Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Başlangıç noktasını 1980’li yılların oluşturduğu neoliberal restorasyon sürecinin son ve en kapsamlı adımlarından biri bugünlerde gündeme geliyor. Genel başlığı “Kamu Reformu” olarak bilinen ve aslında “Kamu Yönetimi Temel Yasası”, “Yerel Yönetimler Reformu”, “Personel Rejimi Reformu” gibi üç tamamlayıcı parçadan oluşan paketin Temmuz ayı içinde ele alınacağı “müjdesi” geçtiğimiz günlerde hükümet tarafından verildi.
Aslında “müjde”nin kime verildiği sorusu biraz karışık bir mesele. “Halkın yararına arı gibi çalıştığı” izlenimi vermek için her fırsatta “ne kadar hızlı yasa çıkardığını” bağıra bağıra ilan eden hükümetin, gerçekte başka bir takvimi yerine getirmeye çalıştığı, bu anlamda bir taşeron gibi iş gördüğü biliniyor. 5 Nisan 2003’te IMF’ye sunulan 4. Gözden Geçirme Raporu’nda her şey son derece açıktır. Raporda “kamu yönetimi reformu gerçekleştirilecektir. Daha ayrıntılı bir ifade ile, kamudaki yapılanmanın fonksiyonel olarak gözden geçirilmesi, 2003 yılı Temmuz ayına kadar tamamlanacaktır” taahhüdü yer almaktadır. Ardından, aynı gün toplanan Bakanlar Kurulu’nda 3 alana ilişkin yasaların birlikte ele alınması ve Mayıs ayında Meclise sunulmasını kararlaştırmıştır. Bu sürecin hızlandırılmasının nedeni de bellidir: Çünkü bu, AKP’ nin uluslararası sermayeye sunmuş olduğu “Acil Eylem Planı”nında da yer alan “kamu reformu”na ilişkin verilen kredinin gerektirdiği bir süredir. Ayrıca, bundan bir gün önce, 4 Nisan’da TOBB başkanı ile birlikte, TÜSİAD, Koç Holding, Doğan Holding Başkanları ile Tayip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün bir araya gelerek bir görüşme yaptıkları ve TOBB Başkanı’nın, Tayip Erdoğan’a 3 sayfalık bir rapor sunarak “kamunun küçültülmesi çalışmasının hızlanması ve bir bölüm işçi ve memurun işten çıkarılması”nı önerdiği de biliniyor.
Üstelik bu, yeni bir uygulama da değildir; son 20 yılda özellikle Dünya Bankası kredilerinin hatırı sayılır bir bölümü “devletin yeniden örgütlenmesi” amaçlı kredilerdir. Yalnızca 1996’dan bu yana 1 milyar 350 milyon dolarlık DB kredisi, bu amaçlarla verilmiştir ve Kamu Reformu konusunda da kesenin ağzını açanlar doğal olarak muhataplarından ellerini çabuk tutmalarını istemektedir.

GATS’ın Altın Kuralları...
Aslında projelerin tarihi daha eskidir ve 1995’teki Uruguay Roundu’na dayanmaktadır. Yaklaşık 7 yıldır sürdürülen toplantılar sonucunda 1995’te ortaya çıkan GATS (The General Agreement on Trade in Services-Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) çerçevesinde belirlenen ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) bünyesinde sürdürülen “hizmetlerin ticarileştirilmesi” operasyonu tek tek ülkeler bazında politik dirençler ve aksaklıklarla karşılaşsa da bir biçimde yürütülmektedir ve bu operasyonun Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların kredileriyle finanse edilmesi esas kuraldır. GATS görüşmelerinde, bir kamu hizmeti olarak görülen ve “sosyal devlet”in yükümlülükleri içinde sayılan 11 temel hizmet kategorisinin piyasa ilişkilerine devredilmesi açıkça karara bağlanmıştır. Telekom, posta hizmetleri, görsel ve işitsel iletişim hizmetleri, inşaat ve bağlantılı mühendislik hizmetleri, eğitim, enerji, su iletim sistemleri ve atık su işleme, tüm çevresel hizmetler, finansal, mali ve bankacılık hizmetleri, sosyal hizmetleri de kapsayacak şekilde sağlık ve bağlantılı hizmetler, turizm, seyahat ve bu iki sektörle bağlantılı tüm hizmet ve ürünlerin üretimi, kültürel ve sportif hizmetler, kara, hava, deniz ve tüm diğer ulaşım hizmetleri ve diğer birçok hizmet alanları bu listede yer almaktadır.
Yani, GATS anlaşmasının özü, merkezi devlet yapılarının fonksiyonlarının azaltılması, tüm mal ve hizmet alanlarının sermaye birikimine açılması olarak özetlenebilir. Bunun için de kamudaki iş güvencesi de dahil olmak üzere koruyucu sosyal düzenlemelerin tümünün kaldırılması şart koşulmuştur. Türkiye de 25 Şubat 1995 tarihinde TBMM’de bu anlaşmayı onaylayarak bağlayıcı yasa haline getirmiştir.
Bundan sonrası ise artık DTÖ, IMF ve DB ile yerel hükümetler arasındaki bir takvim sorunudur. Ayrıntıya ilişkin yasalar hazırlanmakta, emirler yerine getirilmekte, sık sık yapılan teftişlerde de durum denetlenmektedir. Öyle ki, az sonra göreceğimiz gibi bazen yasalar GATS anlaşmasının maddelerinin aynen kopya edilmesiyle hazırlanmaktadır. Örneğin Kamu Reformu tasarısının 3. maddesindeki “Kamu kurum ve kuruluşları piyasada rekabet şartları içinde üretilen mal ve hizmetleri haksız rekabet oluşturacak şekilde üretemez. Bu ilkelere aykırılık teşkil eden bütün birimler tasfiye edilir ve yenileri kurulamaz” ifadesiyle GATS anlaşmasındaki A-II maddesinde yer alan “kamusal düzenlemelerin hizmet ticareti önünde gereksiz engeller oluşturmaması” ilkesinin birbirine benzerliği çarpıcıdır.

Tasarı Ne Getiriyor?
Az önce söz ettiğimiz gibi “reform” pakedi esas olarak üç ayaktan oluşuyor: Birinci aşama, “Kamu Yönetimi Temel Kanunu”yla somutlanırken, ikinci aşamada “Yerel Yönetim Reformu” yer almakta, üçüncü ve son ayak ise kamuda çalışanlarla ilgili “Personel Rejimi Yasası” olarak gündeme gelmektedir. Yaz aylarında tamamlanması gereken bu aşamalardan ilki olan “Kamu Yönetimi Temel Kanunu” tasarısının özü, merkezi ve yerel yönetimler arasındaki ilişkilerin “piyasa ölçütü temel alınarak yeniden tanımlanması, dolayısıyla kamunun bir bütün olarak özel sermayeye açılmasından ibarettir.
Asıl önemlisi, bu üç aşama tamamlandığında ortaya yeni bir “devletin asli işleri” tanımı çıkarmak, böylece yapılan daraltılmış belirleme üzerinden bu “asli işleri” kim yapıyorsa, onları “memur ve kamu görevlisi” olarak sayıp diğerlerinin tümünü “sözleşmeli personel” olarak konumlandırmaktır.
Tasarının daha “amaç” bölümünde sorunun özü anlaşılmaktadır: “Madde 1- Bu Kanunun amacı, katılımcı, şeffaf ve etkin bir kamu yönetiminin kurulması, kamu hizmetlerinin kaliteli, süratli, etkili, adil ve ekonomik bir şekilde sunulması, rekabetçi piyasa koşullarının oluşturulması, devletin düzenleyici fonksiyonunun güçlendirilmesi, bakanlıkların ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının teşkili, kaldırılması, mevcutların bölünmesi veya birleştirilmesi ve yeniden yapılandırılması, merkezi yönetim ve yerel yönetimlerin teşkilat, görev, yetki ve kaynak dağılımı ile bunlar arasındaki ilişkilerin esas ve usullerini düzenlemektir.”
Görüldüğü gibi, daha en baştan “merkezi idare” ile “yerel yönetimler” arasındaki ilişkinin “rekabetçi piyasa koşullarına göre” düzenleneceği ilan edilmektedir ve aslında devletin sosyal alandan tümüyle çekilmesi ve her şeyin piyasaya bırakılması niyeti ortaya konulmaktadır. Tasarı bu niyetini esas olarak 3. maddede ifade etmektedir: “h) Kamu kurum ve kuruluşları piyasada rekabet şartları içinde üretilen mal ve hizmetleri haksız rekabet oluşturacak şekilde üretemez. Bu ilkelere aykırılık teşkil eden bütün birimler tasfiye edilir ve yenileri kurulamaz”
Yani böylece GATS anlaşması ile uluslararası sermayeye taahhüt edilen bütün alanların boşaltılacağı ilan edilmekte ve eğer bir alanda özel sermaye mal ve hizmet üretimi yapıyorsa, orada devletin olmayacağı, mevcut devlet tekellerinin de feshedileceği garantisi verilmektedir. Merkezi devletin işlevleri ise bu alanda sadece koordinasyon, rehberlik, vb. gibi görevlerle sınırlandırılmaktadır.
Elbette bu yeni-sömürge rejimi açısından doğaldır; çünkü devletin esas yapması gereken çok mühim işleri vardır!
4. maddede merkezi devletin fonksiyonları olarak sayılan işler tam da bunlardır: “Adalet, savunma, güvenlik, istihbarat, dış ilişkiler, dış politika, maliye, hazine, dış ticaret, gümrük hizmetleri, ulusal düzeyde haberleşme ve ulaşım hizmetleri, din hizmetleri, sosyal güvenlik, tapu kadastro, nüfus ve vatandaşlık, acil durum yönetimi...”
Şimdilik bu kadar! İlerde listenin en sonundakilerden bazıları da düşecektir ama zaten asıl önemli olan işler, listenin en başındakilerdir: Hapishane, emperyalizme kılıç olarak hizmet eden ordu, baskı, zulüm ve ispiyon şebekeleri!
Ama geriye kalanlar yerel yönetimlere bırakılırken de “devletin âli menfaatleri” gözetilmektedir; örneğin eğitimin yükü yerel yönetimlere ve eğitileceklerin sırtına yıkılırken, okutulacak dersler, vb. merkezi yönetimin yetkisinde bırakılmaktadır.


“Küçük” Olsun Militarist Olsun!
Böylece “devletin asli işleri” yeniden tanımlanmakta ve “Taşra Teşkilatı Olan Bakanlıklar” ve “Taşra Teşkilatı Olmayan Bakanlıklar” ayrımı yapılarak durum netleştirilmektedir.
Yasaya göre, Adalet Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, “Taşra Teşkilatı Olan Bakanlıklar” arasında sayılırken, Dışişleri Bakanlığı, Ekonomi Bakanlığı, Milli Eğitim ve Spor Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Tarım Bakanlığı, Ulaştırma ve Haberleşme Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Orman ve Çevre Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Bayındırlık Bakanlığı “Taşra Teşkilatı Olmayan Bakanlıklar” olarak sınıflandırılmaktadır. Yani, ilk kategori, hiçbir işlevini yerele bırakmayan merkezi devlet olarak tanımlanmakta, diğer kategori ise (Dışişleri hariç, zaten bu bakanlığın yerel örgütü yoktur) merkezi devlet bünyesi dışında tutulmaktadır. Bu tasarıya bağlı olarak bir dizi kurumun tasfiyesi ve artık yenilerinin de kurulmaması öngörülmüştür.
Bu çerçevede, yerel yönetimlere devredilen işler de şöyle sıralanmaktadır: “a) Milli eğitim, sanayi, bayındırlık, kültür, turizm, tarım, orman ve sağlığa ait görev ve yetki, personel, araç, gereç, taşınır ve taşınmaz malların il özel idarelerine,
b) Çevre, gençlik ve spor ile sosyal hizmetlere ait görev, yetki, personel, araç, gereç, taşınır ve taşınmaz mallardan belediye ve mücavir alan sınırları dahilinde olanların büyükşehir belediyelerinde büyükşehir belediyelerine, diğer yerlerde ise ilgili belediyelere, bu sınırların dışındakilerin il özel idarelerine, devri ve tasfiyesi...”
Hatta trafik hizmetleri de arada halledilmekte ve bu iş de belediyelere devredilmektedir... Görüldüğü gibi, yapılan şey, aslında marksist devlet teorisinin yeniden doğrulanmasından başka bir şey değildir: Devlet egemen sınıfların baskı aracıdır!
Gerçekten de devletin bu asli fonksiyonunun üzerine işçi sınıfının yüz yıl boyunca verdiği mücadeleler ve sosyalist ülke uygulamalarının oluşturduğu basınçla eklenmiş olan bir dizi “gereksiz” sosyal yük, eğitim, sağlık, çevre, vb. gibi şeyler, sınıf savaşımının gerileme koşullarında tasfiye edilmekte ve devlet tam ve kesin biçimde “asli işi” olan baskı ve terör organizasyonuna geri döndürülmektedir.

Yükten Kurtulmak İçin
Devletin “asli görevleri”nin böylece yeniden belirlenmesinin doğal bir sonucu da “memur” tanımının yenilenmesi ve bu alanlar dışında kalanların artık tam istihdamlı, iş güvenceli memurluk statüsü yerine, çalışma süresi sözleşmelerle belirlenen, ücreti performansına göre ayarlanan çalışanlar haline getirilmesi olacaktır.
Yasanın “Kamu hizmetlerinin gerektirdiği nitelik ve sayıda, esnek, liyakata dayalı istihdamı esas alan sade, performans değerlendirmesine müsait, şeffaf bir personel sistemi bir yıl içerisinde hazırlanarak yürürlüğe konur” şeklindeki geçici 9. maddesi ise neoliberal iş örgütlenmesinin bundan sonra bütün alanlara yansıtılacağını ifade etmektedir.
Ayrıca, halen belediyelerde sözleşmeli olarak çalışanların oranı toplam belediye çalışanları arasında binde 3 iken, bu yasayla sözleşmeli personel çalıştırılması istisnai olmaktan çıkarılıp temel statü haline getirilmektedir.
Bununla da yetinmeyen yasa, 61. madde ile, personele yapılacak ödemelerin toplamının belediye gelirlerinin yüzde otuzunu aşamayacağı hükmü getirmekte, böylece toplu sözleşme sistemini fiilen ortadan kaldırmaktadır.

Yereller Ne Yapacak?
Bütün bu “devredilmiş” hizmetlerin mali karşılığının kimin kesesinden çıkacağı ise yasada yeterince net olarak ortaya konulmaktadır: “Belediye hizmet giderlerine belde halkının katılması esastır.” Böylece zaten çöp vergisi, vb. ile başlatılan uygulama meşruluk kazanmakta, paran kadar hizmet esasına geçilmektedir. Ayrıca belediyenin görevleri sayılırken her fıkrada, “işletmek ya da işlettirmek” ifadesine yer verilmesi ve “Belediye kendisine düşen görevleri, mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir” denilmesi, bu alanın tamamen sermayeye açılacağının habercisidir. Aynı şekilde belediyelere borçlanma, tahvil çıkarma yetkisi verilmesi, bir başka bütünleşme biçiminin önünü açmaktadır.
Sonuçta, merkezden yerele kaynak aktarımı kısıtlandığından, belediyelerin giderlerine belediye nüfusunun yani halkın katılımı esas alınacaktır. Dolayısıyla, kamu hizmetleri özelleştirilecek, hizmetin maliyeti ise hizmeti kullananlardan anında tahsil edilecektir. Eğitim, sağlık gibi temel sosyal alanların yerele devredildiği göz önüne alındığında, düşük gelirliler ya bu hizmetlerden yoksun kalacaklar ya da bu hizmetlerin ucuz, dolayısıyla kalitesiz olanlarına yönelmek zorunda bırakılacaklardır.
Öte yandan bir başka gelir kaynağı da vergilerle yaratılmakta ve bir yandan il özel idarelerine devredilecek olan vergilerin oranları artırılmakta diğer yandan ise Doğalgaz ve Likit Petrol Gazı Tüketim Vergisi, Deprem Sigortası Vergisi, Konaklama Vergisi, Yolcu Taşıma Vergisi, Değer Artış Vergisi gibi yeni vergiler icad edilmektedir.

Kavramları Düzeltmek:
Noeliberalizm Pakedinden
Demokrasi Çıkar mı?

Bütün bunlar olup biterken, burjuva medyanın da etkisiyle ortalığı demokrasi-sivilleşme kavramları kaplamakta, böylece işçi sınıfı açısından da bir dizi kafa karışıklığı oluşmaktadır.
Örneğin, Ankara’ya bağlı ve çok ağır işleyen bir bürokrasinin böylece çözüleceği ve yerelleşmenin aynı zamanda “sivil” bir demokrasiyi geliştireceği lafları medya tarafından şimdiden pompalanmaya başlanmıştır bile. Bütün bu söylemler, bürokrasiden bezmiş sıradan insanları sanıldığından çok fazla etkilemektedir.
Oysa bazı alanların yerel yönetimlere devri, emperyalizm ve tekeller için bir yükten kurtulmaktan başka anlam taşımamaktadır. Buna karşın merkezi devletin şiddet aygıtı daha etkinleşecek ve sanıldığı gibi yerellerdeki iktidar odakları üzerinde işçi ve emekçilerin bir etkisi olmayacaktır; zaten bu esnek üretim ve örgütsüzleştirme ile de garanti altına alınmış bir durumdur. Zaman zaman bir yerel alanda solun hakim olması durumunda bile, bu durum değişmeyecek, böyle bir “iktidar”(!) yine sermayeye hizmet edecektir. Çünkü çalışanlarının maaşını bile ödeyemeyen belediyelerin kaynak bulabilmek için önlerinde iki yol vardır: Hizmeti ticarileştirerek halkın ensesine binmek ya da uluslararası tekellerden borç almak... Her iki yoldan da demokrasi geldiği şu ana kadar görülmemiştir.

Kavramları Düzeltmek:
Yerelleşme Ulusal Sorunun
Çözümüne Katkıda Bulunur mu?

Bundan daha safdil olan bir başka boş umut ise, her tür yerellikte ulusal baskının hafifletilmesinin imkânlarını arayanlara aittir. Oysa bilinmektedir ki, bütün bu neoliberal operasyonun inkârcı politikayla çelişen hiçbir yanı yoktur. Yani Ankara’nın asli fonksiyonlarından vazgeçme niyeti olmadığı gibi yasanın çıkması, bölgedeki taburların, işkence merkezlerinin, istihbarat ağının ve diğer baskı organlarının azalmasını sağlamayacaktır. Ayrıca böylece bölgedeki eğitim, vb gibi işlerin yerel organlara devri de ulusal kimliğin tanınması, anadilde eğitimin yapılabilmesi anlamını taşımayacaktır. Yurtsever potansiyel, bütün devrimci yanlarını tamamen terk etmedikçe, ulusal-demokratik taleplerini tümüyle bir yana bırakıp tamamen teslim olarak sıradanlaşmadıkça, bölgenin statüsü hiçbir zaman “özel” bir konu olmaktan çıkmayacaktır. Bu anlamda “seçilmiş-atanmış” tartışması da yersizdir; bu topraklarda seçilmişler için de atanmışlar için de çok çeşitli tasfiye yöntemleri vardır ve hatırlanacağı gibi bunların bir bölümü 92’lerde yoğun biçimde kullanılmıştır. Sonuçta merkezi devleti “zayıflatan”(!) bir olgu ile karşı karşıya değiliz bugün.

Kavramları Düzeltmek:
Mevcut İşleyişi Savunmalı mıyız?

Ama öte yandan, bu operasyona karşı çıkan kesimler açısından da ciddi kafa karışıklıkları gözlenmektedir. Bir yanda, bütün bunların emperyalistlerin dayatması olduğu şeklindeki doğru tespitten hareket ederek “ulusal devletin savunulması” gerektiğini öne sürenler, diğer tarafta ise mevcut devlet aygıtını savunmanın bize düşmediği şeklindeki yine son derece doğru bir başka tesbitten hareketle sorunu kendisine dert etmeyenler yer almaktadır. “Sosyal devlet” diye bir şeyin mümkün olup olmadığı sorusu da ayrıcı bir başka tartışma konusu olarak sürece eklenmektedir.
Açıkçası sürecin bugün geldiği aşamada durum, sıradan insanların olduğu kadar sosyalistlerin de kafasını karıştırabilecek bir niteliğe sahiptir. Gerçekten de, oligarşik devlet merkezi yetkilerinden bir bölümünü yerel yönetimlere devrediyorsa, biz buna karşı çıkarken merkezi devlet mekanizmasının savunuculuğuna mı soyunmuş oluruz? Bugünkü berbat sosyal hizmetleri neoliberal gaddarlığa karşı “sosyal devlet” adı altında savunmamız mı gerekiyor? Uzun yıllar boyunca işçi sınıfına göre ayrıcalıklı ve güvenceli bir konum tutmuş olan memurların bu konumlarını savunmak bize mi düşer? Yoksa, eski yıllarda bir espri konusu olan şu “faşizm gelsin halk bilinçlensin” deyişine benzer biçimde, “bırakalım herkes neyin ne olduğu görsün” mü demeliyiz?
Sorular çoğaltılabilir...
Ama biraz derinlikli bir yerden baktığımızda, aslında bu tür soruların çoğunun pek akıllıca olmadığını görmemiz zor değildir.
Her şeyden önce sorun, bugün önümüze çıkmış bir yasa tasarısından ibaret değildir ve salt o noktadan hareket edilerek çözülemez.
Kapitalizmin tarihinin hiçbir döneminde burjuvazi, genel toplumsal ihtiyaçların devlet tarafından karşılanmasına tam olarak gönül rızası göstermiş değildir. Ancak, bir yandan genel bir kamu düzeninin kurulup toplumun (daha doğrusu üretimin devamı için az çok sağlıklı ve az çok eğitimli olması gereken proleterlerin) asgari sosyal koşullarının merkezi olarak kotarılması gerekliliği, diğer yandan ise sınıf mücadelelerinin basıncı, sonuçta kapitalist devleti birtakım sistemler yaratmaya itmiştir. İşin doğrusu, proleterlerin ve onların ailelerinin çalışabilir halde tutulması sorununun böylece bütün toplumun ödediği vergilerle çözülmesi, bu arada patlamaları önleyen sübapların da yaratılmış olması, bir anlamda burjuvazi açısından çok da zararlı olmamıştır. Zaman içersinde işçi sınıfının ısrarlı mücadelelerinden sosyalist ülke uygulamalarının yarattığı örneklere kadar bir dizi unsur süreci etkilemiş ve esasen marksist tanıma da çok uymayan “sosyal devlet” gibi kavramlara dek gelinmiştir. Şüphesiz böylesi bir kavram, devlet kurumunun oluşma nedeni bakımından doğru ve gerçekçi olmadığı gibi, içinde reformizme kaynaklık edebilecek bir damarı da barındırmaktadır; ama sınıf mücadelesinin kazanımlarıyla oluşmuş somut bir durumu ifade etmek için zaman zaman kullanılabilmektedir.
Ancak bugün gelinen noktada, durum gerçekten biraz karmaşıktır.
Dünya kapitalist sisteminin 1970’lerde başlayan krizine bir çözüm olarak 1980’lerde uygulamaya koyduğu yeniden-yapılanma programının temel dayanaklarından biri, “devletin ekonomide ve sosyal hayatta çok fazla yer kapladığı ve sermayeye hareket edecek alan bırakmadığı” iddiasıydı. Yeminli halk düşmanı yeni-sağ politikacıların ve dönemin ekonomi peygamberlerinin de ağzından düşmeyen iddia aynıydı.
Böylece başlatılan neoliberal saldırı, özellikle 90’lardan sonra solda ve sınıf hareketinde oluşan moral bozukluğu-dağınıklık ortamında, emekçilerin sosyal kazanımlarının çoğunu ortadan kaldırırken, bütün kamusal alanları sermayenin dolaşımına açtı ve bütün toplumsal hizmetleri metalaştırdı. Herkese “dokunulamaz”mış gibi görünen “eğitim ve sağlık” gibi alanlar giderek devletin “asli görevleri” arasından çıkartılırken, hayatın bütün alanları azgın bir sömürünün “serbest bölge”si haline getirildi.
Türkiye’de yaşananlar da bundan bağımsız değildi. 1980 sonrası süreçte önce kamu kuruluşlarından başlanan özelleştirme furyası, sonuçta sağlık ve eğitime dek gelip dayandı ve “son sosyalist devlet Türkiye” demogojileriyle sınıfın bütün sosyal hakları tek tek gasbedildi.
Bugün varılan noktada ise emperyalizm ve işbirlikçileri, yirmi yıllık sürecin en kapsamlı adımlarını atmaya, kitlelerin en temel gereksinmelerini bile sermayenin yağma alanı haline getirirken böylece sosyal harcamalardan arındırılarak daha güçlendirilmiş, daha militarist hale getirilmiş bir devlet yapısı yaratmak istiyorlar.

Hayatı Savunmak,
Kendimizi Savunmak,
Devrim ve Sosyalizmi Savunmak

Devrimciler ve işçi sınıfı, böyle bir noktada, herhangi bir kapitalist devlet biçimini değil, kendi yaşamını ve haklarını savunmak zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Üstelik bunu, salt memurların mevcut ayrıcalıklarının savunulması olarak görmek de ciddi bir körlüktür.
Daha doğrusu zaten bugüne dek gerçekleştirilen saldırıların hepsi, biraz da böyle bir dar bakış yüzünden püskürtülememiştir.
Tarımsal üretime yapılan emperyalist saldırıyı salt köylülerle, iş yasası dayatmasını salt işçilerle, vb. vb. ilgili gören, bütün bunların arkasındaki neoliberal programı ve zincirleme ilişkileri görmezlikten gelen anlayış, büyük çaplı tepkilerin önünü kesen en ciddi hata olmuştur. Bugün gerçekleştirilmek istenen Kamu Reformu’nu da böyle bir pencereden bakarak salt bir memur kıyımı olarak görmek, ezilen sınıfların böylece nasıl bir yoksulluğa itildiğini farketmemek ciddi bir hatadır.
Dolayısıyla bugün, egemen sınıfların bu yeni saldırı dalgası karşısında, saldırının bütününü gören bir yerden dikilmek, emekçi sınıflarda bunun bilincini yaratmak en merkezi sorundur. Bu, genel olarak emekçilerde reformist ya da statüko koruyucu eğilimler yaratmak ya da böylesi eğilimleri beslemekten çok farklı, bütünlüklü bir görev olarak algılanabilir, algılanmalıdır.
Bunun için devrimci sosyalistler, hayatın her alanında, dillerini mevcut çürümüş devlet ilişkilerini savunan bir yerden değil, devrimci program üzerinden kurmalıdırlar.
Bu mücadele “kamu-piyasa” karşıtlığı gibi bir darlığa da sıkıştırılamaz. Emekçi kitleler, hiçbir şekilde vahşi neoliberal saldırı ile eski çürümüş kamu düzeni arasında bir tercih yapmaya mecbur bırakılmamalı, bütün bu insanlıkdışı sistemlerin dışında “bir başka seçeneğin” de mümkün olduğu, açıkça ortaya konulmalı, bütün pratik çaba bu tezin üzerine inşa edilmelidir.
Her şeyden önce, bugün gelinen noktanın kapitalist çerçevedeki “sosyal hizmet” anlayışının geri dönüşsüz biçimde çöküşü anlamına geldiği ve bu kaos içinden artık ancak sosyalist bir projeyle çıkılabileceği ortaya konulmalıdır. Ve şüphesiz bu kadarı da yetmez; devrimciler bulundukları her alanda, kitlelerin arasında, kitlelerle birlikte somut bir çalışma da yürütmeli, artık tek tek saldırıları değil, emekçileri yoksulluğa sürükleyen sistemi hedef alırken öne sürdükleri talepleri hayatın içinde somut girişimlere de dönüştürmelidirler.
Şu ya da bu zamandaki şu ya da bu saldırının o an için önlenip önlenememesinden daha önemli olan budur.
Kitlelerin içinde kökleşmek, belli bir mücadele birikimi yaratıp derinleştirmek...
Yarın açısından tayin edici olan bu birikim ve deneyimdir.

 
 
 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul