Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Y. TÜFEKÇİ

Sosyalist Barikat’ın ilk sayısından itibaren belli boyutlarıyla incelemeye çalıştığımız yeni sürecin hatları giderek daha da keskinleşiyor. Bunun ülkemiz güncelindeki son uygulaması ise “iş yasası” oldu.
Sınıflar mücadelesinin çok değişik araç ve yöntemlerle yüzyıllardır tarihin motoru olduğu bilinen bir gerçektir. Bu gelişim süreci içersinde sınıf mücadelesinin gerçekleştiği alan kimi zaman bir grev, kimi zaman bir gerilla savaşı, kimi zaman akademik kürsüler, kimi zaman sokak çatışmaları, kimi zaman da yasalar olmuştur. Üretici güçlerin gelişimi oranında bu mücadele alanları da gelişmiş, çeşitlenmiş ve zenginleşmiştir. Bu mücadele alanlarının kimileri oldukça geçici sonuçlar (kazanımlar ya da kayıplar) ortaya çıkarırken (sözgelimi bir grev), kimileri ise köklü dönüşümler yapmış ya da köklü dönüşümlerin kıvılcımı olmuş ve böylelikle bir sürece damgasını vuran birer mihenk taşı olmuştur. Bazen de bunlar uzun bir sürece yayılmış nicel birikimlerin artık bir nitel sıçramaya dönüştüğü, nitelik belirleyici adımlar olmuştur. Bugün gündemimizde olan iş yasası, böylesi bir adımı ifade eder.
Ülkemiz işçi sınıfının mücadele deneyimleri de yasalar alanındaki sınıf savaşımının değişik örneklerini içermektedir. Sendikalar yasasında yapılacak bir değişiklikle henüz yeni yeni boy verip sarı sendikacıların tekelini zorlamaya başlayan DİSK’i kapatmayı hedefleyen yasa teklifine işçi sınıfımızın sokaklardan verdiği 15-16 Haziran cevabı, bugün hâlâ alnımızı ağartmaktadır. Yine DİSK’in organizasyonuyla DGM’lerin kapatılması kampanyası, yasalar cephesinde sınıfın kazandığı bir diğer kazanımdır. Ama bu tarihte kazanımlar kadar kayıplar da vardır. Tüm tepkilere rağmen çıkarılan mezarda emeklilik yasası, IMF’nin dayatmalarıyla bir gecede çıkarılan tütün yasası, şeker yasası ve diğerleri...
Geçmişten gelen bu deneyimlerin geleceğe aktarılabilmesi, bir mücadele geleneğinin süreklileştirilebilmesi, elbette ki politik bir sorundur. İşçi sınıfının kendiliğinden bilinciyle bu süreklilik sağlanamaz. Ancak bu bilincin aşılması da birebir örgütlenme sorunundan ibaret değildir. Ülke gündemini belirleyen bir devrimci merkezi politik iradenin ve müdahalenin somutlanması ve bu kapsamda politika yapılması, en önemli etkendir. Bu etkeni görmezden gelerek 15-16 Haziran’ı DİSK’in çağrısıyla gerçekleşmiş bir eyleme indirgemek politik körlüktür. Daha sonrasında neden benzer boyutta bir hareketin yaşanmadığını da açıklayamaz. 15-16 Haziran’ın yaşandığı dönemde, bazılarının hâlâ aymazlıkla “gençlik hareketleri” diyerek aşağılamaya-küçük düşürmeye çalıştığı politik gelişmelerin (bunlar o günlerde henüz yukarıda kastettiğimiz “devrimci merkezi politik iradenin ve müdahalenin somutlanması ve bu kapsamda politika yapılması” niteliğini tam olarak taşımasada da) işçi sınıfının kendiliğinden bilincinde yarattığı değişim/dönüşümlerin etkisi görmezden gelinemez.
Öte yandan 15-16 Haziran’ı yaratan sınıf dinamizmi salt o günün politik konjonktürüne bağımlı bir değişken de değildir. Aynı boyutta olmasa da sonrasındaki süreçte de birçok değişik durumda bu dinamizm varlığını sürdürmüştür. Bu dinamizmle devrimci mücadelenin gelişimi her dönemde diyalektik bir karşılıklı gelişim rotası izlemiştir.
Ancak bu diyalektik gelişimin taraflarından birinin zayıflaması, diğerinin de zayıflaması anlamına gelir. Günümüzde gerek dünya çapında, gerekse de ülkemiz özelinde devrimci hareketin içinde bulunduğu durum, sendikal yaşamda da yansımasını bulmaktadır. Bugün karşımıza çıkan iş yasası saldırısı karşısında sınıfın gösterdiği (ya da göstermediği) tepkileri ele almadan önce karşımızdaki yasanın tarihsel ve ekonomik arkaplanını daha iyi kavrayabilmek için güncel çerçevenin biraz dışına çıkmamız gerekiyor.

Neoliberalizmin Gelişimi...
Dünya çapında değişik yerel renkler alsa da genel olarak 70’li yılların sonunda olgunlaşıp, 80’li yıllarda tüm hızıyla uygulanmaya başlayan neoliberal politikalar, diğer faktörlerin de bileşimiyle sınıf hareketini tamamıyla savunma pozisyonuna itmişti. Elbette ki bu dönemde de sınıf mücadelesinin çeşitli kazanımları, başarıları sözkonusuydu ama dünya çapındaki genel tabloda önemli bir değişiklik yoktu. 80’lerin sonunda reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte neoliberal saldırı, tüm zincirlerinden kurtuldu. Yine aynı dönemde bilgisayar ve iletişim teklonojisindeki gelişmeler, bugün adına esnek üretim dediğimiz şeyin tek tek işletmeler özgülünden çıkıp, tüm emperyalist-kapitalist sistemin dokularına yayılmasının önünü açtı.
Bu sürece gelene dek dünya çapındaki sosyalist hareketin yaşadığı gerileme ve politik tıkanıklık, sendikal hareket ile devrimci sınıf ideolojisi arasındaki bağlantı kanallarının giderek zayıflamasını ve kopuşmasını da beraberinde getirmişti. Böylelikle, farklı dinamiklerden beslenen (ulusal vb.) hareketleri bir yana bırakırsak, sendikal hareketin başlangıçtaki salt ekonomik-demokratik kazanımları sağlayan/koruyan bir konuma düştüğünü söyleyebilmemiz mümkün. Bu durum, emperyalizme büyük bir hareket alanı açmış ve neoliberal politikaların uygulanabilmesinde büyük kolaylıklar sağlamıştır. Kendi hareket alanını, mücadele araç ve yöntemlerini Keynesci “sosyal devlet” anlayışına dayalı dengeler üzerine oturtmuş olan klasik sendikal hareketin, bu politikaların ters yüz olmasıyla işlevsizleşmelerini, Sosyalist Barikat’ın 2. sayısında yer alan “İşçi Sınıfının Günümüzdeki Yapısı ve Devrimci Görevler” başlıklı yazımızda ayrıntılarıyla incelemiştik.
Gerek sendikal hareketin tıkanması, gerek teknolojinin gelişmesiyle birlikte tüm dünya çapında yeni-sömürgelerin emperyalistler için bir üretim üssü haline gelmesi, keynesçi politikaların terkedilmesiyle birlikte ulusal kalkınma düşleri tamamen ortadan kalkmış birçok yeni-sömürge ülke halklarının kırdan kente büyük göç dalgalarıyla ucuz işçi/işsiz yığınlarını büyütmesi, yine biyoteklonojideki gelişmelerle yeni-sömürgelerdeki tarıma dayalı ekonomilerin neredeyse tamamen önemsizleşmeleri, üretimin küçük parçalara ayrılıp, bu küçük parçalardan birinin koparılıp yerine bir başkasının hemen geçirilebileceği bir esneklikte yeniden örgütlendirilmesi; ve bu esnekliğin gerek uluslararası işbölümünde, gerekse de tek tek fabrikaların-işletmelerin-departmanların organizasyonunda temel alınması... ve daha sayamadığımız birçok gelişme bugünkü manzarayı karşımıza çıkarmıştır.
Esnek üretimin karşılığı sadece mekansal bir parçalanmaya denk düşmez. Esnek üretim aynı zamanda zamansal parçalanmayı da beraberinde getirmiştir. Böylece bir işçinin çalıştığı yer, ya da bir üretimin yapıldığı yerin belirsizliği/önemsizliği tek başına bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü üretim sadece bir yerde değil, aynı zamanda bir zaman dilimi içinde yapılmaktadır. Bu yüzden üretim yerinin değişkenliği, çalışma (üretim) zamanının değişkenliği ile bir bütün oluşturarak esnek üretimi meydana getirir. Bu ise şu anlama gelir; Artık bir işçi her yerde ve her tür işte çalıştırılabildiği gibi (teklonojideki gelişmeler, insan faktörünü giderek azaltıp kalifiye işçi ihtiyacını ortadan kaldırmaya doğru bir gelişim gösterdiği için, bir işçinin birçok değişik makinada üretim yapabilmesinin koşulları da ortaya çıkmıştır), her zaman da çalıştırılabilmelidir. Böylece patronların “siparişleri yetiştirmemiz lazım” ciyaklamalarıyla atölyelerde yatıp kalkan, siparişleri yetiştirdiğinde kendini kapının önünde bulan işçilerin yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. En iyi ihtimalle kapının önüne konmayıp “ücretsiz izine” çıkarılırlar. Kendini daha düzenli bir işte çalışıyor zanneden bir işçi için de patronunun istediği saate kadar çalışmamasının, mesai yapmamasının tek karşılığı işsizliktir...
Tüm bu gelişmelerin sınıfın günlük yaşamındaki karşılığı özelleştirme, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, sigortasızlaştırma, uzayan işgünü, azalan ücretler, işsizlik, mezarda emeklilik vb. olmuştur. Böylece “ücretli kölelik” tanımlamasının kendi içinde barındırdığı “ücretlilik” ve “kölelik” çelişkisi açısından, “kölelik” yönündeki ağırlık artmıştır. “Ücret”, önemsizleşirken “kölelik” öne çıkmış, belirginleşmiştir.

“Özgürlük” Demogojisi Üzerine
Esnek üretimin beraberinde getirdiği kimi düzenlemeler, farklı yorumlara da kapı açmıştır. Çalışma yer ve zamanının esnekleştirilmesiyle, kalite çemberleri ve toplam kalite yönetimi uygulamaları üzerinden işçinin salt emek-gücünün değil, düşünsel kapasitesinin de sonuna kadar sömürülmesi kimi akademik çevrelerde işçinin “özgürleşmesi” için bir adım olarak da yorumlanabilmiştir. Fordist tarzda makinanın bir parçasına indirgenen işçinin üretime yönelik önerilerinin alınıp uygulandığı, işçinin de üretimin organize edilmesinin bir parçası haline getirildiği ve böylelikle onun düşünsel kapasitesinden de yararlanıldığı, iş saatlerinin de bu yöntemle belirlendiği bir esnek çalışma uygulaması, işçiyi bir makina parçası olmaktan çıkarır gibi görünmektedir. Ancak bu biçimsel bakış açısı sınıfsal bir yanılgıyı içermektedir. Kapitalizmin gelişimindeki her aşamanın sosyalizmin koşullarını hazırlamaya dönük birer adım olduğu önceden beri bilinmektedir. Esnek üretimin de sosyalist üretim ilişkileri çerçevesinde elbetteki tek tek insanları ve bir bütün olarak toplumu özgürleştirecek birçok faktörü içinde barındırmaktadır. Ancak bugünkü sistem içinde uygulanmakta olan esnek üretimin tek anlamı işçi sınıfının kölelik zincirlerini ağırlaştırmaktır. Çünkü bir sınıftan almadan başka bir sınıfa verilemez ve esnek üretimin patronlara neler verdiği apaçık ortadadır. Görünüşteki makinanın bir parçası olmaktan çıkma ise aldatıcıdır ve beraberinde özgürleşmeyi değil, beyniyle de makinanın bir parçası olmayı beraberinde getirmektedir. Çünkü işçiden beklenen sadece en hızlı, en çok ve en kaliteli üretim değil, en fazla düşünülmüş, kafa yorulmuş üretimdir de.
Böylesi bir üretimin yabancılaşmayı azalttığı iddiası ise yabancılaşmayı bilmemektir. Yabancılaşmanın kökeninde işbölümünün yattığı ve esnek üretimle birlikte işçinin daha farklı, birden fazla işgücü alanında çalışacağı bir gerçektir. Ancak yabancılaşmanın kökenindeki işbölümünü bu denli basit kavramak, sadece sınıf olgusunu atlayanların yapabileceği bir şeydir. Emek ve sermaye arasındaki, proletarya ve burjuvazi arasındaki toplumsal işbölümü yerli yerinde durdukça (hatta esnek üretim sayesinde daha da güçlendikçe) işçinin çalışma dünyasının “zenginleşmesinin” tek anlamı, bu çalışma artı-değeri ürettiği için, patronların zenginleşmesi olacaktır.
Yeni iş yasasıyla getirilen “danışma kurulu” ile sadece esnek üretim değil “yönetişim” olgusu da sömürünün ayrılmaz bir parçası haline getirilmek istenmektedir. Aslında bu, aynı konudaki ilk örnek değildir. Daha öncesinde de IMF’nin dayatmasıyla çıkarılan tütün yasası, şeker yasası gibi yasalarla hükümet, işveren ve işçi örgütlerinin oluşturdukları kurullar aracılığıyla emperyalizmin geliştirdiği “yönetişim” politikası yürürlüğe girmişti. Emperyalistler ve borazanları tarafından “devlet, sermaye ve sivil toplum örgütlerinin bileşimiyle daha etkin yönetim” olarak tanımlanan ve tipik “devletin küçültülmesi, müdahale alanlarının sınırlandırılması” demagojisiyle paketlenen “yönetişim” politikası, sektörel bazdaki kurullar aracılığıyla faşist Mussolini’nin korporasyonlarının bir benzerini 21. yüzyıla taşımaktadır. Musolini de bir sektördeki tüm işletmeleri, işverenleri, ve işçi sendikalarını o sektörün korporasyonu olarak tek bir çatı altına toplarken sınıf karşıtlıklarının üzerinden atlıyor ve tekelleşmeyi doruk noktasına çıkarıyordu.
Aslında 12 Eylül sürecinde çıkarılan “Yüksek Hakem Kurulları”ndan çok da farklı olmayan ve hükümet ile işveren, kamu görevlileri ve işçi sendikaları konfederasyonları bileşiminden oluşan “danışma kurulu”nun amacı da “etkin dayanışmayı sağlamak” olarak ifade edilmektedir. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasında dayanışmadan sözetmek eğer iğrenç bir alay değilse, kaba bir aldatmacadan başka birşey olmaz. Böylece iki sınıf müttefikinin (hükümet ve sermaye) karşısında orada ne ölçüde ve ne şekilde temsil edildiğini bir yana bıraksak bile varlığı bir anlam ifade etmeyen işçiler (tabii ki sadece bir konfederasyon bünyesinde örgütlü olanlar; diğerleri düz köledir) de “yönetişim”in bir parçası olarak “fevkalade demokratik” tabloyu tamamlamış olacaklar.

Köleliğin Meşrulaştırılması
Bugün gündeme girmiş olan iş yasası ile yasalaştırılmak istenen esnek üretim, aslında ülkemizde de uzun zamandır fiilen uygulanmaktadır. Ancak bu sömürünün tam anlamıyla gerçekleştiği üretim alanları küçük ve orta ölçekli fabrikalar, atölyelerdir; ülkemizdeki kapitalist üretimin tüm alanlarını kapsamamaktadır. Kapitalizmin yapısı gereği tüm üretimi bu boyuttaki işletmelere tamamen dağıtabilmenin olanağı yoktur. Tüm parçalarını taşeronlara da yaptırsa otomobillerin üretildiği fabrikalar da olmak zorundadır. Ve bu ölçekteki fabrikalarda sendikalaşma ve yasal zorunlulukların üzerinden aşabilmenin olanağı da çok sınırlıdır. Buralarda sendikalı, sigortalı, izin süreleri belirli, mesai saatleri belirli, fazla mesai oranları, sosyal hakları yasalarla güvence altına alınmış işçiler çalıştırılmaktadır. Oysa bu durum kapitalizmin rekabet anlayışına terstir. Tüm bu zorunlulukların olmadığı işletmelerde bir işçiden korkunç bir artı-değer elde edilirken, büyük patronların aynı artı-değeri elde edememeleri, sermayenin hiyerarşisini bozmaktadır ve onlara göre “haksız rekabet” yaratmaktadır. Koşulların eşitlenebilmesi için gereken şey ise büyük patronların ellerini bağlayan yasaların değişmesidir. İşte günümüzde atılacak olan adım da budur: Yeni bir iş yasası...
Böylelikle bugüne değin birçok işletmede zaten uygulanmakta olan, ve korkunç bir gelişim gösteren, işsizlikten beslenip sermayeyi ve kaynağı olan sömürüyü büyüten, halen varolan üretimin tüm dokularına yayılmış olan esnek üretim, ekonominin ana damarlarına da nüfuz ettirilmekte, yasallaştırılmakta, böylelikle yapısal bir nitelik kazandırılmaktadır.
Bu yasa tasarısı karşısında halen sendikaların kendi tarzlarınca örgütlemekte olduğu tepkiler, gösteriler, hazırlanan yasanın içerdiği saldırının boyutlarıyla karşılaştırıldığında zayıftır. Bu tabloya bakarak bugün niye bir 15-16 Haziran yaratılamıyor diye sorguladığımızda başlangıçta verdiğimiz yanıtı biraz daha açarak bir kez daha tekrarlamamız gerekecek.
Sınıf mücadelesi, çok boyutlu bir savaştır. Bu bütünsel savaşın cephelerinden biri ya da birkacı geriyse, zayıfsa, güçsüzse, diğer cephelerde ne denli büyük başarılar kazanılırsa kazanılsın bu durum geçici olacaktır. Ve bugün ideolojik ve siyasal cephede ortaya konan tüm emeklere rağmen yaşamın içinde bir güç olmak anlamında devrimci hareketin içinde bulunduğu pozisyon ortadayken, işçi sınıfından bu denli büyük bir saldırıya gereğince yanıt verebilmesini beklemek hayalcilik olacaktır.
Bu saldırı bir şekilde atlatılabilse, ertelenebilse bile politik statükoda bir değişim gerçekleşmedikçe halen birçok işletmede tıkır tıkır işleyen bu çarkın herşeyi içinde öğüten döngüsü durdurulamayacaktır.


 
 
 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul