“Kötü zamanlardır ki kötü adamlar
/ Haktan uzaklaşırlar da halka yakınlaşırlar.”
Böyle diyor, tasavvuf şairlerinden 1700’lü yılların
tasavvuf şairlerinden biri... İlk bakışta, her
şey tuhaf bir sözcük oyunuymuş gibi görünüyor
belki ama 2000’li yıllara, hatta genel olarak
son yirmi yıla şöyle bir derinden bakıldığında,
Şairin tanrıdan-vicdandan uzaklaşıp sıradanlaşmak
üzerine söyledikleri değişik bir yorumla anlaşılabilirmiş
gibi görünüyor... “Hak”tan, doğruluk ve vicdan
gibi kavramlardan uzaklaşıp halka “yakınlaşmak”,
yani mevcut duruma, her gün yaşanan gerçekliğe
teslim olmak, genel olarak “iyiliğin” maddi çıkarlar
uğruna terk edilişi, epeydir zamanımızın günlük-alışılmış
davranışları arasındadır.
Elbette, mülk-çıkar ilişkileri tarihinin bütünü
ve özellikle de kapitalizm, bütün ulvi-yüksek
düşünceleri silip süpüren, onların yerine somut
insanın çıkarlarını koyan yapısıyla bu sızlanışın
esas kaynağıdır. Özellikle kapitalizm, kendi doğası
gereği günlük hayattan her türlü ahlaki-vicdani
ilkeyi kovar ve kârın maksimize edilmesini hepsinin
yerine koyar.
Ama yine de, özellikle Türkiye’nin yakın tarihine
insan davranışlarının ölçütleri bakımından yaklaşıldığında
kendine özgü dönemlerin varlığı görülür. Örneğin
Cumhuriyet’in ilk dönemi belli bir “vatandaş”
tipi ve insan ilişkileri biçimine kaynaklık etmiştir.
Aynı şekilde 1946 sonrası gelen yeni süreç, toplumsal
yapının genel alışkanlıkları, gelenekleri, vb.
açısından gerçek bir sarsıntı olmuş, yeni-sömürgeleşme
süreciyle birlikte hızla gelişen bağımlı kapitalizm
her şeyi alt üst etmiştir. Ticari ilişkilerin
en ücra köşelere dek uzanışı, çarpık bir sanayileşmenin
yolunu açtığı yeni ilişkiler, son derece sağlıksız
bir şekilde kentlere yığılan insanların değer
yargılarının, ahlaki-insani ilişkilerinin değişimi,
hatırlanacağı gibi gerçekçi Türk sinemasının da
ilk ürünlerine yansımıştır. Köyden gelip hem fiziksel
olarak hem de manevi ilişkileri bakımından dağılan
aileler, çalışkan babalara isyan edip daha kolay
paraların peşinde koşan oğullar, feodal ahlakın
baskısından kurtulmak isterken kentin çarklarının
içinde kaybolup giden genç kızlar, eski güzel
günlerin ilişkilerini ve kalabalık sofralarını
maddi çıkarlar dünyasının karşısında koruyamayan
yaşlıların hüzünlü yüzleri... Özellikle Lütfü
Akad’ın ünlü üçlemesinde bütün bunların hepsi
vardır: Büyük bir alt üst oluş, büyük bir deformasyon
ve eski ilişkilerin sona erişi...
Kitlelerin politik zihni de aynı dönemde çok karışıktır.
Ezilenlerin dünyasının bir cephesinde, ucu bugünlere
dek gelen bir illizyon, bir göz kamaşması vardır.
Sadece demogojiyle yaratılmış bir “aldanma” hali
değildir bu. Gerçekten de Menderes, üzerine binmiş
olduğu yeni-sömürgeci kalkınma dalgası nedeniyle
bugün hâlâ Türkiye tarihinin en “gelişmeci” lideri
olarak anılır ve bu boşuna değildir. Birdenbire
ucu görünmez otoyollarla, on yılda toplam sayısı
birkaç yüz kez katlanan traktörlerle, tarihte
görülmemiş bir orman katliamına mal olsa da genişleyen
tarımsal arazilerle, çarpık sanayileşmenin nimetleriyle
karşılaşan insanların bugün hâlâ “milletin cebi
para görmüştü” sözleriyle o dönemi anmaları anlaşılır
bir durumdur. Daha sonra -kısa bir kesintinin
ardından- gelen AP dönemi ise o kadar parlak değildir
belki ama ithal ikameci kalkınmanın o dönemde
de hâlâ biraz barutu vardır.
Ama öte yandan, Menderes döneminde olmasa da bir
sonraki süreçte, 1960’lar-da, solun durumu da
iyidir. Halkın zihninde en kötü anıları canlandıran
Kemalizmle bağlarını pratik olarak koparmaya başladıkça
sosyalist sol, çözüm üretici, en azından emekçi
sınıfların haklarını koruyucu bir yerdedir. Gerçi
solun “ahlaklı ama iş bilmez ve aciz” görünüşüyle
sağın “hırsız, açgözlü ama kalkındırıcı, iş bitirici”
imajı üzerine kurulu genel kanaat bu dönemde şekillenmiştir
ama yine de sol henüz söylediklerini yapmaya muktedir
görünmektedir. Bu büyük ölçüde dönemin uluslararası
havasıyla da ilgilidir. Özellikle 1960’lar, bütün
iç zaaflarına ve bölünmüşlüklerine karşın sosyalist
ülkelerin somut gelişme düzeyleriyle, teknolojik
üstünlükleriyle, vb. göz kamaştırdığı yıllardır.
Yani en azından kimsenin çıkıp solu “boş hayal
kurmak”la, “gerçekleştirilmesi imkânsız projelerin
peşinde koşmak”la suçlayamayacağı bir dönem yaşanmaktadır.
Ama yine de her zaman sağın en büyük silahı, bütün
büyük sınai-ticari gelişmelerin kendi dönemlerinde
olduğu, genel olarak solun ise sürecin limon sıkıcıları
olduğu demogojisi olmuştur. Devrimci kesimleri
birebir ilgilendirmese de solun imajını dolaylı
olarak etkileyen Demirel-Ecevit karşılaştırmaları,
hep bu mantık üzerine kuruludur. 70’lerin başında
politik önderliğe soyunan Ecevit, alt ve orta
sınıfların nezdinde her zaman “kişisel mülk, han-hamam
peşinde koşmayan ama her seferinde de memleketi
batıran” bir imajla anılırken, kocaman göbeğiyle
Demirel “yiyen ve çevresine yediren ama öte yandan
memleketi kalkındıran” bir imaja (en azından 60’larda
ve 70’lerde) denk düşmüştür. Kolayca anlaşılacağı
gibi burada söz konusu nitelemelerin doğruluğu-yanlışlığından
değil, sıradan insanın zihninde oluşmuş imajlardan
söz ediyoruz.
Öte yandan, TİP’in bu dönemde sağladığı geçici
başarı önemlidir. Çünkü nihayetinde TİP’in reformist
yoldan da olsa temsil ettiği proje, yukarıda sözünü
ettiğimiz her iki imajı da dışlayan, hırsızların
“kalkınmacılığı”yla “dürüst”lerin beceriksizliği
arasına sıkışmayan yeni bir yol öneriyordu. Gerçi
yeminli gericiler sosyalistlerin ancak “yoksullukta
eşitlik” sağlayacağını ve asla insanların hayatını
iyileştiremeyeceğini bağıra çağıra söylemeye devam
ediyorlardı ama dünyanın üçte birinde dönmekte
olan çark bu demogojiyi hiç doğrulamıyordu. Elini
vicdanına koyan, azıcık aklı başında her insan,
her şey bir yana en azından Çin gibi milyarlık
bir ülkenin sosyalistler tarafından “doyurulabildiğini”,
Sovyet ülkesinde de muazzam ilerlemelerin sağlandığını,
yani sosyalizmin öyle bir avuç “kabiliyetsiz”
tarafından ortaya atılmış uçuk-kaçık bir proje
olmadığını görüyordu.
Daha sonra devrimci projelerini silahla ortaya
koyup savunan Mahir’lerin kuşağı geldiğinde ise
bu kez bir başka şey yıkılmaya başlamıştı: Sosyalistler
düzeni koruyan devasa devlet makinesiyle de boy
ölçüşebiliyorlardı artık, yani öyle sadece “isteyen”
değil, “almak için harekete geçen” bir yerde duruyorlardı;
üstelik bir avuç insanla! Ve tabii bu girişimin
de uluslar arası psikolojik atmosferi sağlamdı:
Vietnam’dan Küba’ya birçok yerde küçücük ülkelerin
dünyanın en büyük gücüne karşı kafa tuttukları
bir dönem yaşanıyordu.
Dönemin insan unsuru da bu şekillenişe uygundu.
Evet belki taşradaki bazı yerlerde TİP örgütleri
halk arasında köyün delisi sayılan “Allahsız Ali”,
“Gavur Hasan” gibi marjinal, toplumsal proje bağlamında
güven telkin etmeyen adamlarla yürüyordu ama diğer
yandan merkezde işbilir bir akademisyenler topluluğu
vardı. Ayrıca, TİP’te ya da başka yerlerde olsun,
ülkenin en gözde, en yetenekli bilim adamları,
sanatçıları, vb. bir biçimde solun çerçevesinde
duruyorlardı.
İşçi sınıfı içinde ise, fabrikalarında durmadan
grev örgütleyip sendika çalışması yapan insanların
bir türlü işten atılamamasının çok önemli bir
nedeni vardı; çünkü onlar çalıştıkları fabrikanın
en iyi işçileri, deyim yerindeyse olmazsa olmaz
unsurlarıydılar. Patronlar mümkün olduğunca bu
unsurları yağlayıp ballayıp kendilerine bağlamak
istiyorlardı ama fordist üretim düzeninin yapısı
da bu satın alma işlemlerine pek izin vermiyordu.
Aynı biçimde, dönemin bütün devrimcilerinin okullarının
iyi öğrencileri olması da rastlantı değildi. Gerçekten
de bu insanların çoğu, öğrenimlerini şu ya da
bu biçimde yarım bırakmış olsalar da öğrenim durumu
iyi olan, hocaların gözdesi durumundaki parlak
bir öğrenci kuşağıdır. Dönem boyunca (ve bizim
cephemizde kısmen zayıflama olsa da büyük ölçüde
hâlâ) devam eden “zeki devrimci-ahmak faşist”
karşıtlığı boşuna değildir ve esasen bu, sosyalist
düşüncenin içsel yapısıyla ilgilidir.
Bütün bunların pratikteki anlamı ise, vali, mühendis,
doktor, vb. olabilecek adamların elde silah emperyalizme
karşı dövüşüyor olmalarının yarattığı muazzam
etkiydi. Kimsenin, en azgın düşmanlarının bile,
bu insanlar hakkında “kıt zekalı” demesi mümkün
değildi; en kudurgan faşist kalemler bile bu devrimcilerin
zeka bakımından devlet adamlarının topunu birden
cebinden çıkaracağını biliyorlardı.
Böylece “ahlak” ve “yetenek” kavramlarının bir
arada duramadığı yolundaki genel-geçer inanış
büyük ölçüde geriletilmişti. Ülkede iyi ve dürüst
insanlar vardı ve bunlar hiç de öyle “bir baltaya
sap olamadığı için her şeye itiraz eden” lapacılar
takımı değildi!
90’lara Gelirken
Daha sonraları, 70’ler boyunca, eskisi gibi olmasa
da bir biçimde etkisini sürdüren bu atmosfer,
biraz da jandarmadan darbe yediğinde “cılız oğlan”,
pusudan kurtulduğunda ise “dağlar kartalı” olan
İnce Memed’in kaderine benzer biçimde yavaş yavaş
zayıflamaya başladı. Ama birden değil. Önce 73-80
arasında gitgide yükselen kitleselleşme ve devrimcileşme
dönemi geldi. 60’lara göre daha karışık ve heterojen
bir yapı vardı artık. Devrimci hareketler yayılıyor
ve yayıldıkça da eşyanın tabiatı gereği belli
bir sığlaşma ortaya çıkıyordu. Bu kez ortalıkta
binlerce devrimci vardı; her gün sokaklarda, evlerde,
kahvelerde karşılaşılan, daha sık olarak temas
edilen bir şeydi devrimcilik. Kitlesellikten doğan
güven ve yapıcılık unsurları ciddi biçimde ön
plandaydı. Örneğin devrimci sosyalist hareketin
herhangi bir devrimci eylemine bir biçimde tanık
olmuş ya da içinde bulunmuş her insanın bir çapulcu
sürüsünden değil de ne yaptığını bilen, eylemin
sertliği içersinde insani özelliklerini yitirmeyen
insanlardan bahsetmesi rastlantı değildir; hiç
böbürlenme kaygısına düşmeksizin söyleyebiliriz
ki devrimci sosyalist hareketin tarihi bunun sayısız
örnekleriyle doludur. Ve bütün örneklerde görülen,
yüksek insani düzey, hissedilir bir beceriklilik
ve yeteneklilik halidir. Şüphesiz bu kişisel bir
şey de değildir; kuşakların birbirine devrettiği
bir tavırdır.
1980 sonrası ise birkaç düzeyde ciddi değişiklikler
gözlenmektedir. Her şeyden önce, devrimci güçlerin
ağır biçimde ezildiği koşullarda uygulamaya konulan
restorasyon politikaları ve Özalcı politik-kültürel
deformasyon önemli bir unsur olarak süreçtedir.
Neoliberal yeni bağımlılığın temellerini atan
ekonomi politikaları eşliğinde hükmünü sürdüren
dönemin “iş bitiricilik” söyleminin toplumun her
alanında yarattığı çürütücü etki, sadece kültürel
bir sonuç yaratmadı. İthal ikameci modele göre
daha çürük ama daha çarpıcı yollardan yaratılan
yeni bir kalkınma yanılsamasıyla birlikte bu etki,
çok daha zayıf ama çok daha şamatalı bir biçimde
1950’lerin “gelişmeci sağ-beceriksiz sol” imajını
yeniden yakalamayı da hedefledi. Doğrusu reel
sosyalizmin çöküşünün de tam zamanında imdada
yetişmesiyle birlikte büyük bir medyatik gürültü
eşliğinde (işte, koca Sovyetler bile beceremedi!)
bunun kısmen kotarıldığı söylenebilir. Sonuçta
ortaya çıkan harcıalem manzara, “adam yiyor ama
iş yapıyor” cümlesiyle özetlenebilecek yeni bir
ahlaki çürümeye denk düşüyordu ve bu manzara içinde
sosyalistler “eski zaman inatçıları” ve “projesi
yenilgiye uğramış hesap bilmezler”, sosyalistler
dışında kendine sol diyen “sosyal demokrat” eğilim
ise “iflah olmaz statükocular ve gelişmenin kıt
zekalı engelleri” olarak yerlerini alıyordu. Doğrusu,
hemen belirtmek gerekir, ikinciler, büyük bir
hızla karşıtlarına benzeyip “akıllanarak” bu izlenimden
kurtulma yolunda ciddi adımlar attılar. “Köprüyü
sattırmam” diyen Necdet Calp inadından özelleştirme
şampiyonluğuna kadar geldiler. Ayrıca, özellikle
büyük İSKİ fırtınası, zaten onların pek böbürlendikleri
“dürüstlük” perdesini sıyırıp almış geriye kala
kala “aptallıkları” kalmıştı, ki ondan da hızla
kurtulup sağdaki sözde rakipleriyle özdeşleşmekte
zorluk çekmediler.
Sonuçta, “hırsız ama kurnaz sağcı-beceriksiz solcu”
saçmalığına karışık bir yoldan yeniden gelip dayanmıştık.
Ama bu kez, daha yoğun bir gericilik ortamı içinde
ve devrimci güçlerin postmodernizmin ağır topçu
ateşi altında olduğu koşullarda... Ve bu kez,
devrimci hareketin insan yapısında yalnızca nicel
değil nitel anlamda da hayli büyük gedikler vardı.
Her şeyden önce, 60’lar ve 70’lere göre çok daha
moralsiz bir ortamda, devrimci insanların içinden
geldiği toplumsal doku büyük bir çürütme operasyonuna
uğramıştı ve doldurulması kolay olmayan kültürel
boşluklarla, onarılması zor bozulmalarla yüklenmiş
devrimci unsurlar söz konusuydu. Devrimci çalışma
kapitalizmin yeni iş örgütlenmesiyle birlikte
bozulmaya uğrayan klasik işçi altyapısının yerine
geçen yeni ve düzensiz işçi katmanları dünyasında
ve daha da altta yer alan dip yoksullarının arasında
yürütülüyordu artık ve bu arada kaymak tabaka
ile yoksullar arasındaki büyük kültür kopuşu da
gerçekleşmiş, yoksulların modern hayatın bütün
kültürel-eğitsel imkânlarından tamamen uzaklaştırılması
Türkiye tarihinin en uç noktasına ulaşmıştı. Artık
herkesin kendi sınıfına göre eğitim aldığı, diptekilerin
kültürel-eğitsel olarak daha da dibe itildiği,
ara sıra alt kesimlerden çıkan parlak öğrencilerin
bile çoğunlukla islami cemaatlar tarafından (gerici
partilere prens yetiştirilmek üzere) ablukaya
alındığı bir durum yaşanıyordu. Devrimcilerin
toplumun en diri insanları olması gerçeği yine
değişmemişti evet ama bu olguda belirgin bir zayıflama
olduğu da gerçekti. Bu insanların, kendileri sözde
pek akıllı olan eski devrimci abiler tarafından
“90’lar kuşağı” adıyla horlanması tabii ki doğru
değildi ve çok saygısızcaydı ama gerçek de yerli
yerinde duruyordu. Mahalle çalışması kapsamında
ilgilendiği insanların türlü türlü saçma diziler
izlemesi, en çok güvendiği bir gencin tutup kız
kaçırmaya bulaşması, insanları devrimci yapmak
için önce uyuşturucudan kurtarmak zorunda kalması,
vb.. artık herhangi bir devrimci kadroyu şaşırtmıyordu.
Berbat hale getirilmiş eğitim sistemi içersinden
asgari sosyal bilgiler-tarih bilgilerinden bile
yoksun olarak gelen insanların altyapısını doldurmak
için gündüzlerini ve gecelerini vermek de artık
bir devrimci kadroyu şaşırtmıyordu. Oturmuş kişilikler
de öyle erkenden oluşmuyor, arkası arkasına krizlerle
sarsılan ekonominin perişanlığı içersinde mesleki
yetenek edinme olanakları daralırken sokaklar
ve kahveler en büyük vasfı “vasıfsızlık” olan
on binlerce genç insanla doluyordu. Zaten istikrarlı
fabrika hayatının da dışında tutulan ve üç gün
çalışıp üç gün gezen genç insanların dünyasında
istikrarlı kimliklerin kolayca oluşması da beklenemezdi.
Öte yandan Kürt-Alevi ortamları bu insanlara yapabildiği
dolguyu yapıyor ama o kadar dolgudan da bir şey
olmuyor; insanlar, devrimci harekete bu yapılarıyla
giriyorlar ve doğal olarak dağarcıklarında ne
varsa onunla yürüyorlardı.
Ayrıca o dünya, kaba sınıf indirgemecilerin sandığı
gibi “temiz” de değildi. Tamamen ayrı bir yazının
konusu olacak kadar önemli bir kavram, “haset”,
bu dünyanın ideolojik boşluğunun önemli bir dolgusuydu
artık. Sınıf kini değil, haset! Basit kıskançlıktan
daha derin ve ağır ama sınıf duygusundan daha
güvenilmez ve kirli bir duygu olarak haset, “bende
niye yok” üzerine kuruludur ve “olması” için her
şeyi mubah sayabilir... Ve haset, zayıftır, geçicidir,
“bende olmayan”a sahip olduğumda, çok büyük bir
rahatlıkla karşı tarafta yer almam da mümkündür.
Şolohov’un “Durgun Don”unda beyaz ordu içinde
yer alan köy bakkalının oğlunun aynı ordudaki
büyük toprak soylusundan daha kanlı bir zalim
olması rastlantı değildir. Gerçek budur çünkü.
Alt sınıfların çarpılmış ideolojik duruşu olarak
haset, şatafatlı zenginliklerin dibinde derin
bir yoksulluk yaşayan “uçurum insanının” bilinçsiz
tepkisidir ve yalnızca devrimci kimliğe bir geçiş
noktası olarak anlamlıdır; böyle bir kimliğe ulaşılamadığında
ise çürütücüdür. Üretici insanı değil, “yukarıya
atlamak” isteyen hırs küpünü yaratır çünkü; kendini
geliştiren sınıf üyesini değil, paçasını kurtarmak
isteyen bencili yaratır. Kaynağında sınıfsal konum
vardır elbette ve bir vakitler sadece birkaç hizmetçi
ve uşağın bilip fısıltıyla anlattığı zenginlerin
tantanalı yaşantısı giderek artan bir utanmazlıkla
televolelere yansıdığında bu nefret duygusu çığırından
çıkar; ama hepsi o kadar... Sınıf kini ve devrimci
duruş, düzenden kopuşu ve yeni bir dünya özlemini
içinde barındırırken, haset artık “iyi insan”
üretmez; o hem yıkıcı hem de teslim olucudur,
kimliksizdir, karşıtına benzemek, onunla özdeşleşmek
en yakın hedefidir.
Daha yüzlerce yönüyle, yüzlerce örneğiyle başka
fırça darbeleri atılarak tablo tamamlanabilir
ama gerek yok. Sonuçta, böyleydi işte, manzara
buydu ve yakınılacak ya da ukalalık edilecek bir
şey yoktu ortada. Buradan akıp geliyordu her şey;
üstelik bütün ölçütleri böylece törpüleyen yirmi
yıllık süreç, postmodern ideolojik saldırıyla
birlikte yalnızca “devrimci” ile “yetenekli insan”
arasındaki doğrudan bağı etkilemekle kalmamış,
“devrimci” ile “iyi insan” arasındaki hiç zedelenmezmiş
sandığımız bağları da zedelemişti. Çünkü hayatın
bütünlüğü parçalanıyordu her şeyden önce, politik
faaliyet ile o faaliyeti yürüten insanın yaşam
içindeki var oluşu birbirinden ayrılıyor ve artık
hastaları azarlayan solcu bir hemşireye, çocukları
eğitmekten bıkmış devrimci bir öğretmene rastlamak,
karısını döven bir parti militanıyla, önüne gelen
kıza “asılan” bir alan sorumlusuyla ve bütün diğer
memurlardan farksız biçimde rüşvet alabilen bir
sendikalı maliyeciyle tanışmak mümkün olabilmekteydi.
Postmodernizm, sıradan bir felsefi akım değildi
bu anlamda; gelip bütün devrimci ilişkilerin altını
oyan, tek bir insanın farklı farklı yerlerdeki
davranışları arasındaki tutarlılığını zedeleyen
bir şeydi. Üstelik daha da vahimi, belki çok basit
görünebilir ama oturup kalkmaktan, temizliğe,
toplumsal hayatın küçük görgü kurallarına, tartışma
adabına ve bir sevgi ilişkisinin saygı temelinde
kurulup yürütülmesine dek bir yığın şeyi (kendimizden
başlayarak) yeniden ele alma noktasına gelinmişti.
Oysa, bütün yüksek insani değerlerin, insanlık
tarihi boyunca birikmiş en olgun ahlaki ve kültürel
formların, dayanışma ve sevgi ilişkilerinin içselleştirilmiş
ifadesi olan devrimci için bütün bu özelliklerinden
bir tekinin yitirilmesi bile düşünülemezdi.
Neredeyiz, Nereye Yürüyoruz?
Bugün buradayız işte ve buradan yürüyoruz. Kendini
sıkıntıya sokmadan kaldırımdan yürümek isteyenleri
ya da kendisine sanal bir temizlik ülkesi arayanları
bilemeyiz; ama biz buradan, bu toplumsal yapının
insanından muzaffer bir devrimin insanını yaratmak
gibi bir amaca sahibiz ve bu görevi yerine getirmekle
yükümlüyüz.
Ama bu görev, eğitip yeniden biçimlendirmek zorunda
olduğu insanlarla özdeşleşmiş bir yapıyla başarılamaz.
Kendini, kendi insan yapısını dipten doruğa en
acımasızca bir biçimde elden geçirmeyen bir yapı,
bu görevi yerine getiremez.
Böyle bir yapı, her şeyden önce kendisini yeniden,
günümüzün bilimsel sosyalist aydınlanmasının değerleri
üzerinden inşa etmek zorundadır. Bu, insanlık
tarihinin değerlerini bugünün sosyalist değerleriyle
harmanlayıp bütünlüklü devrimci militanın yaratılmasıdır
ve böyle bir yeniden doğuş kimsenin kimseye armağan
edeceği bir şey değildir; her devrimci sosyalistin
kendi dinamiğine de bağlıdır. Bu konudaki en sağlam
referanslar ise başka bir yerde değil, tam da
devrimci sosyalist hareketin politik çizgisinde,
tarihinde ve pratiğindedir. Gerekirse bin kez
bu basit ölçütlere dönmek, her yoldaşa tek tek
eğilip en basit davranış kurallarını, sosyalist
etiğin ABC’sini yeniden anlatmak ve pratikte göstermekle
görevliyiz.
Bundan daha önemlisi ise devrimci sosyalist yapının
kendi insan yapısını yukarıda anlattığımız “yeteneksiz
solcu” yargısıyla hesaplaşan bir yerden kurmasıdır.
Televizyon dizilerinde resmedilen yarı-deli namuslu
adam tiplerinin aptallığına mahkum değiliz. Kalbinde
yalnızca “iyilik” taşıyan dümdüz bir adam, iyi
bir devrimci değildir, iyi bir insan da değildir.
Kötülük düzeninin yıkılmasını geciktiren hiç kimse
gerçekten “iyi” değildir aslında. Devrimci, becerikli,
yetenekli, ayakta durabilen insandır. Çoğu insanın
kendi hayatını anlamlı bulmadığı için, insan ruhunu
ezen, onu acizleştiren düzenin çarkları arasındaki
korkunç yalnızlığa dayanamadığı için bir aidiyet
duygusu aradığı, devrimci insan ilişkilerine böylece
yöneldiği doğrudur ve esasen bu çok kötü bir şey
değildir. Gerçekten de devrimci ilişkiler, dayanışmacı,
onarıcı yanıyla tek insan bireyine böyle bir duygu
sağlar. Bugünkü toplumsal doku içinden gelen her
bireyin mükemmel bir güven duygusuna sahip olmasını
bekleyemeyiz. Bu aslında yaman bir çelişkidir
de; bir yandan devrimci sosyalizmin çekirdek örgütü
kendi başına ayakta durabilen, kendi kimliğine
sahip insanlara gerek duyar ve mevcut toplumsal
yapı içersinde son derece zayıf bir halde olan
bu bireyi adeta yeniden yaratmak zorundadır. Oysa
öte yandan, devrimci hareket, kitlelere gitmek,
oradan güvenli bireyler çıkarmak için güveni güvenle
yaratacak önsel kadrolara ihtiyaç duyar, ki bu
türden kadrolar da son derece azdır. Böyle bir
çelişki ise sıradan bir gelişme temposuyla aşılamaz;
artık kendi hayatına bir rota olarak devrimciliği
belirlemiş devimci sosyalist militanın yitirebileceği
tek bir saniye bile yoktur.
Düz insan, iyi bir devrimci değildir... Devrimcinin
kör inatçı, temiz ama kabiliyetsiz olarak bilinmesi
en kötüsüdür. Türkiye’de neoliberalizmin son yirmi
yılı, “zeka” ile “kurnazlık”, “akıllı olmak”la
“anasının gözü olmak” arasındaki çizgileri eritmiştir.
Devrimci sosyalistler, bu çizginin netleştirilmesiyle
sadece makro planda değil, kendi hayatları bakımından
da görevlidirler. Bir bakkal dükkanını işletmekten
aciz ve yeteneksiz devrimci tipiyle onların karşısına
çıkamayız. Kitleler, özellikle devrimciliği bırakmış
eskilerin kalantorluğundan, acımasız çıkarcılığından,
kurmazlığından bezmiştir; onlar her köşede vardır
ve özellikle sola yakın duran kitleler açısından
iğrençtirler. Ama onların karşısında duran devrimciler,
tarihin mümkün olabilecek en yeteneksiz adamları
olmaya mecbur değildirler.
Düz insan iyi bir devrimci değildir... Devrimci
sosyalist hareket elbette seçkincilik peşinde
değildir. Ta Marx’tan beri seçkinci, mesihçi kurtuluş
projeleriyle hesaplaşılıp defteri çoktan dürülmüştür;
ama öte yandan bir devrimci de seçkin insandır,
kendisini rutin işlerle sınırlayan biri değildir
Hatta bu, bir işyerinde bile böyledir... Çalışkan
olmak olmamak, yapılan işle, o işe yabancılaşmanızın
düzeyi ile orantılıdır ve mevcut ücret koşullarında
ne kadar enerji harcayacağınız sizin bileceğiniz
iştir. Ama yapılan işi iyi kavramak, en iyisini
yapmak, yapabilir halde olmak, her modern insanın
temel niteliğidir. Oysa kaytarıcı, maalesef çoğu
kez her yerde (devrimci faaliyette de) kaytarıcı
olabilmektedir.
Hatta bu okulda da böyledir... Bir okulu bitirmek
ya da bitirmemek, çok yüksek bir düzey tutturmak
ya da tutturmamak sizin bileceğiniz iştir. Ama
arka sıraların tembel öğrencisi olmak başka bir
şeydir. Devrimci, başarılı insandır; bu başarıyı
nereye ve nasıl dönüştürdüğü bir yana, o, önündeki
sorunu çözebilen, bunu yapabilme yeteneğini edinmiş
insandır.
Che’nin daktilo makinesini zorunlu gerilla malzemeleri
arasında sayan cümlelerini bir vakitler hafif
alaylı bir gülümsemeyle okuyan mantık eskiden
ne kadar sakatsa şimdi de aynı ölçüde sakattır.
Bilgisayar tuşuna basmamış olmayı marifet sayan
ve kendini insan sarraflığıyla görevlendirip bütün
diğer işleri hakir gören bir devrimci militan
düşünülemez. Devrimci, bugünün dünyasının içinde
soluk alıp veren, onun gereçlerini kullanan, o
gereçlerin özellikleri kavrayan insandır. Hiçbir
marifete, mesleğe sahip olmayan, yoksa da öğrenmek
için çaba sarf etmeyen, bir kenara bırakılsa kendi
hayatını bile devam ettirmekten aciz insanın kendisini
devrimci militan sayması mümkün değildir. Silahına
kötü bakan, onun bütün parçalarının özelliklerini
su gibi ezberlememiş bir gerilla, kötü bir gerilla
ve güvenlik tehlikesi yaratan kötü bir yoldaştır.
Bilgisizliğiyle kendi örgütünü zarara sokan, yeteneksizliği
yüzünden kendisinin ve başkasının enerjisini,
parasını boşa harcayan devrimci kötü bir devrimcidir.
Programsızlığı yüzünden bir devrimci çalışmayı
aksatan militan kötü bir militandır. Düşman her
gün kendini yenilerken devrimci yeteneklerini
geliştirmeksizin onu seyreden ve mevcut halini
yeterli bularak belli bir alanda yetkinleşmek
için çaba harcamayan savaşçı, kötü bir savaşçıdır.
Hataların bütününü değil de daha çok çözülme,
vb. gibi ahlaki nitelikte olanlarını sorgulayan
örgütsel hukuk anlayışı da aslında genel olarak
devrimci hareketlerde yaygındır ve bu eksik kadro
tipini besleyen ciddi kaynaklardan biridir. Yani,
çoğu durumda örgütü zarara sokan, ihmalciliğinden,
bilgisizliğinden, dikkatsizliğinden ötürü yapıya
ciddi yaralar açan insanlar, şüphesiz daha ağır
bir durum olan ahlaki zarar noktasına konulamaz;
ama bu olgunun da üzerinden atlanamaz. Bir aleti
kullanmasını vaktiyle öğrenmediği için yoldaşlarının
imhasına yol açan insan, aynı sonucu itiraflarıyla
yaratan bir başka insana göre elbette ahlaken
daha başka bir yerdedir ama pratik sonuç da değişmemektedir.
İmha olan olmuştur ve bunun bilgisizlik yüzünden
olması, hafifletici sebep sayılamaz, sayılmamalıdır.
Sonuç olarak, yeniden ve hiç bıkmadan tekrarlıyoruz:
düz insan , iyi devrimci değildir. Kötü devrimcilerle
ise uzun yollar yürünemez. Yaratmak istediğimiz
yapı, modern bir devrimci sosyalist yapıdır ve
bu yapının insanlarını eğitmekle temel görevdir.
Her yoldan ve her zaman, bir an bile ara vermeksizin...
|