Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

F. HANÇER

Türkiye tarihinde siyasi gündemin bu kadar tıka basa dolu olduğu dönemler herhalde pek sık görülmeyen bir şeydir. Gerçekten ilginç ve yüklü günler yaşıyoruz. Bir yandan savaş rüzgarları esiyor ve Türkiye oligarşisi resmi durum ne olursa olsun gırtlağına kadar işin içine giriyor, diğer yandan yeni kapitalist iş örgütlenmesinin resmi ifadesi olan bir kölelik yasası işçi sınıfına dayatılıyor, aynı süreçte Kürt halkına yönelik tecrit saldırısı kirli bir politikayla bir ileri bir geri düzeninde sürdürülüyor ve tam da AİHM’in Öcalan kararı sonrasında HADEP kapatılıyor, bu arada sağlanan konsensüs uyarınca Tayyip Erdoğan meclise ve başbakanlığa taşınıyor, bütün bunlar olurken çatlak sesler kesilip TC’nin Kıbrıs vilayeti garantiye alınıyor... Sayması bile zor. O kadar ki, televizyon haber müdürleri, boşluk doldurmak için yaptırdıkları uyduruk haberleri durmadan ertelemek zorunda kalıyorlar; çünkü haber saatleri ancak bu kadarına yetiyor.
Gerçekten de yüklü bir gündemle karşı karşıyayız bugünlerde. Ve dahası da var: Bu yılki anlamı savaş tehdidinden ve genel grev kararından ötürü epey değişecek olan Newroz da kapımızdadır.

Dersler ve deneyimlerle dolu günler...
Çıkarılacak dersler var. Ve belki de bunların en önemlisi, Tezkere’nin “kazaya uğradığı” gün “onurlu” meclise çiçek gönderen sevgili STK barışçılarımızın biraz acele etmiş olduğunun ortaya çıkmasıydı. İçlerinde Vedat Türkali gibi yol yordam görmüş insanların da bulunduğu sevgili aydınlarımız da “artık Türk olmaktan gurur duyuyorum” gibi laflar ederken gerçekten çok acele etmişlerdi. Daha sonra Genel Kurmay Başkanı Özkök’ün zehir zemberek müdahalesi gündeme geldiğinde ve herkes yelkenleri suya indirmeye başladığında, bu kez geri çark etmek de zor oldu tabii.
Bir kez daha bize açıkça gösterildi ve artık görmeyen gerçekten de görmek istemiyordur: Bu ülke, ABD emperyalizminin işgali altındadır. Tezkerenin ya da politik ayak oyunlarının, sorumluluğu başkasına yıkma çabalarının ötesindeki gerçek, budur. Aylardır yapılan onca hazırlık, satın alınan ya da kiralanan onca bina ve arazi, gemilerden indirilip taşınan onca silah ve teçhizat...bütün bunların hepsi, tamamen güvence altındadır ve ABD kimsenin kaprisi üzerine kumar oynamamaktadır. İş sağlama bağlanmıştır, bu kadar masrafın ve hazırlığın mantıki tek açıklaması da budur. Ve yine anlaşılmıştır ki, birinci tezkerenin çerçevesinde yapılanlar aslında bir anlamda ikinciye gerek bile bırakmamaktadır. Haftalarca gizlendikten sonra nihayet açıklanan “mutabakat metni”nden anlaşıldığı kadarıyla Mezopotamya’nın altı ili haraç mezat Amerikan ordusuna satılmıştır. Bu kadar üs, bu kadar çadır, bu kadar bina Amerikan askerleri piknik yapsın diye değil, açıkça verilen garantilerle devamının geleceği planıyla yapılmıştır. Ayrıca zaten, başından beri söylediğimiz gibi bütün bu resmi prosedürlerin ötesinde zaten işler kendi seyrinde yürümektedir; sade bir TC yurttaşı şu ana kadar Türkiye’ye kaç asker girdiğini, kaçının çıktığını bilme imkânına sahip değildir. Kısacası, nereden bakılırsa bakılsın, en basit ulusal onur kırıntılarının bile ayaklar altına alındığı, uşaklık uğruna şeref ve haysiyet gibi oligarşinin temsilcilerinin zaten hiç sahip olmadıkları meziyetlerin artık lügatlardan da silindiği bataklık günlerini yaşıyoruz. Bugün İncirlik kasabasına gitmek istiyorsanız eğer, kasabanın girişinde durdurulup kimliğinizi göstermek, aramadan geçmek ve oraya niye geldiğinizi izah etmek zorundasınız. Türkiye, budur artık ve isteyen yine hayaller kursun ama maalesef bundan başka bir şey de değildir.
Ve bunun sorumlusu da öyle ucuz değerlendirmelerde söz edildiği gibi, bugünkü hükümet değildir. Bu, İnönü’nün bir zamanlar “geldiler mi gitmezler” dediği şeydir ve bu sözü söyleyen İnönü’ye dek uzanan bir yeni-sömürgeleşme tarihinin bugün vardığı noktadır. Mahir Çayan, 1970’lerde emperyalizmin artık oligarşinin “içinde” bir olgu olduğunu, böylece bir “gizli işgal”in gerçekleştirildiğini söylerken boşa laf etmiyordu. Bu, bir bağımlılık biçiminin tanımıydı ve yeterince açıktı. Aslında “hükümetler gelir gider devletin politikaları kalıcıdır” diyen Demirel gibi oligarşi kadroları da Çayan’ın bu çözümlemesini defalarca doğrulamışlardır. Şimdilerde ABD’nin hükümeti ya da filan kurumu “ikna etmeye çalıştığı”ndan söz edilince gerçekten her şey çok komik görünüyor. Böylece sanki Türkiye bağımsız bir ülkeymiş de, örneğin Fransa gibi “ikna” edilmesi gerekiyormuş gibi görünüyor. Oysa bu gerçek değildir. Evet, yeni sömürgeciliğin bugünkü versiyonu, zaman zaman birkaç oyunu gerekli kılıyor belki; ama zaten bu ilişki başından beri basit bir “yap-et” ilişkisi, basit bir emir komuta ilişkisi değildi. Yeni sömürgeciliğin özünde var olan şey, dolayımlı politik direktifler, görünürdeki bağımsızlık perdesinin altında yürütülen gizli ve kirli ilişkiler karmaşasıdır ve bu ilişkiler ne kadar karışık ve dolaylı olursa o kadar iyidir!

Hangi Ulusallık? Hangi Ordu?
ABD işgalinin herhangi bir hükümet ya da partiyle ilgili olmadığının, bunun derin ve köklü bir ilişki olduğunun açıkça görülmesi eğer bu sürecin birinci dersiyse, ikincisi de ordu ve oligarşiyle ilgilidir. Tezkere’ye fazla asılmayarak kendilerini bu işe zorlayan gücün açığa çıkıp sorumluluğu paylaşmasını sağlamak bir AKP taktiğiyse eğer, başarıya ulaşmış görünüyor. Böylece nihayet kameraların karşısında bir Genel Kurmay Başkanı’nı canlı canlı “evet biz ABD ile işbirliği tezkeresinin arkasındayız” derken izleme fırsatını bulduk. Böylece taşlar da yerine oturmuş oldu. Şovenist ulusalcıların sesinin bir süredir kısılması da bununla ilgili olmalı. Epeydir solun başçavuşları sansasyonel haberlerle ortaya çıkıp “şeriatçıların memleketi ABD’ye nasıl sattıkları ve cumhuriyetin ordusunun buna nasıl set olduğu” üzerine nutuklar atmıyorlar. Bittiğini iddia ettikleri enternasyonalizmin on milyonlarca insandan oluşan gösterilerde nasıl yeniden canlanmaya başladığını görmemek için olsa gerek savaş karşıtı gösterilerde de yer almak istemiyorlar.
Siyasette bazen bir politik yanlışın bile psikolojik atmosferinin var olduğu dönemler vardır; yani devrimci sosyalizmin öncüleri dahil birçok sosyalistin 1960’larda Kemalizmi yorumlayış biçimlerine bugünden baktığımızda, kuşkusuz yine yanlışın altını yanlış olarak çizeriz ama en azından şunu anlarız: Ortada yanlış anlamaya uygun bir atmosfer vardır. Ama bugün, birileri ordunun ulusal çıkarların sözcüsü olduğunu söylediğinde, bu artık safdillik değilse eğer, başka bir şeydir.
Sözünü ettiğimiz şey, artık Türkiye’nin en büyük holdingidir. Belki karşılaştırma okurumuza saçma gelecek ama bugün Türkiye’de en büyük holdingin güvenlik elemanı sayısı iki-üç bini geçmez. Oysa bu sözünü ettiğimiz holdingin tam tamına altı yüz bin silahlı adamı vardır! Artık, basit bir devlet hizmetinden söz etmiyoruz. Karşımızdaki şey, herhangi bir memurun üniformalı hali değildir. Sözünü ettiğimiz olgu, finans kurumlarıyla, bankalarıyla, sigorta sistemleri, sanayi yatırımlarıyla kocaman bir tekeldir. Ve bu tekelin Türkiye’de başka hiçbir şirkete nasip olmayan basit bir avantajı vardır: Her ay başında, binlerce subayın maaşından kesilen %10’lardan oluşan muazzam bir nakit bu şirketin kasasına sıcak para olarak girmektedir.
Üstelik bu kadar da değil, bir dizi vakıf ve emperyalistlerle ortak kurulmuş askeri sanayi kuruluşları da dolaylı biçimde güçlerini buraya akıtmaktadır. Ve yine bu şirket, politik konumu nedeniyle Türkiye’deki bütün diğer tekelcilerden başka bir yerdedir. Örneğin bu ülkede herhangi bir devalüasyon ihtimalini söz konusu şirketten gizleyebilecek tek bir bakan, tek bir bürokrat mevcut değildir. Örneğin bu ülkede, zor durumda olan bir bankayı emekçilerin vergileriyle “kurtarmak” mümkündür; ama bu şirketin kurduğu bir bakkal dükkanına bile el konulamaz. Örneğin bu ülkede bazen herhangi bir tekel mevcut hükümetle çatışıp kredi kaynaklarından bir süreliğine mahrum kalabilir, ama altı yüz bin silahlı adamı olan bu şirketin kredilerinde bir azaltma yapmak cesaret isteyen bir iştir. Bu ülkede krizler herkesi etkiler, yalnızca bu şirketin genel müdürleri “biz olacakları önceden gördüğümüz için tedbirlerimizi aldık” diye açıklama yapabilecek kadar rahattırlar.
Bütün anketlerde en güvenilir kurum olarak ordunun adının listenin başında olmasının ise çok basit bir nedeni vardır: Her yanından çürüyen ve lime lime dökülen düzen kurumları arasındaki en kapalı, içine en az girilebilen kurum ordudur. Dolayısıyla, bir anlamda ordunun anket güvenilirliği, bu ülkedeki medya tekellerinin durumu, oligarşinin hangi güçlerden oluştuğu ve nasıl ilişkilere sahip olduğuyla ilgili bir durumdur. Bu ülkede ordu ve orduya bağlı şirketlerle ilgili tek bir ihalenin ve kredi ilişkisinin bile basının ilgi alanı içinde olmaması son derece “normal” bir durumdur. Sağlıksız sucuk imal eden avuç içi kadar dükkanlara elde kamera baskın yapan kahraman gazetecilerin hiçbiri, orduyla ilgili haber kovalamayı, araştırma yapmayı, herhangi bir dosyayı incelemeyi aklının ucundan geçirmez; kazara böyle bir şey düşünse de unutması sağlanır. Ordu tarihinin en büyük skandalı olan Emin Alpkaya olayı bile, herhangi bir basın kurumu tarafından ortaya çıkarılmış değildir; gayet iyi bilindiği gibi o büyük skandal, bizzat rüşvet dağıtıcısı olan Lookhed firmasının “evet biz Türkiye dahil bir çok ülkede rüşvet dağıttık” açıklamasıyla patlamış, Türkiyeli gazetecilere de yine şerefli bir askeri savunmak düşmüştür. O günden bugüne İsrail’den ABD’ye dek birçok ülkeyle ve çokuluslu şirketle yapılan yüzlerce anlaşma ve ihaleyle ise başını çevirip ilgilenen bile olmamıştır. O kadar ki, Türkiye’nin dünyanın en büyük silah alıcısı olduğu 90’lı yıllarda bile bu işlerin nasıl olduğunu, hangi firmanın nasıl tercih edildiğini merak eden olmamıştır.
İşte “güvenilirlik” denilen şey budur. Bütün düzen kurumlarının dibe vurup çürüdüğü ama buna karşın alternatif güçlerin de henüz kendilerini bir güç odağı olarak ortaya koyamadığı koşullarda, kendi kendisine de güven duymayan kitlelerin güven isteği, ortalıkta en sağlam görünen kuruma yönelmektedir.
Kısaca söylendiğinde, sözünü ettiğimiz şey, bütün alanlarda emperyalist çokuluslu şirketlerle işbirliği halinde çalışan, dünya kapitalist sistemine göbekten bağlı, onunla birlikte soluk alıp veren ve dolayısıyla herhangi bir özel talimat alma gereği duymaksızın onun çıkarlarına hizmet eden bir kurumdur. Ara sıra mızmızlık edilse de ortak çıkarlar son derece nettir; içinde yer alınan kamp, alınacak tavrı da belirlemektedir. Şovenist dalkavuklar ne derse desin, Özkök’ün üniformasız Özkök’le elele koyduğu tavır, bunun ifadesidir. Haftalardır gayet kendinden emin bir tavırla hazırlıklarını sürdüren ABD’nin güvendiği makam da işte orası, Genel Kurmay’ın ta kendisidir.

Güney’i Ezmek Asıl Hedeftir
Somut gerçeğin bu netlikte su yüzüne çıkıvermesi şüphesiz emperyalist savaşa karşı alınan tavrın niteliğini de değiştirmiş, sadece ABD karşıtlığı gibi bir söylemle yetinilmesinin mümkün olmadığını ortaya koymuştur. ABD askerleri Türkiye’ye uğramasın da ne olursa olsun demek ya da hatta genel olarak Bush’un Irak’a saldırısının karşısına dikilmek, artık yetmemektedir. Türkiye, Güney’de yıllardır sürdürmekte olduğu işgali açıkça kalıcılaştırmak ve derinleştirmek istemektedir.
“Madem ki savaş kaçınılmaz, öyleyse biz de yeni Ortadoğu manzarasında söz sahibi olalım” propagandalarının, “milli menfaatler” edebiyatının altında yatan somut gerçek budur. Bölgede Türkiye’ye verilecek somut bir pay olmadığı da bilinmektedir aslında; Musul-Kerkük hayalleri ile yaşayanların ötesinde oligarşi için asıl sorun, hâlâ ciddi bir potansiyel tehlike oluşturan Kürt hareketinin kalıcı olarak ezilmesidir. Kalıcı olarak ezmekten kastedilen, aslında KADEK’in ikide birde adeta bir pişmanlıkla dillendirdiği “barış elimizi çevirdiler, güzellikten anlamıyorlar” söyleminin tam Türkçe çevirisidir: Türkiye oligarşisi, herhangi bir geri çekilme ya da uzlaşma biçimiyle yetinmemekte, son tahlilde potansiyel risk taşıyan bu durumu sakıncalı bulmakta ve Kürt hareketini sonuna dek, son ferdine dek ezmeyi nihai ve en garantili çözüm olarak görmektedir. Esasen başından beri de bu niyetini değiştirmemiştir, süreç içersinde İmralı’yı manipüle etmek için ufak tefek oyunlar sergilemişse de bu kararlılığından asla vazgeçmemiştir.
Düzenin mantığı böyle çalışır; onlar, genel olarak düzen dışı güçlerin sağa doğru kaymasını isterler, ama en reformistlere bile asla tam bir hoşgörüyle yaklaşmazlar... Mutlaka tamamen bitirmek, tamamen silmek isterler. Çünkü bilirler ki, hatta bizden daha iyi bilirler ki, bu topraklar radikalizm üretir. Neoliberalizmin her krizi yeni yoksul kitlelerini devrimciliğe doğru iteceğini, varoşlarda yeni devrimci kadrolar, önderler kuşağının mayalandığını bilirler. Yani onlar, belki bu kez Halfeti’de değil ama aynı coğrafyanın herhangi bir köşesinde, herhangi bir sokakta oynayıp zafer işareti yapan çocukların içinde adı Abdullah olanların varlığını bilirler. Bu, Kürt coğrafyasında tükenmez bir kaynaktır. Ve silmek istedikleri de işte bu ihtimaldir. Bu ihtimalin tamamen ortadan kalkmasını, kuşakları etkileyecek ağır bir ruh ezilmesinin ortaya çıkmasını isterler. Bir ülkedeki devrimci potansiyelde kalıcı bir sakatlık yaratmanın en “garantili” yolu, birkaç kuşağı ciddi olarak pasifikasyona uğratacak bir moral çöküntü ortamı yaratmaktır. Bilirler ki ya da en azından tahminleri odur ki, böyle genel ve uzun süreli bir ruh ezilmesi, Kürt insanını kuşakları etkileyecek bir başarısızlık kompleksine sokacak, onları büyük güçler karşısında bir şanslarının olmadığına ikna edecektir. Deneyip yenilmiş olmanın bu derin travmasını yaratmak önemlidir onlar için; işin geri kalan kısmını ise metropollerdeki ahlaki ve insani çürümenin kendiliğinden halledeceğini, böylece yeni bir sıçrama ihtimalinin sıfırlanacağını düşünmektedirler. Bu yüzden çok kesin ve ağır bir ezme operasyonunun peşindedirler. Ve yine bu yüzden yalnızca KADEK’i değil, Güney’deki fiili devletleşme halini de ezmek, en azından ağır baskı altında tutarak Kürtler için genel bir moral kaynağına dönüşmesini engellemek zorundadırlar. Ve işte bu yüzden, yalnızca genel bir savaş karşıtlığıyla yetinilemez; Güney’in işgal edilmesi projesi de bütün devrimcilerin ve emperyalist savaşa karşı güçlerin hedef tahtasında olmak zorundadır. Tezkere’nin yarısına hayır deyip TSK’nın işgaliyle ilgili bölümünü onaylamaya hazır olan CHP’lilere benzer biçimde bu konuya değmeden geçen bir savaş karşıtlığı, demokratça bile olmayacaktır.
Türkiyeli devrimci, yüksek sesle ve Barzani-Talabani ikilisinin niteliklerinden kaynaklanan bir kompleks duymadan haykırmalıdır: Ben, bölgedeki hiçbir devletin üniter yapısının savunucusu değilim! Kimse beni bir Kürt devletiyle korkutmasın! Ayrıca dünyadaki her milletin ne kadar devlet kurma hakkı varsa Kürtlerin de o kadar vardır. Erbil ya da Süleymaniye, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir eyaleti, vilayeti değildir. Oradaki insanların nasıl bir politik yönetim biçimi altında yaşamak istedikleri tamamen kendi bilecekleri iştir ve esasen Ortadoğu’nun cetvelle çizilmiş sınırlarını kabul etmeye kimse mecbur değildir. Ayrıca salt ABD’ye karşı olduğum için savaş karşıtı gösterilerde dünyanın en temiz bayrağı olan kızıl bayrağımız yerine Saddam’ın kanlı bayrağını taşımaya da mecbur değilim. Nasıl şeriatçı bir önderliğe sahip oldukları için Çeçenlerin katli vacip değilse ve biz Putin isimli çarı sevmeye mecbur değilsek, elinden gelse, boyu yetişse Patagonya’nın bile “ülkesiyle milletiyle bölünmez bütünlüğünü” savunmayı refleks haline getirmiş böyle bir solculuğu da kabul etmeye mecbur değilim.
Bu yüzden, sorun sadece tecrit ya da savaş sorunu değil, bir bütün olarak bölgedeki bir devrimci potansiyelin, yani Kürt siyasi varlığının ezilmesi projesinin önünün kesilmesi sorunudur.

Ufuk Çizgisine Yürürken...
Devrimci sosyalistleri zor ve sıkıntılı günler, büyük görevler bekliyor. Bugünkü genel “savaş karşıtı” hareketin yapısı, gitgide daha fazla STK çizgisine doğru kayan hattı bunların en önemlisidir ve durum kısa vadede değişecek gibi de görünmemektedir. Çünkü, bu sayımızdaki bir başka yazımızda açmaya çalıştığımız gibi, söz konusu durum bir tek günde oluşmuş değildir ve bir dizi eski günahın sonucudur. Hem genel ve kapsayıcı bir hareketin varlığını korumak, hem de onun zeminini düzeltmeye, marksist çerçeveye oturtmaya çalışmak, kolay olmasa da zorunlu bir görevdir.
Bunun için platformlarda ya da platformlar dışında bağımsız devrimci politikaların ve eylemliliklerin ciddiye alınması gerekmektedir. Sosyalistlerin emperyalist savaşa karşı duruşlarıyla başkalarının “barışçılığı” arasında tarih boyunca her zaman bir fark olmuştur ve olacaktır; bu sabit bir veridir ve baştan kabul ettiğimiz şeydir. Sabit veri olmayan, bu “barışçılık” biçiminin merkezi düzeyde bu kadar etkinlik kazanması ve sosyalistlerin tabandaki güçlerine karşın aynı merkezi düzlemde daha geri konumlarda kalmalarıdır. Bugünün büyük bir hızla değiştirmek zorunda olduğumuz asıl talihsizliği ise, sürece bütünsel bir müdahalenin henüz gerçekleştirilemiyor olmasıdır. Bu, bugünün görevleri bakımından engelleyici ya da moral bozucu değildir ama perspektif düzeyinde devrimci sosyalizmin merkezi sorunudur. Leninist klasiklerde “yalnızca sömürünün işaretlenmesi” olarak değil, aynı zamanda “işçi sınıfının kimlerle birlikte kime karşı mücadele etmesi gerektiğinin ortaya konulması” olarak tanımlanan siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının asıl anlamı, “düşmanın yenilebilirliğinin de gösterilmesi”dir. Gerçekten de bugün bütün ülke nüfusunu bir bıçak gibi ikiye bölerek saflaştıracak bir müdahalenin ihtiyacı en yakıcı sorun olarak önümüzdedir. Bugün bütün kriterler çarpılmış, bütün sınıfsal duruşlar zemininden kaymış haldedir. Örneğin 1974’te işçi sınıfının çoğunluğunun ve diğer yoksulların Ecevit tercihi bile derin bir yanılsamaya dayansa da mantıki ve anlaşılır bir olgudur. Bir cuntanın ardından sosyalistlerin bütün sloganlarını çalan ve vıcık vıcık bir popülizmle kitlelerin karşısına çıkan Ecevit başka bir şeydir.
Oysa bugünkü manzara karmakarışıktır, ciddi bir devrimci alternatifin kendini ortaya koyamadığı koşullarda toplumsal kategoriler ve sınıflar yanılsamalı bile olsa kendi klasik tercihlerine göre davranmamakta, ezilenlerin tercihleri bir gün şeriatçı güçlere kayarken ertesi gün sadece fiziki değil politik anlamda da “beyaz ırktan” olan bir Cem Uzan, aynı yoksulların oylarıyla umulmayan bir tempo tutturabilmektedir.
Bütün bu karışıklık manzarası, artık politik-askeri bir müdahale dışında hiçbir yoldan düzeltilemez. Bugünkü görevlerimize dört elle sarılıp evinde oturan tek bir insanı bile sokağa çıkarıp gösterilere katmak, onları bütün bu süreç boyunca eğitmek nasıl ertelenemez bir devrimci görevse bu merkezi müdahalenin yakıcı ihtiyacını derinden hissederek koşullarını yaratmak da en az onun kadar acildi.
Yoksa tarih kötü bir biçimde sürekli olarak tekrarlanacak, devrimci güçler de her dönemeçte niçin sürecin yönlendiricisi olamadıkları üzerine tartışmaya devam edeceklerdir.

 

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul