Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

C. TOPRAK

Şimdilik “Hayalet” Değilse de...
2003’ün perdesi dünya tarihinin en büyük kitlesel gösterileriyle açıldı. ABD’nin başını çektiği haydutluk koalisyonunu ciddi şekilde zorlayan büyük protesto gösterileri geçen yılın Kasım ayından bu yana bütün dünyaya yayılarak genişliyor. Her gün dünyanın bir köşesinden yeni protesto görüntüleri televizyon ekranlarına yansıyor, dünya halkları canlı kalkanlardan askeri konvoy engelleme girişimlerine dek birçok yoldan ABD saldırganlığına karşı duruyor.
Tarihin gelişiminin küçük küçük artılar ya da eksilerin birbirine basitçe eklenişinden ibaret olmadığı, onun her zaman birikmeler ve sıçramalar üzerinden diyalektik biçimde ilerlediği, bugünlerde bir kez daha kanıtlanıyor. On yıl öncesinin moral çöküntüsü içersinde, özellikle de Körfez naklen yayınının acizlik yaratıcı atmosferinde boğulurken üzerimize püskürtülen bir dizi teori (kamusallığın bittiği, kitlesel-örgütsel davranışların artık bir anlam ifade etmediği) yavaş yavaş bir sis tabakası gibi dağılmaya başlıyor ve ezilenler dünyası bugün kendi manevi teçhizatını yenilemeye girişiyor. On yıl önce hayal edilemeyen ve “artık hayal edilemeyeceği” vaaz edilen şeyler, milyonlarca insanın toplu davranışı, vb. bugünün umut yaratıcı gerçekleri olarak önümüzde duruyor. Bütün bu olup bitenleri son yıllardaki rutinleşmiş “küreselleşme karşıtı” gösterilerin basit bir devamı olarak algılamak da yanıltıcıdır; bu kez söz konusu olan birkaç metropolde toparlanıp harekete geçen seyyar gruplardan ötede, dünyanın bütün yüzeyi üzerine yayılan ve militan grupların dışındaki büyük güçleri de hareket ettiren bir dalgadır. Bu dalganın bugünkü somut hedefi, yani savaşı durdurmak açısından net bir başarı sağlayıp sağlayamaması da esasında ikincil bir sorundur; asıl önemli olan, bu büyük hareketin yarına taşıyacağı moral ve potansiyeldir. Yürüyen ve yürüdükçe sokaklarda çoğalmanın tadını almaya başlayan kitleler, bugün değilse de yarın için, devrimin hanesine yazılacak olan kazanımlardır. Hatta gösterilerin devlet tarafından organize edildiği bazı Ortadoğu ülkelerinin halkları için bile bu böyledir; sonuçta bu bile bir zorlanmanın ifadesidir ve ayrıca “hareketten bereket doğar” deyişi her ne kadar sosyalist harekette lanetlenmiş olsa da bu olumsuz yargı her zaman ve her koşulda geçerli değildir. Kitleler, yürüdükleri her yerde şu ya da bu ölçüde kendi deneyimlerinden öğrenirler ve bir arada olmanın güven duygusuyla karşılaşırlar; bu anlamda bugünkü süreç nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, geriye, geleceğe mutlaka bir şeyler kalacaktır.
Sürecin 1960’larla kıyaslanması da bütün bu açılardan çok fazla mümkün değilir. Benzer gibi görünen yanları olsa da bugünkü savaş karşıtı dalganın aslında 1968’lerin Vietnam gösterileriyle olumsuz ve olumlu yönlerden farkları vardır.
Örneğin 1960’ların yüksek devrimci morali ve iyimserliği, dönemin belirleyici faktörüdür. Katılan kitlelerin büyüklüğü bakımından bugünkünden daha zayıf olsa da 1960’ların gösterilerinin, dönemin ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarının yoğun etkisi altında daha fazla devrimci dinamikler barındırdığı kesindir. Buna karşın bugünkü savaş karşıtı gösterilerin içinde taşıdığı devrimci öz daha derinlerde saklanmakta, eylemlerin yönlendirici duygusu dünyada yükselen bir devrimler silsilesine değil, emperyalizmin yarattığı yakın tehlikenin can yakıcı etkisine dayanmaktadır. Deyim yerindeyse bugünkü hakim duygu, tam anlamıyla bir “can havli” dir; gerçekten de son on yılda pervasız bir imparatorluk düzeni inşa eden ve III. Bunalım Dönemi boyunca kesintilerle sürdürebildiği jandarmalık pozisyonundan adeta Hitlervari bir dünya hakimiyeti aşamasına geçmek isteyen ABD emperyalizmi, sadece ezilen sınıflar bakımından değil, kapitalist dünyanın güçler dengesi açısından bile “durdurulması gereken” bir güç haline gelmiştir. Özellikle büyük emperyalist metropollerdeki yoğun tepkinin arkasında, bu anlamda 60’larda olduğu gibi bir bütün olarak sistemin reddinden çok, bir vakitler “Almanya Almanya / Herkesten Üstün” diye söylenen Nazi şarkılarının Amerika tarafından tekrarlanıyor olmasının yarattığı dehşet duygusu vardır. Bütün bu gösterilerin içinde, hatta önünde sosyalistlerin ve ezilen sınıfların rol almasına karşın, yine de protesto dalgasının özü, yükselen bir devrimler dalgasının yarattığı “dünyanın değiştirilmesi” umudundan çok “azgınlığın dizginlenmesi” kaygısına dayanmaktadır.
Buna karşılık ise bugünkü gösteriler dalgası, bir ölçüde yukarıda açmaya çalıştığımız sebebin de etkisiyle geçmişteki hiçbir dönemle kıyaslanmayacak ölçüde yaygın ve küresel niteliktedir. Aşağı yukarı her gün, Londra’dan Jakarta’ya Tokyo’dan Washington’a kadar uzanan bir hat üzerinde her biri kendi özgün amaçları ve ideolojik arkaplanlarıyla da olsa milyonlarca insanın tek bir hedefe, ABD saldırganlığına karşı düzenlediği gösterileri izlemek mümkün hale gelmiştir. Şüphesiz bu kadarı bile, bütün teorik tahliller bir yana, somut pratikte devrimci sosyalist hareketin geleceği bakımından muazzam bir kazanımdır. Geçen sayımızda da belirttiğimiz gibi, ABD emperyalizmini bu operasyonu yapmaya artık mecbur ve mahkum eden olgu da budur. Çünkü politik-ideolojik arkaplan tartışmaları ne olursa olsun, bugünkü kitleselliğin en önemli yanı, dünyanın ezilenlerine gelecek için verdiği müthiş moraldir. Askeri harekâtın bugüne kadar ertelenmesi ve sistem içersinde ciddi çatlakların oluşması, (bunun pratik sebeplerinden bir bölümü, hatta tümü sistemin içsel çelişkilerinden kaynaklansa bile) son tahlilde ABD’nin on yıldır inşa etmekte olduğu “engellenemez güç” imajının ciddi biçimde sarsıntıya uğraması anlamına gelmektedir ve bütün bunlar Paraguay’daki herhangi bir işçiden Güney Koreli bir öğrenciye kadar milyonlarca insanın zihnine işlenmiş bulunan önkabullerin sarsıntıya uğramasına yol açmaktadır. 11 Eylül’de “vurulamazlık” efsanesi derinden sarsılan ABD, bu kez “durdurulamazlık” bakımından da nihai anlamda olmasa da ağır denebilecek bir darbe yemiştir. Belki hemen yarın değil ama yakın gelecekte bu kırılmanın ezilenlerin dünyasında yarattığı iyimserlik ve moralin daha doğrudan devrimci girişimlere kaynaklık edeceği kesindir. Evet, belki de şimdilik ortalıkta dolanıp duran şey, Manifesto’nın müjdelediği “komünizm hayaleti” değildir; bu konularda erken konuşmayı seven “küreselciler”in iyimserliğine katılmak gerekmiyor; ama öte yandan tarih işte böyle, dünden bugüne ve bugünden yarına akıp biriken fiziki ve moral olguların, çöp yığınlarının altında biriken metan gazı gibi sıkışıp patlamalarıyla yazılan bir şeydir. Biriken ve patlayan potansiyeller ise arkalarında hiçbir iz bırakmaksızın ortadan kaybolup gitmezler.

Yüzde Doksandördün İçi-Dışı
İşin Türkiye cephesindeki bir dizi sorunun yanıtı da yukarıda söylediklerimizin ışığında anlaşılabilir. Sonuçta, uluslararası düzeydeki savaş karşıtı dalganın bugünkü zayıf ve güçlü yanları, başka bir boyut üzerinden hareketin Türkiye’deki kolunu da belirlemektedir. Coğrafi olarak operasyon bölgesinin içinde yer alan ve pratik olarak da operasyona katılan Türkiye’deki savaş karşıtı cephenin Avrupa metropollerine kıyasla daha zayıf olması, şüphesiz açıklanabilir bir durum olmalıdır. Anketlerde açıkça görülen ve büyük ölçüde gerçeği yansıttığını hepimizin kişisel deneyimleriyle bildiği %94’lük savaş karşıtı eğilimin doğrudan biçimde alanlara niye yansımadığı sorusu gerçekten yanıtlanmaya muhtaçtır ve yanıtlanabilir. Evet, herhangi bir ülkede herhangi bir konuda belli bir kanaate sahip insanların tümünün ya da hatta salt çoğunluğunun o konuda aktif davranması zaten nadir görülen bir durumdur ama bu kanaate sahip insanların pek azının sokaklarda olması da bir “sorun” sayılmalıdır.
Devrimci güçlerin ve genel olarak savaş karşıtı platformların çalışma eksiklikleri, yöntem yanlışlıklarını daha sonra ele almak üzere şimdilik bir kenara koyarsak, soruna birkaç ayrı noktadan yaklaşmak mümkündür.
Bu noktada, her şeyden önce, “savaşa karşı olma” halinin arkaplanı ve dolayısıyla sınırları üzerinde durulabilir. Ve konuya bu açıdan baktığımızda, Körfez Savaşı günlerinde ya da 15 yıl süren Kürt savaşı sırasında kendiliğindenlik anlamında genel bir karşı çıkış ya da en azından “barışçı” bir tutum sergilemeyen Türkiye toplumunun (sınıfsal konumların dışında, toplam olarak malum %94’ün bütününü kastediyoruz) bu kez içinde bulunduğu ruh halinin de bir tür “can havli” olduğunu söyleyebiliriz. Son yıllarda yaşanan ekonomik çöküntülerle yıpranmış ve iyice yoksullaşmış bulunan alt sınıfların ötesinde, bu kez orta sınıfların ve sarsıntıları kaldırabileceklerin dışında kalan üst gelir gruplarının da olumsuz yaklaşımı, büyük ölçüde Körfez Krizi deneyiminden kalan hatıralarla bağlantılıdır.
Hatta belki bir adım daha atılarak, %94 toplamı içinde yer alan orta ve ortanın üstündeki grupların zaten tamamen kaybetmiş bulunan dip yoksullarından daha kaygılı oldukları bile söylenebilir. Mevcut bütün açlık ve yoksulluk endekslerini zaten çoktandır fiilen süpürüp atmış bulunan işçi sınıfı ve alt katmanların “bundan daha kötüsü ne olabilir ki” kaderciliğine gömülmeleri belki bir ölçüde mümkünken, ağır bir krizle dibe yuvarlanma tehlikesini her an ensesinde hisseden orta kesimler açısından savaş ciddi bir tehlike içermektedir. Daha basite, günlük konuşma diline indirgediğimizde, mesele, örneğin herhangi bir ayakkabıcı açısından hammadde ve satış fiyatları çerçevesinde “önünü görebilme” sorunudur ve bu kategoriler her zaman büyük-alt üst edici gelişmelerden ürküntü duyma eğilimindedirler.
Ama hepsi bu kadar değil; neoliberal dünya düzeninin “şımarıklık” denebilecek ölçüde pervasızca uyguladığı politikaların yarattığı bulanık bir anti-emperyalist duygu da bu ürküntülerle birleşmektedir. Gerçekten de özellikle IMF eliyle uygulatılan “istikrar” politikaları, birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de gitgide artan ölçüde “kötü giden her şeyin sorumlusu” olarak görülmeye başlanmış ve bu konudaki hoşnutsuzluk duyguları salt sosyalistlerin ya da sendikaların duyguları olmaktan çıkmıştır. Geçen sayımızda yayınladığımız “Ulusal Sorun” yazımızda da ifade edildiği gibi, ne ekilip ne biçileceğine bile emperyalist metropollerin karar verdiği yeni dünya düzeninde artık sıradan bir köylünün de IMF Türkiye Masası şefinin adını bilmesi ve mikrofon uzatıldığında doğrudan IMF’yi suçlayabilmesi sık rastlanan görüntüler olmuştur.
Karmaşık yollardan oluşan bu bulanık anti-emperyalist duygu, belki henüz devrimci düşüncelerle buluşma noktasında değildir ama ABD’nin uluslararası emperyalist kuralları bile hiçe sayan pervasızlığının yarattığı tepkiye bir ucundan eklenebilmekte ve böylece ortaya ciddi bir hoşnutsuzluk çıkabilmektedir. Savaş sırasında ve sonrasında ortaya çıkacak ekonomik sıkıntıların IMF ve ABD tarafından giderileceği yolundaki sözler de esasında geniş kitleler için bir anlam ifade etmemektedir; çünkü sokaktaki insan, bugünkü sıkıntıların kaynağının zaten IMF olduğu konusunda belli bir fikre sahiptir ve yeni “destek”lerin de bu yükü artıracağını düşünmektedir.
Yani bu konuda kitlelerin çoğunluğu açısından safdil bir bilgisizlik söz konusu değildir; en azından herkes TV haberleri izlemektedir ve insanlar bir politik “bilince” değil ama kabataslak da olsa politik “bilgi”ye sahiptir. Amerikalıların tipik kovboy küstahlığıyla davranmalarının yarattığı ahlaki tepki bir yana, sıradan insanlar, özellikle ezilen sınıflar, ortalığa dolar saçarak iyimserlik yaratmak isteyen ABD’nin bu tutumunun daha derin bir bağımlılığın başlangıcı olduğunu hissetmektedirler. “Bugünün dünyasında bağımsız bir ülke olmanın imkânsızlığı”na ilişkin karamsar düşüncelerin etkisi altında olsalar da, kitleler, kendi hayatlarına doğrudan zulüm ve yoksulluk olarak yansıyan bugünkü gizli-işgal durumundan hiçbir şekilde hoşnut değillerdir.
Öte yandan Kürt halkının duyguları ise zaten tartışılamaz biçimde “savaş karşıtı” bir noktadadır. Kürt örgütlerinin de savaş karşıtı tutum almaları bir yana, Kuzey’den Güney’e bütün parçalarda yaşayan sıradan Kürt insanının tarihsel deneyimi de bu türden her savaşın derin acılar ve katliamları beraberinde getirdiğini birçok kez kanıtlamıştır.
Yani sonuçta, dinsel faktörlerden ulusçuluğa kadar bir dizi başka etkenin de katkısıyla karmaşık yollardan oluşan bu genel “savaş karşıtı” tutum, homojen değildir; kendi içinde herkesin önceliklerine ve kaygılarına göre değişen farklı unsurlardan oluşmaktadır. Bir toplumsal yapının sınıfsal-sosyal karmaşıklığı düşünüldüğünde bu normal sayılabilir belki. Ama burada önemli olan, söz konusu genel hoşnutsuzluğun, yükselmekte olan bir devrimci iyimserliğin yarattığı “yeni bir düzen” umuduna, “tam bağımsız” bir ülke düşüne değil, esas olarak “korunma” duygusuna dayalı olmasıdır.
Devrimci hareketin henüz çevresinde bir güven atmosferi yaratamadığı günümüz koşullarında bu “korunma” ya da “az zarar görme” kaygısı, doğal olarak kendini aktif biçimde ortaya koymak yerine, sinik ve “iknaya açık” bir tutum olarak belirmektedir. Üstelik bu, yalnızca Türkiye özgülüyle bağlı bir durum da sayılamaz; dünyadaki genel atmosfer de bütün sıcaklığına rağmen henüz alternatif bir umudu öne çıkarabilecek olgunlukta değildir.(1)
Sonuçta, %94 gibi çok yüksek bir “savaşa karşı olma” oranının sokağa yansımasının çok düşük olmasının nedenleri -bazı faktörler ihmal edilirse eğer- böyle özetlenebilir. Bu oran, sokağa yansımamaktadır; çünkü insanların büyük bir bölümü hâlâ savaşın engellenebileceği konusunda kuşkulu görünmektedir. 1 Mart mitinginin olumlu etkisi bu bakımdan önemlidir ama yine de sorun ortadan kalkmış değildir. Genel olarak kitlelerin çoğunluğu, Irak operasyonunun sonuçlarının kötü olacağını (ekonomik, dinsel, ulusal, vb. kaygılarla) sezmekte, ancak emperyalist koalisyondaki çatlaklara, vb. rağmen ABD’nin haydutluğunun engellenebileceğine en azından kesin bir netlikle inanmamaktadırlar; bu durum “savaşa karşı olma” nedenlerinin karmaşıklığı ve zayıflıklarıyla da birleştiğinde ortaya, zorla ya da provokasyonlar-şovenizm yoluyla “ikna” edilebilecekleri bir durum çıkmaktadır. Bu elbette tam bir “ikna” değildir ve zaten böyle bir “ikna” da gerekmemektedir; ama kitlelerin büyük çoğunluğunun “hareketsiz kalması” ya da “sokağa çıkmak yerine hoşnutsuz bir yüz ifadesiyle sonuçları beklemeyi tercih etmesi” de emperyalizm ve oligarşinin planları bakımından yeterli olacaktır.
Daha doğrusu, zaten sokağa çıkmayı bilen ve alışmış olan örgütlü güçlerin dışındaki büyük çoğunluğunun geçici olarak pasifikasyona uğratılması bile, oligarşi açısından yeterlidir. Bu, sokaktaki güçlerin tasfiyesi için türlü çeşitli provokasyon ve saldırıların yapılmayacağı anlamına gelmez; ama protesto gücünün belli bir rakamı aşmaması, kitlelerde “yanlış geleneklerin” oluşmaması bakımından önemlidir.

Milyonlar, Onbinler
ve Koordinasyon

Bütün bunlara bakarak, solun ve genel olarak savaş karşıtı platformların harekete geçirebileceği kitlesel gücün bugün alanlardaki sayıyı aşamayacağı, aşmasının mümkün olmadığı söylenebilir mi? Kuşkusuz hayır... Ne Türkiye’nin genel sol potansiyeli ne de savaş karşıtı cephenin biraraya toparlayabileceği güçler toplamı bu kadar değildir.
%94 rakamı ile Kadıköy’deki on bin ya da Ankara’daki yüzbin arasındaki derin fark ise zaman zaman Koordinasyon toplantılarında dile getirilen “İsviçre’nin kasabalarında bile 40 bin kişi toplanıyor” kompleksleriyle çözülebilecek, anlaşılabilecek bir sorun değildir. Ayrıca bu fark, ne Aziz Nesinvari “biz adam olmayız”larla ne Ortadoğu kültürü üzerine derin akıldaneliklerle ne de çok basit olarak Avrupa demokrasisi-Türkiye totalitarizmi karşılaştırmalarıyla açıklanabilir bir şeydir. Üstelik bu tür “kendi kendini aşağılamalar”la savaş karşıtı hareketin moralini yıpratmak doğru değildir; çünkü bugüne dek yapılanlar da öyle çok hafife alınacak şeyler sayılamaz. Kuşkusuz yukarıda sayılanların birçoğunda gerçeklik payı vardır. Kuşkusuz Türkiye insanının toplumsal belleğinde çok sayıda kanlı görüntü vardır ve sokağa çıkmanın ciddi bir risk oluşturmadığı kapitalist metropollere göre bu bir dezavantaj oluşturmaktadır. Kuşkusuz özellikle son yirmi yılda oluşturulan yoğunlaştırılmış şiddet ortamı bir çok şeyin engelidir. Ama bütün bunlara karşın yine de 1 Mart’ta ortaya çıkan rakamın bir üst sınır olduğu söylenemez.
Bu noktada karşılaştığımız sorun, devrimi güçlerin süreçteki performansı ve etkinliği ile savaş karşıtı platformların yapısıyla ilgilidir.
Herhangi bir yanlış anlamayı gidermek için en baştan, hem yerelliklerde hem de merkezi düzeyde oluşturulan savaş karşıtı platformların son derece yararlı olduğunu ve süreç boyunca çok önemli işlevler gördüğünü, göreceğini belirtmek gerekiyor. Örneğin, bütün içsel zayıflıklarına ve sorunlarına karşın, yüz elliden fazla kurum ve çevreyi bir araya getiren “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu”nun oluşmuş olması da önemli bir olgudur. Keza yerel platformlar ve çeşitli illerdeki girişimler de sürecin önemli unsurlarıdır. Örneğin sadece devrimci yapıların bir bölümünün bir araya gelerek kendi güçleriyle organize edecekleri bir mitingin 1 Mart düzeyini yakalayamayacağı kesindir. Ayrıca herhangi bir tekil eylemin ötesinde, devrimci güçlerin ve devrimci sosyalistlerin kendi dışlarındaki güçlerle, bu arada bir çok konuda uzlaşamadıkları ve uzlaşamayacakları güçlerle de bir araya gelmeleri doğrudur ve gereklidir. Devrimciler kendi bağımsız tutumlarını korumak koşuluyla savaş karşıtı çevre, grup ve bireylerin mümkün olan en geniş kesimiyle birlikte iş yapabilirler ve yapmaya da alışmalıdırlar. Bu zorunluluk, çoğu durumda kendine güvensizliğin dışavurumu olan aşırı alınganlıkların terkedilmesini, hatta bazen birliğin devamı uğruna birkaç gevezenin dikkate alınmamasını da gerektirebilir. Aynı şekilde, bu platformlarda zaman zaman bireysel temsiliyetlerin oluşmasıyla ortaya çıkan hukuk dengesizlikleri de tolore edilebilir bir durumdur; yani herhangi bir müzisyen ya da entelektüelin koordinasyonda kendi kişisel kimliğinin temsili içersinde olması, aynı platformdaki devrimci yapıların kimseyle eşitlenmesi anlamına gelmez, pratikte işler her zamanki yolundan, örgütlü olmanın avantajları üzerinden yürür. Burada asıl sorun, söz konusu kişilerin kendilerinden değil, “örgütsüzlük” halini pek seven ve adeta bir erdemmiş gibi algılayan postmodern-reformizmin iflah olmaz gevşekliğinden kaynaklanmaktadır. Yani, bizzat kendileri çoğu kez oldukça alçakgönüllü davranan bu insanlar aslında sorun olmamakta, örgütlü devrimci güçlere duydukları husumet duygusuyla davranan reformizm onlara VIP muamelesi yapmakta ısrar etmektedir. Yoksa devrimci yapıların, emperyalist vahşet karşısında tutarlı bir tavır almak isteyen ama herhangi bir kurumsal kimliği olmayan namuslu insanlarla ilgili bir sorunu yoktur ve “burnu büyük” bir tutumla kimseyi hor görmek devrimciler için pek çocukça bir davranış olur.
Bu bağlamda kendisini İslamcı ya da müslüman olarak tanımlayan kesimlerin savaş karşıtı gösterilerde boy göstermesi, bizim o gösterilerden çekilmemizi, vb. gerektirmez. Bugün söz konusu olan şey, devasa büyüklükteki bir uluslararası savaş karşıtı cephedir ve ABD emperyalizminin saldırganlığının bir biçimde törpülenmesi, esas olarak ilerici insanlığın, solun hanesine yazılacak moral kazanımdır. Bu, geniş bir perspektiftir. Eğer Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde dinsel düşünceli insanlar, bugünkü büyük emperyalist haydutluğa karşı kendi ahlaki, vicdani, vb. duruş noktalarından hareketle karşı çıkmak istiyorlarsa, bu onların bilecekleri iştir. Herhangi bir genel mitingin içinde yer alırlar ya da almazlar. Özellikle Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu, işin başından itibaren devrimcilerin öncülüğünde, onların egemen olduğu bir tarzda kurulmuş değildir; eğer her şey bu biçimde gelişmiş olsaydı kuşkusuz durum da farklı olurdu ve bu güçlerle birlikte olmayı tercih etmezdik. Ancak ilerde de tartışacağımız gibi zaten bu konuda genel bir eksiklik baştanberi bulunmaktadır. Yani bugün devrimci sosyalistler kendi düzenledikleri eylemlerde bu güçlerle bir arada olmazlar, onları bir “müttefik” pozisyonuna yükselterek şirinlik gösterileri yapmazlar, bu yeterince nettir. Ama binlerce insanın bir arada yürüdüğü bizim inisiyatifimiz dışında düzenlenmiş bir mitingte islamcı kesimin de yer alması, bizim orada olmamamız için bir neden değildir. Ayrıca bu konuda da asıl sorun postmodern “çokkültürlülük” ideolojilerinin etkisi altında bu ilişkiye aşık olanlardan, onların kurdukları dalkavukça ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Devrimci güçlere karşı açık ya da ima yollu bir husumet içersinde olan postmodern-reformizm, devrimcilerle ilgili olarak hiç hissetmediği kardeşlik ve hoşgörü duygularını İslami kesimler söz konusu olduğunda abartmakta ve bu ilişki “2003 Kış-Sonbahar modası” olarak önümüze gelmektedir. Örneğin kentin yoksul mahallelerinde devrimci güçlerin organize ettiği bir tek savaş karşıtı eyleme merkezi olarak katılıp destek vermeyen ISHK ve Emek Platformu yöneticileri, Beyazıt Camiin önündeki şeriatçı kalabalık içersinde boygöstermeyi ve “orada karşılaştıkları hoşgörü”den övgüyle söz etmeyi bir marifet sanmakta ve üstelik bu övgüleri İslamcıların TKP’yi eleştirdiği bir konuşmanın hemen ardından yapabilmektedirler. TKP’nin bu aralar “laikliğe” aşırı merak sarmasının tartışılacak yanları bir yana, buradaki tavır, açıkça belleksizliğin ve omurgasızlığın ifadesidir.
Devrimci sosyalistler açısından ise sorun çok açıktır: Biz, bugünkü ABD karşıtı uluslararası hareketin tarihsel önemini ve geleceği kapsayacak moral etkilerini derinden kavrıyoruz. Bu anlamda da kendi ideolojik-politik temelimize duyduğumuz güven çerçevesinde bizim gibi düşünmeyen savaş karşıtı güçlerle bir arada olmaktan, geniş organizasyonlarda bir araya gelmekten çekinmiyoruz. Bu anlamda sokakta ya da ezilen sınıfların dünyasında, mekanlarında, mahallelerinde, vb. hiçbir ciddi güç ifade etmeyen kurumlar ve kişilerle bile hiçbir kompleks hissetmeksizin bir arada oluruz, olmalıyız.

Şu Eski Heves: Aşırılar Olmasa...
Ancak özellikle bugünün en geniş ve aktif organizasyonu olan “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu” bakımından düşünüldüğünde, sorun bu noktadan değil, başından beri bir şekilde ipin ucunu bir biçimde elinde tutmaya devam eden anlayışların, devrimci kesimlere yönelik bir önyargıyı ve tutumu çizgi haline getirmiş olmalarından kayanklanmaktadır. Daha da açıkça söylersek, yaklaşık otuz yıldır sürmekte olan “devrimciler olmasa da şöyle ağız tadıyla bir miting yapsak” hevesi bu topraklarda hâlâ tükenmiş değildir. Bu hevesin kimi zaman açıkça kimi zaman da üstü kapalı olarak dile getirilen temeli ise, “devrimci kesimlerin varlığının geniş kitlelerin eylemlere katılımını engellediği, çünkü devrimcilerin genel olarak şiddet eğilimli ve eylemi kullanıcı bir tarza sahip oldukları” tezidir.
Kitlelerin “akın akın mitinglere gelmek istediği” ve fakat devrimcileri, Kürtleri görüp “geri kaçtığı” aldatmacası üzerine kurulu bu yaklaşımın sahipleri, açıkça ifade etme cesaretini gösteremeseler de esasında yaşı kemale ermiş sendikacılar, reklam ajansı sahibi yeni-solcular ve parlak görünüşlü medyatik aydınlar ile yürüdüklerinde milyonlarca insanın bu “temiz görünümlü” ve “Avrupai” gösteriye katılmak için can atacakları konusunda emindirler. Daha doğrusu gerçek durum böyle olsun olmasın, bu, onları rahat ettirecek bir durumdur. Devrimci güçlerin ve örneğin HADEP’in kentlerin varoşlarından toparlayıp alanlara taşıdığı kılıksızlar ve baldırıçıplaklar ise şüphesiz vitrini bozmaktadırlar!
Bu arada HADEP’in kitle gösterilerinde her zaman çok doğru davrandıklarını söyleyecek değiliz; açıkçası bu konuda ciddi sabıkalar vardır. HADEP’in çoğu kez kendi gündemi ve dönem hedefi neyse onu dayatarak davranması salt “kitlenin kontrol edilememesi” ile açıklanabilecek bir durum değildir; bu açıkça bir politik kültürdür. Ancak 15 Şubat Kadıköy eylemindeki 10 bin kişilik başarısızlığın hemen ardından koordinasyon kürsüsünde, bu durumun nedenleri üzerine tek bir sosyolojik, politik çözümleme yapmaksızın saatlerce HADEP’e hakaretler yağdırılmasının da bütün bunlarla ilgisi yoktur. Herkesin kolayca farkedebildiği gibi orada esas sorun, HADEP üzerinden genel olarak devrimci kesimlere yönelen bir tutumdur.
Sonuç olarak bu iddia ve bu tez doğru değildir. Tam tersine, savaş karşıtı hareketi asıl sakatlayan sorun, Koordinasyon’un katılımcılarının değil ama onu fiili olarak yönlendirenlerin Beyoğlu atmosferinden dünyaya bakmaları ve yoksulların geniş dünyasına ulaşmak yerine gözlerini Batı metropollerindeki renk cümbüşüyle kör etmeleridir. Londra’daki, Paris’teki gösterilerdeki banliyö ağırlığını görmeyen, görmek istemeyen bu anlayış, tıpkı Türk TV’lerinin 1 Mayıs’larda yaptığı gibi o gösterilerin “karnaval” unsurlarını ve öne çıkan medyatik şahsiyetleri kamerasına kaydetmekte, geriye kalan yüzbinlerce insanı, arada kırılan camları, vb. hesap dışı tutmaktadırlar.
Böylece “ayıklanmış-temizlenmiş” görüntüler üzerinden “Avrupa’da bir milyonluk gösteride tek bir slogan atılabiliyor” gibi gerçekdışı efsaneler üretilebilmektedir. Tek sloganlı, tek pankartlı en son mitinglerin Göbbels tarafından organize edildiğini unutmuş görünen bu anlayış, böylece hem uluslararası gösterilerin gerçekliğini saptırmakta hem de bu saptırmadan hareketle devrimci güçleri sanki “iflah olmaz Ortadoğu pragmatistleri” olarak sunmaya çalışmaktadır.
Oysa, bilinmektedir ki buradaki asıl fark, devrim diye bir umudu ve perspektifi yitirmiş oldukları için artık herhangi bir zamandaki herhangi bir kampanyayı salt kendi amacıyla sınırlı olarak gören reformist anlayışla, savaşla ilgili olan dahil her kampanyayı uzun bir devrimci sürecin parçası olarak gören devrimci anlayış arasındadır.
Yani, en azından devrimci sosyalizm adına konuşursak sorun, yalnızca bir protesto eylemi değil, aynı zamanda ve bununla çelişmeksizin, alanlara yeni insanların taşınması, politik pratik içersinde deneyim kazandırılması, birlikteliğin moral üstünlüğünün genç insanlar tarafından yaşanması gibi uzun vadeli amaçları da kapsayan bir perspektif sorunudur. Bu, bir eylemin “kullanılması” değil, her eylemin doğal işlevidir; başkaları bir mitingin akşamüstü bittiğini düşünebilirler; devrimci sosyalizm için ise her eylem, öncesiyle sonrasıyla genel bir sürecin bütünlüğü içinde yer alır.
Medyatik atmosferle ilgili takıntı da aynı biçimde, ezilenlerin dünyasını değil merkezi esas alan yaklaşımın ürünüdür. Yerel platformları ve yeni işçi katmanlarının geniş dünyasını esas alan, oralara giden ve oralardaki insanları, atölyeleri, ev kadınlarını sokağa çıkaran bir yaklaşım yerine, mümkün olan en çok sayıda “şöhretli insan”ı bir araya getirme ve TV haberlerinde böylece birkaç saniyelik görüntüler elde etme anlayışı, aslında uzun süredir vardır. Bir tür üst tabaka “barışçı” tipi, İHD bünyesinde zaman içersinde bir “insan hakları sosyetesi”nin oluşmasına benzer biçimde, yaratılmaktadır. Örneğin ISHK toplantılarının hiçbirinde Koordinasyon’un tam kadroyla herhangi bir gecekondu mahallesine, bir fabrikalar havzasına “çıkarma” yapması ve bildiriler dağıtması gibi bir tarz düşünülmemiştir bile. Kimse Tuzla vardiyalarını kollayıp aydınıyla, sanatçısıyla, sendikacısıyla oraya gitmeyi ya da örneğin aynı kadroyla Esenyurt’a gidip fiili bir miting yaratmayı önermemiştir. Ama buna karşın Koordinasyon yöneticileri, Cuma namazı sonrası yapılan gösterilere katılıp konuşmacı olabilmişlerdir.
Açıkça görüldüğü gibi sorun, devrimcilerin varlığının savaş karşıtı cepheyi daraltması sorunu değil, Koordinasyon yöneticilerinin kendi kendilerini belli bir alana daraltmaları sorunudur. Yoksa Emperyalist savaşa karşı mücadelenin imkânları ve yöntemleri neredeyse sonsuzdur, yüzlerce yoldan kitlelere ulaşılabilir; bunların arasında şüphesiz Greenpeace’in kendine özgü eylemlerinden tek kişilik yürüyüşlere ve medyatik gösterilere kadar her şey bu çerçeve içersinde yer alabilir; ancak sorunun gerçek sahibine, ezilenlerin dünyasına ulaşmayan ve üstelik onların dünyasından gelen devrimci organizasyonları kolayca “vandalizm”le suçlayabilen anlayışlarla bir yere varabilmek, bugünkü kitlesellik limitlerini aşabilmek mümkün değildir. Anti-emperyalist cephenin ana damarları, orada, çalışan insanların, ev kadınlarının, liseli gençlerin basit dünyasındadır çünkü. Yüzünü oraya, o dünyaya dönmeyen hiçbir kampanya %94’ün alanlara yansıması konusunda ciddi bir ilerleme sağlayamaz.

Yaratıcı ve İnisiyatifli Olmak
Örgütlü devrimci güçlerin kampanya süreci boyunca sokakta ortaya koydukları performans ile platform düzeyindeki inisiyatifleri arasında var olan açı ise başka bir sorundur ve açıkçası derin bir yaradır. Bütün yerelliklerde elinden geleni yapan ve merkezi eylemlere de istenilen düzeyde olmasa da toplumun diri ve öfkeli güçlerini taşıyan devrimci yapılara karşın, merkezi düzlemde işlerin yürütülüş biçimine başkalarının hakim olması, aslında tarihi geçmişi olan bir sorundur. 1980’lerin sonlarında özellikle 1 Mayıs gösterilerinde iyi bir performans ortaya koyan ve hatta bu gösterilerde şehit veren devrimci güçler, daha sonraları başlayan yasal 1 Mayıs’larda da her zaman alana en büyük kitleleri taşımış olmalarına karşın belli bir noktadan sonra işlerin organizasyonunu kendi dışındaki güçlere, örneğin sendikalara, vb. bırakmışlar ve bu durum adeta bir gelenek haline dönüşmüştür. Kendiliğinden ya da yasal zorunluluklar nedeniyle oluşan bir durum, zamanla bir katı kural olmuş, “dünyayı değiştirme” iddiasına sahip olanların kitlesiz sendikacıların belirlediği yerde yürüdükleri tatsız bir durum ortaya çıkmıştır. Özellikle 90’ların ortalarındaki gösterilerde devrimciler bir ara alanlara güç yığma kapasitelerini maksimize ettikleri halde yine de statüko değişmemiştir.
O günlerden bu günlere gelinirken iş organizasyonunu başkalarının yapması, devrimci yapıların ise katılımcı düzeyine inmesi, genel bir siyasi kural olarak benimsenmiştir. Bugün yaşanan, bir anlamda bu eski günahın, devrimcilerin birlikte davranarak üstesinden gelebilecekleri bir olgunun ürünüdür ve aşılması da pek kolay olmayacaktır.
Ama yalnızca bu kadar değil; devrimci güçler bu türden süreçlerde gösterdikleri yaratıcılık eksikliği bakımından da bir muhasebeye ihtiyaç duymalıdırlar. Örneğin 1 Mart mitinginde ve başka eylemlerde örgütsüz-bağımsız göstericilerin sayısının oldukça yüksek olmasından bazıları “özgürlük” adına keyif duyabilir belki; ama bu durum devrimciler için de ciddi bir uyarı olmalıdır. Bu sorun, yalnızca oligarşinin 12 Eylül’den başlayarak baskı ve neoliberalizm yoluyla yarattığı bir insan tipine gönderme yapılarak geçiştirilemez; artık ortada ciddi bir güven ve tutarlılık sorunu da vardır. Devrimci hareket, en gelişkin dönemlerinde de elbette toplumsal muhalefetin tümünü kapsayamayacaktır; ama eğer emperyalist savaşa karşı eylem yapmak isteyen, bunu yapacak kadar düzen-karşıtı olan bir kesim varsa ve bunlar kendilerini otonom ya da özerk birtakım zeminlerde ifade etmeyi tercih ediyorlarsa, burada ciddi bir sorun var demektir.
Devrimci sosyalizm, bu sorunun uzun bir birikimin sonucu olduğunu ve günlük-geçici önlemlerle çözülemeyeceğini bilmektedir. Sorun, artık deyim yerindeyse bu ülkenin makus talihine indirilecek bir kılıç darbesiyle çözülecektir.
Ancak her şeyi genel atmosferin değişmesi noktasına havale etmeden, bugün, günlük hayatın içinde de yapılabilecekler vardır. Bunun için her şeyden önce devrimci güçlerin kendi içlerinde belli bir diyalog-örgütlenme biçimi geliştirmeleri ve böylece her platformda kendi ağırlıklarını daha ciddi biçimde hissettirmeleri gerekmektedir. Zaten büyük ölçüde devrimcilerin inisiyatifi altında olan yerel platformların geliştirilerek emekçi mahallelerin basıncının merkezi düzeye taşınması bir gereksinme olmakla birlikte, devrimciler merkezi platformlarda da daha baskın bir tutum almalıdırlar.
Ayrıca, devrimci güçler ve özel olarak devrimci sosyalistler, büyük kampanyaların ve geniş meşruiyet alanlarının havasını daha iyi soluyarak daha çarpıcı sloganlar, daha yaratıcı çalışma biçimleri bulmak zorundadırlar. Miting alanlarındaki bütün çarpıcı esprilerin ve sloganların marjinal gruplar tarafından bulunması herhalde bir yasa maddesi değildir; devrimciler kitlelere yanlış politik bilinç taşıyan slogan ve kampanyalar üretmemeli (örneğin salt hükümeti hedef alan sloganlar gibi) ama geniş yığınlara ulaşabilecek popüler formlar da yaratabilmelidirler. Nihayetinde her kitle çalışması ve kampanya, kendi özgün çerçevesi ve hedefleri üzerinden yürür ve o hedeflere yüklenirken her adımda “reformizm” takıntısıyla hareket etmek mümkün değildir, saçmadır. Bazen bir kampanya oligarşinin sözcülerinden birini ya da belli bir uygulamayı hedef tahtasına koyar ve o hedefe vururken “ama bu kökten bir çözüm değil ki” diyerek davranamayız. Böyle kaba indirgemeci bir mantıkla sonuçta elimizde “yaşasın komünizm” sloganından başka tek bir “doğru” slogan kalmaz. Oysa ne hayat böyle akar ne de bir kampanya bu kadar genel ve “sağlamcı” bir zemin üzerinden yürütülebilir. Devrimci sosyalizm, her kampanyanın havasını, meşruiyet atmosferini ve kitlelerin ruh halini bir bütün olarak dikkate alarak tutumunu belirlemelidir. Ancak o zaman sürecin bütününe etki edebilecek bir konuma ulaşabilecektir.

Her Şey Asıl Şimdi Başlıyor
Sürecin bugün geldiği nokta, artık birkaç ay öncesinden daha kritiktir.
Emperyalist savaşa karşı kampanya bir anlamda, asıl şimdi başlamaktadır. 1 Mart mitingi, ciddi ve önemli bir adımdır, evet, ama doğrusu meclise “onurlu davranışı”ndan ötürü çiçek gönderenler biraz erken davranmışlardır. 1 Mart, bir moral güçtür ama emperyalist savaşa karşı cephe bu moral kazanımı bir kenara yazıp geleceğe bakmalıdır.
Gelecekte ise sivil ve askeri Özkök biraderlerin sürece koyduğu ağırlıkla belirlenen yeni bir atılım vardır ve bu yeni sürecin esas ayağını “tezkere” gibi görüntüsel bir unsur değil, pratikte fiilen yürütülen işgal harekâtı bulunmaktadır. İşlerin aylardır fiili düzeyde yürüdüğü, aslında kimsenin resmi izinlere pek gerek duymadığı ve zaten gayrı-resmi “izin”lerin de (!) hükümet ya da meclisle değil, başka yerlerle görüşüldüğü artık sokaktaki insanlar tarafından bile biliniyor. Sonuçta gemiler, askeri araçlar durmadan bir yerlerden bir yerlere gidip gelirken ve bütün süreç alttan alta yürürken savaş karşıtı kampanyanın “Türkiye’nin savaşa girmesini önleme” hedefi aslında bir anlamda eski önemini yitirmiştir. Şimdi yapılması gereken mevcut “fiili katılım” sürecinin durdurulması, engellenmesidir.
Bütün bunlardan daha önemlisi de Güney’de uzun yıllardır devam etmekte olan işgal durumunun artık son derece net biçimde derinleştirilmesi, Türk ordusunun bütün ağır silahlarıyla bölgeye girmesidir.
Bütün bunların emperyalist savaşa karşı kampanyanın önüne koyduğu sorumluluk ise çok ağırdır. Çünkü sorunun aslında başındanberi AKP eksenli bir sorun olmadığı, olup bitenlerin hepsinin klasik deyimle “devlet politikası” olduğu herkes açısından netleşiyor. Bu, durumu giderek zorlaştıran, mevcut çerçeveleri ve sloganları yetersizleştiren bir olgudur. Yani örneğin, Koordinasyon konseptinde yeralan “ABD’nin Irak’a saldırısını ve Türkiye’nin bu savaşa ortak olmasını önlemek” biçimindeki ortak payda, bugün “Türkiye’nin Güney işgaline karşı çıkmak ve Kürt halkını savunmak”la ilgili bir üçüncü hedefle buluşmak zorundadır. Aksi takdirde genel geçer bir ABD karşıtlığı ve Türkiye’nin savaşa ortak olmasını salt “tezkere”ye bağlayan bir anlayış, sorunun yalnızca bir yanını görecek ve gerçek bir savaş karşıtlığı durumunu ifade etmeyecektir.
Üstelik bu kadarıyla yetinmek, açıkçası işin daha az riskli yanıyla durumu idare etmek anlamına gelecektir. Çünkü neticede, “uzak” diyarlardaki ABD’nin planlarına milyonlarca insanla birlikte karşı çıkmak, yakında, hatta tepemizdeki oligarşinin planladığı pratik işgale karşı çıkmaktan daha az riskli bir şeydir. Aynı şekilde zaten basınç altında şaşkın tavuğa dönen bir AKP hükümetine sövüp saymak ve onu hedef tahtasına koymak, olayların arkasındaki temel güç olan orduya ve oligarşinin bütününe karşı çıkmaktan daha az risklidir. Üstelik bunlar sadece fiziksel riskler değildir; elbette süreç ilerledikçe baskı aygıtı da bize karşı sertleşecektir ama asıl risk unsuru, Güney’deki gelişmelerle provoke edilen kitlelerin duygularının değişmesi ve ilk ağızda herkesi %94’le birleştiren savaş karşıtlığının parçalanmasıdır. Halkın büyük çoğunluğunun ABD’ye karşı olan duyguları belki yine değişmeyecektir ama bu kez “Türkiye’nin güvenliği” demogojisi milyonlarca insanı teslim alabilecektir. Ya da en azından “hoşnutsuz bir bekleyiş”in öne çıkması ve savaş karşıtı cephenin böylece zayıflaması mümkündür.
Ancak %94’teki bu parçalanma hali, hesaba katılması ve bir ölçüde de göze alınması gereken bir olgudur. Göze alınması gerekir; çünkü TSK’nın müdahalesini de kapsamayan bir “savaş karşıtlığı” yarım ve samimiyetsiz olacaktır. Sadece “ABD askeri olmayacağız” üzerinden giden ve “Türkiye Irak’tan elini çek” demeyen bir savaş karşıtlığı, savaşın bir bölümüne karşı olmak anlamına gelecektir. Habur’dan geçen araçlardan sadece ABD ordusuna ait olanları dikkate almak, bölge halkının acılarını hiç anlamamak olacaktır. Ve en önemlisi de bu, 15 yıl süren savaş boyunca dünyanın dört bir köşesinde olup bitenleri dört gözle izleyip yanıbaşındaki katliamları görmeyen tipik aydın tutumunun yeni bir boyutta devam ettirilmesi olacaktır, ki böylece sol ve Kürtler arasındaki yeni yabancılaşmaların temeli atılmış olacaktır.
Bu noktada, sadece genel duygu birliğinin değil savaş karşıtı platformlardaki bütünlüğün de bir ölçüde zayıflaması mümkündür. Çünkü bu kez sorun daha karmaşık hale gelmektedir. Sabancı’nın ve MİT lojmanlarının bile ışıklarını söndürdüğü Susurluk deneyimine alışık olan kesimler, doğrudan ordunun el koyduğu bir sorun karşısında aynı rahatlığı bulamayabileceklerdir. Daha önceki sayılarımızdan birinde söylediğimiz gibi, Türkiye’nin düzeni zaten “sövülebilir milletvekili dokunulamaz oligarşi” modeli üzerine kuruludur. Bu kilit bir sorundur.
Dolayısıyla, işlerin böylece karmaşıklaştığı ve kızıştığı bir ortamda platformlar ve işlevleri çok daha fazla önem kazanacak ama bir yandan da ciddi sıkıntılar yaşanabilecektir. O yüzden, emperyalist savaşa karşı cephenin bir an önce yüzünü sorunun gerçek sahipleri olan ezilenlerin dünyasına dönmesi, yerel platformların öne çıkarılarak sorunun kitleler arasında yayılması mutlak bir zorunluluktur. Bugünün sorunu, Koordinasyon toplantılarında uzun uzun teorik tahliller yapmak sorunu değil, aşağıdan yukarıya bir kitlesel basınç yaratmak ve merkezi kaymaları o rüzgar üzerinden engellemektir. Bu anlamda sosyalist güçlerin kendi aralarındaki diyalogları geliştirerek tutum birliğine ulaşmaları ve bütün platformların kaderiymiş gibi görünen dengeleri değiştirmeleri de özel bir önem kazanmıştır.
Önümüzdeki günler, zor ve sancılı olacaktır. Emperyalist savaşa karşı yerel ve merkezi platformların önemi, bir kaz daha yakıcı biçimde açığa çıkıyor. Bu kez belki de savaş hali koşullarında yürütülecek olan kampanyanın genişletilmesi, geniş kitlelere taşınması günün acil görevlerindendir.
Devrimci sosyalistler açısından da zor ve önemli görevler söz konusudur. Bugünün yakıcı sorunları ile uzun vadeli programın gerekliliklerini birleştirmek, süreç boyunca birini diğerine ezdirmeden yürümek, kendi devrimci çalışmalarımızla platformların yoğun takvimleri arasında bir denge kurmak, önümüzdeki aylarda en ciddi sorunlarımız olacaktır. Emperyalist savaşın engellenip engellenememesi bir yana, devrimci sosyalizm dahil herkesin bu süreçten önemli dersler alarak çıkacağı kesindir.


Dipnot
————————————————————-
(1) Burada bir an durup 1991’deki Körfez Savaşı deneyimleri hatırlanırsa, o dönemde genel olarak kitlelerin daha apolitik ve sinik bir yerde durdukları, buna karşın savaş karşıtı gösterilerin dar ama daha militan olduğu kaydedilebilir. Bugünse kitlelerin emperyalist savaş konusunda deneyimleri ve duyguları daha negatiftir ve gösteriler de şüphesiz daha kitleseldir; ama öte yandan savaş karşıtı hareketin niteliğinde bir zayıflama gerçekleşmiştir.

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul