Şimdilik “Hayalet” Değilse de...
2003’ün perdesi dünya tarihinin en büyük kitlesel
gösterileriyle açıldı. ABD’nin başını çektiği
haydutluk koalisyonunu ciddi şekilde zorlayan
büyük protesto gösterileri geçen yılın Kasım ayından
bu yana bütün dünyaya yayılarak genişliyor. Her
gün dünyanın bir köşesinden yeni protesto görüntüleri
televizyon ekranlarına yansıyor, dünya halkları
canlı kalkanlardan askeri konvoy engelleme girişimlerine
dek birçok yoldan ABD saldırganlığına karşı duruyor.
Tarihin gelişiminin küçük küçük artılar ya da
eksilerin birbirine basitçe eklenişinden ibaret
olmadığı, onun her zaman birikmeler ve sıçramalar
üzerinden diyalektik biçimde ilerlediği, bugünlerde
bir kez daha kanıtlanıyor. On yıl öncesinin moral
çöküntüsü içersinde, özellikle de Körfez naklen
yayınının acizlik yaratıcı atmosferinde boğulurken
üzerimize püskürtülen bir dizi teori (kamusallığın
bittiği, kitlesel-örgütsel davranışların artık
bir anlam ifade etmediği) yavaş yavaş bir sis
tabakası gibi dağılmaya başlıyor ve ezilenler
dünyası bugün kendi manevi teçhizatını yenilemeye
girişiyor. On yıl önce hayal edilemeyen ve “artık
hayal edilemeyeceği” vaaz edilen şeyler, milyonlarca
insanın toplu davranışı, vb. bugünün umut yaratıcı
gerçekleri olarak önümüzde duruyor. Bütün bu olup
bitenleri son yıllardaki rutinleşmiş “küreselleşme
karşıtı” gösterilerin basit bir devamı olarak
algılamak da yanıltıcıdır; bu kez söz konusu olan
birkaç metropolde toparlanıp harekete geçen seyyar
gruplardan ötede, dünyanın bütün yüzeyi üzerine
yayılan ve militan grupların dışındaki büyük güçleri
de hareket ettiren bir dalgadır. Bu dalganın bugünkü
somut hedefi, yani savaşı durdurmak açısından
net bir başarı sağlayıp sağlayamaması da esasında
ikincil bir sorundur; asıl önemli olan, bu büyük
hareketin yarına taşıyacağı moral ve potansiyeldir.
Yürüyen ve yürüdükçe sokaklarda çoğalmanın tadını
almaya başlayan kitleler, bugün değilse de yarın
için, devrimin hanesine yazılacak olan kazanımlardır.
Hatta gösterilerin devlet tarafından organize
edildiği bazı Ortadoğu ülkelerinin halkları için
bile bu böyledir; sonuçta bu bile bir zorlanmanın
ifadesidir ve ayrıca “hareketten bereket doğar”
deyişi her ne kadar sosyalist harekette lanetlenmiş
olsa da bu olumsuz yargı her zaman ve her koşulda
geçerli değildir. Kitleler, yürüdükleri her yerde
şu ya da bu ölçüde kendi deneyimlerinden öğrenirler
ve bir arada olmanın güven duygusuyla karşılaşırlar;
bu anlamda bugünkü süreç nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın,
geriye, geleceğe mutlaka bir şeyler kalacaktır.
Sürecin 1960’larla kıyaslanması da bütün bu açılardan
çok fazla mümkün değilir. Benzer gibi görünen
yanları olsa da bugünkü savaş karşıtı dalganın
aslında 1968’lerin Vietnam gösterileriyle olumsuz
ve olumlu yönlerden farkları vardır.
Örneğin 1960’ların yüksek devrimci morali ve iyimserliği,
dönemin belirleyici faktörüdür. Katılan kitlelerin
büyüklüğü bakımından bugünkünden daha zayıf olsa
da 1960’ların gösterilerinin, dönemin ulusal ve
toplumsal kurtuluş savaşlarının yoğun etkisi altında
daha fazla devrimci dinamikler barındırdığı kesindir.
Buna karşın bugünkü savaş karşıtı gösterilerin
içinde taşıdığı devrimci öz daha derinlerde saklanmakta,
eylemlerin yönlendirici duygusu dünyada yükselen
bir devrimler silsilesine değil, emperyalizmin
yarattığı yakın tehlikenin can yakıcı etkisine
dayanmaktadır. Deyim yerindeyse bugünkü hakim
duygu, tam anlamıyla bir “can havli” dir; gerçekten
de son on yılda pervasız bir imparatorluk düzeni
inşa eden ve III. Bunalım Dönemi boyunca kesintilerle
sürdürebildiği jandarmalık pozisyonundan adeta
Hitlervari bir dünya hakimiyeti aşamasına geçmek
isteyen ABD emperyalizmi, sadece ezilen sınıflar
bakımından değil, kapitalist dünyanın güçler dengesi
açısından bile “durdurulması gereken” bir güç
haline gelmiştir. Özellikle büyük emperyalist
metropollerdeki yoğun tepkinin arkasında, bu anlamda
60’larda olduğu gibi bir bütün olarak sistemin
reddinden çok, bir vakitler “Almanya Almanya /
Herkesten Üstün” diye söylenen Nazi şarkılarının
Amerika tarafından tekrarlanıyor olmasının yarattığı
dehşet duygusu vardır. Bütün bu gösterilerin içinde,
hatta önünde sosyalistlerin ve ezilen sınıfların
rol almasına karşın, yine de protesto dalgasının
özü, yükselen bir devrimler dalgasının yarattığı
“dünyanın değiştirilmesi” umudundan çok “azgınlığın
dizginlenmesi” kaygısına dayanmaktadır.
Buna karşılık ise bugünkü gösteriler dalgası,
bir ölçüde yukarıda açmaya çalıştığımız sebebin
de etkisiyle geçmişteki hiçbir dönemle kıyaslanmayacak
ölçüde yaygın ve küresel niteliktedir. Aşağı yukarı
her gün, Londra’dan Jakarta’ya Tokyo’dan Washington’a
kadar uzanan bir hat üzerinde her biri kendi özgün
amaçları ve ideolojik arkaplanlarıyla da olsa
milyonlarca insanın tek bir hedefe, ABD saldırganlığına
karşı düzenlediği gösterileri izlemek mümkün hale
gelmiştir. Şüphesiz bu kadarı bile, bütün teorik
tahliller bir yana, somut pratikte devrimci sosyalist
hareketin geleceği bakımından muazzam bir kazanımdır.
Geçen sayımızda da belirttiğimiz gibi, ABD emperyalizmini
bu operasyonu yapmaya artık mecbur ve mahkum eden
olgu da budur. Çünkü politik-ideolojik arkaplan
tartışmaları ne olursa olsun, bugünkü kitleselliğin
en önemli yanı, dünyanın ezilenlerine gelecek
için verdiği müthiş moraldir. Askeri harekâtın
bugüne kadar ertelenmesi ve sistem içersinde ciddi
çatlakların oluşması, (bunun pratik sebeplerinden
bir bölümü, hatta tümü sistemin içsel çelişkilerinden
kaynaklansa bile) son tahlilde ABD’nin on yıldır
inşa etmekte olduğu “engellenemez güç” imajının
ciddi biçimde sarsıntıya uğraması anlamına gelmektedir
ve bütün bunlar Paraguay’daki herhangi bir işçiden
Güney Koreli bir öğrenciye kadar milyonlarca insanın
zihnine işlenmiş bulunan önkabullerin sarsıntıya
uğramasına yol açmaktadır. 11 Eylül’de “vurulamazlık”
efsanesi derinden sarsılan ABD, bu kez “durdurulamazlık”
bakımından da nihai anlamda olmasa da ağır denebilecek
bir darbe yemiştir. Belki hemen yarın değil ama
yakın gelecekte bu kırılmanın ezilenlerin dünyasında
yarattığı iyimserlik ve moralin daha doğrudan
devrimci girişimlere kaynaklık edeceği kesindir.
Evet, belki de şimdilik ortalıkta dolanıp duran
şey, Manifesto’nın müjdelediği “komünizm hayaleti”
değildir; bu konularda erken konuşmayı seven “küreselciler”in
iyimserliğine katılmak gerekmiyor; ama öte yandan
tarih işte böyle, dünden bugüne ve bugünden yarına
akıp biriken fiziki ve moral olguların, çöp yığınlarının
altında biriken metan gazı gibi sıkışıp patlamalarıyla
yazılan bir şeydir. Biriken ve patlayan potansiyeller
ise arkalarında hiçbir iz bırakmaksızın ortadan
kaybolup gitmezler.
Yüzde Doksandördün İçi-Dışı
İşin Türkiye cephesindeki bir dizi sorunun yanıtı
da yukarıda söylediklerimizin ışığında anlaşılabilir.
Sonuçta, uluslararası düzeydeki savaş karşıtı
dalganın bugünkü zayıf ve güçlü yanları, başka
bir boyut üzerinden hareketin Türkiye’deki kolunu
da belirlemektedir. Coğrafi olarak operasyon bölgesinin
içinde yer alan ve pratik olarak da operasyona
katılan Türkiye’deki savaş karşıtı cephenin Avrupa
metropollerine kıyasla daha zayıf olması, şüphesiz
açıklanabilir bir durum olmalıdır. Anketlerde
açıkça görülen ve büyük ölçüde gerçeği yansıttığını
hepimizin kişisel deneyimleriyle bildiği %94’lük
savaş karşıtı eğilimin doğrudan biçimde alanlara
niye yansımadığı sorusu gerçekten yanıtlanmaya
muhtaçtır ve yanıtlanabilir. Evet, herhangi bir
ülkede herhangi bir konuda belli bir kanaate sahip
insanların tümünün ya da hatta salt çoğunluğunun
o konuda aktif davranması zaten nadir görülen
bir durumdur ama bu kanaate sahip insanların pek
azının sokaklarda olması da bir “sorun” sayılmalıdır.
Devrimci güçlerin ve genel olarak savaş karşıtı
platformların çalışma eksiklikleri, yöntem yanlışlıklarını
daha sonra ele almak üzere şimdilik bir kenara
koyarsak, soruna birkaç ayrı noktadan yaklaşmak
mümkündür.
Bu noktada, her şeyden önce, “savaşa karşı olma”
halinin arkaplanı ve dolayısıyla sınırları üzerinde
durulabilir. Ve konuya bu açıdan baktığımızda,
Körfez Savaşı günlerinde ya da 15 yıl süren Kürt
savaşı sırasında kendiliğindenlik anlamında genel
bir karşı çıkış ya da en azından “barışçı” bir
tutum sergilemeyen Türkiye toplumunun (sınıfsal
konumların dışında, toplam olarak malum %94’ün
bütününü kastediyoruz) bu kez içinde bulunduğu
ruh halinin de bir tür “can havli” olduğunu söyleyebiliriz.
Son yıllarda yaşanan ekonomik çöküntülerle yıpranmış
ve iyice yoksullaşmış bulunan alt sınıfların ötesinde,
bu kez orta sınıfların ve sarsıntıları kaldırabileceklerin
dışında kalan üst gelir gruplarının da olumsuz
yaklaşımı, büyük ölçüde Körfez Krizi deneyiminden
kalan hatıralarla bağlantılıdır.
Hatta belki bir adım daha atılarak, %94 toplamı
içinde yer alan orta ve ortanın üstündeki grupların
zaten tamamen kaybetmiş bulunan dip yoksullarından
daha kaygılı oldukları bile söylenebilir. Mevcut
bütün açlık ve yoksulluk endekslerini zaten çoktandır
fiilen süpürüp atmış bulunan işçi sınıfı ve alt
katmanların “bundan daha kötüsü ne olabilir ki”
kaderciliğine gömülmeleri belki bir ölçüde mümkünken,
ağır bir krizle dibe yuvarlanma tehlikesini her
an ensesinde hisseden orta kesimler açısından
savaş ciddi bir tehlike içermektedir. Daha basite,
günlük konuşma diline indirgediğimizde, mesele,
örneğin herhangi bir ayakkabıcı açısından hammadde
ve satış fiyatları çerçevesinde “önünü görebilme”
sorunudur ve bu kategoriler her zaman büyük-alt
üst edici gelişmelerden ürküntü duyma eğilimindedirler.
Ama hepsi bu kadar değil; neoliberal dünya düzeninin
“şımarıklık” denebilecek ölçüde pervasızca uyguladığı
politikaların yarattığı bulanık bir anti-emperyalist
duygu da bu ürküntülerle birleşmektedir. Gerçekten
de özellikle IMF eliyle uygulatılan “istikrar”
politikaları, birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de
de gitgide artan ölçüde “kötü giden her şeyin
sorumlusu” olarak görülmeye başlanmış ve bu konudaki
hoşnutsuzluk duyguları salt sosyalistlerin ya
da sendikaların duyguları olmaktan çıkmıştır.
Geçen sayımızda yayınladığımız “Ulusal Sorun”
yazımızda da ifade edildiği gibi, ne ekilip ne
biçileceğine bile emperyalist metropollerin karar
verdiği yeni dünya düzeninde artık sıradan bir
köylünün de IMF Türkiye Masası şefinin adını bilmesi
ve mikrofon uzatıldığında doğrudan IMF’yi suçlayabilmesi
sık rastlanan görüntüler olmuştur.
Karmaşık yollardan oluşan bu bulanık anti-emperyalist
duygu, belki henüz devrimci düşüncelerle buluşma
noktasında değildir ama ABD’nin uluslararası emperyalist
kuralları bile hiçe sayan pervasızlığının yarattığı
tepkiye bir ucundan eklenebilmekte ve böylece
ortaya ciddi bir hoşnutsuzluk çıkabilmektedir.
Savaş sırasında ve sonrasında ortaya çıkacak ekonomik
sıkıntıların IMF ve ABD tarafından giderileceği
yolundaki sözler de esasında geniş kitleler için
bir anlam ifade etmemektedir; çünkü sokaktaki
insan, bugünkü sıkıntıların kaynağının zaten IMF
olduğu konusunda belli bir fikre sahiptir ve yeni
“destek”lerin de bu yükü artıracağını düşünmektedir.
Yani bu konuda kitlelerin çoğunluğu açısından
safdil bir bilgisizlik söz konusu değildir; en
azından herkes TV haberleri izlemektedir ve insanlar
bir politik “bilince” değil ama kabataslak da
olsa politik “bilgi”ye sahiptir. Amerikalıların
tipik kovboy küstahlığıyla davranmalarının yarattığı
ahlaki tepki bir yana, sıradan insanlar, özellikle
ezilen sınıflar, ortalığa dolar saçarak iyimserlik
yaratmak isteyen ABD’nin bu tutumunun daha derin
bir bağımlılığın başlangıcı olduğunu hissetmektedirler.
“Bugünün dünyasında bağımsız bir ülke olmanın
imkânsızlığı”na ilişkin karamsar düşüncelerin
etkisi altında olsalar da, kitleler, kendi hayatlarına
doğrudan zulüm ve yoksulluk olarak yansıyan bugünkü
gizli-işgal durumundan hiçbir şekilde hoşnut değillerdir.
Öte yandan Kürt halkının duyguları ise zaten tartışılamaz
biçimde “savaş karşıtı” bir noktadadır. Kürt örgütlerinin
de savaş karşıtı tutum almaları bir yana, Kuzey’den
Güney’e bütün parçalarda yaşayan sıradan Kürt
insanının tarihsel deneyimi de bu türden her savaşın
derin acılar ve katliamları beraberinde getirdiğini
birçok kez kanıtlamıştır.
Yani sonuçta, dinsel faktörlerden ulusçuluğa kadar
bir dizi başka etkenin de katkısıyla karmaşık
yollardan oluşan bu genel “savaş karşıtı” tutum,
homojen değildir; kendi içinde herkesin önceliklerine
ve kaygılarına göre değişen farklı unsurlardan
oluşmaktadır. Bir toplumsal yapının sınıfsal-sosyal
karmaşıklığı düşünüldüğünde bu normal sayılabilir
belki. Ama burada önemli olan, söz konusu genel
hoşnutsuzluğun, yükselmekte olan bir devrimci
iyimserliğin yarattığı “yeni bir düzen” umuduna,
“tam bağımsız” bir ülke düşüne değil, esas olarak
“korunma” duygusuna dayalı olmasıdır.
Devrimci hareketin henüz çevresinde bir güven
atmosferi yaratamadığı günümüz koşullarında bu
“korunma” ya da “az zarar görme” kaygısı, doğal
olarak kendini aktif biçimde ortaya koymak yerine,
sinik ve “iknaya açık” bir tutum olarak belirmektedir.
Üstelik bu, yalnızca Türkiye özgülüyle bağlı bir
durum da sayılamaz; dünyadaki genel atmosfer de
bütün sıcaklığına rağmen henüz alternatif bir
umudu öne çıkarabilecek olgunlukta değildir.(1)
Sonuçta, %94 gibi çok yüksek bir “savaşa karşı
olma” oranının sokağa yansımasının çok düşük olmasının
nedenleri -bazı faktörler ihmal edilirse eğer-
böyle özetlenebilir. Bu oran, sokağa yansımamaktadır;
çünkü insanların büyük bir bölümü hâlâ savaşın
engellenebileceği konusunda kuşkulu görünmektedir.
1 Mart mitinginin olumlu etkisi bu bakımdan önemlidir
ama yine de sorun ortadan kalkmış değildir. Genel
olarak kitlelerin çoğunluğu, Irak operasyonunun
sonuçlarının kötü olacağını (ekonomik, dinsel,
ulusal, vb. kaygılarla) sezmekte, ancak emperyalist
koalisyondaki çatlaklara, vb. rağmen ABD’nin haydutluğunun
engellenebileceğine en azından kesin bir netlikle
inanmamaktadırlar; bu durum “savaşa karşı olma”
nedenlerinin karmaşıklığı ve zayıflıklarıyla da
birleştiğinde ortaya, zorla ya da provokasyonlar-şovenizm
yoluyla “ikna” edilebilecekleri bir durum çıkmaktadır.
Bu elbette tam bir “ikna” değildir ve zaten böyle
bir “ikna” da gerekmemektedir; ama kitlelerin
büyük çoğunluğunun “hareketsiz kalması” ya da
“sokağa çıkmak yerine hoşnutsuz bir yüz ifadesiyle
sonuçları beklemeyi tercih etmesi” de emperyalizm
ve oligarşinin planları bakımından yeterli olacaktır.
Daha doğrusu, zaten sokağa çıkmayı bilen ve alışmış
olan örgütlü güçlerin dışındaki büyük çoğunluğunun
geçici olarak pasifikasyona uğratılması bile,
oligarşi açısından yeterlidir. Bu, sokaktaki güçlerin
tasfiyesi için türlü çeşitli provokasyon ve saldırıların
yapılmayacağı anlamına gelmez; ama protesto gücünün
belli bir rakamı aşmaması, kitlelerde “yanlış
geleneklerin” oluşmaması bakımından önemlidir.
Milyonlar, Onbinler
ve Koordinasyon
Bütün bunlara bakarak, solun ve genel olarak savaş
karşıtı platformların harekete geçirebileceği
kitlesel gücün bugün alanlardaki sayıyı aşamayacağı,
aşmasının mümkün olmadığı söylenebilir mi? Kuşkusuz
hayır... Ne Türkiye’nin genel sol potansiyeli
ne de savaş karşıtı cephenin biraraya toparlayabileceği
güçler toplamı bu kadar değildir.
%94 rakamı ile Kadıköy’deki on bin ya da Ankara’daki
yüzbin arasındaki derin fark ise zaman zaman Koordinasyon
toplantılarında dile getirilen “İsviçre’nin kasabalarında
bile 40 bin kişi toplanıyor” kompleksleriyle çözülebilecek,
anlaşılabilecek bir sorun değildir. Ayrıca bu
fark, ne Aziz Nesinvari “biz adam olmayız”larla
ne Ortadoğu kültürü üzerine derin akıldaneliklerle
ne de çok basit olarak Avrupa demokrasisi-Türkiye
totalitarizmi karşılaştırmalarıyla açıklanabilir
bir şeydir. Üstelik bu tür “kendi kendini aşağılamalar”la
savaş karşıtı hareketin moralini yıpratmak doğru
değildir; çünkü bugüne dek yapılanlar da öyle
çok hafife alınacak şeyler sayılamaz. Kuşkusuz
yukarıda sayılanların birçoğunda gerçeklik payı
vardır. Kuşkusuz Türkiye insanının toplumsal belleğinde
çok sayıda kanlı görüntü vardır ve sokağa çıkmanın
ciddi bir risk oluşturmadığı kapitalist metropollere
göre bu bir dezavantaj oluşturmaktadır. Kuşkusuz
özellikle son yirmi yılda oluşturulan yoğunlaştırılmış
şiddet ortamı bir çok şeyin engelidir. Ama bütün
bunlara karşın yine de 1 Mart’ta ortaya çıkan
rakamın bir üst sınır olduğu söylenemez.
Bu noktada karşılaştığımız sorun, devrimi güçlerin
süreçteki performansı ve etkinliği ile savaş karşıtı
platformların yapısıyla ilgilidir.
Herhangi bir yanlış anlamayı gidermek için en
baştan, hem yerelliklerde hem de merkezi düzeyde
oluşturulan savaş karşıtı platformların son derece
yararlı olduğunu ve süreç boyunca çok önemli işlevler
gördüğünü, göreceğini belirtmek gerekiyor. Örneğin,
bütün içsel zayıflıklarına ve sorunlarına karşın,
yüz elliden fazla kurum ve çevreyi bir araya getiren
“Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu”nun oluşmuş
olması da önemli bir olgudur. Keza yerel platformlar
ve çeşitli illerdeki girişimler de sürecin önemli
unsurlarıdır. Örneğin sadece devrimci yapıların
bir bölümünün bir araya gelerek kendi güçleriyle
organize edecekleri bir mitingin 1 Mart düzeyini
yakalayamayacağı kesindir. Ayrıca herhangi bir
tekil eylemin ötesinde, devrimci güçlerin ve devrimci
sosyalistlerin kendi dışlarındaki güçlerle, bu
arada bir çok konuda uzlaşamadıkları ve uzlaşamayacakları
güçlerle de bir araya gelmeleri doğrudur ve gereklidir.
Devrimciler kendi bağımsız tutumlarını korumak
koşuluyla savaş karşıtı çevre, grup ve bireylerin
mümkün olan en geniş kesimiyle birlikte iş yapabilirler
ve yapmaya da alışmalıdırlar. Bu zorunluluk, çoğu
durumda kendine güvensizliğin dışavurumu olan
aşırı alınganlıkların terkedilmesini, hatta bazen
birliğin devamı uğruna birkaç gevezenin dikkate
alınmamasını da gerektirebilir. Aynı şekilde,
bu platformlarda zaman zaman bireysel temsiliyetlerin
oluşmasıyla ortaya çıkan hukuk dengesizlikleri
de tolore edilebilir bir durumdur; yani herhangi
bir müzisyen ya da entelektüelin koordinasyonda
kendi kişisel kimliğinin temsili içersinde olması,
aynı platformdaki devrimci yapıların kimseyle
eşitlenmesi anlamına gelmez, pratikte işler her
zamanki yolundan, örgütlü olmanın avantajları
üzerinden yürür. Burada asıl sorun, söz konusu
kişilerin kendilerinden değil, “örgütsüzlük” halini
pek seven ve adeta bir erdemmiş gibi algılayan
postmodern-reformizmin iflah olmaz gevşekliğinden
kaynaklanmaktadır. Yani, bizzat kendileri çoğu
kez oldukça alçakgönüllü davranan bu insanlar
aslında sorun olmamakta, örgütlü devrimci güçlere
duydukları husumet duygusuyla davranan reformizm
onlara VIP muamelesi yapmakta ısrar etmektedir.
Yoksa devrimci yapıların, emperyalist vahşet karşısında
tutarlı bir tavır almak isteyen ama herhangi bir
kurumsal kimliği olmayan namuslu insanlarla ilgili
bir sorunu yoktur ve “burnu büyük” bir tutumla
kimseyi hor görmek devrimciler için pek çocukça
bir davranış olur.
Bu bağlamda kendisini İslamcı ya da müslüman olarak
tanımlayan kesimlerin savaş karşıtı gösterilerde
boy göstermesi, bizim o gösterilerden çekilmemizi,
vb. gerektirmez. Bugün söz konusu olan şey, devasa
büyüklükteki bir uluslararası savaş karşıtı cephedir
ve ABD emperyalizminin saldırganlığının bir biçimde
törpülenmesi, esas olarak ilerici insanlığın,
solun hanesine yazılacak moral kazanımdır. Bu,
geniş bir perspektiftir. Eğer Türkiye’de ya da
dünyanın herhangi bir yerinde dinsel düşünceli
insanlar, bugünkü büyük emperyalist haydutluğa
karşı kendi ahlaki, vicdani, vb. duruş noktalarından
hareketle karşı çıkmak istiyorlarsa, bu onların
bilecekleri iştir. Herhangi bir genel mitingin
içinde yer alırlar ya da almazlar. Özellikle Irak’ta
Savaşa Hayır Koordinasyonu, işin başından itibaren
devrimcilerin öncülüğünde, onların egemen olduğu
bir tarzda kurulmuş değildir; eğer her şey bu
biçimde gelişmiş olsaydı kuşkusuz durum da farklı
olurdu ve bu güçlerle birlikte olmayı tercih etmezdik.
Ancak ilerde de tartışacağımız gibi zaten bu konuda
genel bir eksiklik baştanberi bulunmaktadır. Yani
bugün devrimci sosyalistler kendi düzenledikleri
eylemlerde bu güçlerle bir arada olmazlar, onları
bir “müttefik” pozisyonuna yükselterek şirinlik
gösterileri yapmazlar, bu yeterince nettir. Ama
binlerce insanın bir arada yürüdüğü bizim inisiyatifimiz
dışında düzenlenmiş bir mitingte islamcı kesimin
de yer alması, bizim orada olmamamız için bir
neden değildir. Ayrıca bu konuda da asıl sorun
postmodern “çokkültürlülük” ideolojilerinin etkisi
altında bu ilişkiye aşık olanlardan, onların kurdukları
dalkavukça ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Devrimci
güçlere karşı açık ya da ima yollu bir husumet
içersinde olan postmodern-reformizm, devrimcilerle
ilgili olarak hiç hissetmediği kardeşlik ve hoşgörü
duygularını İslami kesimler söz konusu olduğunda
abartmakta ve bu ilişki “2003 Kış-Sonbahar modası”
olarak önümüze gelmektedir. Örneğin kentin yoksul
mahallelerinde devrimci güçlerin organize ettiği
bir tek savaş karşıtı eyleme merkezi olarak katılıp
destek vermeyen ISHK ve Emek Platformu yöneticileri,
Beyazıt Camiin önündeki şeriatçı kalabalık içersinde
boygöstermeyi ve “orada karşılaştıkları hoşgörü”den
övgüyle söz etmeyi bir marifet sanmakta ve üstelik
bu övgüleri İslamcıların TKP’yi eleştirdiği bir
konuşmanın hemen ardından yapabilmektedirler.
TKP’nin bu aralar “laikliğe” aşırı merak sarmasının
tartışılacak yanları bir yana, buradaki tavır,
açıkça belleksizliğin ve omurgasızlığın ifadesidir.
Devrimci sosyalistler açısından ise sorun çok
açıktır: Biz, bugünkü ABD karşıtı uluslararası
hareketin tarihsel önemini ve geleceği kapsayacak
moral etkilerini derinden kavrıyoruz. Bu anlamda
da kendi ideolojik-politik temelimize duyduğumuz
güven çerçevesinde bizim gibi düşünmeyen savaş
karşıtı güçlerle bir arada olmaktan, geniş organizasyonlarda
bir araya gelmekten çekinmiyoruz. Bu anlamda sokakta
ya da ezilen sınıfların dünyasında, mekanlarında,
mahallelerinde, vb. hiçbir ciddi güç ifade etmeyen
kurumlar ve kişilerle bile hiçbir kompleks hissetmeksizin
bir arada oluruz, olmalıyız.
Şu Eski Heves: Aşırılar Olmasa...
Ancak özellikle bugünün en geniş ve aktif organizasyonu
olan “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu” bakımından
düşünüldüğünde, sorun bu noktadan değil, başından
beri bir şekilde ipin ucunu bir biçimde elinde
tutmaya devam eden anlayışların, devrimci kesimlere
yönelik bir önyargıyı ve tutumu çizgi haline getirmiş
olmalarından kayanklanmaktadır. Daha da açıkça
söylersek, yaklaşık otuz yıldır sürmekte olan
“devrimciler olmasa da şöyle ağız tadıyla bir
miting yapsak” hevesi bu topraklarda hâlâ tükenmiş
değildir. Bu hevesin kimi zaman açıkça kimi zaman
da üstü kapalı olarak dile getirilen temeli ise,
“devrimci kesimlerin varlığının geniş kitlelerin
eylemlere katılımını engellediği, çünkü devrimcilerin
genel olarak şiddet eğilimli ve eylemi kullanıcı
bir tarza sahip oldukları” tezidir.
Kitlelerin “akın akın mitinglere gelmek istediği”
ve fakat devrimcileri, Kürtleri görüp “geri kaçtığı”
aldatmacası üzerine kurulu bu yaklaşımın sahipleri,
açıkça ifade etme cesaretini gösteremeseler de
esasında yaşı kemale ermiş sendikacılar, reklam
ajansı sahibi yeni-solcular ve parlak görünüşlü
medyatik aydınlar ile yürüdüklerinde milyonlarca
insanın bu “temiz görünümlü” ve “Avrupai” gösteriye
katılmak için can atacakları konusunda emindirler.
Daha doğrusu gerçek durum böyle olsun olmasın,
bu, onları rahat ettirecek bir durumdur. Devrimci
güçlerin ve örneğin HADEP’in kentlerin varoşlarından
toparlayıp alanlara taşıdığı kılıksızlar ve baldırıçıplaklar
ise şüphesiz vitrini bozmaktadırlar!
Bu arada HADEP’in kitle gösterilerinde her zaman
çok doğru davrandıklarını söyleyecek değiliz;
açıkçası bu konuda ciddi sabıkalar vardır. HADEP’in
çoğu kez kendi gündemi ve dönem hedefi neyse onu
dayatarak davranması salt “kitlenin kontrol edilememesi”
ile açıklanabilecek bir durum değildir; bu açıkça
bir politik kültürdür. Ancak 15 Şubat Kadıköy
eylemindeki 10 bin kişilik başarısızlığın hemen
ardından koordinasyon kürsüsünde, bu durumun nedenleri
üzerine tek bir sosyolojik, politik çözümleme
yapmaksızın saatlerce HADEP’e hakaretler yağdırılmasının
da bütün bunlarla ilgisi yoktur. Herkesin kolayca
farkedebildiği gibi orada esas sorun, HADEP üzerinden
genel olarak devrimci kesimlere yönelen bir tutumdur.
Sonuç olarak bu iddia ve bu tez doğru değildir.
Tam tersine, savaş karşıtı hareketi asıl sakatlayan
sorun, Koordinasyon’un katılımcılarının değil
ama onu fiili olarak yönlendirenlerin Beyoğlu
atmosferinden dünyaya bakmaları ve yoksulların
geniş dünyasına ulaşmak yerine gözlerini Batı
metropollerindeki renk cümbüşüyle kör etmeleridir.
Londra’daki, Paris’teki gösterilerdeki banliyö
ağırlığını görmeyen, görmek istemeyen bu anlayış,
tıpkı Türk TV’lerinin 1 Mayıs’larda yaptığı gibi
o gösterilerin “karnaval” unsurlarını ve öne çıkan
medyatik şahsiyetleri kamerasına kaydetmekte,
geriye kalan yüzbinlerce insanı, arada kırılan
camları, vb. hesap dışı tutmaktadırlar.
Böylece “ayıklanmış-temizlenmiş” görüntüler üzerinden
“Avrupa’da bir milyonluk gösteride tek bir slogan
atılabiliyor” gibi gerçekdışı efsaneler üretilebilmektedir.
Tek sloganlı, tek pankartlı en son mitinglerin
Göbbels tarafından organize edildiğini unutmuş
görünen bu anlayış, böylece hem uluslararası gösterilerin
gerçekliğini saptırmakta hem de bu saptırmadan
hareketle devrimci güçleri sanki “iflah olmaz
Ortadoğu pragmatistleri” olarak sunmaya çalışmaktadır.
Oysa, bilinmektedir ki buradaki asıl fark, devrim
diye bir umudu ve perspektifi yitirmiş oldukları
için artık herhangi bir zamandaki herhangi bir
kampanyayı salt kendi amacıyla sınırlı olarak
gören reformist anlayışla, savaşla ilgili olan
dahil her kampanyayı uzun bir devrimci sürecin
parçası olarak gören devrimci anlayış arasındadır.
Yani, en azından devrimci sosyalizm adına konuşursak
sorun, yalnızca bir protesto eylemi değil, aynı
zamanda ve bununla çelişmeksizin, alanlara yeni
insanların taşınması, politik pratik içersinde
deneyim kazandırılması, birlikteliğin moral üstünlüğünün
genç insanlar tarafından yaşanması gibi uzun vadeli
amaçları da kapsayan bir perspektif sorunudur.
Bu, bir eylemin “kullanılması” değil, her eylemin
doğal işlevidir; başkaları bir mitingin akşamüstü
bittiğini düşünebilirler; devrimci sosyalizm için
ise her eylem, öncesiyle sonrasıyla genel bir
sürecin bütünlüğü içinde yer alır.
Medyatik atmosferle ilgili takıntı da aynı biçimde,
ezilenlerin dünyasını değil merkezi esas alan
yaklaşımın ürünüdür. Yerel platformları ve yeni
işçi katmanlarının geniş dünyasını esas alan,
oralara giden ve oralardaki insanları, atölyeleri,
ev kadınlarını sokağa çıkaran bir yaklaşım yerine,
mümkün olan en çok sayıda “şöhretli insan”ı bir
araya getirme ve TV haberlerinde böylece birkaç
saniyelik görüntüler elde etme anlayışı, aslında
uzun süredir vardır. Bir tür üst tabaka “barışçı”
tipi, İHD bünyesinde zaman içersinde bir “insan
hakları sosyetesi”nin oluşmasına benzer biçimde,
yaratılmaktadır. Örneğin ISHK toplantılarının
hiçbirinde Koordinasyon’un tam kadroyla herhangi
bir gecekondu mahallesine, bir fabrikalar havzasına
“çıkarma” yapması ve bildiriler dağıtması gibi
bir tarz düşünülmemiştir bile. Kimse Tuzla vardiyalarını
kollayıp aydınıyla, sanatçısıyla, sendikacısıyla
oraya gitmeyi ya da örneğin aynı kadroyla Esenyurt’a
gidip fiili bir miting yaratmayı önermemiştir.
Ama buna karşın Koordinasyon yöneticileri, Cuma
namazı sonrası yapılan gösterilere katılıp konuşmacı
olabilmişlerdir.
Açıkça görüldüğü gibi sorun, devrimcilerin varlığının
savaş karşıtı cepheyi daraltması sorunu değil,
Koordinasyon yöneticilerinin kendi kendilerini
belli bir alana daraltmaları sorunudur. Yoksa
Emperyalist savaşa karşı mücadelenin imkânları
ve yöntemleri neredeyse sonsuzdur, yüzlerce yoldan
kitlelere ulaşılabilir; bunların arasında şüphesiz
Greenpeace’in kendine özgü eylemlerinden tek kişilik
yürüyüşlere ve medyatik gösterilere kadar her
şey bu çerçeve içersinde yer alabilir; ancak sorunun
gerçek sahibine, ezilenlerin dünyasına ulaşmayan
ve üstelik onların dünyasından gelen devrimci
organizasyonları kolayca “vandalizm”le suçlayabilen
anlayışlarla bir yere varabilmek, bugünkü kitlesellik
limitlerini aşabilmek mümkün değildir. Anti-emperyalist
cephenin ana damarları, orada, çalışan insanların,
ev kadınlarının, liseli gençlerin basit dünyasındadır
çünkü. Yüzünü oraya, o dünyaya dönmeyen hiçbir
kampanya %94’ün alanlara yansıması konusunda ciddi
bir ilerleme sağlayamaz.
Yaratıcı ve İnisiyatifli Olmak
Örgütlü devrimci güçlerin kampanya süreci boyunca
sokakta ortaya koydukları performans ile platform
düzeyindeki inisiyatifleri arasında var olan açı
ise başka bir sorundur ve açıkçası derin bir yaradır.
Bütün yerelliklerde elinden geleni yapan ve merkezi
eylemlere de istenilen düzeyde olmasa da toplumun
diri ve öfkeli güçlerini taşıyan devrimci yapılara
karşın, merkezi düzlemde işlerin yürütülüş biçimine
başkalarının hakim olması, aslında tarihi geçmişi
olan bir sorundur. 1980’lerin sonlarında özellikle
1 Mayıs gösterilerinde iyi bir performans ortaya
koyan ve hatta bu gösterilerde şehit veren devrimci
güçler, daha sonraları başlayan yasal 1 Mayıs’larda
da her zaman alana en büyük kitleleri taşımış
olmalarına karşın belli bir noktadan sonra işlerin
organizasyonunu kendi dışındaki güçlere, örneğin
sendikalara, vb. bırakmışlar ve bu durum adeta
bir gelenek haline dönüşmüştür. Kendiliğinden
ya da yasal zorunluluklar nedeniyle oluşan bir
durum, zamanla bir katı kural olmuş, “dünyayı
değiştirme” iddiasına sahip olanların kitlesiz
sendikacıların belirlediği yerde yürüdükleri tatsız
bir durum ortaya çıkmıştır. Özellikle 90’ların
ortalarındaki gösterilerde devrimciler bir ara
alanlara güç yığma kapasitelerini maksimize ettikleri
halde yine de statüko değişmemiştir.
O günlerden bu günlere gelinirken iş organizasyonunu
başkalarının yapması, devrimci yapıların ise katılımcı
düzeyine inmesi, genel bir siyasi kural olarak
benimsenmiştir. Bugün yaşanan, bir anlamda bu
eski günahın, devrimcilerin birlikte davranarak
üstesinden gelebilecekleri bir olgunun ürünüdür
ve aşılması da pek kolay olmayacaktır.
Ama yalnızca bu kadar değil; devrimci güçler bu
türden süreçlerde gösterdikleri yaratıcılık eksikliği
bakımından da bir muhasebeye ihtiyaç duymalıdırlar.
Örneğin 1 Mart mitinginde ve başka eylemlerde
örgütsüz-bağımsız göstericilerin sayısının oldukça
yüksek olmasından bazıları “özgürlük” adına keyif
duyabilir belki; ama bu durum devrimciler için
de ciddi bir uyarı olmalıdır. Bu sorun, yalnızca
oligarşinin 12 Eylül’den başlayarak baskı ve neoliberalizm
yoluyla yarattığı bir insan tipine gönderme yapılarak
geçiştirilemez; artık ortada ciddi bir güven ve
tutarlılık sorunu da vardır. Devrimci hareket,
en gelişkin dönemlerinde de elbette toplumsal
muhalefetin tümünü kapsayamayacaktır; ama eğer
emperyalist savaşa karşı eylem yapmak isteyen,
bunu yapacak kadar düzen-karşıtı olan bir kesim
varsa ve bunlar kendilerini otonom ya da özerk
birtakım zeminlerde ifade etmeyi tercih ediyorlarsa,
burada ciddi bir sorun var demektir.
Devrimci sosyalizm, bu sorunun uzun bir birikimin
sonucu olduğunu ve günlük-geçici önlemlerle çözülemeyeceğini
bilmektedir. Sorun, artık deyim yerindeyse bu
ülkenin makus talihine indirilecek bir kılıç darbesiyle
çözülecektir.
Ancak her şeyi genel atmosferin değişmesi noktasına
havale etmeden, bugün, günlük hayatın içinde de
yapılabilecekler vardır. Bunun için her şeyden
önce devrimci güçlerin kendi içlerinde belli bir
diyalog-örgütlenme biçimi geliştirmeleri ve böylece
her platformda kendi ağırlıklarını daha ciddi
biçimde hissettirmeleri gerekmektedir. Zaten büyük
ölçüde devrimcilerin inisiyatifi altında olan
yerel platformların geliştirilerek emekçi mahallelerin
basıncının merkezi düzeye taşınması bir gereksinme
olmakla birlikte, devrimciler merkezi platformlarda
da daha baskın bir tutum almalıdırlar.
Ayrıca, devrimci güçler ve özel olarak devrimci
sosyalistler, büyük kampanyaların ve geniş meşruiyet
alanlarının havasını daha iyi soluyarak daha çarpıcı
sloganlar, daha yaratıcı çalışma biçimleri bulmak
zorundadırlar. Miting alanlarındaki bütün çarpıcı
esprilerin ve sloganların marjinal gruplar tarafından
bulunması herhalde bir yasa maddesi değildir;
devrimciler kitlelere yanlış politik bilinç taşıyan
slogan ve kampanyalar üretmemeli (örneğin salt
hükümeti hedef alan sloganlar gibi) ama geniş
yığınlara ulaşabilecek popüler formlar da yaratabilmelidirler.
Nihayetinde her kitle çalışması ve kampanya, kendi
özgün çerçevesi ve hedefleri üzerinden yürür ve
o hedeflere yüklenirken her adımda “reformizm”
takıntısıyla hareket etmek mümkün değildir, saçmadır.
Bazen bir kampanya oligarşinin sözcülerinden birini
ya da belli bir uygulamayı hedef tahtasına koyar
ve o hedefe vururken “ama bu kökten bir çözüm
değil ki” diyerek davranamayız. Böyle kaba indirgemeci
bir mantıkla sonuçta elimizde “yaşasın komünizm”
sloganından başka tek bir “doğru” slogan kalmaz.
Oysa ne hayat böyle akar ne de bir kampanya bu
kadar genel ve “sağlamcı” bir zemin üzerinden
yürütülebilir. Devrimci sosyalizm, her kampanyanın
havasını, meşruiyet atmosferini ve kitlelerin
ruh halini bir bütün olarak dikkate alarak tutumunu
belirlemelidir. Ancak o zaman sürecin bütününe
etki edebilecek bir konuma ulaşabilecektir.
Her Şey Asıl Şimdi Başlıyor
Sürecin bugün geldiği nokta, artık birkaç ay öncesinden
daha kritiktir.
Emperyalist savaşa karşı kampanya bir anlamda,
asıl şimdi başlamaktadır. 1 Mart mitingi, ciddi
ve önemli bir adımdır, evet, ama doğrusu meclise
“onurlu davranışı”ndan ötürü çiçek gönderenler
biraz erken davranmışlardır. 1 Mart, bir moral
güçtür ama emperyalist savaşa karşı cephe bu moral
kazanımı bir kenara yazıp geleceğe bakmalıdır.
Gelecekte ise sivil ve askeri Özkök biraderlerin
sürece koyduğu ağırlıkla belirlenen yeni bir atılım
vardır ve bu yeni sürecin esas ayağını “tezkere”
gibi görüntüsel bir unsur değil, pratikte fiilen
yürütülen işgal harekâtı bulunmaktadır. İşlerin
aylardır fiili düzeyde yürüdüğü, aslında kimsenin
resmi izinlere pek gerek duymadığı ve zaten gayrı-resmi
“izin”lerin de (!) hükümet ya da meclisle değil,
başka yerlerle görüşüldüğü artık sokaktaki insanlar
tarafından bile biliniyor. Sonuçta gemiler, askeri
araçlar durmadan bir yerlerden bir yerlere gidip
gelirken ve bütün süreç alttan alta yürürken savaş
karşıtı kampanyanın “Türkiye’nin savaşa girmesini
önleme” hedefi aslında bir anlamda eski önemini
yitirmiştir. Şimdi yapılması gereken mevcut “fiili
katılım” sürecinin durdurulması, engellenmesidir.
Bütün bunlardan daha önemlisi de Güney’de uzun
yıllardır devam etmekte olan işgal durumunun artık
son derece net biçimde derinleştirilmesi, Türk
ordusunun bütün ağır silahlarıyla bölgeye girmesidir.
Bütün bunların emperyalist savaşa karşı kampanyanın
önüne koyduğu sorumluluk ise çok ağırdır. Çünkü
sorunun aslında başındanberi AKP eksenli bir sorun
olmadığı, olup bitenlerin hepsinin klasik deyimle
“devlet politikası” olduğu herkes açısından netleşiyor.
Bu, durumu giderek zorlaştıran, mevcut çerçeveleri
ve sloganları yetersizleştiren bir olgudur. Yani
örneğin, Koordinasyon konseptinde yeralan “ABD’nin
Irak’a saldırısını ve Türkiye’nin bu savaşa ortak
olmasını önlemek” biçimindeki ortak payda, bugün
“Türkiye’nin Güney işgaline karşı çıkmak ve Kürt
halkını savunmak”la ilgili bir üçüncü hedefle
buluşmak zorundadır. Aksi takdirde genel geçer
bir ABD karşıtlığı ve Türkiye’nin savaşa ortak
olmasını salt “tezkere”ye bağlayan bir anlayış,
sorunun yalnızca bir yanını görecek ve gerçek
bir savaş karşıtlığı durumunu ifade etmeyecektir.
Üstelik bu kadarıyla yetinmek, açıkçası işin daha
az riskli yanıyla durumu idare etmek anlamına
gelecektir. Çünkü neticede, “uzak” diyarlardaki
ABD’nin planlarına milyonlarca insanla birlikte
karşı çıkmak, yakında, hatta tepemizdeki oligarşinin
planladığı pratik işgale karşı çıkmaktan daha
az riskli bir şeydir. Aynı şekilde zaten basınç
altında şaşkın tavuğa dönen bir AKP hükümetine
sövüp saymak ve onu hedef tahtasına koymak, olayların
arkasındaki temel güç olan orduya ve oligarşinin
bütününe karşı çıkmaktan daha az risklidir. Üstelik
bunlar sadece fiziksel riskler değildir; elbette
süreç ilerledikçe baskı aygıtı da bize karşı sertleşecektir
ama asıl risk unsuru, Güney’deki gelişmelerle
provoke edilen kitlelerin duygularının değişmesi
ve ilk ağızda herkesi %94’le birleştiren savaş
karşıtlığının parçalanmasıdır. Halkın büyük çoğunluğunun
ABD’ye karşı olan duyguları belki yine değişmeyecektir
ama bu kez “Türkiye’nin güvenliği” demogojisi
milyonlarca insanı teslim alabilecektir. Ya da
en azından “hoşnutsuz bir bekleyiş”in öne çıkması
ve savaş karşıtı cephenin böylece zayıflaması
mümkündür.
Ancak %94’teki bu parçalanma hali, hesaba katılması
ve bir ölçüde de göze alınması gereken bir olgudur.
Göze alınması gerekir; çünkü TSK’nın müdahalesini
de kapsamayan bir “savaş karşıtlığı” yarım ve
samimiyetsiz olacaktır. Sadece “ABD askeri olmayacağız”
üzerinden giden ve “Türkiye Irak’tan elini çek”
demeyen bir savaş karşıtlığı, savaşın bir bölümüne
karşı olmak anlamına gelecektir. Habur’dan geçen
araçlardan sadece ABD ordusuna ait olanları dikkate
almak, bölge halkının acılarını hiç anlamamak
olacaktır. Ve en önemlisi de bu, 15 yıl süren
savaş boyunca dünyanın dört bir köşesinde olup
bitenleri dört gözle izleyip yanıbaşındaki katliamları
görmeyen tipik aydın tutumunun yeni bir boyutta
devam ettirilmesi olacaktır, ki böylece sol ve
Kürtler arasındaki yeni yabancılaşmaların temeli
atılmış olacaktır.
Bu noktada, sadece genel duygu birliğinin değil
savaş karşıtı platformlardaki bütünlüğün de bir
ölçüde zayıflaması mümkündür. Çünkü bu kez sorun
daha karmaşık hale gelmektedir. Sabancı’nın ve
MİT lojmanlarının bile ışıklarını söndürdüğü Susurluk
deneyimine alışık olan kesimler, doğrudan ordunun
el koyduğu bir sorun karşısında aynı rahatlığı
bulamayabileceklerdir. Daha önceki sayılarımızdan
birinde söylediğimiz gibi, Türkiye’nin düzeni
zaten “sövülebilir milletvekili dokunulamaz oligarşi”
modeli üzerine kuruludur. Bu kilit bir sorundur.
Dolayısıyla, işlerin böylece karmaşıklaştığı ve
kızıştığı bir ortamda platformlar ve işlevleri
çok daha fazla önem kazanacak ama bir yandan da
ciddi sıkıntılar yaşanabilecektir. O yüzden, emperyalist
savaşa karşı cephenin bir an önce yüzünü sorunun
gerçek sahipleri olan ezilenlerin dünyasına dönmesi,
yerel platformların öne çıkarılarak sorunun kitleler
arasında yayılması mutlak bir zorunluluktur. Bugünün
sorunu, Koordinasyon toplantılarında uzun uzun
teorik tahliller yapmak sorunu değil, aşağıdan
yukarıya bir kitlesel basınç yaratmak ve merkezi
kaymaları o rüzgar üzerinden engellemektir. Bu
anlamda sosyalist güçlerin kendi aralarındaki
diyalogları geliştirerek tutum birliğine ulaşmaları
ve bütün platformların kaderiymiş gibi görünen
dengeleri değiştirmeleri de özel bir önem kazanmıştır.
Önümüzdeki günler, zor ve sancılı olacaktır. Emperyalist
savaşa karşı yerel ve merkezi platformların önemi,
bir kaz daha yakıcı biçimde açığa çıkıyor. Bu
kez belki de savaş hali koşullarında yürütülecek
olan kampanyanın genişletilmesi, geniş kitlelere
taşınması günün acil görevlerindendir.
Devrimci sosyalistler açısından da zor ve önemli
görevler söz konusudur. Bugünün yakıcı sorunları
ile uzun vadeli programın gerekliliklerini birleştirmek,
süreç boyunca birini diğerine ezdirmeden yürümek,
kendi devrimci çalışmalarımızla platformların
yoğun takvimleri arasında bir denge kurmak, önümüzdeki
aylarda en ciddi sorunlarımız olacaktır. Emperyalist
savaşın engellenip engellenememesi bir yana, devrimci
sosyalizm dahil herkesin bu süreçten önemli dersler
alarak çıkacağı kesindir.
Dipnot
————————————————————-
(1) Burada bir an durup 1991’deki Körfez Savaşı
deneyimleri hatırlanırsa, o dönemde genel olarak
kitlelerin daha apolitik ve sinik bir yerde durdukları,
buna karşın savaş karşıtı gösterilerin dar ama
daha militan olduğu kaydedilebilir. Bugünse kitlelerin
emperyalist savaş konusunda deneyimleri ve duyguları
daha negatiftir ve gösteriler de şüphesiz daha
kitleseldir; ama öte yandan savaş karşıtı hareketin
niteliğinde bir zayıflama gerçekleşmiştir.
|