2003’ün 8 Mart kutlamaları savaşın ayak sesleri
gitgide daha fazla duyulurken geçip gitti. Erkekler
gelsin gelmesin tartışmaları, üstelik bu kez her
kitlesel gösterinin emperyalist savaşa karşı bir
fırsat olarak değerlendirilmesi gereken zamanlarda
yeniden yapıldı. Yine devrimci sosyalistler ve
başka devrimci gruplar bunun yanlışlığını anlatmaya
çalıştılar, yine özellikle Yurtsever gruplar ve
kadın örgütlenmeleri erkeksiz mitingte ısrar ettiler...
Her yılın 8 Mart’ında bu tartışmaların yapılmasına
alışıldı artık, hatta o kadar alışıldı ki sorun
epeydir doğru dürüst tartışılmıyor bile. Herkes
söyleyeceğini söylüyor, işin geri kalan kısmı
alanda herkesin kendi huyuna suyuna göre çözümleniyor.
Bu, 90’lı yılların sarsıntısının artçı depremlerle
çeşitli alanlarda devam ettiğinin göstergesi olarak
yorumlanabilir.
Sorunun tarihi aslında çok eski... Yüz elli yıl
önce ortaya konulduğunda, kadınların özgürlüğü
konusunda bütün uygarlık tarihinin en ileri yaklaşımını
temsil ettiğine inanılan marksist düşünce, bütün
süreç boyunca sık sık kuşkuların sınavından geçti.
Sınıflı toplumların doğuşu ile kadının cehenneminin
başlamasını birbiriyle ilişkilendirerek sınıfsız-sömürüsüz
bir dünya ile kadının nihai kurtuluşunu da kopmaz
bir bağla birbirine bağlayan marksizm, tarihin
iniş çıkışları içersinde yalnızca dışardan değil
kendi etkinlik alanının içinden de eleştirilerle
karşılaştı. Düpedüz burjuva eleştirileri gözardı
edersek, özellikle “içerden” yapılan eleştirilerde
aslında hiçkimse doğrudan bir biçimde, sınıflı
toplum-kadın sömürüsü arasındaki bu bağlantıyı
ve nihai kurtuluş projesini yadsımadı; kadınları
ve erkekleri insanlıktan çıkararak iliğine dek
sömüren ve bu arada yeni işçi kuşaklarının fabrika
çarkları için hazırlanması angaryasını üzerine
yükleyerek kadını iki kat ezen kapitalizme yönelik
marksist eleştiri son derece gerçekçiydi. Bu insani
olmayan düzen yıkılmadan ne erkeklerin ne kadınların
ne de çocukların, yaşlıların, vb. hiçbir biçimde
özgür ve mutlu olamayacakları fikri de reddedilemeyecek
bir gerçeklikti.
Aslında süreç içersinde ortaya çıkan asıl soru
işaretleri daha çok komünist dünya sisteminin
gerçekleşmesi ile şimdiki eziyet arasındaki süreçte
ne yapılacağı sorusu üzerine yöneliyordu. Arada
epey uzun bir süre vardı çünkü! Ve sosyalizmin
bugünden yarına akan bir sürekli toplumsal hareket
olduğunu unutarak, unutturarak çizilen karikatürü
şöyleydi: Kadınlar, bekleyin ve sabredin, her
şey bittiğinde sıra size de gelecek! Ama bu gerçekten
de bir karikatürdü ve ayrıca haksızlık anlamına
da geliyordu; evet, sosyalizmin kurucularının
bütün ezilen kesimlerin nihai kurtuluşunu komünist
bir dünya projesinde gördükleri doğruydu ama hepsi
de bu kadar değildi. Kuşkusuz onlar, yaşadıkları
yıllarda yaygınlaşmakta olan kadın hareketini
görmüyor değillerdi; ancak özellikle Marx ve Engels’in
yapmak istedikleri şey, sorunun özü üzerine bütün
yanılsamaların önüne geçmek, asıl vurguyu her
zaman sınıflı toplumun temel noktalarına yöneltmekti.
Daha sonraları, işin içine somut olarak sosyalist
iktidarlar ve onların uygulamalarının olumlulukları-olumsuzlukları
ve bu konular üzerine yapılan çeşitli spekülasyonlar
da girdiğinde sorun daha da büyüdü. Milyonlarca
insanı ayağa kaldırıp değiştiren büyük devrimler
silsilesi, bütün tarih boyunca kadınların en yoğun
şekilde öne çıktıkları süreç oldu. Erkek dünyası
tutunduğu mevzileri kolay kolay terketmiyordu
elbette ama işin rengi değişmişti; kadınlar mutfaktan
çıkmanın mümkün ve gerekli olduğunu anlamışlardı
artık.
Ancak daha sonra, bir dizi nedenden ötürü süreç
tıkandığında ve nihayetinde artık 90’ların çöküntüsüne
gelindiğinde, karmaşa son kerteye gelmişti. Artık
kimse reel sosyalizmden bahsederken ünlü deve
hikayesindeki “nerem doğru ki!” esprisini anlamak
istemiyor ve hörgüçten kulaklara kadar her aksaklık
tek tek parçalar olarak ele alınarak sorgu suale
tabi tutuluyordu. Hayatın bütününü kuşatan bir
toplumsal proje olarak sosyalizmin yeniden kurgulanması
gibi bir zahmetten sıkılan herkes, onun çeperinden
bir parça kopararak o parça üzerinden stres atmaya
alışmıştı. Bu yıllar, beklendiği gibi öncelikle
yeminli marksizm muhaliflerinin, sonra sosyalist
projenin “eksikliğine” inananların ve nihayet
bir başka kategori olarak onun uygulama yanlışlıklarına
vurgu yapan odakların birbirinden farklı farklı
ses tonlarıyla yaptığı eleştirilerle karakterize
oldu. Özellikle demokrasi, kadın sorunu ve ekoloji
gibi alanlara yoğunlaşan bu eleştiri biçimleri,
çeşitli dozlarda antibiyotikler gibi marksist
bünyeye olumlu-olumsuz bir dizi etkide bulundu.
Bu arada geçmişten beri var olan feminizm ve çevrecilik
eğilimleri yine çok homojen olmayan bir şekilde,
çeşitli kategoriler üzerinden daha güçlü biçimde
kendisini ifade etme fırsatını buldular.
Arada vurgulamak gerekiyor; bütüncü bir kurtuluş
projesi olan sosyalizm, kendi dışındaki düşünme
biçimlerinin varlığından her zaman ve mutlaka
olumsuz biçimde etkilenmez. Bazı hallerde, çok
özel ve dar bir alana yoğunlaşarak derinleşen
bir akım, kapitalist sisteme ve hatta sosyalist
uygulamalara yönelttiği eleştirileriyle, marksizmin
bütünlüklü kurgusu içinde parça olarak yer alan
bir konuyu öne çıkarır ve o konuda ciddi bir veri
zenginliğini ortaya koyarak ufuk genişliğine yol
açabilir. Sözgelimi, dünyanın mahvolmasından kapitalist
kâr hırsını sorumlu tutmamıza ve doğal çevrenin
ancak sosyalist bir planlama yoluyla korunup geliştirilebileceği
saptamamıza doğruluğundan bir kuşku duymamamıza
karşın, marksistler olarak hepimizin bu alana
yönelmiş araştırmalardan ve özellikle anti-kapitalist
çevreci akımlardan az şey öğrendiğimiz söylenemez.
Geçmiş sosyalist uygulamaların son derece olumlu
yanlarıyla ciddi sabıkalarını bir arada ele alarak
bugünkü sosyalist toplum projemize böylece ekoloji
bağlamında yeni unsurlar eklediğimiz, ekleyeceğimiz
kesindir.
Biraz daha çekinceler ekleyerek (ve işin medyatik
ahmaklıklar bölümü bir yana koyarak) feminizmin
değilse de, feminist eleştirinin de böyle bir
işlevi olduğundan söz edilebilir. Sonuçta tarihsel
anlamda marksizmden de öncesine giden bu toplumsal
eleştiri, birçok noktada sınıf mücadesinin hedeflerini
bulandırırken başka bazı alanlarda ise marksist
eleştiriye zengin bir araştırmalar silsilesi sunmuştur.
Marksizm “fabrika”yı esas alan tahlillerinde hiçbir
zaman “ev”i ve evdeki sömürüyü atlamış değildir
ve bu konudaki keskin tutumu bilinir; ama bu alanın
özel olarak ele alınarak didik didik edilmesinin
de en azından zararlı olmadığı kesindir.
Zaten marksizmle feminizm arasındaki sorun da
toplumsal eleştirinin bu alanından değil, esas
olarak alanın yorumlanışından ve dolayısıyla önerilen
çözüm yolları üzerinden patlak vermiştir. Böylece
gerçekliğin sadece bir kısmını ele alıp, o dar
alana yönelen her akım gibi kendini o dar alanın
sorununun çözümüyle sınırlayarak kaçınılmaz biçimde
düzen-içi bir noktaya kayan feminizm, zaman zaman
sosyalizmle bütünleşme çabalarıyla bu konumu zorlasa
da çok fazla değiştirememiş, marksist anlayışın
köktenci-bütüncü kurtuluş teorisi karşısında her
zaman eksik ve zayıf bir pozisyon tutmuştur.
90’lar bu anlamda bir “güçlenme” dönemi gibi görünse
de, lokal alanlarla sınırlı her çeşit eleştiri
ve projenin, kendisini yeni olgularla tahkim etme
yeteneğini her zaman kanıtlamış olan marksizm-leninizm
karşısında uzun vadede bir üstünlük elde etme
şansı bulunmamaktadır. Muhaliflerinin eleştirileriyle
de bünyesini güçlendirebilen devrimci sosyalizm,
daha şimdiden büyük bir hızla yeni sürecin özelliklerini
kavrayarak yeni dönemin bilimsel sosyalist aydınlanmasını
gerçekleştirme yolunda adımlar atmaktadır.
90’lı Yıllar ve Tartışmalar
Elbette bütün bunlar olup biterken, sonunda işin
gelip sosyalist örgütlerin iç işleyişine ve bu
işleyiş bağlamında kadınların konumuna dek dayanmaması
mümkün değildi. Nitekim öyle de oldu. Hem de Türkiye
bağlamında konuşursak, 90’lardan çok önce... Daha
80’li yıllarda, 12 Eylül yenilgisinin atmosferiyle
zehirlenmiş bir ortamda başlayan “devrimci örgütlerde
kadının ikincil rolü” tartışmaları, doğal olarak
birçok açıdan sağlıklı değildi. Her şeyden önce
bu tartışmaların “örgütlülükten kaçış” eğiliminin
yaygın olduğu koşullarda başlaması bir talihsizlikti;
çünkü aslında doğru eleştiriler de bu karışıklıkta
yeterince kavranamaz hale geliyordu, ortam her
söylenen sözün Duygu Asena bulamacına benzetilerek
anlaşılmasını koşulluyordu. Örneğin devrimci örgütlerde
kadınların “himayeci ilişkiler içinde tutulduğu”
ve “yardımcılık rollerine mahkum edildiği” gibi
ciddi eleştiriler, bu konularda yazıp çizenlerin
“artık başka mahallede oturuyor olmalarından”
ötürü gereken ilgiyi görmeyebiliyordu. Asıl sorun
ise genel olarak “80 öncesi” devrimciliğin bütününe
yöneltilen bu eleştirinin kadınların durumundan
büyük ölçüde “örgüt” kavramını sorumlu tutmasıydı
ve bu, pratikte çalışan her devrimci militanda
tipik bir refleksi yaratıyordu. “Evet, -diyordu
devrimci militan- ama bunların derdi başka..”
Bu bir kuruntu da değildi üstelik, gerçekten durum
böyleydi ve gerçekten çoğu durumda geçmiş eleştirisi
denilen şey, devrim ve sosyalizm fikrinin özüne
yönelik bir saldırıya dönüşüyordu.
Yine de az şey değildi ama, herkes çubuğu büyük
bir aşırılıkla sağa sola doğru bükerken özellikle
devrimci kadınlar içersinde en azından konuya
daha derin bakmak gerektiği yolunda bir düşünce
de uyanıyordu. Bazı yapıların eğrisiyle doğrusuyla
kadın örgütlenmeleri kurmaları ve kadınlara yönelik
dergiler, vb. çıkarmaya başlamalarının bundan
bir sonraki döneme denk düşmesi rastlantı sayılamazdı.
Yani nihayetinde her söylenen de yanlış değildi!
Türkiye devrimci hareketinin örgütsel yapılarında,
bir anlayış, bir çizgi düzeyinde erkek egemen
anlayıştan söz edilemezdi belki ama ortada yolunda
gitmeyen bir şeyler vardı. Toplumsal dokudan kültürel
yapıya, hatta yaşanılan coğrafyaya dek bir dizi
faktörün süreçte ne ölçüde etkili olduğu tartışılabilirdi
elbette. Ama devrimci hareketler içinde kimsenin
özel bir kastı olmaksızın da kadınların “yardımcı”
pozisyonlar aldıkları, bazı hallerde bunun “işlerin
sertliği” ile izah edildiği ve çoğu durumda da
bizzat kadınların bunu kabullenmiş oldukları,
bilinmeyen şeyler değildi. Yani ne bu yapıların
referans olarak aldıklarını iddia ettikleri marksist-leninist
teoride ne de onların sübjektif niyetlerinde özel
olarak kadınları dışlamak elbette yoktu ama binlerce
yıllık erkek egemen toplumun tortuları, yalnızca
erkeklerde değil bizzat olayın mağduru olan kadınlarda
da mevcuttu. Ama öte yandan bu, başka herhangi
bir yerden değil, yine marksizm-leninizmin içinden,
onun zenginliği içinden çözülebilecek bir sorundu.
Daha sonra, tam da bütün bu tartışmalar hızını
yeni almışken, kadınların ve erkeklerin zihinlerini
alt üst eden bir olgu, gelip gündeme girecekti:
Kürt hareketinin özgürleştirici dinamiği...
Ortada çok karışık bir durum vardı doğrusu; burjuva
yardımseverliklerinin ve “çağdaşlık” edebiyatının
onlarca yıldır bir türlü meşale olup aydınlatamadığı
“doğulu”(!) kadın, yepyeni bir aydınlanma yolundan
ayağa kalkıyor ve normal koşullar altında hayal
bile edilemeyecek gelişmeler oluyordu. Örneğin
herhangi bir zamanda kızına pencereden bakmayı
bile çok görecek olan Kürt erkekleri, onları yüzlerce
“yabancı” erkeğin arasına, dağlara gönderiyor
ya da en azından onların bu konudaki inadına saygı
duymak zorunda kalıyordu. Örneğin göç edip geldiği
büyük metropolde kendi mahallesi dışında tek bir
sokağı bile tanımadan yaşayıp ölmesi pekala mümkün
olan Kürt kadını, elinde pankartlarıyla o metropollerin
en büyük alanlarını dolduruyordu. Erkeklerin bunu
hazmedip kabullendiği pek söylenemezdi belki ama
kadınlar açısından durum yeterince netti. Bunun
sosyalistlerin anladığı anlamda bir “özgürleşme”
olup olmadığı elbette çok tartışılır bir şeydir;
özellikle yurtsever hareketin kollektivite ve
önderlik anlayışı noktalarından bakıldığında bu
tartışma çok değişik yerlere kadar uzatılabilir.
Ama sonuçta, büyük çoğunluğu feodal kültür içersinden
gelen Kürt kadını açısından son yirmi yılın muazzam
bir gelişme anlamına geldiği kesindi.
Ancak, sürece bıçak gibi girerek tartışmalara
yeni bir boyut ekleyen bu gelişme yine de seksenlerin
tartışmalarının çok fazla hızını kesemedi. Aslında,
beğenelim beğenmeyelim, Kürt örneği, gerçek çözümün
nerede olduğunu yeterince kanıtlıyordu ama bu
yine de yetmedi. Çünkü genel tartışma ihtiyacı
bir yana, Türkiye solunun yeni bir unsuru da süreci
zorluyordu. Artık ortada, bir biçimde solda durmak,
solcu olarak yaşamak isteyen ama öte yandan pratik
hayat tarzı ve sosyal konumlanışı itibarıyla eski
yaşantısıyla bağlarını koparmış olan insanlar
ve tabii ki kadınlar vardı. ÖDP, bu noktada, solcu
olmanın, solcu kalmanın yeni bir biçimi ve ihtiyacı
olarak Türkiye’nin gündemine girdi. Aslında bu
biçim çok da yeni değildi; “menşevizm” adıyla
neredeyse yüzyıl önce tescillenmişti. Artık “zayıf
halka” ve “devrimin güncelliği” kavramlarının
tartışıldığı ve gerçek bir devrime olan inancın
zayıfladığı koşullarda, devrimci kimliği gerilere
iten “muhalif kimlik” bu yeni hayatları kuşatmaya
başladığında, kadınlar için de yeni bir kapı açılmış
oldu. “Eski türden” örgütlerin, “çelik çekirdek”
partilerin ve yasadışı yaşantının kısıtlamalarının
kadınların önünü kapatan başlıca unsur olduğuna
ilişkin görüşler ortalıkta zaten fazlasıyla yaygınken,
açık ve yasal platformlar kadınların özgürlüğüne
ilaç gibi gelmişti! Yasallık sınırları içersinde
ve son tahlilde reformist bir çerçevede yürütülen
mücadelenin kadınların daha rahat ve inisiyatifli
olmalarını sağladığı, buna karşın düzen-dışı/yasa-dışı
örgütlerin “zorunlu olarak totaliter” ve “fazlasıyla
hiyerarşik” olan yapılarının bütün bunları kısıtladığı,
belki resmen ve açıkça ifade edilmedi ama kişisel
hayat biçimleri ve politik tarz buna denk düşüyordu.
İşin içine partinin kadınlar için koyduğu kota
ve kadına yönelik şiddetle ilgili bazı tüzük maddeleri
girdiğinde ise artık bir tür kadın cennetinin
kapısı da açılmış oluyordu. Özellikle başlangıç
aşamasından bünyesinde en çok kadın bulunan yapının
ÖDP olması, dış görünüm olarak göz kamaştırıcıydı.
Ama aslında temeldeki anlayış pek değişmemişti.
Aslında olan şey ise sosyalist örgüt ilkelerinin
deforme edilerek örgütlülük ile örgütsüzlük arasındaki
farkların fiilen silinmesi ve marksist partilerde
çalışma performansı ve formasyon ölçütleri üzerine
kurulu olan örgütsel konumlanışın artık şekilsizlik
üzerine inşa edilmesiydi. Üstelik bunun derinlerdeki
temelini oluşturan tez de hiç doğru değildi; yasadışı
çekirdek parti, leninist örgütsel işleyiş ya da
örneğin silahlı mücadelenin futbol gibi eril bir
oyun olmadığı tarih boyunca yüzlerce kez kanıtlanmıştı.
Erkek egemen anlayış, bunun ötesinde, daha derindeki
bir şeydi ve yuvalandığı yerden sökülüp atılması
da yaygın anlayışın tam tersine ancak bir “oksijen
pompası”yla, yani devrimci mücadelenin yükseltilmesiyle
mümkündü. Ama işte sorun da tam buradaydı zaten;
ÖDP tarzının bu yoldan ulaştığı kadın çokluğu,
Kürt hareketinin sıcak savaş içersinde yarattığı
çokluk ve yoğunluktan nitelik olarak farklıydı
ve zayıftı. Çünkü bu çokluk, sonuçta devrimci
mücadelenin içinde oluşmadığı için erkek egemen
ilişkilerin tasfiyesi anlamına gelmiyordu.
Kalıcı Bir Kadın İnisiyatifi:
Boşlukta Değil Hayatın İçinde
Artık sonuçları toparlama noktasına geldiğimizde,
söyleyebileceğimiz şeylerin ilki ve en temel nitelikte
olanı, işte bu “yol” sorunuyla ilgilidir. Devrimci
sosyalizm, kadınların devrimci süreçte inisiyatif
kazanmalarının esas olarak Kürt dinamiğiyle ilgili
birinci örnekteki yoldan yürüyeceğini, bunun dışındaki
soyut düzlemlerde gerçekleştirilen pratiksiz eşitleme
çabalarının doğru ve kalıcı olmadığını düşünmektedir.
Yani esas sorun, kadınlar için ne yapmak istediğiniz
ve ne yaptığınız değil, genel olarak ne yapmak
istediğiniz ve ne yaptığınızla ilgilidir. Zağroslar
ve Kolombiya dağlarından, varoşların zahmetli
sokaklarından geçen bir yol vardır ve son tahlilde
Beyoğlu’ndan geçen başka bir yol vardır. Bir partiyi
tartışma kulübüne dönüştürüp kotalar ve “erkek
iktidarından vazgeçme” jestleriyle kadınların
“önünü açmak” bir yoldur; onların gerçekten sürece
ağırlıklarını koyabilecekleri bir devrimci süreci
örmek başka bir yoldur. Daha zahmetlidir, pratikte
çok daha fazla önyargı ve kalıplaşmış davranışı
aşmak gerekir, kendi yaptıkları işi kendilerine
mahsus sayan erkek anlayışının birçok yerde bizzat
kadınların saldırısıyla parçalanması zorunludur;
ama sonuçta elde edilen her şey kalıcıdır, istikrarlıdır.
Bu yoldan yürürken ortaya çıkacak binlerce yanlışın
panzehiri de yine aynı yolun, devrimci sosyalizmin
bünyesinde mevcuttur; hiçbir şey salt kararnameler
ve talimatlar yolundan çözülmeyecek, devrimci
mücadelenin her günlük sürecindeki çatışmalar
olguyu belirleyecektir. Örgütsel konumu “sefası
sürülecek” bir durum değil bir risk alanı olarak
şekillendiren gerillanın, kadın ya da erkek olsun
hiç kimseyi özel olarak gözetemeyecek olan yapısı,
nihai olarak çözümü değilse de çözümün koşullarını
var edeceği kesindir.
İkincisi ve konunun yukarıda söylediğimizle bağlantılı
olan can alıcı noktası ise, marksizmin bütüncü
yapısıyla ilgilidir. Devrimci sosyalizmin tezi,
ne devrimci örgütlerin ne de onun bünyesindeki
insanların hayatlarının kompartımanlar ya da su
geçirmez kaplar gibi birbirinden ayrılamayacağı
üzerine kuruludur ve bu yaklaşım postmodern-yapısalcı
parçalama eğiliminin tam tersidir. Yani devrimci
sosyalizm, bugün ile yarının bütünlüğünü önüne
koyar ve yarın nasıl bir toplumsal düzen kurmak
istediği sorusuyla bugünkü örgütsel-insani ilişkilerinin
nasıl olacağı sorusunu birbirine bağlayarak yürür.
Revizyonist blok uygulamalarının kapsamlı bir
eleştirisinin de sonucu olan böyle bir gelecek
projesi, bugünkü pratik içinde yalnızca kadınların
yapıyla ilişkilerinin değil, bütün örgütsel ilişkilerin
referans noktası, belirleyicisidir. Kolayca anlaşılacağı
gibi böyle bir yaklaşım, sosyalist tasarıma adeta
bir mimari projeymiş gibi salt proje düzeyinden,
soyut kavramlar üzerinden de bakmaz; onun devrimci
pratik içinde, gün be gün ortaya konulacak bir
performansla inşa edileceğini, yeni insan ilişkilerinin
bugünkü devrimci yapı içersinde yaşanmasının esas
olduğunu belirler. Kadınların devrimci örgüt içindeki
inisiyatifi sorunu, doğrudan doğruya bu konuyla
ilgilidir. Eski türden bir Brejnevci donukluk
inşa etmek istiyorsanız bir yoldan yürürsünüz,
geçmişin derslerinin ışığında, canlı, katılımcı,
bütün toplumsal kesimlerin diri örgütlenişini
esas alan bir sosyalist toplum kurmak istiyorsanız,
bir başka yoldan... Ve bu ikincisi, söz konusu
kalıcı insan ilişkilerinin bugünden inşa edilmesini
gerektirir. Devrimci sosyalizmin stratejik anlayışı
olan politikleşmiş askeri savaş ise bu ilişkilerin
inşasının sağlam bir zeminidir; nihayetinde bu
mücadele, arka planındaki anlayışla bağlantılı
olarak, içindeki insanların en üst düzeydeki devrimci
duygularını motive eder ve cinsel, etnik, vb kimlikler
arasındaki farkları eriterek güç kazanır.
Başka herhangi bir ölçütün değil, mücadelenin
ihtiyaçlarının esas alınması da sorunun üçüncü
ve en ciddi ayağıdır. Çok kabaca, ama gerçekten
çok kabaca söylenirse, mesele herhangi bir marksist
partinin üyelik ölçütlerinde özetlendiği gibidir:
Herkesin bildiği gibi bu ölçütlerde, hiçbir biçimde
cinsiyet ya da ulusal köken, vb. gibi şeylerden
söz edilmez, doğrudan doğruya partinin varlık
nedeni olan işi, yani devrimci mücadeleyi yürütmek
için gerekli olan politik formasyon ve çalışma
disiplinine, vb. vurgu yapılır. Bir tüzük, yani
aslında parti üyelerinin ve sempatizanların toplam
iradesi, netice olarak insanlara, hangi cinsten
olursan ol senden şu nitelikleri ve çabayı istiyorum
diyen bir metindir. Sadece bu kadarı, şüphesiz
çok kabadır ve açıklayıcı değildir; sonuçta kavramlar
dünyasında ifade edilen şeylerin somut hayatın
içindeki “ruhu” vardır ve işin bu esas bölümü,
yukarıda açmaya çalıştığımız insan ve mücadele
anlayışına bağlı olarak şekillenir. Yani üyelik
ve konumlanışlarla ilgili olarak bu denli cinsiyetsiz
bir tanım yapılmış olması, pratikte de her zaman
işlerin böyle yürüyeceği, tam ve kesin olarak
yalnızca bu ölçütlerin hayatı belirleyeceği ve
ezilen cinsin önünün otomatik olarak açılmış olacağı
anlamına gelmez; hatta birçok durumda hayatın
pratiği bunun tam tersini sergiler. Bütün bunların
bilimsel sosyalizmin nasıl kavrandığıyla derinden
ilgisi vardır. Ama yine de son tahlilde, söz konusu
cinsiyetsiz ölçüt, sağlam bir zemindir. Eğer siz,
devrimci partiyi salt işlerin düzenli yürümesi
için gerekli olan bir teknik aygıt olarak ele
almıyor ve onu “dünyayı değiştirenin de aynı süreçte
değişmesi” biçimindeki marksist teze uygun olarak,
insanların içinde hareket ederek değiştikleri,
sınıflı toplumun önyargılarından kurtularak yeni-kollektif
insanı ürettikleri bir canlı organizma olarak
düşünüyorsanız, mesele yalnızca bir tüzük meselesi
olmaktan çıkar ve gerçek hayatın içinde anlamını
bulur. Bu, artık kimseye herhangi bir sıfat ya
da konumun armağan edildiği, birilerinin önü açılsın
diye başkalarının geri çekildiği lütfedilmiş eşitlikler
ortamı değildir. Binlerce yıllık eşitsizliğin
ortadan kaldırılması için öncelikle erkeklerin
sorunu sahiplenmeleri gerektiği ve bu anlamda
ön açıcı yolların ve zeminlerin yaratılması elbette
önemlidir.
Muhtemelen erkeklerin hiçbir zaman tam anlayamayacakları
“kadın olma hali”, yani salt biyolojik anlamdaki
cinsel kimliğin ötesindeki toplumsal-kültürel
kadın kimliği, hayata ve toplumsal mücadeleye
çok dezavantajlı noktalardan başlayan bir durumu
ifade eder. Çoğu kez ailenin fiziki ve psikolojik
şiddetinin cenderesinden geçilerek ancak büyük
bir inatla gelinebilen devrimci alanın kendisi
de kadın olma halinin sıkıntılarını tümüyle ortadan
kaldırmaz. Sokaklar, gündüzler ve geceler, hatta
düşmanın eziyet mekanları bile kadınlar ve erkekler
için farklı anlamlar ifade eder. Ve bu anlamda
yüzyıllar boyunca büyük bir iç-güven erozyonuna
uğratılmış bulunan kadının yeniden ayağa kalkışı
sanıldığı kadar da kolay bir yoldan gerçekleşmez.
Ama her şeye karşın burada söz konusu olan, “açılmış
alan” değil, “kazanılmış alan” kavramıdır; bu
anlamda devrimci sosyalist saflardaki her kadın
yoldaş, “himayeci ilişki” denilen şeyin çoğu zaman
çift taraflı bir durum olduğunu düşünmelidir.
Yani devrimci örgüt ilişkilerinde sadece “himaye”
ve “ikincil rol biçme” değil, aynı zamanda bu
duruma “rıza” gösterme, mevcut ilişkinin kabulü
de vardır ve birincisini ne kadar mahkum etmek
gerekiyorsa ikincisini de aynı ölçüde lanetleyip
ortadan kaldırmak, kadın yoldaşların görevi olarak
belirmektedir. Kadınları “kenara ayırıp koruyan”
anlayışlara, en sinsi ve en “sevgi dolu” olanları
da dahil olmak üzere nasıl karşı çıkılması gerekiyorsa,
bu pozisyonun kabul edilmesine de aynı ölçüde
karşı çıkılmalıdır; çünkü sonuçta geri bir durumu
kabul etmek, yalnızca bir cins ezilmesinin tescili
değil aynı zamanda pratik düzlemde de kötü devrimciliktir
ve yalnızca tavrın sahibine değil mücadelenin
bütününe zararlıdır.
Kıyı ve Irmak...
Kimsenin kimseye herhangi bir konumu armağan etmediği,
devrimci pratik içinde suların kendi kanalını
bulduğu bir eşitlik... İşte devrimci sosyalizmin
bakışı budur. Sonuçta mesele gelip Portakal Ağacında
Oturan Kadın romanında Sandinist militan Felipe’nin
Lavinia’ya söylediklerinde düğümlenir: “Biliyorum,
biz birlike yüzemeyiz.... sen benin kıyımsın.
Eğer birlikte yüzebilseydik, beni hangi kıyı karşılardı
ki?” Bütün sorun, bu anahtar soruya Lavinia’nın
verdiği pratik-militan yanıtı verebilmektedir.
Lütfedilmiş imtiyazlarla değil, dirseklerini ve
yumruklarını kullanarak... Bu mümkündür ve ayrıca
zorunludur da...
Üstelik devrimci sosyalist hareketin hem geçmiş
mirası hem de bugünkü duruş noktası, böyle bir
ilişkinin oluşumu için adeta doğal bir zemin sağlamaktadır.
Atılan hiçbir adım, bu anlamda karşılıksız kalmayacaktır.
|