Revizyonist bloğun 1990 başlarındaki çöküşü dünyadaki
tüm güç ilişkilerini ve dengelerini alt-üst ederken,
başta proletarya olmak üzere tüm ilerici insanlığın
geçmişe, an’a ve geleceğe ilişkin kavrayışında
ve eyleminde ise derin bir travma etkisi yarattı.
1917’deki Büyük Ekim Devrimi ve ardından 70 yılı
aşkın sürede büyük devrimci gelişmelerin yarattığı
değişimlerle biçimlenen tarihsel gelişme ve bu
temelde oluşan insan bilincinin bu ani çöküş karşısındaki
refleksi oldukça dramatik yanlar taşıyor.
Sol hareketin sadece revizyonist bloğun çöküşü
ile sınırlı kalmayan genel gerilemesi, emperyalist
kapitalist sistemin üstünlüğü ve mümkün olan tek
gelişme yolu olduğu yönündeki gerici ideolojik
kampanyaların dizginsiz biçimde tüm düşünsel alanı
işgal etmesinin de önünü açtı. Emperyalist güçlerin
tüm tarihsel gelişmeyi tersyüz eden, tarihsel
olarak ömrünü doldurmuş olan ve çürüyen sistemlerinin
ideolojik dayanaklarını güçlendirmeye dönük aldatıcı
söylemleri; tarih anlatımları, gelecek tasarımları
yaygın biçimde ortalığı kaplamıştır.
Kuşkusuz, böylesi kapsamlı değişimlerin yaşandığı
koşullarda tüm taraflarca yapılan değerlendirmelerin
önemli bir bölümünün en temel vurgularından biri,
1990’la birlikte bir ‘yeni dönem’in başladığı
olmuştur. Yeni dönem biçimindeki kavramlaşıtırma,
dönem kavramının içeriğine ilişkin bir kuramsal
bakış açısını veya tarih kavrayışını içermekten
çok, 1990 sonrası oluşan yeni dünya tablosunu
bir öncekinden ayırmak için kullanılmaktaydı.
Elbette, emperyalizmin ideologları yeni dönem
kavramı ile sadece 1945-1990 arasında yaşanan
süreçten önemli farklılıklar arzeden bir süreci
değil, aynı zamanda kapitalizmin sosyalizmi kesin
biçimde yenilgiye uğrattığı ve artık kapitalizm
dışı bir alternatifin bulunmadığı, kapitalizmin
ebedi olduğu bir süreci de tarif etmekteydiler.
Yeni Dünya Düzeni, küreselleşme, insan haklarının
ve barışın ebedi egemenliği vb. kavramlar ve açılımlar
ise emperyalistlerin 1990 sonrası sürece dönük
planları, tasarımları ve bunları meşrulaştırmaya
dönük ideolojik söylemlerini oluşturmaktaydılar.
Sosyalist hareketin ortaya çıkan yeni dünya tablosunu
anlama ve devrimci çözümler üretme noktasında
ciddi adımlar atmamasının da etkisiyle, 1990’lar
boyunca emperyalist ideologların demagojik söylemlerinin
hızını kesmeden sürdüğü görüldü.
Sosyalizmin gerilemesi ile pervasız bir zafer
sarhoşluğu yaşayan kalemşörler yeni süreci, ‘sermaye
barışı çağı’, ‘çevre çağı’, ‘açık toplum çağı’,
‘bilgi çağı’ gibi kapitalizm güzellemeleri içeren
biçimde tanımlamaktan, daha ileri gidip tarihin
sonunu ilan etmeye değin uzanan geniş bir sığlık
ve gerçek dışılık örneği kavramlar kataloğu oluşturmuşlardır.
Daha ciddi çözümleme çabalarında da temelde yaklaşım
esas olarak aynı kalmıştır; kapitalizm ebedidir,
Ekim Devrimi ile birlikte başlayan büyük devrimci
gelişme deyim yerindeyse tarihin bir cilvesi,
trafik kazasıdır. ‘Yeni dönem’ bu risklerin bertaraf
edildiği bir dönemdir.
Emperyalist kalemşörlerin tarihin gelişme dinamiklerini
anlamaktan uzak, ufuksuz, uyduruk tanımlamaları
ve demagojileri, 1990 çöküşünün üzerinden geçen
on yıl gibi kısa bir sürenin ardından tuzla buz
olmuştur.
Evet, 1989-90’ların dramatik gelişmeleri ortaya
yeni bir dünya manzarası çıkarmıştır. Ancak bu
manzaradan çıkarılacak sonucun ve tarihin akışının,
onların öngördüğü gibi olmayacağı/olamayacağı,
onların öngördüğü gibi bir ‘yeni dönem’in sözkonusu
olmadığı 2000’li yılların başında apaçık görülebilmektedir.
Ne sosyalist hareket yok edilebilmiş ve ML’in
temel tezlerinin hayatı açıklama ve değiştirme
gücüne ilişkin demagojiler yaşam içinde doğrulanmıştır,
ne de kapitalizmin krizleri ve yıkıcı etkileri
ortadan kalkmıştır. Kapitalizmin ebedi barışı
ve insan hakları ise her zamankinden çok daha
fazla uzak bir hayal olmuştur. Emperyalist sistem
derinleşen iç çelişkileri ve çatışmalarıyla, proletaryanın
ve tüm ezilenlerin mücadeleleriyle, dünyayı kan
ve ateşle dolduran saldırganlığıyla kendi yarattığı
yalancı iyimserlik havasını kısa sürede yok etmiştir.
Allame-i cihan havasındaki ukala kalemşörlerin
tarihsel gelişmenin dinamiklerini ellerindeki
kalemlerle diledikleri gibi eğip, bükebileceklerini,
maddi gerçeklik ile insan bilinci arasına aşılmaz
demagojik setler kurabileceklerinı sanmaları ise
en masumane ifadeyle entellektüel avanaklık ve
hafiflik olarak karşımızda durmaktadır.
ML’i referans alma iddiasındaki yapılar da dahil
olmak üzere genel olarak sol hareketlerin, 1990’da
yaşanan çöküş ve yarattığı değişimleri ve bunun
tarihsel gelişme açısından neye tekabül ettiği
konusunda berrak bir yaklaşımı henüz üretilebildiği
söylenemez. Bu noktada geçmişte savunulan tespitlerin
sınırlayıcı etkisiyle de birleşen bir kafa karışıklığı
sözkonusudur.
1990 sonrası ortaya çıkan dünya manzarasının yeni
bir dönemi ifade ettiği ikircikli biçimde de olsa
pek çok sol anlayış tarafından ifade ediliyor.
İkircikli yaklaşımın nedenlerinden biri oluşan
dünya manzarasında kapitalist sistemin açık hegemonyasıdır.
Emperyalist kalemşörlerin de bu durumdan hareketle
ortaya çıkan manzarayı olumlayıcı bir içerikle
yeni dönem kavramını kullanmaları haklı olarak
aynı kavramı kullanma konusunda çekinceler yaratmaktadır.
Yine de, 1990 öncesi dünya tablosu ile sonrasındaki
dünya tablosu arasındaki büyük değişim, pek çok
durumda yeni dönem kavramı ile tanımlanmaktadır.
Ancak yeni dönem ile kastedilenin ne olduğu, dönem
kavramına nasıl bir anlam yüklenildiği yine pek
çok durumda açık değildir. Çoğu kez, 1990 öncesi
süreç ile, sonrası süreci birbirinden ayırt etmek
için kullanılan basit bir ayraç niteliği taşımaktadır.
Sol hareketin bir bölümü açısından ise böyle bir
ayrım çizgisi dahi yoktur.
Aslında bakılırsa, 1990 sonrası süreci nasıl tanımlarsa
tanımlasın sol haraketin önemli bir bölümü açısından,
emperyalist-kapitalizmin gelişme seyrini anlamada
ve devrimci politika üretmede teorik hareket noktaları
geliştirme ve belirli bir model oluşturma yaklaşımı
sözkonusu değildir. Sol hareketler emperyalizmin
tarihsel gelişim seyrini daha çok tek yönlü ve
üst üste yığılan olaylar dizisi olarak görmüşlerdir.
Bunlar çoğunlukla belirli nedensellik bağlarıyla
birbirine bağlanan tekil olaylar ya da olay dizileri
olarak dogmatik tarzda ele alınan kimi temel ML
tezler ekseninde anlaşılmaya ve politika üretilmeye
çalışılmıştır. Bu olaylar ve gelişmeler dizisinin
iç bağıntıları, belirli tarihsel kesitlerde oluşturdukları
bütüncül sistemler, bu tarihsel kesitlere özgü
yapılar ve devrimci olanaklar, temel devrimci
tezlerin bu kesitlerdeki özgün uygulanma zeminleri
vb. ise görülememiştir. Bu nedenle, sol hareketin
1990’da revizyonist bloğun çöküşüyle yaşanan kapsamlı
değişimleri, sonuçlarını ve geleceğe yansımalarını
bütünlük içinde çözümleme çabaları oldukça sınırlı
kalmıştır.
Elbette, emperyalizmin tarihsel gelişim seyrinde
ortaya çıkan sıçrama ve kırılma noktalarını anlamaya
çalışan anlayışlar yok değil. Bu noktada kondartiyef
devreleri yaklaşımı temelinde kapitalist ekonominin
gelişme dinamiklerini ve seyrini anlama çabasını
ilk elde söylemek gerekiyor.
Ancak kondartiyef devreleri yaklaşımı kapitalist
sistemin gelişim seyrini ekonominin dinamiklerine,
belirli tarihsel aralıklardaki yükseliş ve düşüş
ritmine bağlayan, esas olarak ekonomist içerikte
bir yaklaşımdır. Kapitalist sistemin, özelde emperyalizm
aşamasının gelişim seyirini siyasal ve diğer toplumsal
dinamiklerin tümünü birden hesaba katarak bütünlüklü
bir analiz yaklaşımından uzak olan kondartiyef
devreleri yaklaşımı ancak sınırlı bir açıklayıcılığa
sahiptir.
Emperyalizmin gelişim seyirini anlama ve değişik
tarihsel kesitlerde sistemin oluşturduğu farklı
bütüncül yapıları anlama noktasında, sol hareket
içinde gelişen en dikkati çekici çabalarından
biri SBKP’nin 1950’lerin ikinci yarısında geliştirdiği
yaklaşımdır. SBKP emperyalizmin genel bunalımının
çeşitli dönemlere ayrılarak incelenmesi gerektiği
tespitini yapan ilk parti olmuştur. Bu önemli
bir gelişmedir. Emperyalist sistemin ortaya çıktığı
1900’lerin başlarından 1950’lere değin geçirdiği
süreçlerin düz bir çizgi de olayların yığılması
olarak değil, belirli özellikler temelinde birbirinden
ayırılabilen özgün süreçler yaratarak ilerlediği
yaklaşımı ilk kez bu partinin metinlerinde ifade
edilmiştir. Ancak bu tespit ne teorik temellerine
kavuşturulmuş, ne de revizyonist parti yönetimince
bu dönemleme doğru biçimde yapılabilmiştir. Zaten
SBKP bu yaklaşımı kısa süre içinde terk etmiştir.
Tam da bu noktada THKP-C’nin Kesintisiz Devrim
broşürlerinde geliştirdiği emperyalizmin genel
bunalımının dönemleri kavramlaştırması kilit bir
önem taşımaktadır.
Parti, emperyalizmin gelişim seyrini üstüste yığılan
olaylar dizisi olarak görme sığlığına düşmemiş,
sistemin temel belirleyici öğelerinin sürekli
biçimde çelişkiler biriktirip, büyük kırılmalara
uğrayarak ve bu kırılmalar sonucu kendini yeniden
organize ederek geliştiğini tespit etmiştir. Parti,
bu kırılma ve kurma süreçlerinin her birini emperyalizmin
genel bunalımının bir dönemi olarak tanımlamıştır.
Dönem kavramı böylece iki zaman dilimini birbirinden
ayıran sıradan bir ayraç olmaktan öteye bir anlam
kazanmış, bu kavram ile emperyalizmin genel bunalımı
arasındaki bağ kurulmuştur. Böylece sistemin belirli
tarihsel kesitlerde kendini örgütleyiş ve çelişkilerinin
ortaya çıkış biçimlerindeki farklılaşmaların ve
bunların ortaya çıkardığı devrimci görevlerin
bütünlüklü olarak görülebilmesi olanaklı olmuştur.
Bu bağlamda P-C’nin bunalım dönemleri tespiti
ML’in düşünsel hazinesine önemli bir katkı niteliğindedir.
Marksist tarih anlayışına bunalım dönemleri çözümlemesi
ile yeni ve ileri halka eklenmiştir.
Bu noktada, Parti metinlerinde sınırlı ölçülerde
açılmış olan bunalım dönemleri kavramının içeriğinin
daha geniş biçimde açılması ile başlayabiliriz.
Diyalektik Yöntem
ve Bunalım Dönemi
Kavramı
Doğada ve toplumsal ilişkilerde gelişmenin sıçramalı
ve eşitsiz olduğu bilinir. Bunun anlamı, kerte
kerte gelişen süreçlerin seyrinin hep böyle bir
rota izlemediği, çelişkilerin belirli bir noktasında
hayatın bir sıçrama yoluyla yeni bir düzeye ulaştığıdır.
Burada sözkonusu olan, basit anlamda bir merdivenin
basamakları değil, sarmal bir gelişmedir; yani
sürecin sıçradığı nokta artık nitelik bakımından
farklıdır, daha doğrusu yavaş ya da hızlı bir
biçimde yaşanan nicel gelişmeler, kendi içinde
bu sıçramanın filizlerini taşır ve belli bir anda
bütün cephelerde açığa vurur. Dolayısıyla artık
önümüzdeki olguyu herhangi bir nicel gelişme olarak
ele alıp inceleyemeyiz; o yeni bir şeydir ve daha
üst düzeyden bir soyutlamayı hak eder.
Eşitsiz ve sıçramalı gelişme, tarihsel-toplumsal
gelişmede değişik üretim tarzlarına bağlı olarak
toplumsal aşamalarla-çağlarla, bunların içinde
ise tarihsel dönem kavramı ile karşılığını bulmuştur.
Bu bağlamda toplumsal gelişmenin yeni bir üretim
tarzı ve buna bağlı olarak tüm temel toplumsal
dinamiklerin köklü biçimde değişimi ile ifadesini
bulan her düzeyi, yeni bir toplumsal aşama/çağ
olarak niteleniyordu. Toplumsal gelişmenin seyri
(tartışmalı kimi ara biçimleri bir kenara bırakırsak)
günümüze değin en genel hatlarıyla ilkel, köleci,
feodal, kapitalist ve sosyalist toplum aşamalarını
ortaya çıkarmıştır. Her toplumsal aşamada insan
ile insan ve insan ile doğa arasındaki ilişkilerin
karakteristik özellikleri temelden değişir, yeni
bir tarzda ve düzeyde kurulur. Ve her aşama yeni
bir uygarlık yaratır.
Bir toplumsal aşama yerini bir diğerine bırakıncaya
değin temel karakteristik özelliklerini (üretim
tarzı, toplumsal aşamanın temel sınıfları ve temel
çelişkisi vb...) korur.
Ancak bu durum, o toplumsal aşamanın gelişim seyrinin
düz bir hat izleyeceği, tüm temel dinamiklerin
ortaya çıktıkları başlangıç aşamasındaki çizgileri,
biçimleri koruyacakları anlamına gelmez. Tersine,
derin sınıf çatışmalarıyla, yerini bırakacağı
yeni toplumsal aşamanın öncüllerinin mücadeleleriyle
ve toplumsal yaşamın her alanındaki gelişmelerle
sürekli değişim içindedir. Bu anlamda her toplumsal
aşama sürekli değişimlerle ilerleyen bir iç evrimi
yaşayan canlı bir organizmadır. Bu iç değişim
sürecinin her bir keskin dönemecinde oluşan-yaratılan-sıçranılan
yeni toplumsal ilişki düzeylerini ise o toplumsal
aşama içindeki tarihsel dönemler olarak tanımlıyoruz.
Aynı saptamayı emperyalizmin kendi iç çelişki
ve gelişmeleri bakımından da yapmak mümkündür
ve işte P-C çözümlemelerinin esas noktası, bu
saptama ve soyutlama düzeyi üzerine oturur.
P-C’nin emperyalist kapitalist sistemi çözümlemede
temel hareket noktası emperyalizmin genel bunalımıdır.
Genel bunalım emperyalist-kapitalist sistemin
gelişiminin belirleyici özelliklerinden biridir
ve devrimin nesnel olanaklarına işaret eder. Bu
nedenle P-C’mizin emperyalizmin gelişim seyrine
ilişkin çözümlemelerinde emperyalizmin genel bunalımı
ve yarattığı sonuçlar, kavranması gereken ilk
halkayı oluşturur.
Bunalım kapitalist gelişmenin niteliğini ve yönünü
en net biçimde ifade eden kavramdır.
Çok basit bir özet yapılabilir. Bilindiği gibi
serbest rekabetçi kapitalizm çağında kapitalist
üretim tarzının çelişkileri belirli zaman aralıklarıyla
iktisadi bunalımlar olarak patlamışlardır. Kapitalist
ekonomi bir bunalımın başlamasından diğerinin
başlamasına değin geçen zaman kesitlerinin oluşturduğu
devreler halinde gelişmiştir. Her iktisadi devresel
bunalım, çöküntü, toparlanma ve atılım olmak üzere
dört aşamadan oluşur. İktisadi devreler kapitalist
ekonominin (sermayenin) genişletilmiş yeniden
üretiminin gerçekleştirilmesi sürecini ifade ederler.
Bunalım üretim alanında ortalama kar oranlarının
düşüşü, dolaşım alanında ise aşırı üretim olarak
ortaya çıkar ve ekonominin genişletilmiş yeniden
üretimini kesintiye uğratır. Her bunalım, bir
kısım sermayenin değersizleşmesine, kitle halinde
iflaslara ve sermayenin daha az sayıda kapitalistin
elinde toplanmasına, üretimin daralmasına, işsizlik
ve ücretlerin düşmesine vb. yol açar.
Bunalımın yarattığı bu sonuçlar aynı zamanda kar
oranlarının yeniden yükselişinin, sabit sermayenin
kitlesel yenilenmesinin, stokların eritilerek
üretimin büyütülmesinin koşullarını yaratır. Yeni
pazar arayışlarını yoğunlaştırır. İktisadi bunalımlarla
biçimlenen bu gelişim seyri içinde serbest rekabetçi
kapitalizm, 1870’lerde gelişmesinin sınırlarına
ulaşmış ve 1870’lerden 1900’lere kadarki süreç
serbest rekabetçi kapitalizmden, tekelci kapitalizme
(emperyalizme) geçiş süreci olarak biçimlenmiştir.
Emperyalist-kapitalizmin başlıca özellikleri de
bu süreç içinde oluşmuştur.
Sermayenin ve üretimin yoğunlaşarak, merkezileşmesi,
ekonomiye ve giderek toplumsal yaşama egemen olan
tekelleri ortaya çıkarmış, banka sermayesiyle
sanayi sermayesinin içiçe geçmesiyle mali sermaye
oluşmuştur. Aynı süreçte, sermaye ihracı belirleyici
hale gelirken tekeller uluslararası karakter kazanmış
ve dünya emperyalistler tarafından paylaşılmıştır.
Böylece, emperyalist tekel genel bir çürüme ve
asalaklaşma eğilimi yaratarak bilimsel ve teknik
ilerlemeyi azami kâra bağımlı kılmış ve azami
kârın gerektirdiği her durumda gelişmeyi frenler
olmuştur. Üretici güçlerin gelişmesinin engellenmesi
ve üretimden tümüyle kopmuş büyük bir rantiye
kitlesinin yaratılarak asalaklaşmanın geliştirilmesi,
bu yeni olgunu karakteristik unsurlarıdır.
İktisadi ve mali bunalımın genelleşerek tüm dünyaya
yayılması emperyalizmin en temel özelliğidir.
Üretim ve sermayenin yoğunlaşıp merkezileşmesine,
büyümesine karşın pazarların ve değerlenme olanaklarının
büyüyememesi nedeniyle iktisadi bunalımlar daha
derinleşmiş, iktisadi devreler sıklaşmış, bunalım
evreleri uzamaya başlamıştır. Emperyalist güçler
sömürgeleştirilerek paylaşılmış pazarların yeniden
paylaşımı için şiddetli mücadelelere girişmişler
ve bu mücadeleler militarizmin ve emperyalist
savaşların kaynağı haline gelmiştir. Öte yandan
emperyalizm siyasi gericiliği geliştirmiştir.
Emperyalizm çağında burjuvazi tüm ilerici dinamiklerini
yitirmiştir. Emperyalizm, burjuva aydınlanmasının
kendi değerlerinden de kesin ve köklü kopuşudur.
Genel çürüme ve bunalımı rasyonel gösterebilmek
için kültür ve sosyal yaşamın bütün alanlarını
sistematik olarak yozlaştırır ve çürütür.
Böylece emperyalizm çağı ile birlikte, bunalım
devrevi iktisadi bunalımlarla sınırlı olmaktan
çıkarak dünya çapında kapitalist toplumsal ilişkilerin
bütün alanlarını kapsayan genel ve sürekli bir
nitelik kazanmış ve olağanüstü ölçüde şiddetlenmiştir.
Genel bunalımla karakterize olan emperyalist kapitalist
sistemin gelişim seyri de, barındırdığı çelişkilerin
gelişerek toplumsal ilişkilerde yarattıkları bütünsel
keskin dönüşümlerle biçimlenmektedir.
Bu noktada, emperyalizmin gelişim seyrinde ortaya
çıkan tarihsel dönemleri, bunalım dönemi olarak
tanımlayışımızın üzerinde kısaca durmak gerekiyor.
Bunalım dönemi tanımlaması, emperyalizmi gelişme
seyrinin, onun bu özelliği ile yani genel bunalımı
temelinde kavranmasını işaret eder. Öte yandan
emperyalizmin genel bunalımı aynı zamanda toplumsal
devrimin nesnel olanaklarının sürekli ve genel
olarak varolması demektir. İşte bunalım dönemi
tanımlaması esas olarak emperyalist sistemin gelişim
seyrinin; onun genel bunalımı ve bunalımın her
bir döneminde ortaya çıkan sistemin çelişkileri
ile bu çelişkinin açığa çıkardığı devrimci olanaklar
ve devrimci güçlerin durumu temelinde kavranması
gerektiğini vurgular.
Kapitalist toplumun temel çelişkisi emek ile sermaye
çelişkisidir. Temel çelişki toplumsal gelişmenin
değişik koşullarında çeşitli biçimler kazanır.
Temel çelişki, sınıfların ve diğer sınıf ve tabakaların
dünya çapında ve tek tek ülkelerde birbirleriyle
ve kendi içlerindeki ilişki ve çatışmalarına bağlı
olarak pek çok değişik biçim altında ortaya çıkar.
Temel çelişkiden kaynaklanan bütün bu çelişkiler
içinde, belirli bir anda süreçteki gelişmelere
yön veren, tayin edici rol oynayanı baş çelişki
olarak, süreçte belirleyici rol oynamayacak nitelikte
olanları ise tali çelişkiler olarak niteliyoruz..
Emperyalizmin her tarihsel dönemi (bunalım dönemi)
temel çelişkinin tezahürü olan baş çelişkinin
kendi iç devinimlerinin ve karşılıklı ilişki ve
çatışmalarının belirli bir süreçte ortaya çıkardığı
sistemin işleyiş modelini (insan ile insan ve
insan ile doğa ilişkilerinin belirli bir mevzileniş
düzeni) ve bu temelde oluşan toplumsal ilişkiler
düzeyini ifade eder. Bunalım dönemlerinin işleyiş
düzeneğini üç ana bileşen üzerinden inceleyebiliriz.
Birinci bileşen dünya kapitalist ekonomisinin
sömürü modelidir. Sermayenin, mal ve hizmetlerin
hem ulusal, hem de uluslararası alanda dolaşım
tarzı, mali sermaye ile üretim süreci arasındaki
ilişki, uluslararası kapitalist işbölümü, hegemonik
sektörler, kapitalist iş örgütlenmesi (fordist
ve postfordist yöntemler vb.), emperyalistler
ile bağımlı (sömürge ve yarı-sömürge/yeni-sömürge
ülkeler arasındaki ilişki tarzı ve bağımlı ülkelerin
dünya ekonomisi içindeki konumlanışları, emekçilerin
kazanımlarının ve örgütlenmelerinin düzeyi ile
ücret ve ücret politikaları vb. öğelerin bütünsel
tablosu, bize kapitalist ekonominin belirli bir
süreçteki sömürü modelini verir. Ayrıca her sömürü
modelinin belirli bir burjuva iktisat teorisine
yaslandığını söyleyebiliriz.
İkinci bileşen kapitalist dünyanın siyasal, toplumsal,
örgütleniş tarzıdır. Emperyalistler arası ilişki
ve çelişkilerin (hegemonya mücadelesi) durumu,
devlet biçimleri, kültürel sosyal ve ideolojik
biçimleniş vb.. öğeler ise ikinci bileşenin unsurlarıdır.
Üçüncü bileşen ise sosyalist hareketin ve dünya
halklarının mücadelelerinin durumudur.
Her bunalım döneminin işleyiş modeli bu üç bileşenin
organik bütünlüğünü ifade eder.
Her bunalım döneminde baş çelişkinin çatışmalı
gelişmesi dönemin işleyiş modelinin çeşitli öğelerini
nitel ve nicel olarak geliştirip değiştirir. Bu
gelişme, değişme sürecinde sistemin genel bunalımı
derinleşir, yeni öğeler ortaya çıkar, çatışkılar,
değişimler birikir, birbirine eklenir ve sürecin
belirli bir aşamasında mevcut işleyiş modeli bütünsel
bir kırılmaya, değişmeye uğrar. Yeni bir ilişki,
çelişki ve çatışma düzeyi, yeni bir işleyiş modeli,
yani yeni bir bunalım dönemi ortaya çıkar.
Kuşkusuz, bu değişim, her zaman bir önceki dönemin
işleyiş modelinin her üç bileşeninde birden ve
aynı ölçüde değişmeleri anlamına gelmeyebilir.
Köklü değişim her üç bileşende ortaya çıkabileceği
gibi, birindeki -ya da iki bileşendeki- köklü
değişim de (ki bu diğerlerinde de değişmeleri
tetikler) yeni bir işleyiş modeli ve yeni dünya
tablosu ile karakterize olan yeni bir bunalım
dönemi ortaya çıkarabilir.
Öte yandan, kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı
gelişimi ve daha pek çok faktör, değişimin, her
ülkede ve her olgu özgülünde olağanüstü bir çeşitlilik
içinde gerçekleşmesine neden olur. Buna bağlı
olarak her yeni bunalım dönemi tümden yeni olan
öğelerin (ilişki ve çelişki, yapı ve kurumlar
vb....) yanısıra, bir önceki dönemden çok fazla
değişmeden yeni döneme akan eski öğeleri ve yeni
biçim ve içerikler kazanmış olan “eski” öğeleri
de içerir.
Gözden kaçırılmaması gereken bir diğer nokta,
yeni bir dönemi açığa çıkaran değişimlerin salt
belirleyici politik, ekonomik ve askeri alanlarla
sınırlı kalmadığıdır. Değişim, toplumsal yaşamın
bütün alanlarına yayılır. Uluslararası ilişkilerde,
sosyal, kültürel, alanlarda, felsefede, eğitimde,
sanatta, aileye ve kadına bakışta, iletişim biçimlerinde,
doğa ile ilişki kuruş tarzında, vb... her alanda
yeni dönemle birlikte yeni öğeler ortaya çıkar,
farklı hız ve niteliklerde değişim yaşanır, yeni
düzeylere sıçranılır. Bu, her yeni tarihsel dönemde
(bunalım döneminde) emperyalist- kapitalist uygarlığın
yeni bir düzeyinin oluşması anlamına gelir.
Bunalım dönemlerinin kavranmasında esaslı unsurlardan
birini, niteliğinden ötürü kimi zaman bilinç bulanıklığına
yol açan “geçiş süreçleri” oluşturmaktadır.
Bir önceki dönemi kapatarak yeni bir bunalım dönemi
başlatan bütünsel değişim tablosu kesin ve kapsamlı
çatışmaların -değişimlerin- kırılmaların belirlediği
çarpıcı dönüm noktalarıyla (genellikle büyük savaşlar,
çöküşler, fetihler ve devrimler vb...) açığa çıkar.
Yeni dönemlerin tablosunun netleşip, billurlaşması
bu değişim ve kırılmaların ardından yaşanan bir
geçiş sürecinde gerçekleşir.
Geçiş süreçleri eski dönemin kapandığının görüldüğü
fakat yeni dönemin karakteristik özelliklerinin
netleşmediği (ya da net tanımlamalar, modellemeler
yapmak için henüz yeterince istikrar ve netleşme
kazanmadığı) süreçlerdir. Olağanüstü çeşitlilikteki
pek çok ilişki, çelişki ve yapının hangilerinin
temel ve kalıcı nitelikte olduğu, hangilerinin
tali olduğu geçiş süreçleri içinde netleşir.
Her bunalım döneminin dünya tablosu bütün bu gelişmelerin,
süreçlerin sürekli hareket ve değişim halinde
olan organik bütünlüğünden oluşur. Tarihsel dönemleri,
emperyalist-kapitalist sistemin gelişim seyrini
ve bunalım dönemlerini kavrayış tarzımızın özünü
bu noktalar da özetleyebiliriz.
P-C, bu perspektiften hareketle, emperyalizm çağının
gelişim seyrinin üç tarihsel döneme (bunalım dönemine)
ayrıldığını tespit etmiştir.
Bu tarihsel dönemler emperyalizmin 1., 2., 3.
bunalım dönemleri olarak tanımlanmıştır.
Emperyalizmin 1. bunalım dönemi emperyalizm sürecinin
başlangıcı olarak kabul edeceğimiz 1890-1900 yıllarından
Büyük Ekim Devrimine değin olan tarihsel kesiti
kapsamaktadır.
2. Bunalım dönemi Ekim Devriminin tüm SSCB’de
zafer kazanmasıyla başlamış ve 1945’lere değin
sürmüştür.
Emperyalizmin 3. bunalım dönemi ise savaş sonrasında
başlamıştır.
1990 sonrası ortaya çıkan dünya tablosunun ve
emperyalist sistemin ilişki ve çelişkilerinin
berrak bir analizi de ancak Partinin bunalım dönemleri
çözümlemesi ekseninde mümkündür.
‘90 sonrası sürecin emperyalizmin genel bunalımı
içinde neyi ifade ettiğinin, sistemin yeni bir
düzenlenişine ve bunalımın yeni bir dönemine tekabül
edip etmediğinin anlaşılabilmesinde Partinin bunalım
dönemi çözümlemesi anahtar durumundadır.
Teorik-politik görevlerimiz içinde öncelikli olan
ve bugün çeşitli çalışmalarla değişik düzeylerde
yapmakta olduğumuz şey esas olarak budur. Hareketimiz
bunu öncü duruşun yaratılmasında başat bir sorun
olarak ele almaktadır ve önemini kavramıştır.
“Dönem kavrayışına sahip olmak devrimci ilerleyişin
olmazsa olmazıdır. Dönem kavrayışı bütün ilişki,
çelişki ve dinamiklere bütünsel bir bakış, geniş
bir ufuk ve geçmiş, bugün ve gelecek bağıntısını
kurabilmeyi sağlar. İçinde bulunulan tarihsel
dönemi çözümlemek, onu dönüştürmenin devrimci
olanaklarını görebilmeyi ve bu temelde devrimci
bir politik hattın örülebilmesini mümkün kılar.
Dönem kavrayışının eksikliği ise kaçınılmaz biçimde
parçalı, eklektik bir düşünme tarzını, günlük
bilinci aşmamayı, toplumsal bir devrim hareketi
olmak hedef ve konumundan uzaklaşarak, sıradan
bir tepki hareketi veya mezhepsel bir ideolojik
akıma dönüşmeyi koşullar.” (Değişim, Yeni Tarihsel
Dönem ve Yeni Devrimci Tarzın Öncülleri)
Geçmiş ile an, an ile gelecek arasında doğru bir
düşünsel ve pratik ilişki ancak bu kavrayış üzerinden
mümkündür.
Bunalım Dönemleri ve Emperyalist
Hiyerarşi, Hegemonya Mücadelesi, Savaş,
Teknolojik Gelişme ve Devrimci Hareket
Kapitalizm her ülkede, o
ülkenin tarihsel birikimine ve toplumsal
koşullarına bağlı olarak farklı yollar izleyerek
ve farklı düzeylerde, yani eşitsiz gelişir.
Eşitsiz gelişme, kapitalist dünya sisteminde
farklı güçlere sahip ülkelerin hiyerarşik
bir düzen içinde yer almaları sonucunu doğurur.
Bu hiyerarşik düzeni uluslararası işbölümü
olarak da tanımlıyoruz. Öte yandan, bu hiyerarşi
durağan ve kesin değildir. Tersine dinamiktir,
eşitsiz gelişmenin, sürekli yenilenme ve
değişme yönündeki etkilerin basıncı altındadır.
Sermaye birikiminde, yeni teknolojilerin
üretiminde ve kullanımında, yeni pazarlar
elde etmede, askeri ve siyasal alanda gücünü
büyütmede ilerleme gösteremeyen, rakiplerini
yenemeyen ülkeler kaçınılmaz biçimde hiyerarşinin
alt basamaklarına itilirler. Hiyerarşi piramidinin
alt basamaklarında bulunan emperyalist güçler
ve diğer ülkeler ile üst basamaklarında
bulunanlar arasında sürekli bir rekabet
ve çatışma sözkonusudur.
Hiyerarşi piramidinin en tepesinde bulunan
ülke ya da ülkeler sisteminin egemen (hegemon)
gücüdür. Hegemon ülke(ler) en güçlü ekonomiye,
askeri, siyasal güce, kültürel ve sosyal
etkinliğe sahip, sistemin bütünü için genel
düzenlemeleri yapabilecek konumda olan emperyalist
ülke(ler)dir. Hegemon ülke(ler) olmak pek
çok avantaj sağlar. Dünya çapında üretilen
artı-değerin aslan payını hegemon ülke(ler)
alır, sistemin olanaklarından en fazla hegemon
ülke yararlanır. Öte yandan, oluşmuş olan
hiyerarşik düzenin sürdürülmesi için gerekli
olan pek çok külfeti de hegemon ülke(ler)
üslenirler.
Kapitalizmin emperyalizm aşamasında hegemonya
savaşımı ve hiyerarşide değişim yönündeki
dinamikler olağanüstü düzeyde artar. Emperyalizm,
kapitalizmin genel bunalımı demektir. Tek
tek emperyalist ülkeler, tekeller, tekelci
gruplar sıklaşan ve uzayan devresel iktisadi
bunalımlardan çıkışı ve siyasal, askeri
güçlerini ve nüfuz alanlarını büyütmek,
kar oranlarını yükseltmek için sürekli derinleşen
amansız bir rekabet içindedirler. Derinleşen
rekabet süreç içinde pek çok çatışma öğesini
biriktirir, bir bütün olarak sistemin çelişkileri
derinleşir, yoğunlaşır ve yaygınlaşır. Bu
süreç, mevcut statükoları, hiyerarşiyi,
hegemonya tarzını-sistemini sürdürmek olanaksız
hale gelinceye değin gelişir.
Hiyerarşinin tepesinde bulunan hegemon ülke(ler)
konumlarını sürdürebilmek, meydan okuyan
rakip ülke(ler) ise onun yerini almak için,
sistemin tıkanmış ve kriz içindeki sömürü
modelini yeniden biçimlendirmek, pazarları
yeniden paylaşmak, siyasal ve askeri güç
ilişkilerini yeniden düzenlemek amacıyla
hamleler geliştirirler.
Emperyalist güçlerin hegemonik güç olma
savaşımında en önemli mücadele alanlarından
biri; kapitalist sistemin o süreçteki sömürü
modelini kapitalizmin genişletilmiş yeniden
üretimine büyük hız kazandıracak ve kar
oranlarında düşüşü engelleyecek, ciddi bir
yükseliş sağlayacak tarzda değiştirmek ve
bu temelde oluşturulacak yeni sömürü modelini
sistemin bütününe egemen kılma mücadelesidir.
Bu noktada, yeni teknolojik gelişmeler ve
bunlar temelinde geliştirilen yeni sanayi
sektörleri sağladıkları yüksek kar oranları
ve sömürü modelinin bütününde yarattıkları
değişimlerle, yeni sömürü modelinin oluşumunda
sürükleyici rol oynayabilmektedirler. Bu
nedenle, eski sömürü modelinden yeni sömürü
modeline geçiş bu teknolojik gelişmeler
ve ürünleriyle simgeleştirilebilmektedir
(günümüzde bilişim çağı, bilgisayar çağı
vb. deniyor). Bu türden teknolojik gelişmeler
yapmak, üretim sektörlerine öncülük edebilmek
ve sistemin derinleşen çelişkilerini geçici
olarak çözebilecek yeni sömürü modelleri
geliştirmek hegemon güç olmak için zorunludur.
Bunu yapabilen emperyalist ülkeler sistemin
hiyerarşi piramidini hızla tırmanmakta,
eğer zaten hegemon güç konumunda ise bu
konumunu daha da sağlamlaştırmaktadır.
Hegemonya mücadelesinin bir diğer temel
alanı emperyalistler arasındaki siyasal
ve askeri alanlarda hegemon güç olma mücadelesidir.1945’lere
değin, bu alandaki mücadelelerin derinleştiği
dönemeçlerde temel mücadele aracı emperyalist
savaşlar olmuştur. Savaşların bu mücadeledeki
rolü çok boyutludur. Herşeyden önce, temel
amaç rakip güçlerin askeri yollarla tasfiyesi
ve egemen oldukları pazarların ele geçirilmesidir.
Bu yoldan hegemonya alanını büyüten galip
güç sadece pazar sorununa geçici olarak
çözüm bulmakla kalmaz. Galip ülke(ler)nin,
savaşın kapsadığı ülkeler ve sonuçlarına
bağlı olarak, sistem içindeki yeri ve rolü
büyür. Sistemin düzenlenmesinde ve kontrolünde
payı artar. Tek başına hegemon güç haline
gelebilir. Öte yandan, savaşlar kapitalizmin
genişletilmiş yeniden üretimi için muazzam
bir zemin hazırlarlar. Savaş öncesinde birikmiş
sivillere dönük mal stokları savaş sürecinde
tüketilir, üretim askerileştirilir, emek
sıkı biçimde disipline edilir. Savaş sırasında
yaşanan yıkımlar sonucu mevcut sermayenin
bir bölümü yok olur, değersizleşir, bir
kısmı el değiştirir, merkezileşip yoğunlaşır.
Savaşların ardından sivillerin tüketime
dönük büyük talepleri, yıkıma uğramış ülkelerin
imarı, askeri ihtiyaçlara uyarlanmış sanayinin
yeniden sivil ihtiyaçlara uyarlanması, vb.
olgular birikmiş sermaye için yüksek kar
oranları sağlayan olağanüstü büyük değerlenme
alanları sağlar. Böylece savaşlar iktisadi,
siyasi ve askeri çelişkiler için geçici
ancak önemli bir rahatlama alanı yaratırlar,
hegemonya krizlerinin geçici olarak çözülmesinde
belirleyici roller oynarlar.
Emperyalist güçlerin hegemonya mücadelesinin
bir başka temel alanı da işçi sınıfının,
emekçi halkların ve sosyalist güçlerin,
bir bütün olarak sisteme muhalif güçlerin
mücadelelerinin çeşitli yollardan bastırılması,
etkisiz hale getirilmesi mücadelesidir.
Dünya hegemonyası kurmaya çalışan emperyalist
güçler için en önemli engellerden biri dünya
halklarının mücadelesidir. Sınıfın iş sürecinde
disipline edilmesi ve emeğin verimliliğinin
yükseltilmesi, sendikal mücadelenin denetim
altına alınıp, etkisizleştirilerek sisteme
yedeklenmesinin yeni yollarının geliştirilmesi,
devrimci örgütlerin ve varsa sosyalist ülkelerin
tasfiyesi, sömürge, yarı-sömürge, yeni-sömürge
halklarının kurtuluş mücadelelerinin bastırılması
için yeni araç, yöntem, politika ve stratejiler
geliştirilmesi ve uygulanması bu alandaki
mücadelenin başlıca ögeleridir.
Özellikle 1945’ten 1990’lara değin, dünya
sosyalist blokunun ve devrimci güçlerin
emperyalist güç hiyerarşisini ve hegomonya
alanlarını tehdit eden başılıca güçler olmaları
nedeniyle, emperyalist güçlerin dünya hegemonyası
mücadelesinin başlıca hedefi sosyalist ülkeler
ve sömürge, yeni-sömürge ülkelerdeki devrimci
güçler olmuştur. Buna bağlı olarak, emperyalist
güçler arasındaki hegemonya mücadelesi,
devrimci güçlere ve sosyalist ülkelere karşı
yürütülen mücadeleye uygun tarzda biçimlenmiştir.
Emperyalist güçler arasındaki hegemonya
mücadelesinin bu üç alanındaki çatışmalar
belirli bir anda doruğa ulaşır ve mevcut
işleyişte kırılma-değişme yaratır. Mücadeleyi
yürüten taraflardan biri galip çıkar. Böylece
hegemonik güç değişir, ya da aynı kalır,
fakat her halükarda hegemonya sisteminde
alt-üst oluş yaşanır. Yeni bir işleyiş modeli,
yeni bir bunalım dönemi ortaya çıkar.
Kapitalizmin her ülkede eşitsiz gelişmesi,
dünya kapitalist sisteminin hiyerarşik yapısı,
hegemonik güç(ler)ün varlığı ve bununla
rekabet halinde olan güçlerin çatışması,
çatışmanın üç düzeyi-alanı olarak; sömürü
modelini yeniden düzenleme mücadelesi, savaşlar
ve dünya halklarının mücadelesinin ve sosyalist
hareketin ezilmesi... işte emperyalizmin
bunalım dönemlerinin işleyiş modelini ve
bir bunalım döneminden diğerine geçişi açıklarken
ifade ettiğimiz her bunalım döneminde çelişkilerin
birikmesi ve belli bir aşamada işleyiş modelinin
bütünsel değişime-kırılmaya uğraması durumunun
başlıca dinamikleri bu olgu ve süreçlerdir.
|
|