Türkiye tarihinde siyasi gündemin bu kadar tıka
basa dolu olduğu dönemler herhalde pek sık görülmeyen
bir şeydir. Gerçekten ilginç ve yüklü günler yaşıyoruz.
Bir yandan savaş rüzgarları esiyor ve Türkiye
oligarşisi resmi durum ne olursa olsun gırtlağına
kadar işin içine giriyor, diğer yandan yeni kapitalist
iş örgütlenmesinin resmi ifadesi olan bir kölelik
yasası işçi sınıfına dayatılıyor, aynı süreçte
Kürt halkına yönelik tecrit saldırısı kirli bir
politikayla bir ileri bir geri düzeninde sürdürülüyor
ve tam da AİHM’in Öcalan kararı sonrasında HADEP
kapatılıyor, bu arada sağlanan konsensüs uyarınca
Tayyip Erdoğan meclise ve başbakanlığa taşınıyor,
bütün bunlar olurken çatlak sesler kesilip TC’nin
Kıbrıs vilayeti garantiye alınıyor... Sayması
bile zor. O kadar ki, televizyon haber müdürleri,
boşluk doldurmak için yaptırdıkları uyduruk haberleri
durmadan ertelemek zorunda kalıyorlar; çünkü haber
saatleri ancak bu kadarına yetiyor.
Gerçekten de yüklü bir gündemle karşı karşıyayız
bugünlerde. Ve dahası da var: Bu yılki anlamı
savaş tehdidinden ve genel grev kararından ötürü
epey değişecek olan Newroz da kapımızdadır.
Dersler ve deneyimlerle dolu günler...
Çıkarılacak dersler var. Ve belki de bunların
en önemlisi, Tezkere’nin “kazaya uğradığı” gün
“onurlu” meclise çiçek gönderen sevgili STK barışçılarımızın
biraz acele etmiş olduğunun ortaya çıkmasıydı.
İçlerinde Vedat Türkali gibi yol yordam görmüş
insanların da bulunduğu sevgili aydınlarımız da
“artık Türk olmaktan gurur duyuyorum” gibi laflar
ederken gerçekten çok acele etmişlerdi. Daha sonra
Genel Kurmay Başkanı Özkök’ün zehir zemberek müdahalesi
gündeme geldiğinde ve herkes yelkenleri suya indirmeye
başladığında, bu kez geri çark etmek de zor oldu
tabii.
Bir kez daha bize açıkça gösterildi ve artık görmeyen
gerçekten de görmek istemiyordur: Bu ülke, ABD
emperyalizminin işgali altındadır. Tezkerenin
ya da politik ayak oyunlarının, sorumluluğu başkasına
yıkma çabalarının ötesindeki gerçek, budur. Aylardır
yapılan onca hazırlık, satın alınan ya da kiralanan
onca bina ve arazi, gemilerden indirilip taşınan
onca silah ve teçhizat...bütün bunların hepsi,
tamamen güvence altındadır ve ABD kimsenin kaprisi
üzerine kumar oynamamaktadır. İş sağlama bağlanmıştır,
bu kadar masrafın ve hazırlığın mantıki tek açıklaması
da budur. Ve yine anlaşılmıştır ki, birinci tezkerenin
çerçevesinde yapılanlar aslında bir anlamda ikinciye
gerek bile bırakmamaktadır. Haftalarca gizlendikten
sonra nihayet açıklanan “mutabakat metni”nden
anlaşıldığı kadarıyla Mezopotamya’nın altı ili
haraç mezat Amerikan ordusuna satılmıştır. Bu
kadar üs, bu kadar çadır, bu kadar bina Amerikan
askerleri piknik yapsın diye değil, açıkça verilen
garantilerle devamının geleceği planıyla yapılmıştır.
Ayrıca zaten, başından beri söylediğimiz gibi
bütün bu resmi prosedürlerin ötesinde zaten işler
kendi seyrinde yürümektedir; sade bir TC yurttaşı
şu ana kadar Türkiye’ye kaç asker girdiğini, kaçının
çıktığını bilme imkânına sahip değildir. Kısacası,
nereden bakılırsa bakılsın, en basit ulusal onur
kırıntılarının bile ayaklar altına alındığı, uşaklık
uğruna şeref ve haysiyet gibi oligarşinin temsilcilerinin
zaten hiç sahip olmadıkları meziyetlerin artık
lügatlardan da silindiği bataklık günlerini yaşıyoruz.
Bugün İncirlik kasabasına gitmek istiyorsanız
eğer, kasabanın girişinde durdurulup kimliğinizi
göstermek, aramadan geçmek ve oraya niye geldiğinizi
izah etmek zorundasınız. Türkiye, budur artık
ve isteyen yine hayaller kursun ama maalesef bundan
başka bir şey de değildir.
Ve bunun sorumlusu da öyle ucuz değerlendirmelerde
söz edildiği gibi, bugünkü hükümet değildir. Bu,
İnönü’nün bir zamanlar “geldiler mi gitmezler”
dediği şeydir ve bu sözü söyleyen İnönü’ye dek
uzanan bir yeni-sömürgeleşme tarihinin bugün vardığı
noktadır. Mahir Çayan, 1970’lerde emperyalizmin
artık oligarşinin “içinde” bir olgu olduğunu,
böylece bir “gizli işgal”in gerçekleştirildiğini
söylerken boşa laf etmiyordu. Bu, bir bağımlılık
biçiminin tanımıydı ve yeterince açıktı. Aslında
“hükümetler gelir gider devletin politikaları
kalıcıdır” diyen Demirel gibi oligarşi kadroları
da Çayan’ın bu çözümlemesini defalarca doğrulamışlardır.
Şimdilerde ABD’nin hükümeti ya da filan kurumu
“ikna etmeye çalıştığı”ndan söz edilince gerçekten
her şey çok komik görünüyor. Böylece sanki Türkiye
bağımsız bir ülkeymiş de, örneğin Fransa gibi
“ikna” edilmesi gerekiyormuş gibi görünüyor. Oysa
bu gerçek değildir. Evet, yeni sömürgeciliğin
bugünkü versiyonu, zaman zaman birkaç oyunu gerekli
kılıyor belki; ama zaten bu ilişki başından beri
basit bir “yap-et” ilişkisi, basit bir emir komuta
ilişkisi değildi. Yeni sömürgeciliğin özünde var
olan şey, dolayımlı politik direktifler, görünürdeki
bağımsızlık perdesinin altında yürütülen gizli
ve kirli ilişkiler karmaşasıdır ve bu ilişkiler
ne kadar karışık ve dolaylı olursa o kadar iyidir!
Hangi Ulusallık? Hangi Ordu?
ABD işgalinin herhangi bir hükümet ya da partiyle
ilgili olmadığının, bunun derin ve köklü bir ilişki
olduğunun açıkça görülmesi eğer bu sürecin birinci
dersiyse, ikincisi de ordu ve oligarşiyle ilgilidir.
Tezkere’ye fazla asılmayarak kendilerini bu işe
zorlayan gücün açığa çıkıp sorumluluğu paylaşmasını
sağlamak bir AKP taktiğiyse eğer, başarıya ulaşmış
görünüyor. Böylece nihayet kameraların karşısında
bir Genel Kurmay Başkanı’nı canlı canlı “evet
biz ABD ile işbirliği tezkeresinin arkasındayız”
derken izleme fırsatını bulduk. Böylece taşlar
da yerine oturmuş oldu. Şovenist ulusalcıların
sesinin bir süredir kısılması da bununla ilgili
olmalı. Epeydir solun başçavuşları sansasyonel
haberlerle ortaya çıkıp “şeriatçıların memleketi
ABD’ye nasıl sattıkları ve cumhuriyetin ordusunun
buna nasıl set olduğu” üzerine nutuklar atmıyorlar.
Bittiğini iddia ettikleri enternasyonalizmin on
milyonlarca insandan oluşan gösterilerde nasıl
yeniden canlanmaya başladığını görmemek için olsa
gerek savaş karşıtı gösterilerde de yer almak
istemiyorlar.
Siyasette bazen bir politik yanlışın bile psikolojik
atmosferinin var olduğu dönemler vardır; yani
devrimci sosyalizmin öncüleri dahil birçok sosyalistin
1960’larda Kemalizmi yorumlayış biçimlerine bugünden
baktığımızda, kuşkusuz yine yanlışın altını yanlış
olarak çizeriz ama en azından şunu anlarız: Ortada
yanlış anlamaya uygun bir atmosfer vardır. Ama
bugün, birileri ordunun ulusal çıkarların sözcüsü
olduğunu söylediğinde, bu artık safdillik değilse
eğer, başka bir şeydir.
Sözünü ettiğimiz şey, artık Türkiye’nin en büyük
holdingidir. Belki karşılaştırma okurumuza saçma
gelecek ama bugün Türkiye’de en büyük holdingin
güvenlik elemanı sayısı iki-üç bini geçmez. Oysa
bu sözünü ettiğimiz holdingin tam tamına altı
yüz bin silahlı adamı vardır! Artık, basit bir
devlet hizmetinden söz etmiyoruz. Karşımızdaki
şey, herhangi bir memurun üniformalı hali değildir.
Sözünü ettiğimiz olgu, finans kurumlarıyla, bankalarıyla,
sigorta sistemleri, sanayi yatırımlarıyla kocaman
bir tekeldir. Ve bu tekelin Türkiye’de başka hiçbir
şirkete nasip olmayan basit bir avantajı vardır:
Her ay başında, binlerce subayın maaşından kesilen
%10’lardan oluşan muazzam bir nakit bu şirketin
kasasına sıcak para olarak girmektedir.
Üstelik bu kadar da değil, bir dizi vakıf ve emperyalistlerle
ortak kurulmuş askeri sanayi kuruluşları da dolaylı
biçimde güçlerini buraya akıtmaktadır. Ve yine
bu şirket, politik konumu nedeniyle Türkiye’deki
bütün diğer tekelcilerden başka bir yerdedir.
Örneğin bu ülkede herhangi bir devalüasyon ihtimalini
söz konusu şirketten gizleyebilecek tek bir bakan,
tek bir bürokrat mevcut değildir. Örneğin bu ülkede,
zor durumda olan bir bankayı emekçilerin vergileriyle
“kurtarmak” mümkündür; ama bu şirketin kurduğu
bir bakkal dükkanına bile el konulamaz. Örneğin
bu ülkede bazen herhangi bir tekel mevcut hükümetle
çatışıp kredi kaynaklarından bir süreliğine mahrum
kalabilir, ama altı yüz bin silahlı adamı olan
bu şirketin kredilerinde bir azaltma yapmak cesaret
isteyen bir iştir. Bu ülkede krizler herkesi etkiler,
yalnızca bu şirketin genel müdürleri “biz olacakları
önceden gördüğümüz için tedbirlerimizi aldık”
diye açıklama yapabilecek kadar rahattırlar.
Bütün anketlerde en güvenilir kurum olarak ordunun
adının listenin başında olmasının ise çok basit
bir nedeni vardır: Her yanından çürüyen ve lime
lime dökülen düzen kurumları arasındaki en kapalı,
içine en az girilebilen kurum ordudur. Dolayısıyla,
bir anlamda ordunun anket güvenilirliği, bu ülkedeki
medya tekellerinin durumu, oligarşinin hangi güçlerden
oluştuğu ve nasıl ilişkilere sahip olduğuyla ilgili
bir durumdur. Bu ülkede ordu ve orduya bağlı şirketlerle
ilgili tek bir ihalenin ve kredi ilişkisinin bile
basının ilgi alanı içinde olmaması son derece
“normal” bir durumdur. Sağlıksız sucuk imal eden
avuç içi kadar dükkanlara elde kamera baskın yapan
kahraman gazetecilerin hiçbiri, orduyla ilgili
haber kovalamayı, araştırma yapmayı, herhangi
bir dosyayı incelemeyi aklının ucundan geçirmez;
kazara böyle bir şey düşünse de unutması sağlanır.
Ordu tarihinin en büyük skandalı olan Emin Alpkaya
olayı bile, herhangi bir basın kurumu tarafından
ortaya çıkarılmış değildir; gayet iyi bilindiği
gibi o büyük skandal, bizzat rüşvet dağıtıcısı
olan Lookhed firmasının “evet biz Türkiye dahil
bir çok ülkede rüşvet dağıttık” açıklamasıyla
patlamış, Türkiyeli gazetecilere de yine şerefli
bir askeri savunmak düşmüştür. O günden bugüne
İsrail’den ABD’ye dek birçok ülkeyle ve çokuluslu
şirketle yapılan yüzlerce anlaşma ve ihaleyle
ise başını çevirip ilgilenen bile olmamıştır.
O kadar ki, Türkiye’nin dünyanın en büyük silah
alıcısı olduğu 90’lı yıllarda bile bu işlerin
nasıl olduğunu, hangi firmanın nasıl tercih edildiğini
merak eden olmamıştır.
İşte “güvenilirlik” denilen şey budur. Bütün düzen
kurumlarının dibe vurup çürüdüğü ama buna karşın
alternatif güçlerin de henüz kendilerini bir güç
odağı olarak ortaya koyamadığı koşullarda, kendi
kendisine de güven duymayan kitlelerin güven isteği,
ortalıkta en sağlam görünen kuruma yönelmektedir.
Kısaca söylendiğinde, sözünü ettiğimiz şey, bütün
alanlarda emperyalist çokuluslu şirketlerle işbirliği
halinde çalışan, dünya kapitalist sistemine göbekten
bağlı, onunla birlikte soluk alıp veren ve dolayısıyla
herhangi bir özel talimat alma gereği duymaksızın
onun çıkarlarına hizmet eden bir kurumdur. Ara
sıra mızmızlık edilse de ortak çıkarlar son derece
nettir; içinde yer alınan kamp, alınacak tavrı
da belirlemektedir. Şovenist dalkavuklar ne derse
desin, Özkök’ün üniformasız Özkök’le elele koyduğu
tavır, bunun ifadesidir. Haftalardır gayet kendinden
emin bir tavırla hazırlıklarını sürdüren ABD’nin
güvendiği makam da işte orası, Genel Kurmay’ın
ta kendisidir.
Güney’i Ezmek Asıl Hedeftir
Somut gerçeğin bu netlikte su yüzüne çıkıvermesi
şüphesiz emperyalist savaşa karşı alınan tavrın
niteliğini de değiştirmiş, sadece ABD karşıtlığı
gibi bir söylemle yetinilmesinin mümkün olmadığını
ortaya koymuştur. ABD askerleri Türkiye’ye uğramasın
da ne olursa olsun demek ya da hatta genel olarak
Bush’un Irak’a saldırısının karşısına dikilmek,
artık yetmemektedir. Türkiye, Güney’de yıllardır
sürdürmekte olduğu işgali açıkça kalıcılaştırmak
ve derinleştirmek istemektedir.
“Madem ki savaş kaçınılmaz, öyleyse biz de yeni
Ortadoğu manzarasında söz sahibi olalım” propagandalarının,
“milli menfaatler” edebiyatının altında yatan
somut gerçek budur. Bölgede Türkiye’ye verilecek
somut bir pay olmadığı da bilinmektedir aslında;
Musul-Kerkük hayalleri ile yaşayanların ötesinde
oligarşi için asıl sorun, hâlâ ciddi bir potansiyel
tehlike oluşturan Kürt hareketinin kalıcı olarak
ezilmesidir. Kalıcı olarak ezmekten kastedilen,
aslında KADEK’in ikide birde adeta bir pişmanlıkla
dillendirdiği “barış elimizi çevirdiler, güzellikten
anlamıyorlar” söyleminin tam Türkçe çevirisidir:
Türkiye oligarşisi, herhangi bir geri çekilme
ya da uzlaşma biçimiyle yetinmemekte, son tahlilde
potansiyel risk taşıyan bu durumu sakıncalı bulmakta
ve Kürt hareketini sonuna dek, son ferdine dek
ezmeyi nihai ve en garantili çözüm olarak görmektedir.
Esasen başından beri de bu niyetini değiştirmemiştir,
süreç içersinde İmralı’yı manipüle etmek için
ufak tefek oyunlar sergilemişse de bu kararlılığından
asla vazgeçmemiştir.
Düzenin mantığı böyle çalışır; onlar, genel olarak
düzen dışı güçlerin sağa doğru kaymasını isterler,
ama en reformistlere bile asla tam bir hoşgörüyle
yaklaşmazlar... Mutlaka tamamen bitirmek, tamamen
silmek isterler. Çünkü bilirler ki, hatta bizden
daha iyi bilirler ki, bu topraklar radikalizm
üretir. Neoliberalizmin her krizi yeni yoksul
kitlelerini devrimciliğe doğru iteceğini, varoşlarda
yeni devrimci kadrolar, önderler kuşağının mayalandığını
bilirler. Yani onlar, belki bu kez Halfeti’de
değil ama aynı coğrafyanın herhangi bir köşesinde,
herhangi bir sokakta oynayıp zafer işareti yapan
çocukların içinde adı Abdullah olanların varlığını
bilirler. Bu, Kürt coğrafyasında tükenmez bir
kaynaktır. Ve silmek istedikleri de işte bu ihtimaldir.
Bu ihtimalin tamamen ortadan kalkmasını, kuşakları
etkileyecek ağır bir ruh ezilmesinin ortaya çıkmasını
isterler. Bir ülkedeki devrimci potansiyelde kalıcı
bir sakatlık yaratmanın en “garantili” yolu, birkaç
kuşağı ciddi olarak pasifikasyona uğratacak bir
moral çöküntü ortamı yaratmaktır. Bilirler ki
ya da en azından tahminleri odur ki, böyle genel
ve uzun süreli bir ruh ezilmesi, Kürt insanını
kuşakları etkileyecek bir başarısızlık kompleksine
sokacak, onları büyük güçler karşısında bir şanslarının
olmadığına ikna edecektir. Deneyip yenilmiş olmanın
bu derin travmasını yaratmak önemlidir onlar için;
işin geri kalan kısmını ise metropollerdeki ahlaki
ve insani çürümenin kendiliğinden halledeceğini,
böylece yeni bir sıçrama ihtimalinin sıfırlanacağını
düşünmektedirler. Bu yüzden çok kesin ve ağır
bir ezme operasyonunun peşindedirler. Ve yine
bu yüzden yalnızca KADEK’i değil, Güney’deki fiili
devletleşme halini de ezmek, en azından ağır baskı
altında tutarak Kürtler için genel bir moral kaynağına
dönüşmesini engellemek zorundadırlar. Ve işte
bu yüzden, yalnızca genel bir savaş karşıtlığıyla
yetinilemez; Güney’in işgal edilmesi projesi de
bütün devrimcilerin ve emperyalist savaşa karşı
güçlerin hedef tahtasında olmak zorundadır. Tezkere’nin
yarısına hayır deyip TSK’nın işgaliyle ilgili
bölümünü onaylamaya hazır olan CHP’lilere benzer
biçimde bu konuya değmeden geçen bir savaş karşıtlığı,
demokratça bile olmayacaktır.
Türkiyeli devrimci, yüksek sesle ve Barzani-Talabani
ikilisinin niteliklerinden kaynaklanan bir kompleks
duymadan haykırmalıdır: Ben, bölgedeki hiçbir
devletin üniter yapısının savunucusu değilim!
Kimse beni bir Kürt devletiyle korkutmasın! Ayrıca
dünyadaki her milletin ne kadar devlet kurma hakkı
varsa Kürtlerin de o kadar vardır. Erbil ya da
Süleymaniye, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir eyaleti,
vilayeti değildir. Oradaki insanların nasıl bir
politik yönetim biçimi altında yaşamak istedikleri
tamamen kendi bilecekleri iştir ve esasen Ortadoğu’nun
cetvelle çizilmiş sınırlarını kabul etmeye kimse
mecbur değildir. Ayrıca salt ABD’ye karşı olduğum
için savaş karşıtı gösterilerde dünyanın en temiz
bayrağı olan kızıl bayrağımız yerine Saddam’ın
kanlı bayrağını taşımaya da mecbur değilim. Nasıl
şeriatçı bir önderliğe sahip oldukları için Çeçenlerin
katli vacip değilse ve biz Putin isimli çarı sevmeye
mecbur değilsek, elinden gelse, boyu yetişse Patagonya’nın
bile “ülkesiyle milletiyle bölünmez bütünlüğünü”
savunmayı refleks haline getirmiş böyle bir solculuğu
da kabul etmeye mecbur değilim.
Bu yüzden, sorun sadece tecrit ya da savaş sorunu
değil, bir bütün olarak bölgedeki bir devrimci
potansiyelin, yani Kürt siyasi varlığının ezilmesi
projesinin önünün kesilmesi sorunudur.
Ufuk Çizgisine Yürürken...
Devrimci sosyalistleri zor ve sıkıntılı günler,
büyük görevler bekliyor. Bugünkü genel “savaş
karşıtı” hareketin yapısı, gitgide daha fazla
STK çizgisine doğru kayan hattı bunların en önemlisidir
ve durum kısa vadede değişecek gibi de görünmemektedir.
Çünkü, bu sayımızdaki bir başka yazımızda açmaya
çalıştığımız gibi, söz konusu durum bir tek günde
oluşmuş değildir ve bir dizi eski günahın sonucudur.
Hem genel ve kapsayıcı bir hareketin varlığını
korumak, hem de onun zeminini düzeltmeye, marksist
çerçeveye oturtmaya çalışmak, kolay olmasa da
zorunlu bir görevdir.
Bunun için platformlarda ya da platformlar dışında
bağımsız devrimci politikaların ve eylemliliklerin
ciddiye alınması gerekmektedir. Sosyalistlerin
emperyalist savaşa karşı duruşlarıyla başkalarının
“barışçılığı” arasında tarih boyunca her zaman
bir fark olmuştur ve olacaktır; bu sabit bir veridir
ve baştan kabul ettiğimiz şeydir. Sabit veri olmayan,
bu “barışçılık” biçiminin merkezi düzeyde bu kadar
etkinlik kazanması ve sosyalistlerin tabandaki
güçlerine karşın aynı merkezi düzlemde daha geri
konumlarda kalmalarıdır. Bugünün büyük bir hızla
değiştirmek zorunda olduğumuz asıl talihsizliği
ise, sürece bütünsel bir müdahalenin henüz gerçekleştirilemiyor
olmasıdır. Bu, bugünün görevleri bakımından engelleyici
ya da moral bozucu değildir ama perspektif düzeyinde
devrimci sosyalizmin merkezi sorunudur. Leninist
klasiklerde “yalnızca sömürünün işaretlenmesi”
olarak değil, aynı zamanda “işçi sınıfının kimlerle
birlikte kime karşı mücadele etmesi gerektiğinin
ortaya konulması” olarak tanımlanan siyasi gerçekleri
açıklama kampanyasının asıl anlamı, “düşmanın
yenilebilirliğinin de gösterilmesi”dir. Gerçekten
de bugün bütün ülke nüfusunu bir bıçak gibi ikiye
bölerek saflaştıracak bir müdahalenin ihtiyacı
en yakıcı sorun olarak önümüzdedir. Bugün bütün
kriterler çarpılmış, bütün sınıfsal duruşlar zemininden
kaymış haldedir. Örneğin 1974’te işçi sınıfının
çoğunluğunun ve diğer yoksulların Ecevit tercihi
bile derin bir yanılsamaya dayansa da mantıki
ve anlaşılır bir olgudur. Bir cuntanın ardından
sosyalistlerin bütün sloganlarını çalan ve vıcık
vıcık bir popülizmle kitlelerin karşısına çıkan
Ecevit başka bir şeydir.
Oysa bugünkü manzara karmakarışıktır, ciddi bir
devrimci alternatifin kendini ortaya koyamadığı
koşullarda toplumsal kategoriler ve sınıflar yanılsamalı
bile olsa kendi klasik tercihlerine göre davranmamakta,
ezilenlerin tercihleri bir gün şeriatçı güçlere
kayarken ertesi gün sadece fiziki değil politik
anlamda da “beyaz ırktan” olan bir Cem Uzan, aynı
yoksulların oylarıyla umulmayan bir tempo tutturabilmektedir.
Bütün bu karışıklık manzarası, artık politik-askeri
bir müdahale dışında hiçbir yoldan düzeltilemez.
Bugünkü görevlerimize dört elle sarılıp evinde
oturan tek bir insanı bile sokağa çıkarıp gösterilere
katmak, onları bütün bu süreç boyunca eğitmek
nasıl ertelenemez bir devrimci görevse bu merkezi
müdahalenin yakıcı ihtiyacını derinden hissederek
koşullarını yaratmak da en az onun kadar acildi.
Yoksa tarih kötü bir biçimde sürekli olarak tekrarlanacak,
devrimci güçler de her dönemeçte niçin sürecin
yönlendiricisi olamadıkları üzerine tartışmaya
devam edeceklerdir.
|