Diyalektiğin ilk kuralından söz edilirken, olguların
ancak bütün bağlantılarıyla birlikte ele alınabileceği
yolundaki düşüncenin kolay anlaşılması için verilen
örnekler vardır: Spor ve siyasetin birbiriyle
olan ilişkisinden, savaş ve ekonomi arasındaki
bağlardan söz edilir... Bunlar, belki herkesin
ilk anda, “e, ne var ki bunda?” diyebileceği basitlikte
şeylermiş gibi görünür ama asıl sonradan, hayatın
içinde tek tek olayları anlamaya çalışırken söylenenlerin
önemini farkederiz. Birden, gözlerimizin önündeki
bir perde düşer ve Irak’ta çocukların başına yağan
misket bombalarını yapanlarla bizim günlük hayatımızda,
örneğin bir hastanede çektiğimiz rezillliği yaratanların
aynı güçler olduğunu bütün açıklığıyla görürüz.
Temmuzdayız... Yalnızca “çöl sıcakları”nın değil,
politik gelişmelerin de ortamı ısıttığı günlerdeyiz.
Ve sıcaklık, katı olan, birbirinden ayrıymış gibi
duran her şeyi ısıtıp birbirine yapıştırıyor.
Her şey daha açıklıkla gözlenebilir hale geliyor.
Bir gün önce tekelci patronlarla oturup akşam
yemeği yiyen başbakan ertesi sabah IMF heyetinin
talimatlarını alıyor ve daha gün akşama kavuşmadan
Bakanlar Kurulu “muhteşem projeleri”ni yasa teklifi
haline getiriyor... Aynı günlerde Irak’ın Felluce
kasabası yine kana bulanıyor, aynı günlerde Filistin’e
“yol haritası” teslimiyeti dayatılıyor, vb. vb.
Diyalektik, böylece sıkıcı bir ders olmaktan çıkıyor
ve hayatın basit görüntülerinin arasından bize
gözkırpan bir şey oluyor. Dünyanın her köşesini
biçimlendirmek ve “aykırı” tek bir nokta bırakmamak...
ABD emperyalizminin stratejik çizgisi budur.
Örneğin, Irak’ta olup bitenler sorulduğunda, “asker
sayımızı artırabiliriz” diyor ABD genelkurmayı
ve kimse şaşırmıyor. Bir ülkeyi askeri olarak
yenilgiye uğratıp kentlerini işgal etmek, heykelleri
yıkıp çok yıldızlı bayraklarla cip gezileri yapmak
başka şeydir, o ülkeyi kalıcı bir biçimde işgal
altında tutmak başka bir şey. İkincisi, işgalcilerden
nefret eden milyonlarca insanın öfkesiyle baş
etmeyi, her an hangi köşeden ateş açılacağını
hesaplayarak yürümeyi, tel örgüleri zorlayan kadınları
dipçikledikten sonra bunun sonuçlarına katlanmayı,
vb. gerektiriyor. Örneğin, artık savaş öncesinin
uğursuz sesi olarak tanınan Atom Enerjisi Komisyonu
Başkanı Muhammed El Baradey, “İran’ın kitle imha
silahları konusunda adım atmasını” istiyor. Baradey
konuştuğunda, arkasından namluların konuşacağını
artık herkes biliyor. Öte yandan geçtiğimiz ay
başlayan öğrenci gösterileri, herkesin dikkatini
İran’a çekiyor. Nüfusunun yüzde 60’ı 25 yaşın
altında insanlardan oluşan İran’daki bu muhalefet
hareketinin nasıl bir bileşiminin henüz net olarak
bilinmiyor. Ama ABD’nin İran sıkıntısını herkes
biliyor, anlaşılabiliyor. Petrolün ötesinde, bir
ülkenin ekonomisinin yaklaşık %80’inin dinsel
vakıfların ve kamunun elinde olması da neoliberal
dünya sistemi açısından öfke uyandırıcı olmalı.
Üstelik, Hatemi’nin verdiği devlet işletmelerinin
%15’ini özelleştirme sözü de işe yaramıyor ve
öğrenciler başta olmak üzere huzursuzluk yaratıyor.
Sonuçta, 90’lardan beri sermaye dolaşımının önündeki
bütün ulusal-devletsel sınırları parçalamakta
olan dünya kapitalist sisteminin bu duruma uzun
süre katlanamayacağı anlaşılmakla birlikte, İran’ın
güçlü ulusal kimliği, Şii toplumunun dinsel atmosferi,
vb. emperyalist planları zorlaştırıyor.
Örneğin, geçenlerde, bazı Filistin örgütleri ateşkes
ilan ettiklerinde “bu kadarı yetmez” diyor Powell,
“eğer bir Filistin devleti olacaksa, bütün silahlar
yalnızca devletin elinde olmalıdır.” Böylece,
sınıflı toplumların politik tarihinin yüzlerce
yıllık kuralını yeniden hatırlatmış oluyor: Kitlelerin
silahsızlandırılması! Bağdat’ın düştüğü gün hemen
“Yol Haritası” adımının atılması Filistin’in ne
kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bu iş için buldukları
adamlar da, Arafat’ın uzun yıllar boyunca deyim
yerindeyse “koynunda besleyip büyüttüğü” unsurlardır.
New York Times’ın “kendisine çok saygı gösteren
İsrail ve Amerikan yetkilileriyle anlaşabilen
birisi” olarak tanıttığı Filistin Güvenlik Şefi
Ebu Dahlan ve İsrail ve ABD’nin “seçtiği” Mahmut
Abbas, bu işi omuzlarına almışlardır. Ancak asıl
niyet başkadır. Bu çaptaki elemanlarla Filistin
direnişinin kontrol edemeyeceğini bilen ABD ve
İsrail’in asıl niyeti, Filistin direnişini parçalamak,
Filistinli örgütler arasında yıllarca sürecek
bir kan davasına yol açacak boğazlaşmalar yaratmaktır.
Filistin örgütleri şu anda sağduyulu davranarak
bu oyunu bozmuşlardır belki ama önümüzdeki aylarda
Filistin bu tehlikeyle yan yana yaşayacaktır.
Bu arada Türkiye cephesinde de “burun sürtme”
operasyonu devam ediyor..
Savaş sırasında gösterilen “konum pazarlama” işgüzarlığının
pahalıya patlamasından sonra bin türlü güvencelerle
durumu düzeltmeye çalışan işbirlikçiler cephesi,
aslında son haftalarda biraz mesafe almış gibi
görünüyordu. Özellikle Türkiye’nin üsleri ve limanları
açma kararı almasından sonra, Washington Post
artık durumun düzelebileceği ima etmekte ve “Artık
birbirimizin ayağına basma ihtimalimiz muhtemelen
daha az” gibi açıklamalar yayınlanmaktaydı. Ancak
hemen ardından, “birbirinin ayağına basma” durumunun
devam ettiği Süleymaniye’deki özel time yönelik
gözaltıyla ortaya çıktı. “Şanlı ordumuz”un mensuplarına
karşı tarihte ilk kez böyle bir hareketin yapılması
herkesi çok şaşırtırken, işin arkasında Kerkük’ün
Kürt Valisine suikast planları olduğu basına sızmıştı.
Dergimiz baskıya verilirken olayın ayrıntıları
henüz tam olarak netleşmemişti; ama olayın sessiz
bir operasyon ya da uyarı yerine gürültülü bir
yolla yapılmasının ardında “biraz daha burun sürtme
ve iyice haddini bildirme” niyetinin olduğu anlaşılmaktadır.
Öyle görünüyor ki ABD, Türkiye oligarşisi içindeki
“dışa açılma ve pay kapma” heveslisi unsurları
ezmek, “bölgenin patronunun kim olduğu”nun altını
kalın çizgilerle çizmek istemektedir. Önümüzdeki
günlerde bu rezaletin altından neler çıkacağını
da hep birlikte göreceğiz. Biz Azerbaycan’da darbe
örgütlemek gibi rezilliklere ve bütün diğer kontra
faaliyetlere alıştığımız için, örneğin “Kerkük
vali suikasti” gibi şeylere de çok fazla şaşırmıyoruz.
Evrensel Gazetesi, İP ve TKP’nin TC kontra birliklerinin
(Özel Harp Dairesi elemanları) ve MİT elemanlarının
gözaltına alınması karşısında gösterdikleri tepki
ise sosyal-şovenizmin ibret verici vesikaları
olarak tarihe geçecektir. Özel Harp Dairesine
bağlı kontra güçlerinin orada ne aradığını sormak
ve bu güçlerin orada bulunmasını protesto etmek
ve çekilmesini istemek yerine, ABD güçleri ile
olan dalaşmalarını ve esir alınmalarını ulusal
onurun çiğnenmesi olarak görmek ve feveran etmek
bu yapıların TC’nin milliyetçilik anlayışının
sınırlarında dolaşabilecek kadar sistem siyaseti
ve pragmatizme yaklaştıklarını gösteriyor.
Tabii bu arada, bütün bunlar olurken, tıkır tıkır
yürüyen bir başka süreç var: Neoliberalizmin “yeniden
yapılanma” adımları... “İş Yasası”nı kotardıktan
sonra şimdi de tarihin en büyük tasfiye operasyonu
konusunda IMF talimatlarını almış olan hükümet,
“Kamu Reformu” adı altında topladığı yasaları
önümüzdeki haftalarda meclise indirmeyi planlıyor.
Devletin “asli işleri” olarak baskı-terör faaliyetini
net tanımlarla yerine oturtan, buna karşın bütün
sosyal fonksiyonları sermayenin eline teslim eden
tasarı, emekçi kitlelerin daha da yoksullaşmasının
önünü açıyor. Yani her şeyin yeri ayrı, her şey
kendi yolunda yürüyor ve her şey bir bütünün içinde
anlam kazanıyor.
Dünya, Ortadoğu, Türkiye... Diyalektik hükmünü
sürdürüyor. Sürdürüyor sürdürmesine ama asıl sorun,
“her şeyin birbiriyle bağlantısını” açıklayan
birinci ilkede değil artık. “Her şeyin sürekli
bir değişim ve dönüşüm içinde olduğu” yolundaki
ikinci ilke de sorun değilmiş gibi görünüyor da,
asıl sorun “nicel birikimlerin nitel sıçramaya
dönüşmesi”nin gerçek hayat içinde nasıl somutlanacağıyla
ilgili olarak önümüze çıkıyor.
Gerçekten de artık bir espri olmaktan çıkarak
yakıcı bir biçimde önümüzde duran sorun, tam da
budur. Devrimci irade, durum saptaması yapmanın
ötesinde, bir müdahale gücü olarak kendisini örgütlemedikçe
de, sorun olarak kalacaktır. İşimiz budur; somut
görevimiz budur.
|