Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

B. SAĞLAM

Geçtiğimiz günlerde, savaş hazırlıklarının gölgesinde 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutladık.
8 Mart günü, emekçi kadınların mücadele tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Bundan yaklaşık 150 yıl önce, Amerika’da New York’lu kadın tekstil işçileri sokağa çıktıklarında tek bir istekleri vardı: Eşit işe eşit ücret ve günde 16 saat olan çalışma saatlerinin düşürülmesi... Kısacası hayvan gibi çalıştırılmak istemiyorlardı.
Ama patronların ve ABD devletinin yanıtı hayvanca oldu. Grev zor kullanılarak bastırıldı, fabrika ateşe verildi ve yüzlerce kadın yanarak öldü.
Ancak emekçi kadınların mücadelesi bu olaylarla bitirilemedi. Bu büyük katliamdan yaklaşık 50 yıl sonra 8 Mart 1908’de bu kez Chicago’da, kadınlar yine sokaklara çıktı. Bu kez talepleri çok daha ileriydi: 8 saatlik işgünü istiyorlardı, oy hakkı istiyorlardı, çocuk emeğinin sömürüsünün engellenmesini istiyorlardı.
Yanıt yine gecikmedi... Sokaklarda gösteri yapan emekçi kadınların üstüne ateş açıldı, bir günde 140 kadın emekçi öldürüldü, yüzlercesi tutuklandı.
8 Mart’ın tarihi işte böylesine kanlı bir mücadele geçmişine dayanıyordu. 1910 yılında toplanan 2. Uluslararası Sosyalist Kadın Konferansı’nda Clara Zetkin’in önerisiyle dünya emekçi kadınlarının taleplerini ortaklaşa dile getirebilecekleri bir gün olan 8 Mart “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak ilan edildi.
Onlar, New York ve Chicago caddelerinde kurşunlananlar, emeğiyle geçinen ve emeğini savunan insanlardı. Bugün 8 Mart gününü kokteyl ve balolarla sözde kutlamaya çalışan politikacı eşleriyle keyfi yerinde burjuvaların bile bile üstünden atladıkları gerçek, 8 Mart’ın tarihinin kanla yazılmış olmasıdır.

Tarihsel Arkaplan
Emeklerinin kavgasını verirken kanlarıyla kazanacakları özgürlüklerine bir adım daha yaklaşan kadınların baskı altında sömürüsü ise çok daha uzun bir geçmişe sahiptir. Özel mülkiyetin ve sınıflı toplumların ortaya çıkışı, kadının toplumsal konumunun değişmesinin de zeminini hazırlamıştır. Mülkiyet üzerinde erkek emeğinin belirleyici hale gelmesiyle buna uygun olarak yeniden ve ataerkil temelde inşa edilen aile yapısı, kadını ilk ve hala en yaygın hapishanesi olan eve kapattığında insanlık, tarih denen serüvenine daha yeni başlıyordu. İşbölümünün, mülkiyet ilişkilerinin üzerine şekillenen miras ve aile hukuku, din ve devletin de katkılarıyla kadının bu toplumsal konumunu iyice derinleştiriyordu. Artık kadın, parayla alınıp satılan, çoğunlukla insandan bile sayılmayan, görevleri, yaşam alanının sınırları kesin olarak çizilmiş bir nesneye indirgenmişti.

Kapitalizm ve Kadın
Kapitalizmin ortaya çıkışıyla toplumsal üretimin de yaygınlık kazanması, tüm sömürücü sistemlerin olduğu gibi kadın üzerindeki baskı ve sömürünün ortadan kaldırılmasının da toplumsal zeminini yaratmış oldu. Özellikle ilk ortaya çıktığı dönemlerde henüz feodal bağların çözülmemiş oluşundan dolayı büyük bir işgücü ihtiyacı duyan kapitalistler için emekçinin kadın ya da erkek olmasının hiçbir önemi yoktu. Hatta geçmişten gelen konumundan kaynaklanan bir kat daha ezilmişliğinden dolayı daha da ucuza çalıştırabileceği kadınlar, patronlar için bulunmaz bir nimetti. Çalışma koşullarının tüm berbatlığına, tüm sömürüye rağmen işçilik, yüzyıllardan sonra kadınlara ekonomik anlamda bağımsızlaşabilmenin zeminini yeniden sunabiliyordu. Yine işçilik, yüzyıllardan beri emekleri gaspedilen kadınları fabrika çatısı altında biraraya getirirken, onları evlerindeki hapishaneden çıkarıp eve para getirmeleri sayesinde erkek karşısında sözsahibi yapabiliyordu. Kadının kapitalizmle birlikte değişen konumu, kapitalizmin içinden geçtiği evrelere göre değişebiliyordu. Feodal bağları olmaması anlamında özgür işgücüne ihtiyaç duyan ve her alanda feodalizmin iktidarını geriletip yok etmek isteyen burjuvazi, düşünsel ve pratik düzeyde kadının özgürleşmesinin yanında olurken, iktidarı ele geçirdiğinde ev kölesi olarak karşılığı ödenmeyen bu sınırsız emek kaynağını kurutmak istemediği için kadınların hem emek-gücünü sömürüyor hem de evdeki sömürüsünü onaylıyor ve kadınların ev kölesi konumlarını sürdüren ve güçlendiren adımlar atıyordu. Ancak üretimin toplumsal niteliği ve üretimde kadın emeğinin rolü, artık geriye döndürülemeyecek bir konumdaydı ve bununla paralel olarak kadının toplumsal uyanışı ve mücadelesi şekillenmeye başlamıştı bir defa. Uzun yıllar süren mücadelelerin, dökülen kanların ardından kadınlar, seçme ve seçilme hakkını ve daha bir çok hukuksal eşitleyici kazanımı elde ettiler. Ancak kadının kurtuluşunun bunlardan ibaret olmadığı, sınıflı toplumlar denen sömürücü sistemin varlığını koruduğu sürece eşitliğin, tek başına sömürülme eşitliğinden başka bir anlamının olmadığı da bu mücadelelerle elde edilen kazanımlar sonucunda iyice açığa çıkmış oldu.
Öte yandan kapitalizm, üretim ilişkilerinde getirdiği yeniliklerden dolayı kadının feodal tarzdaki sömürüsünü hafifletirken, kapitalizme özgü yeni sömürü tipleri geliştirmekte de gecikmemiştir. Feodalizmde bir mal gibi alınıp satılan kadın, bu defa da kapitalizm tarafından bir reklam objesi olarak, cinsellik dolayımı üzerinden alınıp satılmaya başlanmıştır. Belki görünürde alınıp satılan kadın yoktur. Ama kocasını öpüp ona “teşvik primi” veren, “otomobillendirilen” kadınlar vardır, markalı altın takı (para) almadan imza atmayan gelinler vardır. Genelevdekilerden çok daha iğrenç bir alış verişin TV’ler, gazeteler aracılığıyla evlerin içine sokulması vardır. Yüzyıllardan beridir “gelin olmak”, “evinin kadını olmak”, “iffetli olmak”, “fedakar anne olmak”, vb. koşullandırmalarıyla beyinleri yıkanan kadınların bilinçaltına işlenecek yeni bir olgu icad olmuştur: “Zengin koca bulmak”. Kadının para karşılığı alınıp satılması, feodalizmden çok daha farklı biçimlerde de olsa, kapitalizm tarafından yeniden üretilmiştir ve üretilmektedir.
Yine yüzyıllardır kadının para karşılığı satılmasının en iğrenç biçimi olan fahişelik, kapitalizmle birlikte bir sektör haline getirilmiştir. Hiç utanmaksızın bu durumu bir sorun olarak görmek, ortadan kaldırmak yerine kurallara bağlayan, vergilendiren (komisyon alan) kapitalist devlet, kadının gerçekten özgür ve onurlu bir biçimde toplumdaki yerini almasını isteyip istemediğini bu şekilde çok açık bir biçimde ortaya koymuştur. Reklamları, televoleleri ve çeşitli kültürel uzantılarıyla sürekli fahişelik propagandası yapanlardan başka türlüsü de beklenemezdi zaten.
Ekonomik anlamdaki tüm kazanım ve bağımsızlaşmasına rağmen, bir sınıflı toplum olması gerçeğinden dolayı, kapitalizmde kadının toplumsal sömürüsü devam etmiştir. Aile içindeki, erkek karşısındaki edilgen, ezgin konumlanışı sürekli olarak yeniden üretilmiştir. Tek tek kadınların cesareti, insiyatifi de bu durum karşısında bir anlam ifade etmemiştir, çünkü bu durum, bir toplumsal olgudur.
Kadının bu durumunu aynı bütünlüklü bakış açısıyla değerlendiremeyen çeşitli kadın akımları da ortaya çıkabilmiştir. Varolan durumu ve onun düzeltilebilme dinamiklerinin kaynaklarını daha farklı yerlerde arayan feminist akım, sorunun merkezine kadın-erkek çelişkisini koymuştur. Özel mülkiyete dayalı sınıfsal yapıyla ilişkilendirilmeden sorunun bu biçimiyle ele alınışı elbette ki köklü bir çözümden de uzaktır.

8 Mart’ın Anlamını Boşaltmak...
Tüm toplumsal çelişkilerin devrimci mücadele ile buluşma kanallarını tıkamak için elinden gelen herşeyi yapan egemenler, geçmişte 1 Mayıs’ın içini “Bahar Bayramı” demagojisiyle boşaltmaya çalıştıktan sonra pes etmek yerine onu kendi yasalarına uygun hale getirmeye çalıştıkları gibi, aynı oyunu 8 Mart için de sahnelediler. Devletin ve burjuvazinin 8 Marta yönelik kutlamaları anlaşılır bir durumdur. Çünkü burjuvazi bir şekilde sistemi devam ettirebilmek için 8 Mart gibi burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıfsal çelişkileri yoğunlaştıran, derin uçurumlar oluşmasını sağlayan önemli gün ve olayları nötralize edip kendi çemberi içinde eritmek ister. Ellerinin altındaki her araçla “kadınlar günü” adı altında gerçek içeriğinden koparılmaya çalışılan 8 Mart, devrimcilerin çabaları olmasa neredeyse “sevgililer günü” ile “anneler günü” arasında bir şeye benzetilip, tüketim toplumunun bir unsuru haline getirilecekti.
Elbette ki bunun önüne geçen unsur, devrimcilerin bu yönlü çabaları olduğu kadar bu çelişkinin kendi potansiyelini oluşturan iç dinamiklerdi de. İç ve dış dinamiklerin diyalektiğiyle belirli bir gelişim kanalına kavuşan kadın hareketinin 8 Mart gösterileri sınırlarını aşarak günlük yaşamın her alanında hakettiği yeri alabilmesi için katetmesi gereken daha çok yol vardır. Bu yolun pratik ve teorik anlamda atılması gereken önemli adımları vardır.
Özellikle teorik alanda feminizmin kolaycı kavrayış yöntemleriyle kendine yaşam alanı bulabilen her türlü bozucu ve sakatlayıcı etkisine karşı berrak bir marksist bilinç oluşturulmalıdır. Olgulardan hareket edip, olguların arkasındaki felsefi arkaplanla gereğince ilgilenmeyen her bakış açısı gibi, sadece kadının günlük yaşamdaki pozisyonundan, ezilmişliğinden hareketle oluşturulmaya çalışılacak bir bilincin feminizmin ağına yakalanmaktan kurtulamaması çok doğaldır. Bu, tıpkı salt günlük yaşamı içersinde karşılaştığı sorunlardan hareketle geliştireceği mücadelesi ekonomizm sınırlarını aşamayacak olan sınıf hareketine benzer. Bu anlamıyla her mücadele alanında olduğu gibi, oluşturulacak hareketin politik çerçevesinin net sınırlarının çizilmesi, kadın hareketinin de sağlıklı bir devrim dinamiği olarak sınıf mücadelesindeki konumunu almasının önşartı olacaktır.
Günümüzde marksizmin yaşadığı büyük geri çekiliş koşullarında posmodernizmin çok yönlü saldırılarını da arkasına alarak feminist harekette bir gelişme yaşandıysa da bu kısır açılım, kendini çarçabuk tüketmiştir. Ne revizyonist blokta yaşanan deneyimlerin taşıdığı sakatlıklar, ne de kimi yapıların yetersiz yaklaşımları, konuya bütünsel ve nihai anlamda çözüm üretemeyen feministlerin bir seçenek oluşturamayacakları gerçeğini gölgeleyebilmiştir. Ama yine de devrimcilik, sosyalistlik haricinde her türlü kimliğe yaşam alanı açmak için tüm fırsatları değerlendiren egemenler, bu akımı da kadın sorununun taşıdığı devrimci dinamiği bölmek ve köreltmek için değerlendirmişlerdir. Bunun belki de en bariz örneği Pazartesi dergisi deneyimi olmuştur. Solcu olsun olmasın her türden feminist kaleme sayfalarını açabilen bu derginin finansörü olan Konrad Adanuer Vakfı, çizilen sınırlar aşılıp F-Tiplerine karşı çıkıldığında para musluklarını kapatıvermiştir.
Bugün 8 Mart mitinglerinde kürsüden “erkekler dışarı” çağrısı yapmaktan hala geri durmayan bu anlayışın “ezilen bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” belirlemesindeki anlamı kadın erkek çelişkisi boyutunda kavrayıp bilince çıkarabilmesi elbette ki beklenemez.
Ve yine Lenin’in “işçi sınıfının kurtuluşu, kendi eseri olacaktır” sözündeki vurguyu kendi özgün duruşları açısında bilince çıkaramayan kadınlar açısından beyaz atlı prensin yerini devrimci bir kurtarıcının alması, hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Kadınlar devrimin öznesi olurken kendi cephelerinin de kurucuları, savaşçıları ve komutanları olacaklar, özgürlüklerini erkeklere karşı değil, kendilerini köle haline getiren özel mülkiyetçi sömürü sistemine karşı savaşta kazanacaklardır.

 

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul