Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Y. TÜFEKÇİ

18 Mart 1871, Paris. Dünya yeni bir geleceğe gözlerini açıyor. Binyıllardır ezilen emekçilerin bu kısa soluklanması bile egemenlerin uykularını kaçırmaya yetiyor. 72 günlük bu kısa soluklanmanın taşıdığı derin anlamlar, sonrasındaki tarihin çizgilerinin belirginleşmesinde önemli bir adımı oluşturuyor.
Sınıflı toplumların ortaya çıkışı ile birlikte artık hiçbir zaman yıkılamayacakmış gibi görünen, her zaman yerini bir başkasına bırakacağının inancını canlı tutan kutsal devlet, soyluların ya da zenginlerin değil, en alttakilerin, hiçbir şeyi olmayanların, insan olmaktan başka hiçbir sıfat ya da özellik taşımayanların eline geçiyordu. O güne dek aşağılanan, yok sayılan, insani varoluşu ancak bir grup aydını ilgilendiren bu “kalabalıklar” şimdi iktidardaydı. Ayaktakımıydılar, çapulcuydular, kaybedecek hiçbir şeyleri yoktu. Ama onurları vardı. Prusya (şimdiki Almanya) ile yapılan savaşta alçakça bir ihanetle teslim olan Thiers Hükümeti’nin korkaklığını, onursuzluğunu kendilerine yediremediler. Biz bu kadar alçak, korkak, onursuz değiliz; Bu devlet bu tavrıyla bizlerin onurunu beş paralık edemez dediler ve onu alaşağı ettiler. Şimdilerde pek moda olduğu üzere sık sık yanılgılı bir enternasyonalizm yorumuyla küçümsenen “ulusal gurur”larının çaktığı kıvılcımla teslimiyeti layık olduğu yere, bataklığa gönderip emekçilerin aynı zamanda en tutarlı, gerçek yurtseverler olduğunu da tavırlarıyla ispatladılar.
Komün, fitilini ateşleyen bu yurtseverce refleksle de Komünist Manifesto’da değinilen “yeniden ve daha farklı bir zeminde uluslaşma”nın da ilk nüvelerini içeriyordu diyebiliriz. Burjuvazinin sınırları, kuralları, ölçüleri belirli pazar ihtiyacı ile belirlenmeyen, tüm insanların özgür ve onurlu bir yaşamı kendi elleriyle inşa edecekleri bir toprak parçasının oluşturulması ve savunulması; böylelikle yaratılacak yeni toplumsal ilişkilerin yeşereceği bir toprağa duyulan aşkı anlatan, asla özel mülkiyetçi bir sahiplenmeyle ilişkisi olmayan bu yurtseverlik, ezilenlerin kurtuluşunda bir “ulusal ayakbağı” değil, devrimci bir dinamik olarak işlev görecektir.
Ayaklanıp iktidarı ele geçiren Paris proletaryası, ne yazık ki yeterli ideolojik, politik ve örgütsel donanıma sahip değildi. Bu durum Komün’ü birçok olumluluğuna karşın kendi içinde çelişkili uygulamalarıyla baştan itibaren sakat bir yapı haline de getiriyordu. En başta varolan devleti baştan aşağı parçalayıp yeni bir devlet kurmak yerine onun kimi organlarını lağvetmekle, kimilerinin yerine kendi organlarını koymakla yetinen komün, ulusal bankaya (merkez bankası) el koymak yerine ondan borç almak gibisinden burjuva ahlakına ait, mülkiyet olgusunun yeterince bilince çıkarılamadığı kimi tavırlarındaki ideolojik bulanıklığının pratik uygulamalarıyla da kendini zora sokuyordu.
Bu yetersizliklerinin bir diğer sonucu da Versay’a yürünmesi konusunda açığa çıkıyordu. Paris’te iktidar ele geçirilmiş olsa da ülkenin genelinde hala kralın hükmü sürüyordu. Bunu ortadan kaldırmak için kraliyetin yuvalandığı Versay Sarayı’nın ele geçirilip kraliyete son verilmesi ve komünün tüm ülkeye yaygınlaştırılması gerekiyordu. Versay’daki kraliyet birlikleri, komünün zaferine kadar düşmanları olan Prusyalılardan aldıkları destekle, sürekli olarak komüne saldırmak için güçleniyorlardı. Komünün yönetiminde anarşistlerin ağırlıkta olması, marksistlerin çok zayıf olması da komünün başlıca handikapıydı. Proletarya diktatörlüğü biçiminde yeni bir devletin örgütlenememesindeki başlıca ideolojik açmaz buydu ve bu açmaz komünü gerek Versay’daki gerekse de Paris’teki sınıf düşmanları karşısında silahsız bırakıyordu. Bu anarşist ağırlık, sadece komünün yeni bir devlet olarak örgütlenememesinde değil, mülkiyet konusundaki yanılgıların, komünün tüm Fransa’ya yayılamamasının, Paris’le sınırlı bir otonom olarak kalmasının da politik-ideolojik zeminini oluşturuyordu.
Tüm bu politik kusurlara ek olarak, konjonktürel anlamda da bir erken doğum olan Paris Komünü, kapitalizmin kriz dalgasının geri çekilip, sistemin güçlendiği bir süreçte ortaya çıkmıştı. Bu konjonktüre rağmen devrimin yayılmasından, kötü örnek olmasından korkan Prusyalıların da desteği ile Paris’e yürüyen Versay birlikleri komünü kanla ezdiğinde kurşuna dizilen hiçbir komünar af dilemedi.
Komün yenilmişti, Avrupa’da dolaşan “komünizm hayaleti” Paris sokaklarına kandan, kıpkızıl bir iz bırakarak tarihteki yerini almıştı. Burjuvazinin kaybolup gideceğini umduğu bu iz, proletaryaya yol gösterdi ve onun mücadelesinde ete kemiğe büründü. 36 yıl sonra Rusya’da yine iktidardaydı proletarya. Ama bu defa bambaşka bir proletarya vardı tarih sahnesinde. Komünün derslerinin sıkı bir incelenmesiyle, yapılan hataların, eksikliklerin titizlikle bilince çıkartılmasıyla çok daha bilinçli, örgütlü bir yürüyüşle tarihsel iradesini ve insiyatifini partisinde somutlamış, kendi varoluşunu belirleyen sınıf ilişkilerini ve bunların dolaysız politik yansımalarını ifade eden ideolojisinin, marksizmin rehberliğinde hareket eden, 36 yıl önceki Paris’teki yoldaşlarından çok daha ileri bir proletarya vardı.
Marksizmi pozitivizme kurban etmeye çalışan kimileri, elbette ki bu “daha ileri olma” durumunu kavrayamayacaktır. Çünkü Paris proletaryasına göre çok daha az okur-yazar, köylülükten daha yeni çıkmış Rus proletaryasına “daha ileri” demeye dilleri varmayacaktır. Proletaryayı, ya da bir başka sınıfı, sınıf olarak, böylesi bir soyutlama düzeyiyle değil de tek tek insanların toplamı olarak algılayan, inceleyen ve böylelikle kimi yargılarda bulunanlar açısından benzer yanılgıların sonu gelmez. Ancak bir sınıfın gelişme düzeyini öncelikli olarak onu bir sınıf olarak soyutlayabilip, onun örgütlülük düzeyinden ve de bu örgütlülüğün niteliğinden ölçenler açısından ortadaki durum çok açıktır.
Diyalektiğin sarmal gelişimi, kendi yasaları gereği proletarya iktidarını ilk örneğinden çok daha ileri, gelişkin ve donanımlı bir biçimde yeniden üretmişti. Bolşevik devriminin kurduğu sovyet iktidarı, Komün’den bir gün daha fazla yaşadığında Lenin’in sevincinden karların ortasında çıkıp oynaması unutulamayacak bir olaydır. Bu, dersine çok iyi çalışmış ve sınavını başarıyla geçmiş bir öğrencinin sevincidir. Başarının çok daha büyük olduğunu, sonrasındaki gelişmeler de göstermiştir. Ama Lenin’in bu denli sevinmesine yol açan ihtiyatlılığına da dikkat etmek gerek. Daha sonrasında “tarihin tekerleği geriye dönmez” gibisinden saçma belirlenimlerle köreltilmeye çalışılan diyalektik zenginliği iyice kavramış olan Lenin, yenilginin de proletaryanın devrimci mücadelesinde karşısına çıkabilecek seçeneklerden biri olduğunu çok iyi bilince çıkarmıştı. Sonrasındaki oldukça güçlenen revizyonist akımlar tarafından “yenilmez, eğilmez, bükülmez, sarsılmaz vb. vb....” sıfatlarıyla kutsanan, soyutlanan, yaşamın zenginliğinden uzakta, “yukarıda” bir yerlere taşınan, daha doğrusu taşınmaya çalışılan marksizm, bu donuklaştırma, kutsallaştırma operasyonuyla yaşamdan aldığı gücünü de önemli ölçüde kaybetmiş oluyordu. İşte bu kutsallaştırma operasyonunun sonucu olarak “yüce” mertebelerine yükseltilen “sosyalizm” (daha doğrusu, onun revizyonist bir uygulaması), ‘91 yılında uzun süredir yaşadığı krizin çöküşle noktalanmasının ardından bir şeyin sağlamlığının ölçüsünün ona “yıkılmaz” deyip durmak demek olmadığını herkes bir kez daha görmüş oldu.
Ancak günümüzdeki sosyalizmin geri çekilişinin, Paris Komünü yenilgisiyle arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. Bu defa, sosyalizm, “bir soluk” olarak nitelenemeyecek kadar uzun bir süre hükmünü sürdürmüş ve yüzmilyonlarca insanın yaşayan umudu olabilmiştir. Ama yine de bu umut, kendi içinde Paris Komünü’ne benzer çelişkiler, handikaplar yaşamıştır. Bu konudaki görüşlerimizi “Sosyalizmin Sorunları” başlıklı dosyamızda yeterince irdelediğimiz için tekrar ele almayacağız. Ancak yine de Paris Komünü ile Bolşevik Devrimi arasındaki ilişkinin bir benzerinden söz edebiliriz. Bolşevik Devrimi’nin mimarı Lenin, özellikle Şubat Devrimi sonrasında yoğun bir şekilde Paris Komününü incelemiştir. Komünde yaşananlar, eksiklikler, yanlışlıklar tüm boyutlarıyla Lenin tarafından bir daha tekrarlanmayacak biçimde bilince çıkarılmıştır. Günümüzde de revizyonist bloğun çözülüşünde ifadesini bulan sosyalizmin geri çekilişi, çağımızın devrimcilerinin önüne bu pratikten dersler çıkarma görevini koymaktadır.
Ulusal sorundan uluslararası politikaya, kadın sorunundan eğitime, dinden spora, bilimden askeri stratejilere kadar yaşamın birçok alanında incelenmesi gereken koca bir deneyim yığını karşımızda durmaktadır. Elbette ki bütün bu deneyimlerin tüm boyutlarıyla ayrıntılı bir incelenmesi, asli görevi yaşadığı ülkede devrimini gerçekleştirmek olan bir marksist hareket için biraz lükstür. Ancak yaşananların, özellikle de yapılan hataların ana hatlarıyla bilince çıkarılıp, alternatif politikalarla belirsizliklerin giderilmesi, “revizyonist bloğun arkeolojik kazı”sından çok daha önemli, acil ve yol gösterici bir görevdir.
Bir konudaki hatanın tespit edilmesi ve tartışılmasından korkmak ve tarihi süreçleri tereddütlerle ele almak gibi, çerçevesi, kuralları, ilkeleri belirsiz bir “tartışmacılık” da başka bir uca savrulma anlamına gelecektir. Geçmiş sosyalizm uygulamalarının değerlendirilip onlardan dersler çıkarılması için yapılan çeşitli tartışmalarda en yaygın olarak ortaya çıkan durumlardan biri de kulaktan dolma ve çoğu zaman da emperyalizmin dezenformasyon (bilgisizleştirme) mekanizmaları tarafından üretilmiş olgulardan hareket eden bir mantığın yarattığı bozguncu atmosferdir. Bu durumun aşılabilmesi ya da hiç ortaya çıkmaması için, temel, bilimsel referans noktalarının oldukça dikkatli seçilmesi ve net olarak tanımlanabilmesi gerekmektedir. Bunun yolu da tartışmaların tek tek olgular zemininden çıkarılıp politik, teorik soyutlama düzeyinde yapılabilmesinden geçmektedir. Marksizmin somuttan soyuta ve soyutlama düzeyinde yapılan çözümleme üzerinden yeniden somuta dönen analiz yöntemi de bunu gerektirmektedir. Bütünsel politik yaklaşımların geliştirilebilmesi için bu soyutlama ve analiz düzeyi, olmazsa olmazdır.
Günümüz postmodernizminin de çıkış noktalarından birini oluşturan ve Hitler’in toplama kamplarıyla, Stalin’in kimi politikalarını aynı kaba koyan bu yapıçözümcü (ya da yapıbozumcu) yaklaşımlardan türetilmiş mantığın kimi önkabulleri ile bırakalım sözkonusu deneyimlerden dersler çıkarmaya yönelik bir tartışmayı yürütmeyi, aynı dili konuşabilmemiz bile mümkün değildir. Zaten bilimsel bir zeminde hareket edilerek bir tartışma yürütülebilmesi için her türlü önyargının ve önkabulün bir kenara bırakılması gerekmektedir. Bu anlamda “Stalin” dendi mi tüyleri diken diken olan sakatlanmış bir mantıkla da böylesi bir tartışma yürütülemez.
Marksizmin önüne çıkan çitleri aştığı atılım süreçleri incelendiğinde, yukarıda kabaca ifade ettiğimiz üretim yönteminin/zeminin açık izlerini görebiliriz. Ulusal sorunda geçen sayımızdaki “Yeni Süreçte Ulusal Sorun...” başlıklı yazımızdaki Lenin ile Rosa arasında geçen polemikte incelediğimiz durum belki de en çok bilinen örneğidir.
Bunun gibisinden tek ülkede sosyalizm konusunda ya da devrimin ilk gerçekleşeceği ülke konusundaki kimi tartışmalarda, Lenin’in yöntemi kimi önkabullerle, marksizmin özüne ait olmayan konularda yaratılmış dokunulmazlıkları ortadan kaldırmaktır. Neyin marksizmin özüne ait olup olmadığını ayırdedebilecek bilinci ise, “Marx zaten okumuş eleştirmiş” deyip bir kenara çekilmeyen, oturup Kant’ı, Hegel’i inceleyen Lenin, çok iyi örneklemektedir. Bu yönteme Mao’da da rastlayabiliriz, Che’de de rastlayabiliriz, Mahir’de de rastlayabiliriz... Böylesi bir kavrayışa sahip olamayanlar açısından ortaya çıkan yeni durumlarda yapılabilecek yegane şey “hiçbirşey değişmedi ki” deyip klasiklerden kendine “ayet” aramaktır. Yeni süreçlerin yeni kavrayışları, yeni kavramları, yeni soyutlamaları mantıkları değişmedikçe bu gibi tiplerden beklenemez. Elbette ki Lenin’in kuruculuğunu yaptığı bu yöntemin bir diğer ortak yanı da tüm bunları yaparken üzerinde hareket edilen zemindir. Mahir’in “Kültür Üzerine” yazısında da vurguladığı gibi, bu zemin, kilitlenilen “devrim yapma” hedefidir. Rusya’da entellektüel tartışma anlamında belki Plehanov çok daha iyisini yapabiliyordu, ama devrime önderlik eden Lenin oldu.
Paris Komünü, kanla bastırılışının ardından Rusya proletaryası tarafından yeniden diriltildi, ete kemiğe büründürüldü, burjuvaziye rahat yüzü göstermeyecek hayalet, bu defa kanlı canlı onun karşısına dikildi. Durup dururken olmadı tüm bunlar. Komün, mükemmel eserini gerçekleştirmede Lenin’in elinde önce bir taslak, bir eskiz oldu. Daha sonra bu çok yetersiz, çok kaba ama tek taslağın üzerine yoğunlaşan emekle ortaya -arada çok büyük farklılıklar da olsa- Komünü yeniden üreten bir Bolşevik Devrimi çıktı; marksizmin yeni bir aşaması, Leninizm çıktı.
Günümüzde ise önümüzde bir taslaktan, bir eskizden çok daha fazlası var. Ve tüm bu yaşanılanlardan hareketle çok daha mükemmel bir eserin yaratılması görevi önümüzde duruyor. Komünü, Bolşevik Devrimini ve tüm diğer devrimleri, devrimci atılımları yeniden ve çok daha ileri/gelişkin bir noktadan üretmemizin yolu, önderlerimiz tarafından bilimsel olarak ortaya konmuştur.
Bu yeniden üretim sırasında, diyalektiğin yasası gereği bu yol/yöntem de kendini yenileyecek, gelişecek, zenginleşecektir. Bu çokyönlüleşme-zenginleşme ile bütünsel bir rota oluşturma, aynı diyalektiğin birbirlerini besleyen iki kolu olarak marksizmin yeni atılımının yapıtaşları olacaktır, olmaktadır. Ve bu yoldan yürüyenlerin gözlerinde, kurşuna dizilirken bir tanesi bile diz çökmeyen Paris Komünarlarının gözlerindeki ışıltı yeniden parlayacaktır.

 

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul