Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

F. HANÇER

Türkiye yine gerilim noktalarından ve kırılmalardan geçiyor. Boşluk yok. Üstünde yaşadığımız coğrafya, ekonomisinden politikasına dek hiçbir alanda bir tek günü bile kaos ve gerilim olmaksızın geçiremiyor. Dünyanın jeolojik ve siyasal anlamda en kırılgan fay hattının üzerinde yaşıyor olmak, oturmuş ve istikrar kazanmış tek bir olguya izin vermiyor.
Bağdat seferi, şimdilik, askeri anlamda bitti. Yeni süreçte Afganistan’daki rezilliğin bir başka biçimi yaşanıyor. Üstelik bu kez Afganistan’da yapılandan da farklı olarak bir kuklalar hükümetine geçmekte hiç acele edilmiyor. Önce korkunç bir yağma döneminin başlayıp hızını almasına izin veriliyor. Sonra Pentagon’da Irak’ın yöneticisi olarak belirlenen eski bir Amerikan generali, genel vali olarak Irak şehirlerinde dolanmaya başlıyor.
Nereden bakılırsa bakılsın, bunun adı, kalıcı bir emperyalist işgalden başkası değildir. Ortadoğu işgal altındadır ve bu büyük bir nefret potansiyelini biriktirmektedir. Bu nefret, devrimci kanallar bulduğunda devrimci kanallara akacaktır. Ama aksi durumda da hayat bir boşluğa izin vermeyecek, mutlaka kendi yolunu -çarpık biçimlerde de olsa- bulacaktır. Bu anlamda Ortadoğu’daki devrimci irade eksikliği şu anda en çarpıcı sorunlardan biri olarak önümüzdedir.

***
Bu arada işten kaytaran karakol çavuşları, albaylardan generallerden fırça yemeye devam ediyor. Wolfowitz alıyor sözü, o bırakıyor başkası alıyor. Hepsi birden, Türkiye’deki hempalarıyla birlikte “ne kadar yanlış hesap yapıldığını” anlatmaya çalışıyor.
Aslında o kadar da önemli bir şey değil bu. Bugüne dek hiç olmayan bir şeyden de söz etmiyoruz. Ama bu kez, daha açıktan, basın üzerinden net bir fırça tercih ediliyor. Kimileri buralardan orduya yönelik bir “ulusallık” çıkarmaya çalışırken kimileri de “genç subaylar” dedikodularıyla Harbiye hayaletini getirip herkesin önüne koyuyor. Böylece aslında emekçi halkın gündemiyle ilgisi olmayan bu oyalamalar giderek daha sıkıcı hale geliyor. İkide birde aynı gündem maddelerinin ısıtılarak ortaya sürülmesinde oligarşi içindeki çeşitli kesimlerin tabii ki hesapları vardır; tabii ki şu ya da bu kesimi bir biçimde köşeye sıkıştırmak, vb. vb... Ama bu son derece kaygan zemine ezilen sınıfların gerçek gündemiyle girmedikçe devrimci hareketin durmadan yönü ve hedefi değişen laf yığınları ve spekülasyonlar üzerine uzun boylu teorik tahliller üretmesi çok anlamlı değildir.

***
Çünkü aynı günlerde, medyadaki söz yığınlarının toplamından daha önemli olan olaylar, göz göre göre kaynatılmak isteniyor. Bingöl depremi bunlardan biriydi örneğin. Aradan bir ay geçti. Birazcık “hain müteahhitler”, birazcık “halkın hassasiyetini istismar etmek isteyen bölücüler”... Bir deprem macerası daha böylece, Türkiye’deki soygun düzeninin yerleşik alışkanlarına tamamen uygun biçimde geçip gidiyor. Sonuçta, bölücülüğe bulaşmasınlar diye yatılı okullara alınan Kürt çocuklarından bir bölümü eğitim zayiatı olarak verilmiştir, o kadar da abartmamak gerekir!
Sıradaki gelsin! Yıkılan yıkılır, sonra aynı müteahhitlerle aynı yöneticiler oturup yenilerini yaparlar, onlar da yıkılır, sonra yenileri gelir, vb. vb.
Hırsızlık ve cinayet düzeninin bu çaptaki bir rezaleti, bu kadar büyük bir pervasızlıkla unutturuluyor. Ve kimileri hiç utanmaksızın halkın Zorunlu Deprem Sigortası’na ilgi göstermediğini ve “her şeyi devletten beklediğini” yazıp çizerek bu kadar büyük bir rezaletten bile neo-liberalizme bir pay çıkarmayı beceriyor. Kuruluşundan bu yana sigortaya başvuru oranının %14’ü aşmamasını “halkın duyarsızlığı”yla ve “devletçi kafası”yla açıklamak en ucuz ve kestirme yol olarak düzen demagoglarının işine geliyor. Bu kadar her yanı tel tel dökülen bir düzen içersinde insanların, üstelik küçücük mülküne tutunan orta sınıfların ve küçük burjuvazinin bile herhangi sigorta sistemine güvenmesi için ikna edici tek bir neden ise gösterilemiyor. Faciaya dönüşebileceği şimdiden ilan edilen bir İstanbul depreminde, şehirle birlikte sigorta dahil bütün sistemlerin çöküp çökmeyeceği bir yana bütün bu fonlarda toplanan paraların tekelci burjuvazinin hangi açığını kapatacağı sorusu da boşlukta kalıyor.
Ama öte yandan, bütün bu demogojilerle birlikte gelişen yaygın bir anlayış devrimci güçlerin başını ağrıtmaya devam edecek gibi görünüyor. İnsanların devlet kurumundan sürekli olarak, neredeyse her saniye zarar gördüğü, okul binaları dahil -müteahhitlere yaptırılsa da- devlete ait ne varsa çökmeye mahkum olarak algılandığı bir ülkede, “özelleştirelim gitsin” çığlıkları karşısında solun net tutumlara olan ihtiyacı yeniden beliriyor. Yani, solun, devrimci güçlerin, kitlelerin hatırında en kısa biçimiyle, “özelleştirmeye hayır” olarak kalan tutumu, bütün genel tutumlar gibi açılmaya ve derinlik kazanmaya ihtiyaç duyuyor. Şüphesiz devrimci hareket bugünkü devlet makinası karşısında çok net bir tavra sahip ve kitleler (en azından salt bu bakımdan) herhangi bir kuşkuya sahip değiller. Ama öte yandan, “kim gelirse gelsin yiyor” cümlesiyle özetlenen genel kanı, zaman zaman aslında bir anlamda bütün politik iddia sahiplerini ve bu arada devrimcileri bile kapsayan bir içerik kazanabilmektedir. Daha açık bir ifadeyle söylersek, kitleler, devrimcilerin ortaya tam olarak ne koyduğunu, onlarla birlikte yürüyerek bir iktidar noktasına vardıklarında işlerin eskiye oranla hangi bakımlardan farklı olacağını bilmek zorundadır. Bu tabii ki program ve programın hayat içindeki ifade biçimleriyle ilgilidir. Ama emekçi sınıflar, devrimcilerin gerçekten farklı bir düzen peşinde olduklarını, olgulara bakışlarındaki mantıklarının mevcut düzenden tümüyle değişik olduğunu, pratik insan ilişkilerinde bile görmek zorundadırlar. Herhangi bir işçinin ya da ezilen insanın devrimci güçlere ve onların tek tek üyelerine baktığında, mevcut düzenin kişiliğinden, davranış kalıplarından izler görmesi, bugün artık tahammül edilemez bir şeydir. Ve böyle bir noktada, “üslup insanın kendisidir” şeklindeki şu eski edebiyat deyiminin devrimci güçler içinde geçerli olduğu bir kez daha farkedilmelidir.
Üstelik yalnızca bu sorunla ilgili olarak değil; yine ezilen sınıfların gerçek gündemini oluşturan “iş yasası” gibi sorunlarla ilgili olarak da durum böyledir. Devrimci güçler, bu alanda da yalnızca yasaya karşı çıkmakla, işçi sınıfının haklarını savunmakla yetinemezler. Onlar, bu yasayla meşrulaşırılmak istenen köleci çalışma düzeninin kötülüklerini elbette kitlelere anlatmalıdırlar; ancak aynı zamanda bu yeni durumda, parçalanmış işçi yığınlarının önüne ne türden örgütlenme seçeneklerini koyduklarını da açıklamak ve gerçekleştirmek zorundadırlar.
Kısacası, neresinden bakılırsa bakılsın 2003 Türkiye’sinde, salt eleştirel bir tutumla yetinmek mümkün değildir. Her bakımdan cephaneliğimizi takviye etmek, bütün olanakları kullanarak gerçek sorunlar üzerinden hayata müdahale etmek yakıcı bir ihtiyaçtır. Kitlelerin önüne sürülüp içine girmeleri istenen kaygan gündem maddelerini bir çırpıda savurup atarak emekçilerin gerçek gündemlerini sürece dayatacak olan bir tarzı geliştirmek uzun vadede temel görevimizdir. Ancak böyle bir müdahaleyle, devrimci sosyalizmin her toplumsal soruna ilişkin tutumunun gerçekten bütün netlikleriyle ortaya konulması mümkün olacaktır. Bu inşanın yolu ise herhangi bir sanal hazırlık yolundan değil, bugünkü faaliyetin, günlük mücadelelerin içinden geçmektedir.
Müdahale güç gerektiriyor; güç elde etmek içinse, onu gerçekten istemek ve azimle çalışmaktan başka bir yol yoktur.

 
 
 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul