön
plana çıkmaktadır. Yani, devrimci bir yükselişin
yaşandığı ve herkesin kendi kanatlarıyla epey bir
mesafe alabildiği 70’lerde, sokakların genel kalabalıklığına
bakan insanların çoğu belki yine bu durumun pek
hoş olmadığını düşünmekteydi ama bir yandan da genel
olarak “işlerin az çok yolunda gittiği” kanısı yaygındı.
Ama sonradan, 80’lere ve oradan 2000’lerin alacakaranlık
günlerine gelindiğinde, emperyalist politikalar
birbiri ardına hayata geçirilir ve sınıf örgütlülüklerine,
solun temellerine darbeler indirilirken, gösterilebilen
direncin yeterince güçlü olmaması, aynı yakınmaları
yeniden ve daha sık olarak gündeme getirmeye başladı.
Gerçi bazıları, 89’da şöyle bir uyanıp sonra geriye
çekilen sınıf hareketinin bir gün yine şahlanarak
hepimizin önünü açacağı beklentisini yitirmiş değillerdir;
ama en azından bugünün somut gerçeği, karşı tarafın
attığı kapsamlı adımlar karşısında kitle hareketinin
ve solun gereken ivmeyi yakalayamadığıdır. Dolayısıyla,
mevcut güçlerin tümünün aritmetik olarak bir araya
gelmesi halinde bu durumun ne kadar değişeceği tartışması
bir yana, böyle bir politik konjonktürde emperyalist
saldırganlığın durdurulmasını samimiyetle isteyen
insanların, genel geçer bir “birlik” fikrine eğilim
göstermeleri anlaşılabilir.
Solun Bölünmüşlüğü...
Konuyu irdelemeye başlarken önce bir sorunu yerine
oturtmak gerekiyor: Sol ya da daha rafine bir
zemini tanımlarsak düşünce ve eylem alanı olarak
marksist hareket, her zaman ve her durumda yekpare
bir bütünlüğe, parçalanamaz bir homojenliğe sahip
olmadı. Dolayısıyla, sol sempatizan kitleyi ve
genel olarak emekçileri böyle yarı-dinsel bir
“birlik” fikriyle gereksiz beklentilere (ve tabii
düşkırıklıklarına) sürüklemek de doğru değildir.
Kendi düşünsel ve pratik zenginliği içersinde
marksizm, her zaman hayatın sorunlarına çözüm
yolları arar ve bu arada farklı çözüm yollarından
ötürü farklı kümeleşmeler de doğar. Bu, her ülkede
yaşanan bir gerçekliktir ve bu gerçekliği yok
saymak gerçekçi değildir.
Esasen, devrimler tarihinin çoğu devrimci tarafından
çok yönlü olarak irdelenmemesi de böyle bir yanlış
beklentiyi beslemektedir. Oysa, anılara, romanlara
ve siyasal tarih eserlerine dek uzanan kapsamlı
bir okuma, zafer kazanmış devrimlerin hemen hemen
hiçbirinin solun tartışmasız bir homojenliğine
dayanmadığını bize gösterir. Milyonlarca insanın
en üst düzeye yükselmiş hareketinin herkesi genel
bir “birlik” atmosferine çektiği doğru olmakla
birlikte, bunun tamamen düz bir ortam anlamına
gelmediğini anlarız. Yani örneğin Şubat ve Ekim
arasındaki Rus Devrimi süreci, baş döndürecek
kadar karışıktır ve hatta dönem boyunca farklı
grupların devrimi gerçekleştirecek olan Bolşeviklerden
çok daha fazla sayısal güce sahip oldukları bilinir.
Hatta, yine bilindiği gibi Bolşeviklerin kendi
içinde de uzun süre tam bir bütünlük yoktur; zaman
zaman Lenin’in istifasına dek yol açan sert tartışmalar
yaşanmaktadır ve sonuçta Ekim Devrimi’nin arifesinde
de bütün tartışmalar durulmuş değildir. Aynı şey,
Çin’den Vietnam’a, Küba’ya dek bütün devrimler
için geçerlidir. Çünkü sonuçta, devrimci düşünce,
kalıplardan ve talimatlardan oluşmaz; ayrıca onun
kendi iç evrimi bir yana devrimci düşünce sürekli
bir biçimde kendi sağından ve solundan tacizlerle
de karşılaşarak yoluna devam eder. Burada, elbette
devrime öncülük etmek isteyen partinin kendi iç
bütünlüğü ve tek hedefe yönelen disiplinli bir
ordu gibi olması gerçeğinden söz etmiyoruz. Böyle
bir merkezi ve bütünlüklü yapı, her gerçek devrimin
olmazsa olmaz şartıdır. Burada sözünü ettiğimiz
şey, herhangi bir ülkedeki devrimin en hareketli
anlarında bile, solun toplamının tekvücut olmayabileceği
gerçeğidir.
Okurumuz, burada hemen “bugün ülkemizdeki kümeleşmelerin
çoğunun böyle bir ihtiyaçtan kaynaklanmadığı”
itirazında bulunacaktır; olabilir, bu belki de
kısmen doğrudur. Gerçekten de Türkiye devrimci
hareketinde özellikle son süreçte gerçekleşen
bölünme ve kümelenmelerden kimilerinin, politik
sürecin kavranışı ve çözümler üretilmesi noktasından
değil, bir dizi başka faktör üzerinden oluştuğu
söylenebilir. Ama işin bu özgün yanı bir tarafa,
genel olarak solun bölünmelerden muaf olmadığı
bilinmeli ve bizim sübjektif isteklerimizin ötesinde,
bir veri olarak kabul edilmelidir. Şüphesiz bu
da arzulanır bir durum değildir; sosyalistler
elbette her zaman birlik yolunu ararlar ve her
devrimci süreç, gelişmesinin belli aşamalarında
gitgide daha üst düzeyden birlikler için olgunlaşır.
Burada önemli olan, “bölünmüşlük” teması üzerinden
çok fazla konuşarak devrimci sempatizan kitlelerin
moralini bozmanın, bu gerekçeyle eylemsizliği
meşrulaştırmanın bir noktadan sonra artık objektif
bir durumun tespiti değil, bir kötü niyet ifadesi
haline gelmesidir.
İkincisi, bu gerçekliğin salt iyiniyet ifadeleri
ve mızmızlanmalarla ortadan kaldırılabileceğini
sanmak da bir başka yanılgıdır. Bizim teorik niyetlerimiz
ne olursa olsun, bu iş sanıldığı kadar kolay değildir.
Söz konusu dağınıklığın nedeni olarak zaman zaman
kişisel hırslar, darkafalılıklar, vb gibi şeyler
gösterilse de, bunların ne kadar gerçek olduğunu
tartışmak spekülatif bir durumdur. Ama bütün bunların
ötesinde, her ülkede, az çok kökleşmiş gelenekler,
ekoller ve sosyalist hareketin uluslararası akımlarına
da denk düşen damarlar vardır. Deyim yerindeyse
bu durum, “hayatın gerçeği”dir. Biz bunların bir
bölümünü ya da belki tümünü politik anlamda doğru
bulmayabiliriz, öne sürdükleri tezlere ve pratik
çizgilerine yönelik itiraz ve eleştirilerimiz
olabilir; ancak yine de vardırlar ve hepsinin
de yetiştiği toprak, başka herhangi bir yerde
değil, bu ülkededir. Bunlar keyfi olarak yok sayamayacağımız
ya da “aman ne çok grup var” deyip kırmızı kalemle
“sadeleştiremeyeceğimiz” olgulardır.
Bundan ötürü, solun “çok parçalılığının sona erdirilmesi”nden
söz ediyorsak eğer, uzun vadeli ve pratik hayatla
ilgili bir durumdan söz ediyoruz demektir. Şüphesiz
devrimci sosyalizmin hedefi, güçlü bir devrimci
atılım çizgisi yakalayarak yalnızca kitleleri
değil solun geniş bölmelerini de toparlamak, örgütlemek
ya da en azından bir araya getirmektir; ama bu
kendiliğinden, bugünden yarına gerçekleşecek bir
durum değil, uzun soluklu bir çabanın ürünü olarak
algılanmalıdır. Ayrıca böylesi bir hedefe bütünüyle
ulaşıldığı noktada bile Türkiye’deki solun ana
akımlarının varlıklarının sona ereceğini düşünmek
çok gerçekçi değildir.
Yalnız Değiliz...
Bütün bunlar tartışılabilir, üzerinde irdelemeler
yapılabilir, ama sonuçta ortaya çıkan pratik durum
şudur: Devrimci sosyalistler, bu topraklarda yalnız
değillerdir ve muhtemelen gelecekte de yalnız
olmayacaklardır. Dolayısıyla, devrimci sosyalizm,
kendi atılım projesine olan bütün bağlılığına
karşın, bu çok parçalılığı gözetmek ve solun diğer
bölmelerine önsel bir saygıyla yaklaşmak durumundadır.
Böyle bir tavır, solun genel gerileme dönemlerine
özgü, iç-güven zayıflamasından kaynaklanan samimiyetsiz
bir “kibarlaşma” biçimi olarak da düşünülemez;
şu ya da bu zamanda, şu ya da bu güç ilişkileri
düzeyinde değişmez bir ilke olarak ele alınmalıdır.
İnsanların kendi politik programlarına sonsuz
bir güven duymaları ve diğer yapılanmalara yönelik
eleştirel bir tutuma sahip olmaları, anlaşılabilir
bir şeydir. Esasen politik hareket olmanın doğası
da budur; yani siz, mevcut siyasal yapılanmaların
sürecin önünü açmakta yetersiz olduklarını ya
da yanlış bir yoldan yürüdüklerini düşündüğünüz
için ayrı bir hareket olarak ortaya çıkarsınız;
ama bu, mevcut yapılanmalara, onların samimiyetinden
kuşku duyulamayacak insanlarına saygısızlık etmeniz
için gerekçe değildir.
“Akıntıya karşı yüzmek” anlamına da gelen devrimcilik
kendisi bir saygı nedenidir çünkü. Düzenin herhangi
bir çürümüş alanı içinde yaşamak yerine koltuğunun
altına sıkıştırdığı afişlerle “başka bir iş” yapmayı
tercih eden insanlar, güzelleme olsun diye söylemiyoruz
ama bu toplumun temizlik noktalarıdır. Bir devrimci
sosyalist, bütün politik itiraz ve eleştirilerinden
önce, bu noktayı görmek, bütün üslup ve yaklaşım
biçimlerini bu basit gerçek üzerine kurmak zorundadır.
Bu yaklaşım, devrimci hareketin insan yapısının
kusursuz olduğu gibi bir hayalden elbette uzaktır.
1905 sürecinde, bir devrim hareketine kendi özgün
amaçları ve duruş noktalarıyla yüzlerce, binlerce
insanın katıldığını, devrim hareketinin bütün
bunların toplamından oluştuğunu söyleyen Lenin,
kuşkusuz bunu somut gözlemler üzerinden ifade
etmekteydi. Ama bu genel saptama, “devrimci” kavramının
ifade ettiği saygınlık durumunu değiştirmez.
Yalnızca tek tek insanlar değil; onların iskeletini
oluşturduğu politik yapılar da, böyle bir önsel
yaklaşımla düşünülmelidir. Devrimci sosyalizm
açısından bu, öylesine söylenmiş bir söz ya da
altında bildik davranışları barındıran bir “incelik”
gösterisi değildir. Burada sözünü ettiğimiz şey,
marksizm kavrayışıyla doğrudan bağlantılı olan
bir tutumdur. Bu, kendi doğrularına sahip çıkıp
o çizgi üzerinden yürümek ama dünyanın bizim etrafımızda
dönmediğini, başka insanların da bu topraklarda
var olduğunu bilmekle ilgili bir tutumdur.
Böyle bir önsel yaklaşım, şüphesiz hem genel olarak
devrimci sosyalist hareketin hem de onun tek tek
üyelerinin politik tartışmalara bakışını belirleyen
bir şeydir. Örneğin bir gelenek olarak “kaleminden
kan damlayan” yazarlık örneklerine, düzeysiz polemiklere
rağbet etmeyişimiz, bugünkü solun politik-ideolojik-kültürel
çerçevesine eleştirilerimiz olmadığı anlamına
gelmemektedir. Sol hareket içinde diğer siyasal
yapılara karşı küfüre, ağır hakaretlere değin
varan çiğlik, etik yoksunluğu ve düşman üslubu
kullanan örnekler bulunuyor, elbette. Devrimci
değerlerden yoksun çoğunlukla çiğ bir pragmatizmle
bir gün küfür, diğer gün dostluk edebiyatı yapanlar,
aslında yaşadığımız toplumsal parçalanmanın, şizofrenik
durumun sol içindeki kimi zaman oldukça tehlikeli
davranışlar sergileyen, etik yoksunu uzantılarıdır.
Bunlar elbette eleştiri, daha da ötesinde teşhir
konusu olan durumlar ve örneklerdir. Bu örnekleri,
durumları hiçbir devrimci unutamaz, üzerinden
atlamayaz, atlamıyoruz. Ancak, bugünkü noktada
söz konusu alana yoğun bir enerji harcamanın yararlı
olmadığını düşünmemiz bir yana böylesi polemikleri
çok gerekli bulduğumuz bir noktada da belli bir
politik düzeyi korumaktan vazgeçemeyiz. Daha da
ötesi bu yaklaşımımız, özgün durumlar dışında,
esas olarak önceliklerimizle ilgilidir. Bugün
devrimci sosyalist hareketin bütün gücüyle yüklenmesi
gereken düşmanın yarattığı boğucu, siyasal, ideolojik
ve toplumsal atmosferdir. Sol içi çoğu zaman yukarıda
ifade ettiğimiz gibi etik yoksunu tartışmalardan
öte, tümüyle düşmana, oligarşiye yönelen bir çalışma
her alanda önceliğimizi oluşturuyor.
Dolayısıyla, devrimci sosyalist gelenek, bugüne
kadar olduğu gibi bundan sonra da ilişkilerini
politik bir düzey üzerinden kuracak, bir yandan
gereksiz polemiklerden kaçınırken, diğer yandan
da ideolojik mücadele dışındaki her çeşit söylemi
baştan reddedecektir. Bu, onun içselleşmiş bir
tutumu olmalı, böyle düşünülmelidir. Herhangi
bir sosyalist yayını eline aldığında, yüzünü buruşturarak
ve alaycı söylemlerle okuyan biri, devrimci sosyalist
hareket içinde hoşgörülmemelidir.
Yalnızca herkesin bulunduğu kalabalık mekanlarda
değil, “dostlar arasında” iken de başka devrimci
yapılardan saygısız bir dille söz etmek, yine
hoşgörülebilir bir davranış değildir. Burada bir
kusursuz “aziz” tanımlaması yapmıyoruz elbette;
bir içselleştirmeden, sindirilmiş bir tutumdan
söz ediyoruz.
Öğrenmenin Biçimleri
ve Devrimci Sosyalist Kadro
Aynı şey, soldaki çeşitli yapıların genel deneyimlerinin
değerlendirilmesiyle ilgili olarak da geçerlidir.
Bir devrimci sosyalist, hiç aksatmaksızın ülkesinin
solunu, hatta mümkün olduğunca uluslararası deneyimleri
izlemek, konumu elverdiğince bu deneyimlerin açık
örneklerini yakından gözlemlemek, kendi bakış
açısından değerlendirmek zorundadır. Bu hiçbir
biçimde angarya olarak algılanamaz.
Burada yalnızca geçmişe ait deneyimlerden söz
etmiyoruz. Geçmişe ait deneyimlerin değeri zaten
tartışılmaz biçimde ortadadır. Örneğin İmralı
sonrasındaki duruma bakış açımız ne olursa olsun,
yurtsever hareketin örgütsel tarihi, hiçbir önyargılı
yaklaşıma kurban edilemeyecek ölçüde önemli deneyimlerle
doludur ve bugünkü olumsuz durum bu gerçeği bir
milimetre olsun değiştirmez. Türkiye cephesinde
yurtsever dinamiğinin tarihinden doğrusu pek de
gerekli olmayan çok şey “öğrenilmiş”, çok şey
öykünme konusu olmuş, ama asıl öğrenilmesi gerekenler
geride kalmış, unutulmuştur.
Oysa bu deneyimden asıl öğrenilmesi gereken, her
şeyden önce uzun soluklu tasarım ve program kavramlarıdır;
sarsılmaz bir iradeyle görevlere yüklenmek, yapılan
işe saygı ve inançla bağlanmaktır. Kilitlenme
ve hedef konusunda gösterilen yüksek konsantrasyondur.
1984 öncesindeki iki yıl boyunca, büyük güçlükler
içinde ve tek bir atış yapmaksızın dağ bayır dolanmak,
açlık dahil bütün sıkıntılara katlanırken tarihin
çok trajik bir noktasında alınmış olan kararlara
ve yapılmış programlara sadık kalmak... Bütün
bunlar yurtsever hareketin tarihinin en zengin
deneyimleridir.
Ve ondan da öncesi... Ünlü Tuzluçayır toplantılarında
bir araya gelen genç insanların arılar gibi Mezopotamya
illlerine dağılarak çok kısa sürelerde büyük imkânsızlıklara
karşın yarattıkları birimler, ilişki ağları...
Yerleşik Kürt hareketlerinin parsellediği alanlarda
çoğu kez parya muamelesi gören ilk kuşakların
yorulmak nedir bilmeyen çalışmaları... Sayıca
az ama geniş ufuklu ve çalışkan olmanın eninde
sonunda yarattığı verim, küçümsenenin yokluktan
ürettiği varlık...
Ama yalnızca geçmişten ve yalnızca olumlu sonuç
yaratmış deneyimlerden söz etmiyoruz. Devrimci
sosyalistler, bugüne ilişkin de bitmez tükenmez
bir öğrenme isteğiyle dolu olmalıdırlar.
Devrimci sosyalist hareketin her kadrosu, hayatın
öğrencisidir. Çoğu zaman “kitlelerin kendiliğinden
deneyimlerinden öğrenmek”ten söz edilir ama bu
işin yalnızca bir bölümüdür. Başka siyasi yapılanmaların
olumlu-olumsuz deneyimlerinden de öğrenmek mümkündür.
Bazen bir işin nasıl yapılması gerektiğini, bazen
de nasıl yapılmaması gerektiğini... Ama mutlaka
öğrenilecek bir şey vardır. Çevresindeki devrimci
çalışmalara, etkinliklere, kampanyalara burun
kıvırmayla bakan, onlarda mutlaka bir kusur arayan
bir devrimci sosyalist, pek kısır bir bakış açısına
sahip olacaktır.
Çünkü bazı hallerde öyledir ki, olumsuz sonuçlanan
bir çalışma-örgütlenme biçiminin esasen kendi
suçu yoktur. Esas olarak doğru ve uygun olan araçlar
ve işler de uygulayıcılarının genel politik perspektiflerinin
eksikliğinden ya da yanlışlığından ötürü başarısızlığa
uğrayabilirler.
Örneğin bugüne dek üniversitelerde denenmemiş
bir örgütsel format (dernek, kulüp, temsilcilik,
vb. vb.) herhalde kalmamıştır ve bu noktada artık
şu ya da bu deneyimin başarısı-başarısızlığı ancak
genel bakış ve perspektifler açısından değerlendirilebilir.
Yani kimse artık bugüne dek hiç keşfedilmemiş
“süper” bir örgütsel biçim icat edecek değildir;
ama bu mevcut deneyimler ve daha öncekiler, üniversitede
yol almak isteyenlere yapılması-yapılmaması gerekenler
konusunda zengin bir tercihler alanı sunmakta,
en önemlisi de böylece perspektif düzeyinde düşünce
üretmek mümkün olabilmektedir.
Örneğin bugün, işçi sınıfının yeni bileşiminin
bilinen sendikal yollarla örgütlenemeyeceği ve
yeni biçimler bulunması gerektiği konusunda bir
çok insan, hayatları boyunca hiç karşılaşıp konuşmadıkları
halde “aklın yolu bir” deyişini doğrularcasına
benzer düşüncelere sahip olabilmektedirler. Bu
düşünceler, yavaş yavaş örgütsel biçimlere, denemelere
de yol açmakta ve bu alanda belli deneyim birikimleri
üst üste yığılmaktadır. Devrimci sosyalist kadro
bu birikim yığınına önyargılarla yaklaşamaz.
Onun görevi, bütün bu birikimlerden sonuçlar çıkarmak,
doğruyu-yanlışı birbirinden ayırmak, az çok başarılı
örneklerin bunu nasıl sağladığına bakarken fiyaskoyla
sonuçlananların asıl sorununun örgütsel biçimlerden
mi yoksa genel perspektiften mi kaynaklandığını
bulmaktır. Çünkü sonuçta, bu alanda da uygulanan
biçimler, yöntemler, dün keşfedilmiş değildir;
bu, yeni keşiflerin yapılmayacağı anlamına gelmez
elbette ama sorun yine de ortalama biçimler-yöntemlerden
çok en genel ve en özel olandadır: En genel perspektif
ve en küçük ayrıntılar...
Yani siz, bir “seminer” yaptığınızda, aslında
150 yıl önce Almanya’nın İngiltere’nin işçi derneklerinde
her gün yapılan şeyi yapıyorsunuzdur: Belirli
bir konuyu izleyicilerin de katılımıyla tartışmak,
açıklamak, anlaşılır hale getirmek... Ama insanlar
değişmiştir, algılama biçimleri ve düzeyleri farklıdır,
sorunlar çeşitlenmiştir, vb. vb. Siz bugüne, bugünün
insanı olarak bakar ve o bakış açısı üzerinden
bir anlatım tekniği, bir diyalog kurma biçimi
yakalarsınız. Bu ise kendi deneyimlerimizden olduğu
kadar başkalarının olumlu-olumsuz deneyimlerinden
de öğrenebileceğimiz bir şeydir. Bu bağlamda devrimci
sosyalist kadro, kendi iç dünyasına kapalı bir
hayat sürdüremez.
Sonuç olarak toparlarsak, kendi yolumuzda yürürken
başkalarına saygı göstermekten, onlardan da öğrenmekten
söz ettiğimizde, salt etik bir durumdan değil,
aynı zamanda pratik yarar sağlayıcı, çalışmamızı
ileri götürücü bir yaklaşımdan da söz ediyoruz
demektir.
Devrimci sosyalist hareketin insanları, kendilerini
böyle bir mantıkla eğitmek, böyle bir olgunluk
düzeyini yakalamakla görevlidirler.
Herkesten öğrenmek... Ama kendi yolumuzda yürümek...
Doğru devrimci tutum budur.
|