S. Barikat’ın Notu: Yozlaşmanın, toplumsal çürümenin ve yoksullaşmanın olağanüstü ölçülerde büyüdüğü, kalıcılaştığı ve sonuçlarının her gün üstümüze şok edici bir tarzda adeta yağdığı bir süreçten geçiyoruz. Sosyalist Barikat’ın Kasım 2006 tarihli 45. sayısında ve ardından Aralık 2006 tarihli 46. sayısında 2 bölüm halinde yayınlanan bu çalışma yozlaşma ve toplumsal çürümenin 2006 itibariyle genel tablosunu, arka planını, sınıflar mücadelesindeki anlamını ve devrimci görevleri çözümlerken, meselenin günümüzdeki ulaştığı boyutları anlamada ve buna karşı mücadelede de ışık tutucu belirlemeler ve temel tespitler içeriyor. Yeni çalışmalar için temel oluşturacak olan bu metinleri yeniden yayınlanmanın ve incelemenin yeni ufukları yaratmada yardımcı olması dileğiyle çalışmanın 2. bölümünü yayınlıyoruz…
|
Yeniden Yoksulluk ve Yozlaşma İlişkisi Üzerine Ancak, böyle bir düşünme biçiminin asıl sakıncası, yarattığı boş hayallerde değil, asıl kırılmış düşlerde ve beslediği umutsuz ruh halinde gizlidir. Çünkü böylesi bir yanlış düşünme biçimi, sonuç itibarıyla eninde sonunda yılgınlığa yol açmakta ve “bu kadar yoksulluk varken insanımız neden ayaklanmıyor”la başlayan bir sakat mantık zinciri “lanet olsun” noktasına dek varmaktadır. En iyi niyetli durumda ulaşılan sonuç, “her şeyin alt üst olup değişeceği hayali bir X gününü beklemek” olurken, daha yoğun karamsarlıklar söz konusu olduğunda ise “bu millet adam olmaz” türünden küçük burjuva züppeliklere kadar gidilmektedir. Her durumda olan şey, devrimciler açısından diyalektik düşünme biçiminden ve tarih bilincinden uzaklaşmadır. Oysa emekçi kitlelerin yoğun biçimde sömürülmesi ve yoksullaşması ile onların sınıf bilincine ulaşması arasında böyle bir düz ilişki tarih boyunca mevcut olmamıştır. Kriz ve yoksullaşma durumu elbette devrimci bir atılım için zeminleri yaratmıştır ama hemen her yerde ve her zaman diliminde emekçi kitlelerin sınıf bilincine ulaşarak kendi kaderleri için ayağa kalkması, devrimci bir iradenin bu krize müdahalesiyle mümkün olmuştur. Esasen, tarihin hiçbir diliminde ve hiçbir coğrafyada da “zemzem suyuyla yıkanmış bir proletarya”ya da rastlanılamamıştır. Ekim Devrimi’nde Kışlık Saray’ı kuşatan silahlı emekçiler bir melekler ordusu değildir; Mao’yla birlikte Uzun Yürüyüş’e katılan on binlerce kişi de ahlak yarışması finalistleri değildir. Elbette, toplumun bütün gözeneklerini temizleyen ve bütün güçleri hareket ettiren bir büyük alt üst oluş olarak devrimin geniş çaplı bir toplumsal arınma sağladığını, böylece insanların düne göre değişip geliştiğini söyleyebiliriz; ama yine de kitle hareketinin karakteri karmaşık ve çelişkilidir. Yani siz, 1917 Ekiminde Sovyetleri canla başla savunan muhafızlardan rasgele onunu seçseniz, bunlardan ikisinin eşini fena halde dövdüğünü, diğer ikisinin ise votkayı biraz fazla sevdiğini, vb. görürsünüz ve bu şaşırtıcı değildir. Çünkü devrim böyledir, kitle hareketi böyledir; bu, saf iyilikle saf kötülüğün karşılaşması değildir. Devrim hareketi binlerce yıllık sınıflı toplum kalıplarını parçalamaya başlamıştır ama yine de bu, devrimden bir gün önce ya da devrimden bir gün sonra Petersburg’taki bütün batakhanelerin kepenklerini indirdiği anlamına gelmez. Yıllar ve yıllar boyunca sefil yaşantılara düşürülmüş olan emekçi yığınları tek bir günde bu çizgiyi değiştiremezler. Yozlaştırma ve çürütme politikalarına karşı mücadele biçim ve araçlarına geçmeden önce bütün bunları kalın çizgilerle vurgulamamızın elbette bir nedeni var. Son derece açık bir biçimde şunu söylemek istiyoruz: Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir zaman diliminde devrimci hareket, üstünde var olduğu topraklara ve bu topraklarda yaşayan emekçi insanlara burun kıvırarak, onları beğenmeyerek yürüyemez. Her ne yapılacaksa burada, bu coğrafyada, bu insanlarla yapılacaktır. Bu insanları devrimci pratik içinde dönüştürmek, onları içinde yaşadıkları çamur deryasından kopararak ayağa kaldırmak ve devrim yürüyüşüne katmak, devrimci öncünün vazgeçilemez görevidir. Kuşkusuz biz, günümüzdeki sosyal-kültürel saldırının çapını ve bu saldırının araçlarının gücünü küçümsemiyoruz, işimizin geçmişe oranla ne kadar zorlaşmış olduğunu da biliyoruz. Ama “seçkinci” bir tavırla işçi sınıfını ve emekçi halkı önce ahlak ve zeka testinden geçirmek ve sonra devrimci mücadeleye -daha doğrusu mücadele etmemeye- karar vermek, devrimci sosyalizme uzak bir tavırdır. Köşe başlarında karanlık suratlarla duran liseliler bizimdir, dünyayı “cımbız ve ayna”ya dek küçülten konfeksiyon işçisi kızlar da, stadyum kapılarında sırılsıklam haykıran gençler de, bütün bu dünyevi sefilliklerinden kendini sıyırıp ruhani aleme umut bağlayanlar da, otogarlarda terör yaratıp korkuyla şovenizmi iç içe geçiren asker uğurlayıcısı çocuklar da bizimdir. Bütün bunlardan vazgeçerek, bütün bunları yok sayarak yürümek mümkün değildir; devrimci öncü, büyük çoğunluğu emekçi olan bütün bu insan topluluklarını anlamak, dönüştürmek ve devrim cephesi saflarına katmakla yükümlüdür. Yöntemler ve araçlar tartışması bir yana, bu görevin yerine getirilmesi kesindir. Bir Toplumsal Arınma Hareketi Olarak Devrim Marksist-Leninist düşüncenin en temel vurgularından biri budur. Marks, Engels ve sonrasında gelen bilimsel sosyalistler, kendi tezlerini öncelleri olan ütopyacıların eleştirisi üzerine kurdular ve hiçbir zaman “insanın iyileştirilmesi” gibi safdilliklere inanmadılar. “iyi düşüncelerin kötü düşünceleri kovacağı” üzerine filozof saçmalıklarıyla hep alay ettiler, tezlerinin temeline her zaman “gerçek insanların” gerçek hareketini, devrimci pratiği koydular. Feuerbach üzerine tezlerin 11’incisi olan “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir” sözü bunun net bir ifadesiydi belki; ama en az onun kadar önemli olanı aynı tezlerin üçüncüsüydü. “Ortamın değiştirilmesi ile insan faaliyetinin ya da kendi kendini değiştirmenin çakışması, yalnız devrimci pratik olarak kavranabilir ve ussal biçimde anlaşılabilir” diyordu Marks bu tezinde. Yani, yalnızca değiştirme eylemine girişmek değildi söylediği; aynı zamanda “değiştirenin” devrimci pratik içinde “kendisinin de değişmesi” ile bir başka sıçrama yapılıyordu. Daha net bir ifadeyle ile Marks’ın söylediği şuydu: “Yığın içinde bu komünist bilincin yaratılması için ve gene bu işin kendisinin de iyi bir sonuca götürülebilmesi için insanların yığınsal bir değişikliğe uğraması zorunlu olarak kendini ortaya koyar, böyle bir biçim değişikliği ise ancak pratikteki bir hareketle, bir devrimle yapılabilir; bu devrim, demek ki, yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır, ötekini deviren sınıfa, eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerine kurmaya elverişli bir hale gelmek olanağını ancak bir devrim vereceği için de zorunlu olmuştur.” (Alman İdeolojisi, Sayfa 62) Bu anlamda toplumsal devrim, bir iktisat teorisinin yerine başkasının uygulanması, bir sınıf yerine başka bir sınıfın hayatın nimetlerinden faydalanması ve iktidarın şu elden öbürüne geçmesi değil, bir bütün olarak insan ilişkilerinin, davranış kalıplarının değişmesi ve devasa bir toplumsal arınma sürecidir. Yani mevcut devlet mekanizmasının parçalanmasından söz edildiğinde, bu, aynı zamanda bu işi yapanların kafasındaki statükoların, tabuların, yönetme-yönetilme üzerine eski fikirlerin ve tabii ki günlük sefil hayatların yerinden oynaması anlamına da gelir. Toplumsal alt üst oluş olarak bir devrim hareketi, bataklık topraklarına oksijen pompalayan bir süreçtir ve bu süreçte insanların kendilerine, çalışma arkadaşlarına, komşularına, kadınlarına-erkeklerine, çevrelerine ve hatta kendi gövdelerine olan bakışları derinden etkilenir ve ortaya yeni bir düzey çıkar. Başka bir deyimle devrim, tek tek her emekçinin zihninde ve hayatında küçük küçük başka devrimlerin yolunu açar. Kendisine katılan herkese yeni bir hayata başlamak için fırsatlar sunar. Biz, “insanın içindeki iyilik” gibi yarı dinsel kalıplarla düşünmeyiz ama tarihsel pratikten şunu biliriz: büyük alt üst oluş dönemlerinde insan davranışları değişir. Dün en sefil batakhanelerin uçurumuna düşmek üzere olan genç bir insanı o anda dürüst bir hayat için sırtında tuğla taşırken görebiliriz; dün bulaşıktan başka bir şey düşünmeyen bir kadın artık sokaktadır; hatta -zaman zaman devrimlerde görüldüğü gibi- bir fahişenin bile yeni bir hayat için fırsat yakaladığına tanık oluruz, vb. vb… Öte yandan o, bir tamlık ve tamamlanmışlık da değil, yalnızca bir başlangıçtır. Sınıflı toplum tarihinin binlerce yılda insanın üstüne yığdığı çerçöp yığınları üç günde ortadan kaldırılamaz. Ama bu, bir başlangıçtır ve sağlam bir başlangıçtır. Elbette örneğin kumar illetinin insanın belleğinden tümüyle silinmesi, uyuşturucunun sadece ortadan kaldırılması değil bir “boşluk doldurucu” ihtiyaç olmaktan da çıkarılması, kadınların aşağılanmasının tamamen kötü bir anı olarak düşünülmesi, vb. kuşakların değişimini de gerektirecektir. Bu süreçte devrim, belki toplumun zehirlenmesine karşı son derece acımasız tedbirler almaktan da geri durmayacaktır ama asıl dönüşüm yığınların zihninde gerçekleşecektir. Bu yüzden biz, burjuva partilerine benzer bir biçimde “iktidar vaatleri” sıralayan reformist partilerin söylemlerini anlamlı bulmayız. İktidara el konulması, gerçek bir devrimin sürecindeki niteliksel bir sıçramadır ama her şey ondan ibaret değildir; devrim, sürekli ve kesintisiz bir harekettir, kitlelerin yalnızca “katıldıkları” değil, “sürdürdükleri” bir ayaklanma halidir. İktidarın ertesi günü kitleleri “terhis edip” eve (akıllı önderlerin yapacaklarını izlemek üzere) gönderen bir devrim, devrimci sosyalist anlayışın çok uzağındadır. Biz, devrim dediğimizde, kitlelerin sürekli hareket halinde oldukları, kendi kaderlerine el koydukları bir durumdan söz ediyoruz. Bu ise süreklileştirilmiş bir sosyal-kültürel dönüşümler zinciri anlamına gelir. Burjuva İyilikseverliği ve Sosyal Projeler: En İyi Niyetli Durumda Bile… Ama iyimserlik sınırlarımızı son noktasına kadar zorladığımızda bile, bu tür konular üzerine yapılan girişimleri tanımlamak için yine de “ikiyüzlülük”ten başka bir kavram bulamayız. Daha doğrusu aslında günümüzde olan şey şudur: Bütün sosyal kurum ve sistemleri darmadağın ederek vahşi bir düzen kuran neoliberalizm, yarattığı bu korkunç tabloyu devletin ve tekelci patronların paracıklarına zarar vermeyecek bir biçimde “sivil” kurumların üzerine yıkmayı tercih etmektedir. Örneğin yetiştirme yurtlarındaki kimsesiz çocukları bile zehirlemeden beslemeyi beceremeyen sistem (ki bu ülkede devlete emanet edilmiş her can tehlikededir!) dönüp toplumdan yardım istemekte, çeteleşmeyi bizzat kendi yayınlarında kışkırtan medya “anne babalara” seslenmekte, yoksulluğu ve işsizliği kat kat artıran patron örgütleri ayrıntılı “yozlaşma” raporları hazırlatarak halktan duyarlılık” talep etmektedir, vs. vs… İşin “hayırseverlik” cephesinde ise çoğu kez asimilasyonculuk ve “yoksulları adam etme” saplantısıyla varılan yer “eğitim şart” yüzeyselliğinden bir milim ötesi değildir. Böylece sağlanan “başarı” da buzdağının bırakın altını üstünü bile görmeyen bir yüzeyselliğe denk düşer. Bütün bu “yufka yürekli” hanımlar-beylerden sıkılmış olan azgın neoliberaller ve ırkçı faşistlerin önerileri ise açıkçasını söylemek gerekirse daha samimidir. Cezaların ve polisin yetkilerinin artırılması, linçlerin önünün açılması, darağaçlarının yeniden dikilmesi, “doğuştan suçluların kısırlaştırılması”, her köşeye kameralar takıştırılması, sokak çocuklarının adalara postalanması, büyük kentlere kırdan gelenlerin (tabii ki özellikle Kürtlerin) girişinin sınırlanması, gibi çoğu Nazilerden alınmış öneriler bu cephede bol keseden savrulmaktadır. Ve tabii bu arada ırkçı faşist çetelerin bir başka amacı da bilinmektedir. Köklerinden koparılarak kentlere fırlatılmış Kürt nüfusun bir bölümünün yer altı işlerinde de bir ölçüde de olsa pay sahibi olması onlar açısından rahatsız edicidir ve “memleket elden gidiyor” şeklindeki feryatlarının arkasında yatan amaç, bütün kirli işlerin rantını tek başına elde etmekten başka bir şey değildir. Sonuç olarak, kirlenme konusunda burjuva cenahta söylenebilecek, yapılabilecek bir şey yoktur, olması da imkânsızdır. Devrimci Sosyalizm: Şimdi ve Şu Anda Ne Yapabiliriz? Eğer bugünkü kirlenmiş-kirletilmiş toplumsal yapının tümüyle ve kökten değişmesi, proletaryanın önderliğinde yeni bir emekçi halk kültürünün ve bütünlüklü yeni-insanın yaratılması bir devrim sorunu ise, biz bugünkü devrimci faaliyetimizde ne yapabiliriz? Hangi yollar ve araçlarla yürüyebiliriz? Daha açık bir deyişle, emekçi kitlelerin bugünkü toplumsal-kültürel davranış biçimlerinin değişmesi, bir devrim gününe ertelenebilir mi? İlk bakışta biraz saçma görünse de pratikte kitle çalışması yapan devrimci açısından bu yanıtlanması gereken bir sorudur. Ve aslında, toplumsal pratiğin dışında durarak ukalalık eden biri değil de, o pratiğin ve kitlelerin içinde yaşayan biriysek eğer, yanıtlarımız da çok karmaşık ve gizemli değildir. Her şeyden önce, doğru bir yerden bakarsak eğer, devrim denilen şeyin düşsel bir X anı olmadığını biliriz. O, bugünden, bugünkü ilişki ve mücadele biçimlerimizden başlayarak komünizme dek sürecek kesintisiz bir süreçse eğer, böyle bir özel andan değil bir süreklilikten söz etmek ve hiçbir şeyi hiçbir özel zamana ertelemeyen bir yürüyüş biçimi tutturmak daha doğrudur. İkincisi, yalnızca bu sorunun değil, genel olarak kitleleri ilgilendiren başka sorunların da gerçek ve tam çözümlerinin bir devrimci alt üst oluş gerektirmesi, bizim bugün o sorunlara ilişkin çözüm üretmememiz anlamına gelmez. Kadınların ezilmişliğinden, çevrenin talan edilmesine ve çalışma koşullarının vahşiliğine, demokratik hakların kısıtlanmasına dek bir dizi sorunun köklü çözümlerinin komünizm platformunda mümkün olması gerçeği ile devrimci hareketin bugün bu sorunlar hakkında talepler formüle etmesi ve mücadele yolları araması birbiriyle çelişmez. Emekçi kitleleri örgütlemek ve devrim yürüyüşüne katmak isteyen hiçbir hareket, bu insanların en temel kaygı ve sorunlarını görmezlikten gelme lüksüne sahip değildir. Ama bütün bunların yanında asıl önemlisi şudur: emekçi kitlelerin dünyasının zehirlenmesi ve çürütülmesi, doğrudan bizim devrim hareketi olarak varlığımızı yokluğumuzu ilgilendiren bir sorundur. Yani burada, kitleleri yakından ama bizi “uzaktan” ilgilendiren bir sorun söz konusu değildir. Biz, “kitlelerin bu konuda kaygıları ve talepleri var, o zaman konuyla ilgilenmeliyiz” gibi bir yüzeysel noktada durmuyoruz. Çünkü bir devrim hareketi, emekçi kitleleri örgütleyerek devrimci bir atılım gerçekleştirmek amacına sahipse, hem moral gücünü hem de bizzat insan kaynaklarını bu zemin üzerine kuruyor demektir. Düşman tarafından çürütülen bir zeminde ise ne kendimize güçlü dayanaklar bulabiliriz, ne de bu zeminden geleceğin kadrolarını çıkarabiliriz. Klasik deyimlerle söylersek, böylesine çürütülen (ve bizim çürümesini seyrettiğimiz) bir “deniz”de “balık” olma şansını yitiririz. Dolayısıyla bizim bizzat kendi varlığımızı inşa etmemiz bile, toplumsal kirlenmeye karşı yürütülen kesintisiz bir savaş içersinde mümkün olabilecektir. Kaldı ki, devrimci hareketin inşası ve kitleler içinde kök salması gibi nispeten yakın bir amacın dışında, toplumun zehirlenmesine karşı mücadele ve yeni bir emekçi kültürünün bugünden inşası kurmak istediğimiz toplumsal sistem açısından da önemlidir. Yani biz, insanın bütün yetenek ve potansiyellerini açığa çıkaracak, onu bütünleyecek, kolektif bireye dönüştürecek bir toplumsal düzeni hedefliyorsak eğer, onu parçalayan, sefilleştiren bütün faktörlere karşı bugünden acımasız bir savaş yürütmeye zorunluyuz demektir. Sonuç itibarıyla bizim bugün yaptığımız şeylerin tümü, bu nihai amacımızdan kopuk olamaz. Politik-Kültürel Mücadelenin Bütünlüğü Bu, her şeyden önce işçi sınıfının klasik üçlü mücadele alanları formülasyonuna kültürel boyutun eklenmesi gerektiği anlamına gelir. Bilindiği gibi Marksist klasiklerde işçi sınıfının mücadele alanları, politik mücadele, ekonomik mücadele ve ideolojik mücadele olarak tanımlanır. Kuşkusuz bütün burjuva ideolojilerine karşı savaşım olarak ideolojik mücadele kendi içinde kültürel bir boyut içerse de, günümüzün olağanüstü saldırısı karşısında bu tam olarak yeterli değildir. Özellikle yeni tarihsel süreçte şiddeti ve araçları devasa boyutlara ulaştırılan sosyal-kültürel saldırı, daha güçlü bir yaklaşımla karşılanmalıdır. Elbette burada kültürden söz ederken yaygın şekilde anlaşıldığı gibi edebiyat ve sanatın dar alanını kastetmiyoruz. Burada kastettiğimiz şey, işçi sınıfının davranış ve ilişkilerinin bütününü içeren geniş bir alandır ve bu alanda savaşmak, ilişkiye girdiğimiz her emekçinin davranışlarını yeniden biçimlendirmek, onu içinde yaşadığı boşluk ve yalnızlık duygusundan kopararak yeni bir dayanışmacı kültürle donatmak görevi ile karşı karşıyayız. Bunu devrimci pratik içersinde gerçekleştirmek, yeni ilişkilerin şekillendiği kurumlaşmalar yaratmak, emekçiler içinde onlarla birlikte yürüyerek arınmak bizim asli işimizdir. Bu görevi en azından bir düzey ve bir alan bakımından başarmak için Politik Kültürel Odaklar mantığı son derece önemlidir. Kuşkusuz görevin bütünü PKO cephesinde başarılamaz ama işin mantığı anlaşılmak zorundadır. Bugünkü koşullarda ne kadar gerçekleştirebildiğimiz sorusu bir yana, PKO’nun inşa edilmesindeki arka plan, klasik demokratik kitle örgütü çerçevesini aşan bir yaklaşımdır. Yeni tarihsel süreçte işçi sınıfının yapısının aldığı yeni biçim, onun olağanüstü parçalanmış yapısı, vb. gibi bir dizi belirlemeye bağlı olarak devrimci sosyalizm yalnızca klasik fabrikaları değil sınıfın bütün parçalarının, işsizlerin, kadınların, vb. yaşadığı, içinde devindiği bütün mekanları ve alanları kendisine hedef olarak seçmiş ve açık alandaki yürüyüşünü bu çerçevede düzenlemiştir. Dolayısıyla, emekçi kitlelerle buluştuğumuz, onların arasında güç kazanmak istediğimiz her alan ve her kurumlaşma, doğal olarak politik ve kültürel bir boyut içermektedir. Akla gelebilecek her türlü araç ve yolla emekçi kitlelerin zehirlenmesine karşı mücadele etmek, bunu zaman zaman özel bir çalışma olarak yürütmek ama aslında sürekli gündemde tutarak boyutlandırmak kurumlarımızın vazgeçilemez görevidir. Ayrıca, belirtmeden de geçemeyiz, bu görev, günümüzde bizim dışımızdaki koşullardan ötürü daha da ağırdır. Geçmişte eksik ya da yanlış bulsak da, geniş emekçi kitleleri toplumsal mücadele pratiğinde az çok eğitip dönüştüren büyük kitle örgütleri ve sendikalar yine de bir işlev yüklenmişlerdir. Yani devrimci hareketlerin üzerinde devindiği ve çalıştığı zemin şu ya da bu ölçüde temel dayanışma kültürünü almış durumdadır. Oysa bugün sınıfın yeni yapısını kavramaktan ve kucaklamaktan uzak dar kafalı bir sendikal bürokrasi duruma hakimdir. Siyasi parti kurmaktan her politik konuda basın açıklamaları yapmaya kadar her türlü işle uğraşan bu kesim, bir türlü asli işlerine, yani sınıfı örgütleme ve dönüştürme işine zaman bulamamakta, böylece bırakalım milyonlarca örgütsüz emekçiyi, örgütlü görünenlerde bile çok zayıf bir zeminle karşılaşılmaktadır. Bütün bunların doğrudan sonucu ise sosyal-kültürel alanda bizzat devrimci yapıların çok elverişsiz zeminler üzerinden faaliyet yürütmesi zorunluluğu ve zorluğudur. Dolayısıyla PKO’lar ve benzeri yapılar bugün daha yoğun biçimde bu sorunun üstüne gitmek ve büyük bir enerji ortaya koymak zorundadırlar. Kitlelerle Birlikte, Katılım Kanalları Açarak… Devrimcilerin “yozlaşma ve uyuşturucuya karşı mücadele eden iyi çocuklar” olarak algılandığı (ve alkışlandığı) bir durum, önemlidir ama yeterli değildir. Sonuçta bu, en can alıcı sorunda, sorunun gerçek sahibinin sürece dışsal ve yabancı kalması anlamına gelecektir. Oysa kitle çalışmasının mantığı gereği bu faaliyet, kitleleri, en azından yakın kesimleri içine çekecek, özneleştirecek yollar ve araçlarla yürütülmek zorundadır. Bunun yüzlerce değişik yolu bulunabilir, geçici ya da kalıcı örgütsel biçimler yaratılabilir, somut hedefler çerçevesinde davranılabilir, vb. ama asıl önemli olan sürecin sadece bizim sempatizan çevremizle kısıtlı klasik tarzı aşması ve herkesin görev ve sorumluluk alabileceği biçimleri yakalamasıdır. Hassas Bir Denge: Kirli Odakları Ezmek ve Politik-Kültürel Faaliyet Ancak buradaki hassas sorun, devrimcilerin bütün bu yönelimleri sırasında yalnızca şiddet kullanan kitlelerden uzak bir güç durumuna düşmeleridir. Yani, kirli odaklara yönelen ama politik-kültürel mücadele ve örgütlenme alanını ihmal eden bir çalışma yetersiz kalacaktır. Bu odakları ezerken, bütün bu zehirlenme biçimlerinin derindeki sebeplerini çözümlemeyen, emekçi kitlelere, kadınlara, gençlere yeni bir kültürel biçimlenişin etkinlik ve araçlarını götürmeyen bir çalışma, bizi yine kitlelerden yalıtacak, “sempati duyulan gençler” olarak kalmamıza neden olacaktır. Ve nihayet en önemlisi, devrimci yapı, kendisini mücadele ettiği güçlere benzeten bütün olumsuzluklardan bizzat kendisini arındırmak zorundadır. Bu, bir yandan devrimci yapılar içinde barındırılan olumsuz unsurlarla ilgilidir; diğer yandan ise kullanılan yöntemlerle… Elbette bizler, seçkinci bir anlayışla davranamayız; içinde yaşadığımız toplumdan süzülerek bize gelen insanların da mükemmel olacağını düşlemiyoruz; ama inandırıcılık konusunda kuşku uyandıracak bir tabloyu da yaratamayız. Ayrıca yöntemlerimizde de bu inandırıcılığı sarsamayız. Yani bir yandan halktan insanlardan gönüllü gönülsüz ayırt etmeden para toplayan bir yapı, diğer yandan haraç çetelerine karşı harekete geçiyorsa durum pek parlak değildir. Yine bir devrimci yapı, devrimcilerin asla bir kenara bırakamayacağı ilkeleri unutarak işkence ve linç gibi yöntemleri kullanıyorsa yine ortada bir problem var demektir. Sonuçta devrimci yapı, bu konuda fiziki yönelimlerle politik-kültürel çalışmayı dengeleyen ve emekçilerde tereddütsüz bir saygı uyandıracak bir yoldan yürümelidir, yürüyecektir. Halk Kültür Merkezleri Öncü Bir Yaklaşımla... Her şeyden önce, bu mücadelenin yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, bütünlüklü bir mücadele olarak geliştirilmesi zorunludur. Yozlaşmaya karşı bütün mücadele araçları birbirini destekleyen bir tarzda çok yönlü bir biçimde kullanılmak zorundadır. Salt devrimci şiddetle yetinen ya da salt ajitasyon-propaganda ile yetinen bir mücadelenin başarı şansı yoktur. Tüm yozlaşma unsurlarına karşı devrimci zor ile ajitasyon, propaganda, gösteri ve kitle eylemlerinin tüm biçimleri iç içe ele alınmak zorundadır. Bütünlüklü mücadele sorunu salt mücadele araçlarıyla ilgili bir sorun değildir. Aynı zamanda, mücadele güçleriyle de ilgili bir sorundur. Salt devrimcilere ve onların çeper ilişkilerine dayanan bir mücadelenin veya en geniş kitleyi harekete geçirelim söylemi arkasında öncü tutumları gözardı eden bir yaklaşımın başarı şansı yoktur. Öncü devrimci güçlerin faaliyetleri, eylemleri, örgütlülükleriyle, sorundan etkilenen tüm emekçi kesimlerin tepkilerini, bunların birleşik faaliyet ve örgütlenmelerini iç içe ören bir tarz geliştirmek zorunludur. Öncüyle geniş emekçi kesimlerin eylemlerini, örgütlülüklerini birbirinin karşısına koymak ya da birinin diğerini doğuracağı mutlaklığı içinde bakılarak sonuca ulaşılamaz. Devrimci eylemini öncü rolüyle, geniş emekçi kesimlerin mücadele dinamiklerini birleştiren, birbirini besleyecek damarlar olarak ele alan bir faaliyet bütünlüğüne ihtiyacımız bulunuyor. Somut olarak ele aldığımızda; Yozlaşma unsurlarına karşı devrimci zorun yaygın ve tüm ülke çapında bu unsurları ağır bir basınç altına alacak tarzda kullanımı ancak stratejik mücadele çizgimizin uygulanabilir hale geldiği aşamada söz konusu olabilir. Bugün devrimci güçlerin meşru halk savunması bağlamında yozlaşma unsurlarının saldırılarına karşı devrimci zoru kullanmaları elbette mümkündür. Bugün yozlaşma unsurlarıyla karşı karşıya geliş alanı esas olarak yereller, yani emekçi semtleri olmaktadır, olacaktır. Bu noktada, şiddettin kullanımı özel bir hassasiyeti gerektirmektedir. Uyuşturucu kullanan ve satan, kapkaç yapan, sokak başlarını tutarak insanları tedirgin eden, okul önlerinde haraç toplayan, küçük çaplı haraç toplayan, fuhuş yuvaları oluşturan, vb. büyük kalabalığın ezici çoğunluğu bu faaliyetleri yürüttükleri mahallelerin çocuklarıdır. Bu bağlamda kaba saba bir şiddet kullanımının kimi durumlarda yarardan çok zarar getireceğini de bilmek gerekiyor. İşin içine şiddetin girdiği her durumda tek bir yanlışın pek çok olumlu çalışmanın getirilerini yok edebileceğini unutmamak gerekir. Bu noktada, yerellerdeki alt unsurlara yönelen bu tür faaliyetlerin en son çare olarak ele alınması zorunludur. Teşhir etmek, tekrar tekrar uyarmak, aileleriyle buluşmak, vb çalışmalar özel bir önem taşımaktadır. Kısacası, meşru halk savunmasını geliştirecek devrimci öncünün pratik duruşunun meşruiyeti her kesim için her düzeyde net ve tam olması zorunludur. Meşru halk savunması emekçilerin kafasında en ufak bir kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde açık olmalı, bu özelliğiyle emekçileri birleştirmelidir. Biçim ve içeriği de emekçilerin katılımını sağlayacak tarzda ayarlanmalıdır. Yozlaşma unsurlarına karşı mücadelede ve devrimci ve demokratik kültürel zeminlerin yaratılmasında devrimci sosyalist hareketin açık alan örgütlenmelerinin çalışmaları özel bir önem taşımaktadır. Politik-kültürel odaklar açılımımız yeniden inşa sürecimizin daha başından itibaren kültürel alandaki mücadelenin yeni ve temel bir mücadele cephesi olarak görülmesinin ürünüdür. Emekçilerin yaşamını/kültürel varlığını yozlaştırarak çürüten oligarşiye karşı ve onun uzantısı olan çürüme unsurlarına karşı, PKO’lar devrimci, demokratik bir seçenek olarak tasarlanmıştır. Daha baştan itibaren devrimci ve demokratik politik ve kültürel mücadelenin tüm emekçilere açık biçimde iç içe örülmesi, emekçi kitle çalışmamızın başlıca unsurlarından biri olmuştur. HKM’ler açık alanda bulundukları her yerde emekçilerin yozlaşmaya karşı tepkilerinin devrimci, demokratik sesi ve pratik mücadelesinin öncüsü olmalıdır. Salt bu da değil, devrimci, demokratik kültürün, yaşam ilişkilerinin, dayanışma zeminlerinin yaratılması mücadelesine daha güçlü biçimde girişmelidir. Bugüne değin, genellikle sınırlı kalan bu tür faaliyetler yozlaşmaya karşı mücadelenin ihtiyaçlarıyla bütünleşerek gelişkin bir tarzda örgütlenmelidir. Ulaşılabilen her emekçi sorunlar karşısında çaresiz olmadığını, alternatif seçeneklerin var olduğunu ve bunlara ulaşabileceğini görmeli, öğrenmelidir. Adım adım örmekte olduğumuz mahalle çalışmalarında da benzer bir perspektiften hareket edilmelidir. DSG de öğrenci gençlik içinde bu duruşun temsilcisi olmalıdır. Devrimci sosyalist militanlar yozlaşma unsurlarına karşı militan bir mücadeleyi örerken, aynı zamanda örnek bir yaşamın üreticisi, örnek bir kültürel ilişkilerin örücüsü olmalıdır. Köşe başlarında, kahvelerde, okulların civarında toplaşan gençler, işçiler yaşamıyla örnek, eylemiyle tereddütsüz ve militan olan devrimci sosyalistin yanında saf tutacaktır. Yozlaşmaya karşı mücadelenin en can alıcı unsuru emekçilerin bu mücadelenin doğrudan öznesi olmasıdır. Emekçilerin özne haline gelmediği bir mücadelenin uzun soluklu olması ve gerçekten başarı kazanması mümkün değildir. Tüm emekçiler sokağa çıkarken yozlaşma unsurlarının tehdidini hissediyorlar, çocuklarının bu tür faaliyetlerin kurbanı olabileceğini görüyorlar, uyuşturucunun, fuhuşun evlerinin içine girmesinin çok da uzak olmadığını görüyorlar. Özellikle kadınlar yozlaşmanın sonuçlarını en derin, en acı biçimde yaşayan kesimi oluşturuyor. Kadın olarak, eş olarak, anne olarak yozlaşmanın ağır sonuçları üzerine adeta yağmaktadır ve bu noktada özel bir duyarlılığa sahiptir. Bunun yanı sıra, öğrenci gençliğin (özellikle liselerde) geniş bir bölümü çetelerin ve uyuşturucunun tehdidi altındadır ve tepkilidir, özel bir duyarlılığa sahiptir. Mahallelerde sıradan her işçi-emekçi, her esnaf sokak güvenliği konusunda ciddi bir kaygıya ve tepkiye sahiptir. Birikmiş büyük bir tepki ve öfke söz konusudur. Az yada çok bir şeyler yapma isteği vardır. Bu öfke, tepki ve istek örgütlenmek zorundadır, ancak bu noktada başarı kazandığımız ölçüde kalıcı mücadelelerin zeminlerini yaratabiliriz. Öncünün eylemine, emekçilerin öfkesinin, tepkisinin örgütlenmesine ve eyleme dönüştürülmesine dönük faaliyetler eşlik etmelidir. Bu noktada, soruna duyarlı en geniş emekçi kesimlerinin içinde yer alabileceği, mücadele konusu sorunu esas alan, mümkün olduğunca esnek, geniş, pratik çalışmaya dayalı meşru halk örgütlenmelerinin yaratılmasını hedeflemek gerekiyor. Emekçilerin en duyarlı kesimlerinin yozlaşmaya karşı halk inisiyatifleri, halk birlikleri vb. isimler altında geliştirilecek öz örgütlenmeler içinde, örgütlenmelerini sağlamak bu bağlamdaki çalışmaların başlıca hedeflerinden biri olmalıdır. Bu tür örgütlülükleri öncülük dayatmasında bulunmadan örgütlemeye yönelmemiz durumunda başta kadınlar olmak üzere çok sayıda doğal halk önderinin öne çıktığını göreceğiz. Bu örgütlenmeler kimi zaman çok kısa süreli, geçici, kimi zaman ise nispeten kalıcı olacaktır. Kalıcı olması önemlidir, ancak daha da önemlisi, emekçilerin belli bir anda, belli bir durumda kendi aralarında örgütlenerek karşı koymaları yada alternatif bir ilişki biçimi geliştirmeleri ve bizim buna öncülük etmemizdir. Gerçekten kalıcı ve halkın büyük öz örgütlenmeleri ancak bu irili ufaklı mücadele deneyimlerinin içinden geçerek ve stratejik mücadele çizgimizi uygulaması aşmasında kurtuluş ışığının hayata yayılmasıyla gelişebilir. Yozlaşmaya karşı mücadele hiçbir emekçinin karşı durmayacağı sınırsız bir meşruiyete sahip bir mücadeledir. Dolayısıyla bu mücadeleye tüm emekçi örgütlenmelerini, tüm halk kurumlarını çekmek mümkündür. Tüm ülke çapında ve yerellerdeki sendika, dernek, klüp, kültür ve spor kurumları, yöre dernekleri vb. Kurumları bu mücadeleye çekmek mümkündür ve bu yönde yapılacak her ciddi girişimin şu ya da bu düzeyde yanıt bulacağı kesindir. Yozlaşmaya karşı mücadelede devrimci güçlerin ortak hareketini sağlamak da önemli noktalardan biridir. Mahalli çalışmalar yürüten devrimci güçlerin yozlaşma unsurlarına karşı mücadelede son dönemde belirli bir duyarlılık geliştirdikleri, bunları zaman zaman kampanyalar düzeyine taşıdıkları görülüyor. Bu mücadelelerin daha birleşik hale gelmesi, güçlü ortak tavırlar geliştirilmesi yozlaşma unsurlarının daha kolay alt edilmesi açısından önemlidir *** |