Dünüyle bugünüyle varoşlar orada. Başka sözcüklerle çetelerle koyun koyuna yaşamak zorunda kalan milyonlarca işçi, emekçi, ezilen orada. Gerisi sosyalist ve devrimci hareketimize kalmış: Varoşlarda salt çeteler ve suç dinamikleri mi görülecek, yoksa onların yanı başında ve ayağa kalkarsa/kaldırılırsa çeteleri de suçu da tükürükle boğacak devrimci dinamikler mi?
Şu ana kadar varoş gerçeğini anlamaya dönük nesnel olgular, veriler üzerinde durduk. Halbuki -hemen her şey gibi- varoşlar da salt iktisadi nesnellikten ibaret değildir, olamaz. Benzer dinamiklerin ürünü olan benzer nesnelliklere sahip, örneğin Meksiko City varoşlarıyla Peru-Lima, Bolivya-La Paz, Venezüella-Caracas varoşlarının (Arjantin’i de mi eklesek?) politik (hatta kültürel) davranışları arasında uçurumlar olabiliyor. Neden? Ya da aynı ülkede farklı zamanlarda; örneğin 1970’ler, 90’lar ve 2024’ler Türkiye’si varoşlarının politik-etik davranışları ciddi farklılıklar gösterebiliyor. Neden? Demek ki mesele salt iktisadi nesnellikten ibaret olamaz; o nesnellik üzerinde şekillenen şeyleri şu veya bu yönde çekiştiren zamanın-zeminin ve aktörlerin iradi yönelim ve etkileri de “varoş gerçeğini” tanımlayabiliyor: Meksiko City’de çete savaşlarını besleyen zemin -evet varoşlar bir tür uçurum halkının mekanıdır ve şiddet üretmeye müsaittir- Hugo Chavez Venezüella’sında Caracas’ta kurulan mahalle komiteleri aracılığıyla halkçı iktidarı ayakta tutabiliyor. Ya da Bolivya’da yerli Başkan Evo Morales’i iktidara taşıyabiliyor, darbe girişimlerini püskürtebiliyor vb. Türkiye farklı mı? Hiç de değil! Şöyle de sorabiliriz: 1970’lerde ve bir ölçüde 1990’larda anti-faşist mücadelenin önemli dinamikleri arasında olan -ve “terör” kavramıyla anılan- varoşlar nasıl oldu da bugün salt çetelerle anılabiliyor? Demek ki değişen bir şeyler var ve bu anlaşılmadan mevcut varoş gerçekliği de anlaşılamaz; kuşkusuz yazı boyunca değinilen diğer faktörler göz ardı edilmeden.
Özetleyelim.
1970’lerde yükselen devrimci mücadele halkın barınma sorununa da el attı. Arazi mafyasını çatışarak püskürttü ya da 1 Mayıs Mahallesi’nde olduğu gibi panzerlere karşı direnerek halkı savundu. Bu çatışmada yedi devrimci toprağa düştü. Devamla emekçi semtler halkın katılımıyla faşist saldırılara karşı korundu, savunuldu. Ve semt dinamiği dönemin devrimci mücadelesinin önemli bir bileşeniydi.
1980’ler cunta terörü altında yaşandı. Yeni bir köyden kente göç dalgası Özal pragmatizmiyle belediye-mafya-imar affı ekseninde karşılandı. Bu arada devrimci hareket yeraltına çekilmiş ve daralmış vaziyette varoşlarda varlığını sürdürdü.
1990’larda varoşları hareketlendiren dinamiklerden biri yakılan binlerce Kürt köyünden batıya göçen birkaç milyon Kürt yoksuludur. Diğeri ise 2 Temmuz 1993 Sivas-Madımak katliamıyla teyakkuza, devamla 12 Mart 1995 Gazi katliamıyla devrimcilerin öncülüğünde harekete geçen varoşların Alevi emekçileri ve gençliğidir. Ve bu dinamikler elbette dönemin toplumsal mücadeleleri ve devrimci hareketiyle etkileşim halindedir, bütünün bir parçasıdır.
12 Eylül-24 Ocak çiftinin baş gündemi olan özelleştirmelerin ancak yüzde 15’i gerçekleştirilebildi 1980-2000 arasındaki yirmi yıl boyunca, yüzde 85’i ise Erdoğan devrindeki sonraki 20 yılda geçekleştirildi. Bu olgu o kadar çok şey anlatır ki… 12 Eylül’ün astığı astık kestiği kestik devletini dizginleyen neydi? Döneme panoramik bir bakış bu soruyu yanıtlayacaktır: Kürt isyanı, dönemin devrimci öğrenci hareketi, kamu emekçilerinin yeniden örgütlenmesi, işçi sınıfının 1989 Bahar Eylemleri, 3 Ocak 1990 genel grevi, madencilerin büyük Zonguldak-Ankara yürüyüşü, Sivas-Madımak katliamı protestoları, Gazi ayaklanması, Susurluk foseptiğini protesto eden “aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri, Bergama’dan yola çıkan çevre hareketi, feminizmin ilk adımlarıyla hareketlenen kadın dinamiği, Grup Yorum, Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli ve diğerlerinin milyonların ruhunu ateşleyen devrimci müziği, kültür-sanat, edebiyat ve sinemada, aydınlar arasında basıncı, etkileri, yankıları hissedilen (ideolojik hegemonya denmese de “kuvvetli etki” denebilecek) sol ideolojik dinamik (ki SSCB’nin çöküşü koşullarında bin kat daha değerlidir), 90’ların toplumsal mücadelelerine damga vurdu; iktisadi programı da dahil 12 Eylül’ün toplam tahribatını dizginleyen dinamikler bunlardır.
Varoşlar da yukarıda anılan toplumsal mücadele dinamiklerinin bileşenidir. Bugünkü çete davalarından hapiste olan varoş gençlerinin sayısını kat kat aşan sayıda genç kadın ve erkek devrimci, emekçi semtlerden koparılarak hapse atıldı 90’larda: Yasadışı devrimci örgütlerin sair efradı olmaktan ya da toplantı gösteri yürüyüşlerini ihlalden vs. Tam da bu tablodan hareketle devrimci basın bir yana, Milliyet ve Show TV gibi ana akım medya dahi 1995 Gazi, 1996 ölüm oruçları esnasında Gazi Mahallesi’nde Barikat Çocuklarına ve dönemin yüzü maskeli devrimci komitelerine mikrofon uzatmak zorunda kaldı. (Belki de o zamanlar henüz ortaokul çağında çocuklar olan Barış Boyun’lar da kendilerini Barikat Çocuğu olarak tanımlıyorlardı…) İşte tam da bu “tehlikeden” hareketle “varoşlardan inip yalılarımızı basacaklar, boğazlarımızı kesecekler” diye feveran etti kodaman burjuvalar, bilinçaltlarını kusmak da Nazif Zorlu’ya düştü: “Elimde olsa bombalarım buraları”!
Günümüzdeyse ana akım medyanın ya umurunda değil varoşlar ya da suçla damgalayıp geçiveriyorlar. Meseleyi deşmek Duvar gibi muhalif mecralara düşüyor. Uzattıkları mikrofonlara konuşan “eskiler” kaybettiklerimizi hatırlatıyorlar, iyi de yapıyorlar. Fakat ne yazık ki röportajların asıl ilgi çeken bölümleri çete mensubu gençlerin anlattıkları oluyor… Zorlugiller rahat artık, “Çürüyen varoşlardan bi cacık olmaz, olsa olsa çete olur o da düzenimizi tehdit etmez, hatta işimize yarar” diye düşünüyor olmalılar. Artık varoştan yayılan tehlikeden burjuvaziden çok orta sınıf solumsu duyarlılıklar ürküyor, hatta neredeyse devleti “göreve çağıracaklar”. Ne hazin tablo…
Halbuki aynı orta sınıftan devrimciler 1970’ler bir yana 90’larda da o varoşlara ışık taşımak için yollara revan oldular tutkuyla. Kulaklarında çete güzellemesi yapan rap zangırtıları yoktu. “Kenar Mahallede Bir Pazar Günü”nü anlatan ezgiler (Çağdaş Türkü), “Kondulardan Geldiler” diye haykıran Grup Yorum’un isyan daveti, Ahmet Kaya’nın delikanlı, İlkay Akkaya’nın billur sesleri vardı. Meydanlar dolusu “Hey Özgürlük!” (Livaneli) haykırışlarıyla ve daha niceleriyle donanarak adımlıyorlardı varoşları. Yolları işkencelerden, ölümden, hapishanelerden geçti, fakat bir an olsun varoş=suç=güvenlik alarmı türünden denklemler kurmadılar; bilakis, varoşta bütün sorunları, zaafları, açmazları ama ille de güzellikleriyle işçileri, emekçileri, gençleri, kadınları, ezilen halkları gördüler. Bu bilinç ve inançla kan ter içinde toprağı çapaladılar… Onların bu çabalarıyla olabildiğince rezonansa geçen varoş dinamiği Zorlugillerin kâbusu ve diğer dinamiklerle etkileşim halinde özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin bir parçası oldu, olabildi.
Bugün çetelerle, suçla anılan varoş gerçeğinin faşist rejim tarafından nasıl büyük “yatırımlarla” yaratıldığını anlamak için öncelikle devrimci hareketin 1990’lar sonu, 2000’ler başındaki fiziki tasfiyesine bakmak gerekir, varoşlar bu esaslı kayıptan muaf olamazdı, olamadı. 2000’ler başından itibaren taşlar bağlanıp itler salındı sokağa. Evet sonrasında da devrimciler varoşlarda tutunmaya çalıştı, ancak giderek etkisizleşerek, sönümlenerek, fiziki tasfiyeye eşlik eden asabiyet erozyonundan mustarip halde… 2000’lerin ilk on yılında başta 2007 ve devamındaki 1 Mayıslar olmak üzere pek çok değerli hamle sayılabilir: NATO ve IMF protestoları, 1 Mart tezkeresine karşı eylemler vs. Dönemin zirvesi ve son atılımı 2013 Gezi eylemleridir: İstanbul’un her iki yakasındaki varoşlardan Taksim’e akan kalabalıkların senfonisi muhteşemdir! Bir şafak vakti Boğaz Köprüsü’nden geçerek Taksim’e doğru yürüyen kalabalıkların özgürlük seli büyüleyicidir… Ve öyle anlaşılıyor ki bu atılım kuğunun son çığlığı oldu…
Pek çok momenti kaçırdık ya da değerlendiremedik, rejimin zorbalığına, oyunlarına güç-akıl yetiremedik ya da kendi zaaflarımıza yenik düştük… Ve sonuçta geldiğimiz yerde dün emekçi halkın mevzileri olarak burjuvazinin ve faşizmin kabusu olan mekanlar bugün toplumsal çürümenin, suçun, çeteleşme ve uyuşturucunun üsleri haline dönüştü. En acısı da kurulan yoksullar=suç=tehlike denklemi modern orta sınıfları dahi devletten -bu devletten!- güvenlik talep etmeye itiyor. Çünkü gidişata ve haya(tın)a yön veren etkin özne olma bilinç ve iradesi kırıldı büyük oranda; atomizasyon, edilginleşme sol sahaya vantuzlarını uzatır oldu. Eh atomize olup güçsüzleşen, edilginlik, karamsarlık ve çaresizliğin dibine vuran bir toplum ve hatta onun konformist solunun; varoşta işlenecek devrimci imkanları değil; yoksulun alnına düzenin vurduğu tehlike-suç damgasından ötesini görememesi yazık ki şaşırtıcı olmuyor…
Dünüyle bugünüyle varoşlar orada. Başka sözcüklerle çetelerle koyun koyuna yaşamak zorunda kalan milyonlarca işçi, emekçi, ezilen orada. Gerisi sosyalist ve devrimci hareketimize kalmış: Varoşlarda salt çeteler ve suç dinamikleri mi görülecek, yoksa onların yanı başında ve ayağa kalkarsa/kaldırılırsa çeteleri de suçu da tükürükle boğacak devrimci dinamikler mi? İkinci yol “engebeli, dolambaçlı ve sarptır”; yoldaşlarından öncelikle sağlıklı, sağlam bir bakış ve bu sarp yollarda sarsılmaz bir iradeyle yürüme talep eder.
Varoşlar ve devrimciler
Emekçi ve ezilenlerin yaşam alanları olarak varoşlar elbette devrimci imkanlar barındırır ve bu imkanlar değerlendirilmeden etkili bir devrimci siyaset mümkün değildir. Buraya kadar yazılanlar bir ölçüde varoş tiksintisi görünümü altında soldaki halka yabancılaşma öğelerine dikkat çekmeyi de gözetti. Fakat bu yabancılaşma ve irtifa kaybına dikkat çekmek ile varoşu ve “varoş devrimciliğini” idealize etmek kesinlikle aynı şey değildir, olamaz. 1970’ler ve 90’larda varoşlardaki devrimci dinamikler, her iki dönemin özellikleri ve toplam toplumsal-devrimci dinamiklerle etkileşimleri bağlamında anlaşılabilir. Yukarıda 90’ların toplumsal ve devrimci dinamikleri bahsinde yaptığımız hatırlatmalar varoşların aynı tablodaki yerini anlamak için yeterli olmalıdır. (Çok daha gelişkin bir bağlam-bütünlük tablosu 70’ler için de çizilebilir.)
İkincisi 90’larda sınırlı sayıda ve büyük oranda Kürt- Alevi yoğunluklu emekçi semtler harekete geçti. Gelin görün ki ezici çoğunluğun edilgen kaldığı bir yerde -ya da her yerde- etkin azınlıklar ilgili olguya damga vururlar: Varoşların etkin azınlığı ve o azınlık içinde daha da azınlık olan devrimci hareket 90’ların varoş dinamiği denilen olguya damga vurdular. Ve bu azınlıklar hiç de etkisiz değillerdi; en azından Zorlugillerin paniği, nefreti, ana akımın uzatmaktan imtina edemediği mikrofonlar, dönemin hapishanelerindeki varoş gençliği ve nihayetinde varoşların çetelerle değil, devrimci gururla (müesses nizam buna “terör tehdidi” dedi) anılması bunu gösteriyor. Yine de her manada etkin azınlık olma cenderesini parçalayamamak esaslı bir zaaftır, üzerinden atlanmamalıdır. Tekrar hatırlatalım: Kazanım ve potansiyellerini vurgulamak ile idealize etmek aynı şey değildir.
Son olarak “varoş devrimciliğinin” bazı özelliklerine dikkat çekelim. Varoş devrimciliği ateşli, öfkeli ve fakat bir o kadar da istikrarsızdır. Saman alevi misali parlayıp sönmeye müsaittir. Deyim uygunsa şiddete tapar ama fazla da zora gelmez. Atılgandır ama disiplini pek sevmez. Bazen mükemmel bir yüz metre koşucusu olabilir ama maraton pek ona göre değildir. Teneke mi altın mı olduğunu ayırt edemeden parlayan her şeyin peşine düşmeye meyyaldir, özellikle de kabadayılığın, hatta kabadayılık formuna bürünen devrimciliğin; ki bu belki de hiçliğe itilen bir varlığın, niteliğine pek de aldırmaksızın güçlü olan her şeyin büyüsüne kapılması, güç ile özdeşleşerek kimlik-kişilik-varlık hakkı elde etmesinin (yabancılaşmış) yollarından biridir. İçlerinden mükemmel devrimciler çıkması yukarıda tariflenen varoş gerçekliğini değiştirmez. Çeteler mi devrimciler mi kazanacak; temel soru budur. Çeteler çürümeye, devrimciler ise mücadele içinde arınıp güçlenerek eşitlik, özgürlük, onurlu yaşama doğru yönlendirir varoşu.
Uzatmayalım, genel çizgileriyle varoş budur, böyle bir şeydir.
Olanca karmaşasıyla; emekçi milyonları, çeteleri ya da devrimcileri, varoş devrimciliğinin zaafları ve meziyetleri, işçi sınıfı (ki varoşlarda yaşarlar) ve ezilenlerle etkileşimi/omuzdaşlığıyla varoşlar özgürlük, devrim ve sosyalizm mücadelesinin temel dinamiklerindendir. Varoşun uçurum halkı tuzu kuru bir mevkiden anlaşılamayacak yoğunluk ve kahredicilikte (görünür-görünmez) şiddete maruz kalmıştır; varoşun kustuğu şiddet, maruz kaldığı şiddetin dışavurumudur: Varoştan yansıyan şiddet, sömürü ve zulüm düzeninin ayna yansısıdır; fara tutulmuş tavşan misali aynadaki yansıya bakakalıp, yansımanın asıl kaynağı olan düzenin şiddet ve kokuşmuşluğunu görememek şimdilerin modası. Eskiden insanlar bunu -genellikle- görürlerdi, hatta pek fazla mürekkep yalamasalar da sınıfsal içgüdüleriyle görürlerdi.
Uzatmayalım, varoşlar şiddete gark olmuş halde yaşarlar ve şiddet üretirler. Mesele şu ki, bu şiddetle kim ne yapacak? Bu sayede toplumsal çürümenin esaslı bir odağına dönüşerek kolayca güdülebilen sürü-toplumun ağılı mı olacak varoşlar? (Faşizm düşürüp düşkünleştirmeden yönetemez; Gramsci tam da bu gerçeğin altını çizmek için 1920’ler İtalya’sını “maymunlar toplumu” alegorisiyle andı bir makalesinde. Bizde yalınkat maymunlar toplumu olmaz, koyun-kurt-çakal karışımı -hayvan dostlarımızdan çok özür- bir şeyler üretir bizim tarla.) Yoksa 1970 ve 90’larda olduğu gibi (ve de dünyanın pek çok yöresinde görüldüğü gibi) devrimci bir dinamik olarak özgürlük, devrim ve sosyalizmin dayanakları arasındaki kendine özgü yerini mi alacak? Bu soruya nesnellik değil düpedüz irade, maharet ve yaratıcılık yanıt verecek; dün de böyleydi bugün ve yarın da böyle olacak. Şurada olduğu gibi burada da böyle olacak: Hayat, tarih, tecrübe, teori ve yerkürenin şurasında parlayıp burasında sönen ışıklar tastamam bunu söylüyor. Geriye akletmek, eylemek, sebat etmek kalıyor; yakınıp sızlanmak değil!
Varoşlardaki devrimci çalışmaya gelince; sahanın temel sorusu kim kimi etkileyecek, kim kimi kazanacak-dönüştürecek sorunudur. Varoş steril devrimcilik alanı değildir, devrimciliğin steril bir uğraş olduğu da şüphelidir: Tozlu bir yolda yürüyorsanız üzerinize toz düşer, iş o ki o tozda boğulmayın, toz sizi değil siz tozu yenin. Varoşların, özellikle de işsiz güçsüz yaşamaya itilmiş varoş gençliğinin yukarıda bazı yönlerine değinilen özelliklerinin basıncına boyun eğerek -onları kazanma adına- nabza göre şerbet verilmeye başlanırsa geçmiş olsun; onları etkileyip dönüştürmek için geldiğiniz yerden onlara dönüşerek çıkarsınız. Bunun somut ifadesi daha 90’lardan itibaren uç veren lümpenleşmeye meyleden “devrimcilik” tarzıdır. Bunun alternatifi ise seçkinci, kibirli, steril devrimcilik hiç değildir. Ortak bir “dil” bulmak, dirayet, tutarlılık, sabır ve kesinlikle isabetli, hak hukuk gözeten eylemlilikten uzak olmamak varoştaki devrimci çabanın vazgeçilmezleridir.
Lenin 1905 Devrimi döneminde kırsal bölgelerde patlak veren köylü çeteciliği hakkında şunları söyledi: “Bu çeteleri sosyalizmin ışığı ile soylulaştırarak devrime kazanmak gerek.” (Mealen aktarıyoruz.) Yani emekçi saflardan kaynaklanan böyle bir dinamik yok sayılamaz. Öte yandan soylulaştırma vurgusu, zımnen bu sahada soysuz bir şeyler olduğunu da söyler aslında; buna rağmen ya da tam da bu nedenle sosyalizmin ışığıyla soylulaştırarak devrimci bir dinamiğe dönüştürme vurgusu açıktır; aynı şey varoşlar için de tastamam geçerlidir.
Tecrübeler gösteriyor ki, devrimci çalışma varoşta bir ihtiyaca karşılık verebilirse maya tutturabilmektedir. Öyle soyut, salt pedagojik ya da salt grup merkezli, hele hele gruplar arası rekabeti merkeze alan bir devrimci çalışmanın hiç şansı yoktur varoşta. (Başka sahalarda var mıdır?) 70’ler devrimciliği halkın barınma sorununa çözüm üreterek ve emekçi semtleri, gecekonduları faşist saldırılara karşı savunarak etkili oldu varoşlarda. (“Halkımız üzerine kat çıktı bize sırt döndü” edebiyatı son derece dar kafalı bir kaçış edebiyatıdır. Bu argüman, devrime sırt döndüğü söylenen -ki doğrudur- halkı kendi sırt dönmesinin bahanesi, dayanağı yapmaktır. Bu argümana sarılanların kuracağı hakkaniyetli cümle şu olabilir ancak: Halk döndü biz de döndük! Halkın talep ve ihtiyaçlarıyla hemhal olmakta meziyet yerine “akılsızlık” gören bu türden anlayışlara sorulacak ilk soru şudur: Biz cuntayı püskürtüp devrime mi yürüdük de halkımız kat-yat derdine düştü? Ya da ödediği bunca bedele rağmen neden acaba Kürt halkı öncüsünü, öncüsü Kürt halkını böylesi argümanlarla suçlamıyor?)
Devam edelim.
90’larda varoşların öne çıkması ise esasen Kürt dinamiği, Sivas-Madımak katliamı ve Gazi ayaklanması bağlamında oldu. (Elbette dönemin işçi emekçilerinin mekânı da varoşlardı ve işçi hareketi bir ölçüde varoşların da içinden geçiyordu; tıpkı varoşların da işçi hareketinin içinden geçmesi gibi.) Devletin varoşları sindirme saldırılarına, ucu mezhepsel-ulusal boğazlaşmalara açık provokasyonlarına kararlılıkla karşı koydu devrimciler. Ve bu anti-faşist duruş, toplumun bazı ezilen emekçi bölüklerinin öz savunması bağlanımda bir ihtiyaca karşılık düşüyordu; devrimciler esasen bu bağlamda etkili oldular 90’larda varoşlarda. Çetelerin o yıllarda dizginlenmesi, gelişememesi de varoşlardaki devrimci dinamiğin sonuçlarındandır. Bu zemini grupçu-rekabetçi zaaflarla aşındırdıkları ya da siyasi-örgütsel acemiliklerle kendi ayaklarına sıktıkları oranda da tecrit oldular, etki alanları daraldı.
Bugüne gelince.
Öncelikle işçi ve emekçilere, onların çeşitli bölüklerine yabancılaşmanın tezahürleri arasında olan “varoş ürküntüsünü” ya da steril seçkinciliği bir yana atarak varoşa gitmek, sabırla, sebatla çalışmak gerekiyor buralarda. Alanın kendine özgü ağırlığı, rolü, anlamını yerli yerine oturtmak; çalışmanın gereklerine, alanın özgünlüğüne karşılık düşen yanıtlar üretebilme yaratıcılığı hayati önemdedir. Vurgulanmalı ki, ne boş hayallere kapılma ne kolaycılık ne de sırt dönme bu zorlu sahada kök salmayı sağlayabilir.
Ve belki de hepsinden önemlisi devrimciler bugün varoşta hangi yakıcı ihtiyaca çözüm üretecekler, kavranacak halka nedir? Tüm bu soru(n)ları işçi-emekçilerin yaşam alanlarındaki devrimci çalışma yanıtlayabilir.
Zaten varoşta, memlekette ve dünyada pek fazla seçenek yok: Ya çürüme ve toplumsal çöküş ya da yaşamın her alanında devrimci çözümler üreterek özgür ve sömürüsüz bir dünyaya doğru yürüme; tercih önümüzde duruyor!