Devrimci hareketlerin tarihinde öyle trajik ve
sarsıcı anlar vardır ki, yaşlı ağaçlara atılmış
derin çentikler gibi aradan kaç yıl geçerse geçsin
silinip gitmezler. Belleğimizin bir köşesinde
kalırlar hep, kanayan bir yara ya da coşkulu bir
bayram anısı gibi. Böyle durumlarda zaman, ne
onarıcıdır ne de hafifletici. Yalnızca o an ile
ilgili duyduğumuz ne varsa, sevgi, acı, onur,
burukluk, belleğimizde ne birikmişse, onu büyütür,
pekiştirir.
İnsanların sonradan “o gün ben de oradaydım” diyeceği
büyük sıçrama ve onur günleri böyledir; karar
anları, bol nikotinli, kavgalı-gürültülü toplantılar
böyledir; tarihin yapıldığı yerde olmak, tarihin
somut bir parçası ve kurucusu olmak, -bazen böyle
olduğunu sonradan farketsek de- üstümüzde çok
derin izler bırakır. Bu, başka bir tarihtir hem;
görünenin-bilinenin dışında, daha derinde bir
şeydir. Bir devrimden, bir kurtuluş anından söz
ettiğimizde örneğin, aslında yüzbinlerce insanın
hepsi de kendine özgü olan öykülerinden söz ediyoruz
demektir; birkaç sayfaya, hatta bazen birkaç cümleye
sığdırılan olaylar dizisinin arkasında, can sıkıcı
tartışmalardan üst üste biriken küçük çabalara
dek binlerce ayrıntı vardır. Bir gün durup geriye
baktığımızda gördüğümüz şey ise bunların toplamı,
artık birbirinden ayrılamayacak kadar iç içe geçmiş
olan bileşimidir.
Ölümler de böyledir; hafifletilemez, onarılamaz.
Daha birkaç gün önce oturup saatlerce tartıştığınız
insanı bir morg odasında gördüğünüzde, artık siz
de başka bir insan olursunuz. Hissettiğiniz, yalnızca
acı değildir; yokluk ve yoksulluk duygusudur.
Artık imkânsız olduğunu bile bile onun geriye
dönmesini, yeniden yanınızda olmasını istersiniz;
kaybedilenin büyüklüğünü daha derinden anlamışsınızdır
çünkü.
Ve sonra aradan yıllar geçer... Tarih akar gider,
bir çok gelişme uç uca eklenir, kahramanlıklar,
ihanetler, doğrular, yanlışlar birbirini izler.
Ve bir gün, durup yeniden geriye, bizi var eden,
başımızın dikliğini borçlu olduğumuz zamanlara,
insanlara, ilişkilere baktığımızda, yine aynı
duygu gelir bastırır. Şimdi olsalardı, asıl şimdi
olsalardı demekten kendinizi alamayız bir türlü.
6 Haziran, yalnızca devrimci sosyalist hareketin
değil, genel olarak Türkiye devrimci hareketinin
tarihinde trajik bir noktadır. İhanet, kahramanlık
ve öfkenin yalnızca 24 saatin sınırları içine
sığdığı bir dönemeçtir. Yalnızca 24 saatte, en
yüksek insani duygularla alçaklıkların en korkuncu
bir arada yaşanmış ve geriye yılların hiç azaltmadığı
bir öfke kalmıştır.
Ama yalnızca öfke değil, bir tamamlama azmi de
kalmıştır geriye. Yoldaşlık, yol arkadaşlığıdır
çünkü; yol ise insanların fiziki ömürleriyle sınırlı
değildir. Yoldaşlık, yol arkadaşlığıdır; o kadar
ki, yürüyüşçülerden biri ya da birkaçı olmadığında
da böyledir. Onlar için de, onlar adına da yürümektir
yoldaşlık. Yol nereye kadar gidiyorsa oraya kadar
yürümektir.
Tamer, Atilla, Doğan, Ercan... Ve Hakkı, Ahmet,
Kadir... Sonra daha başkaları ve daha başkaları...
Asıl şimdi olsalardı diyebileceğimiz onlarca insan,
birer kutup yıldızı gibi, yol işaretleri gibi...
1961
yılında küçük esnaf bir ailenin çocuğu olarak
İstanbul Kocamustapaşa‘da doğdu. Devrimci
mücadeleye Şehremini Lisesi’nde okuduğu yıllarda
devrimci sosyalist hareketin genç bir sempatizanı
olarak katıldı ve Kocamustafapaşa‘nın yanı
sıra Kanarya’da, Atatürk Öğrenci Sitesi’nde
faşistlerle süren çatışmaların içinde yer
aldı. 1977’de bir kamulaştırma eyleminde çatışmayla
yakalandı. Yaklaşık iki yıl sonra Niğde Cezaevi’nden
mücadeleye katılmak için firar etti ve daha
sonra Gaziosmanpaşa, Alibeyköy, Topkapı, Pazariçi
vb. birimlerinde yer aldı. Parti aday üyesi
olan Yurtbilir, bu süreçte çok sayıda politik-askeri
eylemde yer aldı. 12 Eylül askeri faşist cuntasından
sonra kaçkınlığın, yılgınlığın kol gezdiği
bu ortamda daha çok şeyler yapacağına inanan
Yurtbilir, 1981’de yoldaşlarıyla birlikte
Maltepe‘de partiye ait evde kalırken hain
Şemsi Özkan’ın ihanetiyle kuşatıldı. Siyasi
polisin ‘teslim olun‘ anonsuna hiç tereddütsüz
silahı ile karşılık verdi. Yoldaşlarıyla birlikte
partinin sloganlarını, devrimin marşlarını
haykırdı. Ercan, 6 Haziran şafağında yoldaşı
Doğan ile birlikte devrimin bayrağını yükseklerde
tutarak, devrim savaşcılarına yakışır bir
tavır alarak ölümsüzleşti . |
***
2003 Haziranındayız...
Yoldayız...
Tarihin yapıldığı yerde ve zamandayız. Tam oradayız.
Yol işaretlerine bakarak, anımsamalarla, öfke
ve kararlılıkla...
***
2003 Haziranındayız.
Yoldayız...
Bu Haziran başkadır. Kimse şaşırıp yanılmasın.
Yoldayız. Üstelik yürümeye de yeni başlamadık;
uzun bir yolun çok önemli bir kilometre taşındayız
yalnızca.
“Uzun bir yol. Ve çok kan içti” diyor Nikolay
Tihonov dizelerinde; sonra devam ediyor: “Nasıl
da doluyduk yaşam sevgisiyle / darağaçlarında
can verirken / Ve kurşunlanırken bir duvar dibinde.”
“Çocuklara anlatamayacağız bütün bunları / Hepsini
kendileri anlayacaklar büyüdüklerinde / Soracaklar,
fakat bir yanıt çıkmayacak soğumuş dudaklardan
/ Ve bir gülümseyiş bulamayacaklar donmuş gözlerde.”
“Gösterip onlara güzelliklerle dolu dünyayı /
Bizim yerimize yanıt veren biri çıkacaktır nasıl
olsa / Barış çocukları, hiçbir ücret istenmiyor
sizden / Ödendi çünkü bütün bu gördükleriniz,
kanla.”
Uzun bir yoldan geliyoruz ve bedeller ödeyerek
geliyoruz. Yeniyiz ve gelenekten çıkıp geliyoruz.
Tamer vurulduğunda var olanla aynı günlerde henüz
yeni doğmuş olan bir arada ve yanyanadır bugün.
Bitmez tükenmez o yokluk duygusu, yürüme azmiyle
ve yürüyüşçülerin şarkılarıyla onarılıyor şimdi.
Yeniyiz ve yıllar öncesinden geliyoruz. Atilla
yanımızdadır, Doğan, Ercan, Nurettin, Gürkan ve
diğerleri, hepsiyle birlikteyiz; bu, tarihin tekerleğinin
ileriye doğru dönüşüdür. Bu yüzden, Haziran’ın
bu yıldönümü hiç olmadığı kadar anlamlıdır.
***
Tamer Arda, Bakırköy’de bir işçi ailesinin
çocuğuolarak doğdu. Aynı ilçede ilk ve ortaokula
devam eden Arda çeşitli nedenlerle ortaokuldan
ayrıldı. 1974 yılından itibaren devrimci çevrelerin
içine girdi. Oldukça genç yaşta çeşitli fabrikalarda
çalıştı ve devrimci sosyalist hareketin genç
kuşağının bir üyesi olarak örgütlenme faaliyetlerinde
bulundu. Devrimci sosyalist hareketin ilk
parti üyelerinden olan Arda, o yıllarda bir
çok silahlı eylemde yer aldı.
1975 yılında silahı ile ele geçirilen Tamer
Arda, örgütle ilişkisini reddettiği için yalnızca
silah bulundurmaktan tutuklandı. Serbest kalışının
ardından bir lisenin önünde bildiri dağıtılırken
silahlı olarak yeniden yakalandı.
1977’de patinin Lübnan’da düzenlediği bir
kampta askeri eğitim alarak geri döndü. Aynı
yıl içerisinde bir parti evinde siyasi polisin
eline düştü. Dönemin en ağır işkencesine maruz
kaldığı halde örgütle ilişkisini reddetti.
Yeniden tutuklandı ve bir yıl yattı. 1978
yılında serbest kalmasının ardından İstanbul‘un
bir çok bölgesinde sorumluluklar aldı. 12
Eylül’den sonrada büyük bir kararlılıkla bir
çok görev üstlendi. Geçici Merkez Komitesi‘ne
bağlı olarak çalışmaların ve ilişkilerin organizasyonunda
önemli görev üstlenen kadrolardan biri oldu.
Cunta günlerindeki eylemlerin çoğunun planlayıcısı
oıldu. İsrail Başkonsolusunun cezalandırılması
eyleminde o da görevli kadrolardan biriydi.
Eylemin son hazırlıklarını gözden geçirmek
için yoldaşlarıyla buluşacağı yere giderken
Şemsi Özkan‘ın ihanetiyle Sefaköy’de yaşanan
çatışma sonucu yaralı olarak ele geçirildi.
Yaralı olarak yerde yatarken Amerikan kimliği
de taşıyan dönemin Emniyet Müdürü Şükrü Balcı
tarafından üzerine çok sayıda kurşun sıkılarak
katledildi. “Son yılların en büyük şehir gerillası”
olarak tanınan devrimci komutan Arda‘nın üzerinde
kırk dolayında kurşun tesbit edildi. |
2003 Haziranındayız.
Yoldayız...
Yürüyüşümüz rastgele değildir. “Ben bilmem rüzgar
bilir” değil; “kervan yolda düzülür” değil; “bir
deneyelim bakalım” hiç değil. Devrimci sosyalist
hareket, Haziran’ın çizdiği yol üzerinde, Hazirancıların
ayak izlerine basarak yürümektedir. Bu, birkaç
adımlık bir gezinti değil, Türkiye devrimci hareketinin
makus talihinin kalıcı ve kapsamlı olarak kırılması,
suların geriye doğru akıtılması işidir.
Devrimci yenilenme ve bilimsel sosyalist aydınlanma,
akademik bir ihtiyacın eseri değil; bu topraklarda
tıkanmış olan bir damarın açılması, Haziran’dan
akıp gelen çizginin hayata geçirilmesidir. Teorik
değil aynı zamanda pratik bir sıçramadır. Gündelik
değil uzun vadeli bir pratik-örgütsel çabanın
ifadesidir. Saman alevi gibi parlayıp sönecek
bir atak ya da gözkamaştırıcı ama gelip geçici
bir havai fişek gösterisi yapmıyoruz. Bir devrimci
hareketi örüyoruz. Devrimci tarihte her zaman
yola çıkanların ufkunun enginliğiyle olanaklarının
sınırlılığı arasında keskin bir çelişki olmuştur,
olur, bunu biliyoruz. Keskin ama aşılabilir bir
çelişkidir bu. Çelişkinin farkındayız, insanla
yapılan bir işin çelişkilerinin yalnızca insanla
çözülebileceğinin de farkındayız.
Yoldayız. Ufkumuz açıktır, sınırsızdır. Nereye
gitmek istediğimizi ve nasıl gideceğimizi biliyoruz;
çünkü nereden ve nasıl geldiğimizi biliyoruz.
Artık azim ve disiplin eksiği dışında hiçbir güç
yürüyüşümüzün önünü kesemez. Israrla ve azimle
hep aynı noktaya vurma basiretini göstermek, ısrarla
ve azimle tek tek tuğlaları yerine koymak, işimiz
budur.
Siyasi tarihte, “eşik” kavramı vardır. Siyasi
tarih, küçük küçük gelişmelerin uç uca eklendiği
bir aritmetik zincir değildir; o, birikme ve sıçramalarla
yürür. Bugün bütün enerji ve çaba, bu eşik noktası
için harcanıyor, harcanmalıdır. Sonrası, kolaydır
ve zordur. Kolaylık ve zorluk, devrimci çalışmada
aynı sürecin yapışık ikizleridir. Kolaylık yürümekte,
zorluk ise “yol uzadıkça yük ağırlaşır” diyen
bilgelerin kastettiği sırrın içindedir. Bu sır,
kalıcılık ve dayanıklılıktır.
Sürdürülebilir bir hareket... asıl sorun budur.
Bunun ise kurumlaşmak ve sökülmez kökler salmaktan
başka bir anlamı yoktur.
Yoldayız...
Hazirancıların ayak izlerine basarak ilerliyoruz.
Tek tek adımların hiçbiri birbirinden bağımsız,
rastlantısal değildir; hepsi bütün bir yürüyüşün
mantığı içinde kendi anlamlarını bulmaktadır,
bulacaktır. Ve kalıcılık, kişisel direnç değildir,
kişisel dirençlerin aritmetik toplamı da değildir.
Asıl önemli olan, yapının her koşulda ve her zaman
çalışabilir bir biçimde ayakta kalmasıdır.
Dayanıklılık da böyledir. Salt güvenlik değildir,
salt basınca karşı ayakta durabilir olmak değildir.
İşleyen bir yapı olarak ayakta kalmak ve eğilip
bükülmeden günlük ve uzun vadeli fonksiyonlarını
sürdürebilir olmaktır.
1959
yılında Trabzon (Akçaabat) da orta halli bir
ailenin çocuğu olarak doğan Ahmet Saner, İstanbul‘da
liseliyken parti saflarına katıldı. İstanbul
Devrimci Ortaöğrenim Derneği (İDOD), İstanbul
Ortaöğretim Derneği (İÖD), İstanbul Yurtsever
Devrimci Öğrenim Derneği (İYDÖD) ve İstanbul
Demokratik Gençlik Derneği (İDGD) derneklerinin
içerisinde örgütlenme ve mücadele etkinliklerinde
bulundu. Dönemin devrimci gençliğinin İstanbul‘da
gerçekleştirdiği eylemliliklerde bir parti
sempatizanı olarak yerini aldı ve çeşitli
düzeylerde faaliyetlerde bulundu.
1979 sonları ve 1980‘li yılların başlarına
kadar bir çok silahlı devrimci eylemde yer
alan Ahmet, 1980 başlarında parti üyesi olarak
yeni bir sürece girdi. Şişli, Levent, Okmeydanı,
Kasımpaşa vb. bölgelerinde çalışmalar yürüten
hücrede görev yaptı.
Parti ABD‘nin Türkiye‘deki ajanlarından Amerikalı
subay Sam Novello ve CIA‘ya hizmet eden Ali
Sabri Baytar’ın cezalandırılmasına karar verdiğinde16
Nisan 1980‘de Kabataş Setüstü’nde yapılacak
bu eylem için Hakkı Kolgu, Kadir Tandoğan
ve Ahmet Saner görevlendirildi. Üç şehir gerillası
eylemden sonra kuşatmaya düştüklerinde, uzun
kovalamacalar sonucu ikisi yaralı olmak üzere
ele geçirildiler. Hakkı Kolgu kaldırıldığı
hastanede gerekli bakım olmadığından şehit
oldu.
Ahmet ve Kadir ise tutuklandı. Tutuklu bulundukları
cezaevlerinde devrimci direnişi ödünsüz olarak
sürdüren Ahmet ve Kadir, faşist cuntanın askeri
mahkemesinde alel acele idam cezasına çarptırıldılar.
Faşist generaller Kadir ve Ahmet‘i, bir ABD
üst düzey heyetinin Türkiye‘ye yaptıkları
ziyaret sırasında, 25 Hazıran 1981‘de idam
ettiler. Böylece Amerikalı “dostlar”a karşılama
töreni yapılmış oluyordu.
Darağacına, sloganlarımızı haykırarak, marşlarımızı
söyleyerek çıkan Ahmet, devrimin bayrağını
yükseklerde dalgalandırdı. Son sözleri ise
şöyleydi:
“Yaptıklarımdan hiç bir
zaman pişmanlık duymadım. Şunu bilin ki
dünyaya bir daha gelirsem aynı mücadeleleri,
aynı şeyleri bir daha yaparım. Onun için
kimsenin üzülmesini istemiyorum. Kimse üzülmesin,
ben pişman değilim. AMERİKAN EMPERYALİZMİNE
VE ONUN UŞAKLARINA KARŞI MÜCADELE VERDİM.
Verdiğim mücadele doğru bir mücadeleydi.
Bundan dolayı üzüntü duymuyorum..”
|
***
2003 Haziranındayız.
Yoldayız...
Artık bütün geri alışkanlıklardan arınma zamanındayız.
“İyi çocuklar” denildiğinde, bu bize yetmez. Doğru
çözümlemeler yapan ama hayatın gordiom düğümünü
çözemeyen bir duruş noktası bize yetmez. Artık
bütün geri alışkanlıklardan arınma zamanındayız.
Radikalizmle sekterlik birbirinin ikiz kardeşi
değildir. Ama sekter olmamak da liberalizmle hiç
bir biçimde akraba değildir. Kalıcı ve dayanıklı
olmak, başka bir dizi şeyin yanında disiplin ve
örgütlülük sayesinde mümkündür. Türkiye devrimci
hareketinde bol bol bulunan kötü örneklerin yarattığı
bir tepki olan naif duruş, bugün bir meziyet değil,
engeldir. Şüphesiz böyle örnekler vardır; ama
dünyanın bütün kötü örneklerinin toplamından tek
bir iyi örnek çıkmaz.
Sıkı sıkıya uygulanan parti kararları ve disiplin,
her gerçek devrimci hareketin asli unsuru ve yaşamını
sürdürebilmesinin tek koşuludur. Ve kimi zaman
sanıldığı gibi onların olmadığı yerde ortaya “özgürlük”
çıkmaz; onların yokluğu, çoğu kez kendisini “keyfiyet”
kavramıyla açığa vurur. Keyfiyet biçiminde kendisini
ortaya koyan bu “özgürlük” ise, bizim işimizde,
başkalarının özgürlüğü ve yaşamına mal olabilecek
ölçüde vahim sonuçlar yaratır. En önemlisi de,
böylece tehlikeye atılan, her durumda yapının
kalıcılığı ve dayanıklılığıdır.
***
2003 Haziranındayız.
Yoldayız...
Devrimci iyimserlik bize Granma teknesine ve meteoroloji
raporlarına güvenip yola çıkanlardan mirastır.
Bu topraklarda daha çürük teknelere daha fırtınalı
havalarda binmekten çekinmeyecek devrimci potansiyel
vardır.
1950’lerde Azerbaycan’da üniversite öğrencilerine
şiirlerini okuyan Nazım, “bir gün sizler de İstanbul
sosyalist üniversitesine geldiğinizde...” diye
başlıyordu sözlerine, hüzünlü ama iyimser bir
bir sesle, gerçek bir memleket hasretiyle. Bugün,
postmodern peygamberler çağında, hepimize düş
gibi gelebilir; ama Nazım’ın dileğinin gerçekleşmesi
önümüzdeki süreçte artık geçmişten daha fazla
mümkündür. Türkiye’de ve dünyada suların akış
yönü, belki henüz yavaş yavaş ama istikrarlı şekilde
değişmektedir ve tarih, hep bildiğimiz gibi, birikmeler
ve sıçramalarla gelişen bir süreçtir. Yeter ki
doğru zamanda doğru müdahalelerle olguların önü
açılsın...
“Yaşam yaşayanların üzerine kuruluyor” diyordu
Kadir Tandoğan, idam sehpasına çıkmadan önceki
son mektubunda. Doğrusu alçakgönüllülüğün bu kadarı
da biraz fazla. Yaşam yaşayanların üstüne kurulacak
elbette; ama onlar, geçmişin ışıklı izleri üzerinden
yürüyecekler.
***
2003 Haziranındayız.
Yoldayız...
Tarih yapılıyor.
KADİR
TANDOĞAN'IN SON MEKTUBU
|
Sevgili aileme, anneme, Mediha
ablama, Nuriye ablama, kardeşim Meliha, yeğenim
Servet ve enişteme:
İnanın bu yaşamımda ölmeme değil, sizleri
arkada, gözü yaşlı bıraktığıma üzülüyorum.
Kolay değil, benimki bir anlık şey. Ya sizler?
Ömür boyunca içinizde bir burukluk, bir acı
duyacaksınız. İsteğim beni aklınıza getirdikçe
ailenin bir ferdini, Kadir‘inizi üzülmeden,
acı duymadan anabilmeniz. Kolay değil, biliyorum.
Beni düşünürken dünyada tek oğlunuz Kadir‘inizi
yitirmiş bir kişi olarak değil, sadece binlerce
kişiden biri olarak düşünmenizi isterim. Böylesi
belirli bir teselli, ama daha iyisini düşünemiyorum.
Ölmek de doğmak gibi doğal bir olaydır. Ölenlere
değil, insan yaşayanlara sarılmalıdır. İşin
en doğrusu budur. İnsan acıyla yaşayamaz.
Yaşarsa da mutlu olamaz. İnsan yok olanla
değil, ancak varolanla yaşarsa mutlu olabilir.
Temennim, bir arada hep beraber mutlu yaşamaktı,
mümkün olmadı. Üzgünüm. Yaşam benle son bulmuyor,
bensiz de devam ediyor. Yaşam yaşayanların
üstüne kuruluyor. Üzgün değilim; çünkü sizin
de bir süre sonra kendinizi toparlayacağınızı,
eksik aksak da olsa aile yaşamınızı eski rayının
üstüne oturtacağınızı tahmin ediyor, teselli
ediyorum kendimi. Bu mektup elinize geçtiğinde
ben ölmüş olacağım, üzgün değilim... Mektubum
baştan sona hüzün dolu. Ama bu şartlar altında
yazmak için aklıma hiçbir şey gelmiyor. Sizleri
hüzne boğmak istemezdim. Mektubu uzun tutmayacağım.
Hem yazacak fazla bir şey bulamıyorum hem
de fazla hüzün ve ayrılık kelimeleri iyi olmasa
gerek. Bütün arkadaşlara, komşulara, akrabalara
selam ederim. Her zaman sizi canı kadar seven,
KADİR‘iniz ... 25 haziran 1981 |
|