GİRİŞ
Türkiye ve Kürdistan büyük bir
alt-üst oluş sürecinden geçiyor ve daha büyüklerine
de gebe. Milli krizin/devrimci durumu en olgunlaşmış
biçimleriyle yaşıyoruz. Halk iktidarının, sosyalizmin
ülkesinin doğumu için, devrim için bütün koşullar
olgunlaşıyor!.. Zaman sıkışıyor!.. Ve sürecin
bütün özneleri için, devrim ve karşı-devrim güçleri
için büyük hesaplaşmaların zamanı yaklaşıyor.
Bir kez daha büyük kazananlar ve büyük kaybedenler
olacak. Kürdistan kim ne derse desin, beğensin
ya da beğenmesin bu büyük süreci öncüsüyle, öncüsünün
saflarında örgütlenmiş halkıyla karşılıyor. Türkiye
cephesinde ise belirsizlik ve kaos hükmünü yürütüyor.
Ve böylesi sert ve kaotik zamanların
bütün yükü, bütün belirsizlikleri, bütün şiddeti
Türkiyeli işçilerin, yoksulların, ezilenlerin,
halkın üstüne adeta yağıyor. Kimi zaman açık bir
bilinçle, kimi zaman içgüdüsel reflekslerle çıkış
aranıyor, yol aranıyor, yükü, belirsizlikleri,
düşman şiddetini bertaraf etmek için yol arkadaşları
aranıyor, öncü aranıyor.
Çıkış devrim diyor uzaktan gelen
cılız sesler... Peki ne olacak bu devrimle ve
nasıl yapılacak ve kim bunun öncüleri diyor belli
belirsiz bir sesle yükü çekenlerin en önündekiler,
en isyankarlar... Yanıt yine çok uzaklardan ve
daha belirsiz geliyor ve anlaşılamıyor...
Çok açık; Türkiye Devrimi berrak,
zelal bir ses gereksiniyor... Gür sesli, yıkacak
ve kuracak gücü ortaya koyan öncüsü arıyor...
Tam bu koşullarda yine, yeniden
bir sandık konuyor karşımıza. Karşı-devrimin sihirli
lambası olarak. Ama sihirli lamba falan değil,
bildik sahte, köhnemiş bir sandık. Alaadinin sihirli
lambası gibi büyülü iyilikler çıkmıyor bu sandıktan.
Ve karşı-devrimin kötücül devi AKP, halka daha
büyük kötülükler yapmak için yine halkın kendisinin
bu köhnemiş sandıktan başkanlık çıkarmasını istiyor.
Ve kötülük süreci hız kazanıyor.
Belirsizlikler artıyor, faşist terör ve yük artıyor...
Devrimin imkanları da aynı ölçüde büyüyor...
***
Evet, 2017 başi itibariyle AKP'nin
hedefleri büyük. Devletleşme yolunda büyük sıçramayı
yapmak, tüm hükmetme yetkilerini Tayyip'de ve
AKP'de toplayacak başkanlık sistemini onaylatmak
için referandum sandığını kuruyorlar. Sonunda
Tayyip ve AKP için büyük viraja giriliyor. Artık
küçümsenemeyecek mesafeler katettikleri devletleşme
yolunda büyük hamlelerle muratlarına ermek devlet
olmak istiyorlar. 2017 ile birlikte girilen referandum
dahil kritik dönemecin soru ve yanıtları önümüzdeki
yıllarda sınıflar mücadelesinde belirleyici rol
oynayacak. Bu kesin...
Öte yandan, Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da
giderek şiddetlenen sınıflar mücadelesi gerçeği,
ancak genel ve parça başı değerlendirmelerin ötesine
geçen, bütünlüklü çözümlemeler ve bunlar üzerinden
geliştirilecek devrimci politikalar üzerinden
anlaşılabilir ve gerçek bir devrimci politik-askeri
ve pratik hat kurulabilir. Hiç kuşkusuz, Türkiye
ve Kuzey Kürdistandaki sınıflar mücadelesinin
en karmaşık dönemi olan bu dönemin bütün sorunlarının
ve siyasal dinamiklerin durumunun derinlikli bir
çözümlemesi tek bir çalışmanın konusu olamaz.
Daha kapsamlı ve farklı çalışmaları da gerektiriyor.
Hatta burada yapmaya çalıştığımız güncel boyutların
irdelenmesi bile daha farklı çalışmaları gereksiniyor.
Bu çalışmamızda esas olarak en genel ve temel
boyutlar esas alınmıştır. (Ki bu noktada da esas
olarak en güncel yanların ele alınmasıyla yetinilmiştir.
Dolayısıyla çalışmanın bu noktada da eksikler
olması mümkündür.)
Türkiyenin siyasal ve toplumsal
dinamiklerinin güncel bir analizi, dünya ve Ortadoğu
bağlamı içine oturtulabildiği ölçüde bütünlüklü
ve anlamlı sonuçlar sunabilir. Bu çalışmadaki
yaklaşımda bu temeldedir. TC devlet sisteminin
analizi ise kaçınılmaz biçimde sistemin baş aktörü
ve giderek temel unsuru haline gelmekte olan Tayyip
ve AKP'yi eksen almak durumunda. Ve sürecin önümüze
çıkardığı sorulara yanıtları bütünlüklü bir perspektiften
verebilmek için biraz geriye, AKP'nin yürüdüğü
yolun bütününe bakmak gerekiyor. Çalışmada bu
yaklaşım esas alınmış, AKP sürecinin bütününe
ana hatlarıyla bakılmış, dahası yaşadığımız sürecin
bütün boyutlarına ana hatlarıyla girilmiş, referandum
bu bağlamın bir parçası olarak ele alınmış ve
aktüel süreç dün, bugün ve gelecek ilişkisi üzerinden
değerlendirilmiştir. Toplumsal muhalefetin ve
devrimci hareketin aktüel durumu genel hatlarıyla
konulmuş ve devrimci görevlere ilişkin en temel
sonuçlar çıkarılmaya çalışılmıştır. Çalışmanın
genel perspektifi budur.
A- DÜNYA, ORTADOĞU, TÜRKİYE VE
KÜRDİSTAN'DA DEVRİMİN NESNEL KOŞULLARI
I- Emperyalizmin 4. Bunalım Dönemi;
Nesnel Durum, Stratejik Çizgiler, Plan-Projeler
- 4. Bunalım Dönemi ve Emperyalistler
Arası Güç İlişkileri ve Hegemonya Stratejisi Arayışları
1990 başlarında reel sosyalizmin
çöküşüyle ortaya çıkan muazzam altüst oluş ve
değişim zemini, emperyalist kapitalist gelişmenin
yeni döneminin başlangıcını ifade ediyordu. Birkaç
küçük ülke dışında, tüm dünya yeniden emperyalist-kapitalist
dünya sisteminin egemenliği altına girmişti. 100
yıl önce, 1917 Ekim Devriminden önce de, tüm dünya
emperyalist-kapitalist sistemin hegamonyası altında
olmasına rağmen, dünyanın geniş bir alanında feodal
ve yarı-feodal ilişkiler hala egemendi. Kapitalizmin
hegamonyası kapitalist üretim ilişkileri bağlamında
tüm coğrafyalara derinliğine nüfuz etmekten henüz
uzaktı. Reel sosyalizmin çöküşü öylesine muazzam
bir gelişmeydi ki, eski reel sosyalist ülkelerdeki
birkaç yıllık hızlı dönüşümün ardından, dünyada
kapitalist üretim ilişkilerinin ezici bir biçimde
ve derinliğine nüfuz etmediği tek bir coğrafya
kalmamıştı.
Hiç kuşkusuz, emperyalist kapitalist
sistemin yeni döneminin karakteristik özelliklerinin
temelleri sadece reel sosyalizmin yıkılışı ile
ortaya çıkan koşullarla ilgili değildir. Emperyalist
kapitalist sistemin '70'li yıllarda başlayan derin
yapısal krizi ve buna bağlı olarak özellikle 1980
başlarında yeni sağ olarak kodlanan (temsilcileri
Reagen, Theatcher, Kohl üçlüsü) kesim tarafından
sistemleştirilen restorasyon sürecinin stratejik
politikaları da, 1990 sonrası emperyalizmin yeni
bunalım döneminin arka planını oluşturdular. Bu
strateji ekonomide neoliberalizm, siyasal alanda
yeni sağ, kültürel alanda postmodernizm ve kamusal
olan herşeyin yıkımı, askeri alanda ise devrimci,
demokratik mücadelelere karşı düşük yoğunluklu
savaş, SSCB'ye karşı ise uzay savaşları politikları
zeminine yani dört temel ayak üzerine oturmaktaydı.
Bu politikalar 1990 sonrası yeni dönemde, dönemin
yeni dinamiklerine uygun olarak, kısmi değişikliklere
uğrayarak dünya ölçeğinde genelleşme olanağı buldu.
Ve günümüze değin şu veya bu ölçüde yeni döneme
rengini verdi. Emperyalizmin genel bunalımının
4. aşaması, 4. bunalım dönemi başlıyordu.
Dönemin başlangıcında yaşanan büyük
alt-üst oluşla birlikte 8-9 yıl süren belirsizlik
ve kargaşaydı. Bu durum, kendini özellikle Doğu
Avrupa ve Rusya, Ortadoğu ve Afrika'da kanlı iç
savaşlar, işgaller, yoksulluk, açlık olguların
yarattığı toplumsal dağılma ve yıkımlarla ortaya
koydu. Bu sürecin başrol oyuncuları ise bu alanları
yağmalamaya girişen ABD emperyalizmi ve AB emperyalistleri
ve geliştirdikleri vahşi paylaşım mücadeleleriydi.
ABD emperyalizmi bu dönemin başında
kendini yine (1945'de olduğu gibi) bir anda tek
süper güç olarak bulmuştur. SSCB'nin yıkılmasıyla
birlikte, bırakalım diğer emperyalist kapitalist
ülkeleri dünya ölçeğinde onun boy ölçüşebilecek
tek bir güç kalmamıştır. Fakat ABD, 1970'lerden
itibaren özellikle ekonomik güç olarak gerileyen
bir emperyalist ülkedir. Diğer emperyalist güçler
1945 sonrasında olduğu gibi ağır bir yakım yaşamıyorlardı.
Tersine iyice semirmiş ve ABD emperyalizmi ile
özellikle ekonomik alanda yoğun bir rekabet içindeydiler.
Somut olarak ifade edersek, 1945'lerde dünya ekonomisi
içindeki payı 50'leri aşmışken, 1990 başlarında
hala dünyanın en büyük ekonomisi olmasına karşın
bu pay 26-28 düzeyine gerilemiştir. (26 yıl sonra,
bugün, ABD'nin dünya ekonomisi içindeki büyüklüğü
yüzde 23'lere değin gerilemiştir. ABD'nin asıl
gücü dünya ölçeğinde kurmuş olduğu ve hala daha
kimsenin boy ölçüşemeyeceği büyüklükte olan emperyal
politik-askeri organizasyonundan gelmekteydi.
1990 başlarında emperyalist-kapitalist dünyada
hegemonya kurma bağlamında ABD emperyalizmi tek
kelimeyle alternatifsizdi. Rakiplerin hiç biri
tek tek yada birkaçı birleşerek, ABD emperyalizmini
dünya ölçeğinde devre dışı bırakarak, yeni bir
dünya hegemonyası inşa edecek güce sahip değildi.
AB, on yıllar boyu süren bağımlılık ilişkileri
nedeniyle, ABD'ye açıkça meydan okuyacak, onun
yerine oynayabilecek konumda değildi. Doğu Avrupa
ve Afrika'da paylaşım mücadelesine girişmesine
rağmen, bunlar, ABD'nin dünya hegemonyasına alternatif
olma mücadelesi olmaktan uzak, daha çok yerel
düzeylerdeki mücadelelerdi. Rusya yerlerde sürünmekteydi.
Çin ise hiçbir alanda henüz bir dünya hegemonyası
kurulabilecek gücü sahip değildi. Japonya'nın
bunu yapabilmesi de söz konusu değildi. ABD emperyalizmiyle
yerel düzeyde paylaşım mücadeleleri sınırlı ölçekte
başlamış olsa da, onun yerini almaya dönük bir
hamle düşünülemezdi bile. Böylesi bir hamle ancak
savaşla yapılabilirdi ki, böyle bir güce sahip
olan herhangi bir ülke de yoktu. Ki böylesi bir
adım, tüm dünya kapitalist sistemi için tam bir
yıkım olabilirdi. Hatta bütün bu nedenlerden ötürü,
ABD hegemonyasının yıkılması, diğer emperyalist
ülkeler açısından o dönemde istenen birşeyde değildi.
Onun yerini alabilecek bir güç ortaya çıkmadan,
ABD'nin bir biçimde çökmesi dünya kapitalist sistemi
için tam bir kaos ve felaketle sonuçlanabilirdi.
Fakat buna rağmen rakip emperyalist güçler siyasal
ve askeri olarak da bağımsız davranma, kendi hegamonyalarını
dünyanın değişik yerlerinde kurma çabası içindeydiler.
Adım adım güç toplama, ABD'yi zayıflatma, yeni
bloklaşmalar yaratma diğer emperyalistlerin başlıca
stratejisi oldu. Avrupa, AB yoluyla zaten yola
girmişti. Yeni emperyalist ülkeler olarak Çin
de bu yoldaydı ve Rusya'nın da toparlanması durumunda
bu yola gireceği neredeyse kesindi. Bu tablo içinde
dünyanın yeni paylaşım mücadelelerine, hem de
en sert biçimlerde gebe olacağı açıktı.
Ve her yeni dönem, özellikle başlangıç
aşamasında sistemin bütün aktörlerinin kendi konumlarını,
dinamiklerini, rollerini yeniden tanımlama, planlamalarını
ve pratiklerini yeni baştan kurma, kendilerini
yeniden dizayn etmekle karakterize olur. Dolayısıyla,
1990 sonrasında yaşanan büyük altüst oluşla birlikte
dost-düşman tariflerinin, dünya egemenliği kurma,
ortaya çıkacak kaçınılmaz rakipleri tasfiye etme
yada sınırlama stratejilerinin vb. tümünün birden
yeniden biçimlenmesi kaçınılmazdı.
Bu noktada, rakiplerinin bölgesel
çapta meydan okumlarına rağmen, dünya ölçeğinde
bir hegemonya stratejisi geliştirebilecek gücü
sahip olan yegane ülke ABD emperyalizmiydi. Amiyane
deyişle dünya yeniden kurulurken, ABD emperyalizmi
en avantajlı ülke olarak dünya hegamonyasını tahkim
etme stratejilerini de yeni koşullara bağlı olarak
yenilemek zorundaydı. Bu sadece ABD'nin değil,
diğer emperyalist ülkelerin ve yeni-sömürgelerin
de dahil olduğu dünya çapında kapsamlı bir yeniden
dizayn etme/olma süreci anlamına geliyordu.
- ABD Emperyalizminin 1990 Sonrası
Hegemonya Kurma Stratejisinin Köşe Taşları
1990 başlarında ABD emperyalizminin
hegamonya stratejilerinin fikri arka planları
oluştu. ABD emperyalizminin akıl hocalarından
S. Huntington tarafından geliştirilen "Medeniyetler
Çatışması" ve P. Kennedy'nin "Eksen
Ülkeler" teori ve tespitleri, hegamonya stratejisinin
düşünsel, ideolojik arka planını oluşturmaktaydı.
Komünist hareket belirleyici bir rakip olmaktan
çıktığına göre asıl rakipler/düşmanlar yakın ve
orta gelecekte esas olarak diğer emperyalist güçler
ve merkez kaç hareketler yapacak olan büyük yeni-sömürgeler
olabilirdi.
Rakiplerin bir araya gelmesini
engellemek, kimi zaman gücü paylaşarak müttefik
haline getirmek, kimi zaman ise ekonomik yaptırımlar
ve politik-askeri zor yoluyla baskı altına almak
ve bu yoldan ABD hegamonyasını sürdürmek bu stratejinin
başlıca unsuruydu.
Düşman tarifi de dünyanın yeni
tablosuna uygun olarak Medeniyetler Çatışması
tezi ile yapıldı. Dünyada 8 medeniyet (ABD ve
batı Avrupanın içinde yer aldığı Batı medeniyeti,
Slav-Ortodoks medeniyeti (Rusya vd. Slav ülkelerinin
önemli bir bölümü), Latin Amerika, İslam, Konfiçyus
(Çin), Hint, Japon ve Afrika medeniyetleri vardı.
Ve bunlar kendi aralarında tüm tarih boyunca güç
mücadelesi yürütmüştü. Açıkça ırkçı, şoven nitelik
taşıyan bu teze göre Batı medeniyeti insanlığın
en ileri düzeyini ifade ediyordu. Batının üstünlüğünün
sürdürülmesi, buna yönelik tehditlerin bertaraf
edilmesi ABD emperyalizminin önderliğindeki Batının
göreviydi. ABD emperyalizminin bütün politik-askeri
stratejileri bu teze uygun olarak yeniden dizayn
edilmeliydi. Eksen ülkeler tezi ise bu hakimiyetin
özellikle yeni-sömürgeler dünyasında sağlanması
için ABD ile birlikte çalışması gereken ve bölgelerinde
hem nüfus, hem de ekonomik ve politik-askeri olarak
en büyük yeni-sömürge ülkeler (Türkiye, Brezilya,
Hindistan, Endonezya, Güney Kore, Güney Afrika,
Suudi Arabistan vd.) üzerine kuruluydu. Bunlar
neredeyse dünya nüfusunun yüzde 25-30'unu oluşturuyordu
ve çoğunluğu zaten ABD emperyalizminin gündümünde
olan ülkelerdi. Bunlar ABD imparatorluğunun dünya
ölçeğindeki vasalları olarak konumlanacaklardı.
Bölgesel düzeyde hegemonya ilişkileri bu ülkelerin
yardımı ile kurulacaktı. ABD, Batı medeniyetinin
(dünya nüfusunun yaklaşık 13'ünü oluşturan 1 milyara
yaklaşan bir nüfusu ifade ediyor) öncüsü olacak
ve hem kendi gücü, hem de vasalları (eksen ülkeler)
aracılığıyla dünya hegamonyasını yeniden dizayn
edecekti. Strateji ve hesap buydu.
Bu hesaplarla/stratejiyle stratejik
ve taktik ittifaklarda belirlenmiş oluyordu. Batı,
ABD'nin stratejik ittifakıydı. Vasallarda taktik
yada yarı-stratejik diyebileceğimiz ittifaklardı.
Düşmanlar ise diğer 7 medeniyet olarak kodlanan
dünyanın geri kalanıydı. Bunlar "şeytan"dı
ve bunlara karşı mücadele içinde hem Batı ve vasallar,
hem de dünyanın geri kalanı yeniden ABD'nin arkasında
dizilecekti.
İkinci olarak, bu mücadeleler 1990
sonrasında kısa sürede toparlanma eğilimi içine
giren ve büyük isyan dinamikleri taşıdıkları apaçık
ortaya çıkan devrimci, ilerici toplumsal hareketlerin
bastırılması içinde gerekli zemini/iklimi yaratacaktı.
1997'deki emperyalistlerin güvenlik zirvesinde
2000'li yıllar "ayaklanmalar yüzyılı olacak"
biçiminde tanımlanıyordu. ABD hegamonyası bu yollardan
yürünerek dünyada daha uzun bir dönem devam edecekti.
- Yeni Hegemonya Stratejisinin
Başlangıç Adımları: BOP ve Plan Kolombiya
1990-98 arası süren kargaşa dönemindeki
vahşi paylaşım mücadelelerinin (Doğu Avrupa ve
Rusyada, Afrika ve Ortadoğu'da) ardından bu stratejinin
iki temel ayağı devreye sokuldu. Daha sonra BOP
olarak kodlanan İslam dünyasına yönelik saldırı
planı ve Latin Amerika'ya dönük olarak da 1998'de
açıkça ilan edilen "Plan Kolombiya".
(1) Bu arada geçmeden belirtelim; bu strateji
-medeniyetler çatışması ve eksen ülkeler tezlerinin
strateji haline getirilmesi- ve bu iki plan -Plan
Kolombiya ve BOP/Ilımlı İslam Planı temellerinin
atılması- Demokrat Partili Clinton'un başkanlık
döneminin eseridir. 2016 Kasımındaki Amerikan
seçimlerinde Demokrat Parti adayı kadın Clinton'un
yenilgisine neredeyse ağıt yakacak duruma gelen
"demokrat"ların neye ağladıklarını göstermesi
açısından ibretlik tarihsel olaylardır bunlar.
Neden bu iki alanla başlandı? Açık
ki, her iki alanda ABD emperyalizminin hegamonya
stratejisinin temellerinin oluşturulması için
hayati bir önem taşıyordu. ABD emperyalizmi "Plan
Kolombiya" ile geri cephesini "arka
bahçesi Latin Amerika"yı ve dolayısıyla (Latin
medeniyetini) sağlama almak isterken, İslama ve
esas olarak da Ortadoğuya yönelik "Büyük
Ortadoğu Projesi"yle de, birazdan ele alacağımız
pek çok hedefin yanı sıra stratejik müttefiki
olan Batıyı (esas olarak Avrupa'yı) arkasına dizmek
ve tüm rakipleri için stratejik önem taşıyan Ortadoğu'daki
petrol ve doğal gaz rezervlerinin kontrolünü ele
geçirmek istiyordu. Ayrıca hem İslam ülkeleri
(özelde Ortadoğu), hem de Latin Amerika hegamonya
savaşına başlangıç yapmak için oldukça elverişli
zeminlere sahiptiler. Bu bölgelerdeki "medeniyetler"/ülkeler
deyim yerindeyse, diğerlerine göre görece kolay
lokmalar sayılırdı. Böylece stratejinin diğer
parçalarının uygulanması için sağlam bir temel
oluşacaktı.
1990'lı yılların başında reel sosyalizmin
çöküşüyle başlayan ve 2000'li yıllarda ana hatları
iyice belirginleşen emperyalizmin 4. bunalım dönemi,
2017 başı itibariyle ABD emperyalizminin tüm hegemonya
planlarının önemli ölçüde çöktüğü bir dönem haline
gelmiştir. Daha da ötesi, 4. bunalım döneminin
başlarında tüm emperyalist güçlerin ya üzerinde
uzlaştıkları yada kabule mecbur kaldıkları ve
sistemin ana kolonlarını oluşturan neoliberalizm,
yeni sağ, postmodernizm ve askeri stratejilerin,
politikaların, 2008 dünya ekonomik krizi ve 2010
Arap baharı sonrası işlevsiz hale gelerek kriz
üreten/derinleştiren faktörlere dönüştüğü, 4.
bunalım döneminin kelimenin gerçek anlamıyla tam
bir kaos ve yönetememe dönemi olarak biçimlendiği
görülüyor. Artık kriz yönetimi politikaları ve
araçları da giderek daha az işe yaramaktadır.
1990 sonrası başlayan dönem, emperyalizmin içsel
bir dinamiği olan kriz faktörlerinin aşılmasını
değil, tersine dünya ölçeğinde yeniden ve en şiddetli
biçimde üretilmesini beraberinde getirmiştir.
ABD emperyalizminin hegamonyasını
yeniden inşa etme araçları olarak Latin Amerika
ve Ortadoğu'da devreye soktuğu Plan Kolombiya
ve BOP çökmüştür. Rakip güçlerin bloklaşmasının
önünü kesme, onların biraraya gelmesini engelleme
politikaları fazlaca işe yaramadığı gibi, rakipler
güç kazanarak yeni ve daha büyük tehditler yaratmıştır.
Öyle ki, dünyanın jandarması, emperyalist-kapitalist
sistemin patronu rolünü oynayan, dünyanın dört
bir yanına saldıran, hükümetler kuran ve yıkan
ABD emperyalizmi, 2016 başkanlık seçimlerinde
Rusya'nın manipülasyon yaptığını, Başkanlık seçimlerini
yönlendirerek yeni başkan Trump'ın kazanmasını
sağladığını iddia edecek kadar düşmüştür.
Ana hatlarıyla biraz daha açarsak;
Emperyalist-kapitalist dünyada
hegamonya mücadele yürüten emperyalist ülkeler
dinamik ve kaygan/değişken bir zeminde özellikle
2000'lerin başından itibaren kapsamlı bir kutuplaşma/bloklaşma
sürecine girmişlerdir. Bu bloklaşma süreci giderek
daha da sertleşen çelişkiler ve mücadeleler temelinde
ilerlemekte ve derinleşmektedir. Daha 1990'ların
başlarından itibaren olası en büyük rakip olarak
görülen Çin dolu dizgin bir emperyalist-kapitalistleşme
süreciyle dünyanın en büyük ikinci ekonomisi haline
gelmiştir. Bu dizginsiz büyüme 2008 dünya ekonomik
krizine rağmen nispi olarak yavaşlamış olsa da
sürmektedir. Dünya nüfusunun neredeyse yarısının
olduğu Asya-Pasifik bölgesinde daha şimdiden en
büyük ekonomik güçtür ve siyasal, askeri gücünü
ve hegemonyasını da büyütmetedir. Rusya 2000'lerin
başından bu yana hızlı bir toparlanma süreci yaşamaktadır.
Ve işe eski arka bahçesinden (eski SSCB ülkeleri
ve Doğu Avrupa) başlamış, eski SSCB ülkelerinin
Asya'da olanlarını önemli ölçüde arkasında saflaştırmıştır.
Ukrayna ve diğerlerinde ise operasyonları devam
etmektedir. Eski SSCB ile yakın ilişkileri olan
Suriye'yi kurtarma operasyonunu kısmi başarılarla
sürüyor. Güneydoğu Asya'da Vietnam vb. ülkelerle
yeniden ilişkilerini derinleştiriyor. Çin ve Rusya
bağlamında daha da önemlisi, Şanghay Beşlisi adı
altında oluşturdukları ve öncülük yaptıkları yeni
bloklaşmadır. Bu bloklaşmada Çin şimdilik ekonomik
arka planı oluştururken, Rusya siyasal ve askeri
alanlarda hem kendisi, hem de oluşan blok için
alan açmaya çalışmaktadır. AB'de ekonomik ve coğrafi
olarak gücünü büyütmüş, siyasal birliğini derinleştirmiştir.
Fakat süreç ABD emperyalizmi kadar, hegemonya
savaşında aktifleşmiş olan Çin-Rusya bloklaşması
ve AB içinde derin sorunlar ve krizlerle gelişmektedir.
Hem 2008 dünya ekonomik krizinin etkisiyle, hem
de ABD emperyalizminin yakın dönemde petrol piyasalarındaki
atakları sonucu petrol fiyatlarının düşüşüyle
Çin-Rusya bloklaşması ve AB ekonomileri de aktif
ve potansiyel kriz yükleriyle karşı karşıyadır.
Çin, hem Uygur bölgesi, hem de Nepal'deki büyük
ulusal sorunlarla (ki çok daha fazlası potansiyel
olarak birikmektedir) yüzyüzedir. Diğer yandan,
işçi sınıfını kölece koşullara mahkum eden, doğayı
ve kültürel dokuyu görülmemiş ölçülerde tahrip
eden vahşi kapitalist yöntemlerle birikim yaratma
çabalarının ve 2008 sonrası yaşanan krizin etkisiyle
derin sınıf çatışmaları hızla büyümektedir. İşçi
sınıfının, yoksul köylülerin, kent yoksullarının
sınıf çatışmasının değişik görünümleri üzerinden
gerçekleşen ve sayısı yüzbinleri aşan eylem ve
etkinlikler her yıl giderek büyümekte, bu eylemlerde
çok sayıda emekçi katledilmekte ve yaralanmaktadır.
Rusya'da şu veya bu düzeyde benzer konumdadır.
Ulusal sorunlar, işçilerin, yoksulların durumundaki
kötüleşme ve mücadeleler, Kafkasya, Ukrayna ve
Suriye'de süren savaşlar vb. öğeler Rusya'nın
da giderek ağırlaşan iç ve dış çatışmaların yükü
altında olduğunu gösteriyor. AB, İngiltere'nin
birlikten ayrılmasıyla ciddi bir yara almıştır.
Neo faşist partilerin yükselişi geçişi, AB'nin
saçılma/dağılma sürecinin hız kazanması tehlikesini
büyütmektedir. Dağılma riski, ekonomik krizin
aşılamaması, göçmenlerin yarattığı yük, AB'nin
geleceğini belirsizleştirmektedir.
Emperyalist-kapitalist dünya sisteminin
belirleyici ekonomi politikası olan neoliberalizm,
2008 dünya ekonomik kriziyle birlikte kesin biçimde
çökmüştür. Dünya ekonomik krizinin, neoliberal
politikaların doğduğu ve tüm dünyaya dayatıldığı
merkez olan, sistemin hegemon gücü ABD'de patlaması
bu çöküşün adeta tasdik edilmesi olmuştur. Krize
karşı yeni bir ortak strateji geliştirilememiş,
çöken neoliberal politikaları devam ettirmeyi
esas alan ve gecici, sınırlı sonuçlar yaratacağı
daha baştan bilinen-belli olan önlemlerle deyim
yerindeyse pansuman tedavileriyle yola devam edilmeye
çalışılmıştır. Kriz öğeleri ve ağır sonuçları
2008'den bu yana adeta bir fırtına gibi dünyanın
dört yanında vurmakta, ağır yıkımlar yaratarak
iniş çıkışlarla hükmünü yürütmektedir. Sürmekte
olan krizin yeni yıkım alanı, ABD emperyalizminin
eksen ülkeler olarak tanımladığı, yeni-sömürge
ülkeler piramidinin tepesinde yer alan Türkiye,
Güney Afrika, Brezilya vb. ülkeler olarak belirginleşmektedir.
Dahası tüm dünya ölçeğinde daha ağır bir kriz
fırtınasının zeminleri, artık fazlaca işlevi kalmayan
mevcut "dengeler"i de alt-üst edebilecek
olan, Trump'ın ekonomi alanındaki hamleleriyle
birlikte oluşacak gibi görünmektedir. 2008 dünya
ekonomik krizi doğal olarak salt bir ekonomik
kriz olarak kalmamıştır. Emperyalist-kapitalist
sistemdeki bütün saflaşmalara olağanüstü hız kazandırdığı
gibi, bütün ülkelerde siyasal, kültürel, ekolojik,
sosyal, askeri kriz öğelerini de tepe noktalarına
değin vardırmıştır/vardırmaktadır.
Bu bağlamda, genelleşmiş ve süreklileşmiş
derin kriz koşulları ve hegemonya mücadeleleri
yoğun ve ağır bir toplumsal ve ekolojik çürüme
ve yıkımda yaratıyor. Yerel savaşları arttırıp
derinleştiriyor, yeni nesil faşist hareketleri
dünya ölçeğinde yaygınlaştırıyor. İnsanlığın tüm
ileri kazanımları neoliberal politikalar ve yeni
sağ politikaların gerici-faşist karakterdeki sözde
anti-terör ve güvenlik uygulamaları yoluyla adım
adım yok ediliyor. Sistem tarafından yaratılan
provakatif yeni nesil faşist örgütlenmeler ve
politik bakış yoluyla insanlığın tümüne dönük
barbarca saldırılara giderek artan ölçüde meşruluk
kazandırılıyor. El Nusranın, IŞİD'in, Hizbulkontranın,
Talibanın, Meksikadaki mafya çetelerinin katliamları,
Norveç'de 77 çocuk ve genci katleden neo Nazi
faşist katliam, Avrupada gelişen ve islamofobiyi
kullanan ve popüler sağcılık ismiyle örtülenmek
istenen yeni faşist partiler, ABD emperyalizminin
bölgemizde gerçekleştirdiği saldırı ve işgallerde
artık üzerinde bile durulmayan onbinlerce sivilin
katledilmesi; bütün bunlar yeni bir barbarlık
döneminin eşiğinde durduğumuzu, hatta içine girdiğimizi
apaçık gösteriyor. Nazilerin bile gizli saklı
yapmaya çalıştığı katliamlar artık adeta bir görsel
şov tarzında apaçık ve savunularak yapılıyor.
Paylaşım mücadeleleri ve halkların
direnişleri temelinde gelişen iç savaşlar ve bölgesel
düzeydeki devletler arası savaşlar giderek büyüyerek
sürmektedir. Ve devletler arası savaş riski artık
Ortadoğu ve Afrika ile sınırlı değildir. 2008
dünya ekonomik krizinin ardından, Kafkaslar, Doğu
Avrupa, Asya-Pasifik bölgesinde de savaşlar ya
da yüksek savaş riski büyümektedir. 1990'dan bu
yana, yeni-sömürgeler dünyası gerici iç savaşlar,
emperyalist işgaller ve komşu devletlerin savaşlarıyla
derinden sarsılmakta, bu geniş coğrafyalarda tüm
ulusal, sınıfsal ve insani dengeler ağır alt-üst
oluş yaşamakta ve derin bir toplumsal çürüme egemen
olmaktadır. Bu savaşlarda daha şimdiden 5 milyona
yakın insan yaşamını yitirmiş durumdadır. Bu kayıplar,
I. Emperyalist Dünya Paylaşım Savaşında yaşamını
yitirenlerin (yaklaşık 10 milyon kişi) yarısı
kadardır. Dünya ekonomik krizinin kaçınılmaz biçimde
devam edeceği ve emperyalistler arası çelişkilerin
ve buna bağlı olarak bloklaşmaların derinleşeceği
gerçekleri bölgesel sınırları da aşabilecek dünya
ölçeğinde daha kanlı savaşlarında kapısını aralamıştır.
1900'lerin başında başlayan emperyalist-kapitalizm
çağı paylaşım savaşları, süreklileşmiş bunalım
ve faşizmle tepe noktasına varan siyasal gericileşme
çağı olduğu kadar, burjuva toplumun modernizmde
billurlaşan bilim, rasyonalite, hümanizm, ilerleme
vb. zemindeki düşünme, eyleme ve kültürel yapılaşma
tarzının ve döneminin de sonu anlamına geliyordu.
Daha baştan itibaren aslında vahşi kapitalist
sömürüyü ve sömürgeciliği meşrulaştıran öğeleriyle
oldukça iki yüzlü ve yıkıcı özelliklere ve pratiğe
sahip olan modernizmin ipi faşizmle birlikte tümden
çekilmişti. 1945-70 arası dönemde modernizmin
iki yüzlü güncellemesi parantezinden sonra, 1970'lerde
emperyalist sistem tarafından üretilen ve sistemin
temel ideolojik ve kültürel dinamiklerinden biri
haline getirilen postmodernizmle birlikte modernizmin
soluk izleri bir kez daha silinmeye başlandı.
Bunun yıkıcı sonuçları her alanda görülüyor. Fakat
en ağır sonuçlar kültürel yaşamda, düşünme biçimlerinde
ve bireyin içe çöküşünde, özne olma çabalarının
tümüyle yok edilmesinde görülüyor. 1980'lerde
emperyalist-kapitalist sistemin derin yapısal
krizini aşmaya dönük restorasyon programıyla birlikte
tüm kamusal alanların yok edilmesi ve tüm birleştirici
kimliklerin parçalanması süreciyle birlikte, kelimenin
gerçek anlamıyla nesneleşme süreci doruğa varmış,
yanlız ve içe çökmüş, zayıf ve hastalıklı bir
insan tipi egemen insan tipolojisi olmuştur. Kapitalizm
insanı tüketmiştir. Son yıllarda tartışılmaya
başlanan ve Trump'ın başkan seçilmesiyle ve faşist/faşizan
yapıların güç kazanmasıyla birlikte daha yaygın
biçimde gündemleşen hakikat ötesi (post truth)
düşünme ve insanlık durumu aslında modernizmin
(hatta postmodernizminde) ölümünün bir kez daha
tescili anlamına geliyor. Sanki 1930'larda faşizmin
yaygınlaşmasıyla bu durum hemde en dip biçimiyle
yaşanmamış, sonrasında dünyanın dört bir yanında
kurdukları faşist diktatörlükler, katilam ve soykırımlarla
bu durum tekrar tekrar ortaya çıkmamış, IŞİD vb.
faşist örgütlerin yarattıkları vahşet bunun bir
sonucu ve görünümü değilmiş ve bütün bunlar emperyalist-kapitalizmin
kaçınılmaz sonucu değilmiş gibi, bugün Trump'ın
seçilmesiyle bunu gündemleştirip, liberalizme
dönüş çağrıları yapan emperyalist ideologlar,
yazar çizerler iki yüzlü alçaklardan başka bir
şey değillerdir. Evet, kapitalizmin insan tipi
gerçeklik duygusunu, gerçeklik zemininde düşünme
ve sonuçlarını öngörme yetisini hızla kaybetmemektedir.
İnsanlık dramatik bir biçimde tüm ileri kazanımlarını,
insan olmaya dair tüm birikimlerini kaybetmeye
doğru ilerlemektedir. Emperyalizmin 4. bunalım
döneminde gelinen insanlık tablosu bunu yeniden
apaçık ortaya koymaktadır.
Sadece insan/insanlık değil, tüm
ekolojik sistem yıkılmaktadır. Ekolojik yıkım
eko sistemle ilgili her yıl yayınlanan göstergelerde
ortaya çıkan negatif rekorlarla apaçık ortada
duruyor. Ekolojik yıkım vahim bir yokoluş sürecine
dönüşmüş durumda. Bu, aynı zamanda bu alanın büyük
bir yaşamsal mücadele alanına da dönüştüğünü gösteriyor.
Burada bir parantez açarak, dünya
emperyalist-kapitalist sisteminin öncüsü ABD'nin
2017 Ocağında göreve başlayan yeni başkanı Trump'ı
ve politikalarını da kısaca ele almak gerekiyor.
Yukarıda ele aldığımız meselelerin hiçbirinin
önümüzdeki dönemde izleyeceği seyrin, kişiliği
ve politikalarıyla daha başkan seçilmeden oldukça
tartışmalı hale gelmiş olan Trump'tan ve arkasındaki
güçlerden bağımsız ele alınması mümkün değil.
- Trump Bir Çılgın mı? ABD Emperyalizminin
Derin Hegamonya Krizinin ve İrade Çatallanmasının
Ürün mü?
ABD'nin yeni başkanı ve faşizan
politik duruşa sahip olan Trump tüm dünya medyasının
yeni ve kötü karakterli fenomeni durumunda. Ana
akım ABD medyası ve neredeyse tüm dünya medyası
hep bir ağızdan Trump'ı arkasında siyasal ve ekonomik
hiç bir gücün desteği olmayan, seçilmesi ise bir
yol kazası, bir tesadüf, halkın çeşitli kesimlerindeki
geçici bir öfkenin sonucu olan deyim yerindeyse
bir karikatür, kötü bir Hollywood karakteri olarak
sunuyorlar. Acemi, politikanın gerçeklerini bilmeyen,
atıp tutan bir cahil olarak resmediyorlar.
Gerçek elbette bu değil!.. Trump
ve politikalarının, ABD'de şimdilik başat figür
ve politika olması, ABD emperyalizminin gelinen
noktada gerçek bir çöküş sürecine girdiğini tam
olarak gösteren gelişmelerdir.
ABD emperyaliziminin dünya hegamonyasının
özellikle 1970 krizinden sonra sürekli biçimde
gerilediği herkesçe bilinen bir gerçek. 1990'da
reel sosyalizm çökmesine ve dünya ölçeğinde rakipsiz
kalmasına ve Bill Clintonla birlikte yeni bir
dünya hegamonyası stratejisi geliştirilmiş olmasına
rağmen bu gerileme hafifletilmiş olsa da durmamıştır.
Emperyalist-kapitalist sistemin 2008'de içine
girdiği derin ve süreklileşmiş krizin ABD'de başlaması
bir tesadüf değil, bu gerilemenin doğrudan sonucudur.
ABD emperyalizmi başta askeri alan olmak üzere,
başkaca bir takım alanlarda hala başat güç olmasına
rağmen, gücü her cephede rakipleri tarafından
kemirilmekte, gerilemektedir. Ancak tüm nesnel
veriler açıkça göstermektedir ki, devrimle kapitalizmin
dünya ölçeğinde aşılması dışında, gerilemeye devam
edecek olmasına rağmen ABD kısa ve orta vadede
emperyalist kapitalist dünyanın liderliğini sürdürecektir.
Ta ki, bu gerileme sürecinde başka bir emperyalist
güç başat konuma geçinceye yada büyük bir devrim
dalgasıyla yıkılıncaya değin...
İşte Trump'ı ortaya çıkaran asli
unsur bu gerileme ve bunun ABD emperyalizminin
oligarşisinde yarattığı büyük yarılmadır. Trump'ın
kabinesine bakıldığında, öyle görünüyor ki, ABD
oligarşisinin askeri-sanayi kompleksini ve enerji
sektörünü elinde tutan kesimleri, en azından bunların
bir bölümü duruma el koymuş ve farklı bir dünya
hegemonyası stratejisi geliştirme arayışına girmiştir.
Yine Trump'ın gündeme getirdiği politikaların
belirsizliği ve aşırı ekletik oluşu ise ABD emperyalizminin
Trump'ın arkasındaki kesiminin mevcut temel politikalardan
ve stratejiden kopma isteğine karşın, henüz yeni
bir strateji oluşturamadığını gösteriyor. Sadece
bu da değil, muhalefetin genişliği ve bugüne değin
görülmemiş ölçüde sertliği, Trump'ın arkasında
duran ve politikalarını üreten kesimlerin ABD
oligarşisi içinde bir mutabakat yada yeterince
geniş bir çoğunluk sağlamadıklarını da gösteriyor.
ABD emperyalizminin dünya hegamonyasının
zayıflama aşamasından çöküş sürecine girdiği,
ABD oligarşisindeki bu büyük yarılma deyim yerindeyse
tescil etmiştir. Artık dünya hegamonu kendi evinde
parçalanmaya başlamıştır. (Bu yarılmanın sadece
ABD ile sınırlı olmadığını, AB emperyalizmi içinde
de İngiltere'nin AB'den ayrılmasıyla, diğer ülkelerde
ayrılma eğilimlerinin güçlenmesiyle açığa çıkan
büyük bir yarılma söz konusudur.) Hiç kuşkusuz,
bu geçici olarak giderilebilir, kısmen telafi
edilebilir, hatta Trump'ın görevden alınmasını
sağlayacak kumpaslarla örülü bir süreç başlatılabilir.
Ama bunların tümü geçici olacaktır. Yarılma süreci
durdurulamaz. Çünkü yarılmayı ortaya çıkaran,
genel olarak emperyalist-kapitalist sistemin,
özelde ise sistemin başat gücü ABD emperyalizminin
yaşadığı derin hegamoya krizidir. Ve tersine çevrilmesi
ise dünya kapitalizminin genel gelişme seyri üzerinden
bakıldığında mümkün değildir.
ABD emperyalist oligarşisi esas
olarak hep iki ayaklı olagelmiştir. Bunlardan
birincisi, askeri-sanayi kompleks ve enerji sektörünün
oluşturduğu bölüktür ve siyasal ifadesini esas
olarak Cumhuriyetçi Parti de bulmuştur. İkincisi
ise, finans, büyük ticaret ve hizmet sektörü tekelleridir
ve siyasal ifadesi Demokrat Partidir. Askeri-sanayi
kompleksin her dönem temel hedefi kaynak ve pazarlar
üzerinde kesin hakimiyetin sağlanmasıdır. Finans
ve ticaret tekelleri ise esas olarak akışkan ve
daha özgür bir dolaşım ister. 1980'lerin başında
neoliberal politikalar temelinde uzlaşan bu kesimler
arasındaki uzlaşmanın özellikle 2008 dünya ekonomik
kriziyle birlikte bozulduğu, askeri-sanayi kompleksin
ve enerji sektörünün sözcülüğünü üstlenmiş olan
Trump'ın ilan ettiği politikalarla apaçık görülüyor.
Bu kesimler neoliberal politikalar ve bununla
bağlantılı olarak tüm iç ve dış politikaların
artık en azından kendileri açısından işlevsizleştiğini
apaçık ifade ediyorlar. Bu bağlamda, uluslararası
alanda, dünyadaki sömürü alanlarının paylaşılmasında
ABD'nin aleyhine dönmekte olan dengelerin yeniden
ABD lehine çevrilmesi için aşırı agresif politikalar
Trump'ın dış politikasının esasını oluşturacaktır.
Bunun anlamı, daha çok finans sermayesi lehine
olan, fakat artık onlar içinde çare olmaktan çıkmış
ve başka bir seçenek olmadığı için sürdürülen
neoliberal politikaların temelini oluşturan anlaşma
ve kurumlardan çekilmek, kaynaklar ve pazarlar
için mücadeleyi, bölgesel ve/veya daha büyük savaşları
da geliştirerek şiddetlendirmektir. ABD emperyalizminin
hegemonyasını bu yoldan deyim yerindeyse ihya
etmek hedefleniyor.
Trump tabii ki, şişeden cin çıkarıp
bir anda herşeyi değiştirmeyecek/değiştiremeyecektir.
Bütünlüklü bir stratejiden henüz yoksun olduğu
için, esas olarak oldukça gerici-faşizan politikalar
temelinde arkasındaki oligarşi kesimlerinin istediği
biçimde, bugüne değin egemen olan stratejinin
pek çok temel unsuruna ve kadrolarına saldıracak.
Onu şekilsizleştirecek, kimi unsurlarını ise politikalarına
katacak. Trump belirli bir stratejik planı uygulamak
için değil, varolun yıkmak ve güncel gelişmelere
bağlı olarak yıkılanın yerine çıkarlarına denk
düşeni yapmak üzere harekete geçmiştir.
Ortadoğu'da bu aşırı agresif politikadan
öncelikli olarak payını alacaktır. Daha Obama
döneminde BOP'un Ilımlı İslam boyutunun üstü çizilmiştir.
Bu anlamda radikal islamcılar üzerinden kötü islam
ve bunlarla savaş, Ilımlı İslam aktörleri (yine
gerektiğinde AKP ve Tayyip gibi kendileri yaratarak)
üzerinden ise hegemonya kurma planı olarak BOP,
Ilımlı İslam boyutunun çizilmesiyle artık zaten
bir bütünlüklü bir Proje olmaktan çıkmıştı. Hatta
artık böyle bir projeden söz eden de bulunmuyor.
Bu gelişmelere paralel olarak, Obama'nın ardılı
Hillary Clinton'un ve arkasındaki güçlerin saldırı
oklarını asıl yoğunlaştırmak istediği büyük hedef
Rusya'ydı. Ortadoğu'yu ise derinleşen bir kaos
politikası temelinde ve bir diğer temel çatışma
alanı olarak Rusya hedefiyle bağlantılı olarak
ele alınmaktaydı.
Trump, ABD hegamonyasına meydan
okuyan en büyük blok olan Rusya-Çin blokunu çözme
işinde başlangıcı Rusya'dan değil, Çin'den yapmak
istiyor. Çin'in karşı blokun asıl gövdesi, sessiz
ve derinden giden büyük gücü olduğunu biliyor.
Tipik ve etkili bir taktik olarak asıl düşmanın
ittifaklarını koparıp almak, paralel biçimde de
ana gövdeye yüklenmek istiyor. Trump'ın daha iktidarı
devralmadan Çin'e ve yine Çin-Rus ittifakının
bir diğer bağlaşığı İran'a yönelik savaş, çatışma
söylemlerini de içeren sert, saldırgan tutumu,
beri yandan Rusya'yla iyi ilişkiler söylemi, Rusya'yı
bu ittifaktan koparmayı ya da en azından pek çok
temel konuda tarafsız hale getirmeyi hedefliyor.
Böylece uluslararası ilişkiler alanında izleyeceği
stratejik yönelimlerden birini netleştirmiş oluyor.
Ortadoğu'ya gelince, Trump'ın Ilımlı
İslam söylemlerini diriltmek bir yana, Ilımlısıyla,
ılımsızıyla, radikaliyle bir bütün olarak sorun
yaratan bütün tüm İslamcı güçleri bertaraf etme
gayreti apaçık ortada. Dahası bunu, açık bir faşist
tutumla, İslam dinine karşı büyük bir nefret dalgası
yaratarak yapmaya çalışıyor. Trump'ın, Obama'nın
Ortadoğu'da yaklaşık son 2 yıldır izlediği kaos
politikasını en şiddetli ve doğrudan bir islam
düşmanlığı temelinde yürüteceğini söylebiliriz.
Bu noktada, S. Arabistan ve Körfez şeyhilklerinin
büyük petrol ve doğal gaz kaynaklarının üzerine
oturmaları ve Trump'ın temsil ettiği enerji ve
sanayi-askeri kompleksle yakın ilişkileri nedeniyle
bir süreliğine rahat nefes almaları mümkündür.
Fakat bu durum genel olarak Ortadoğu'daki savaş
ortamını daha da büyütmek isteyen Trump liderliğindeki
ABD emperyalizminin genel kaos ve yıkım politiklarında
büyük değişim olacağı anlamına gelmez. İran'a
karşı savaş politikalarının geliştirilmesi, İsrail'e
sınırsız destek ve yeni bir Filistin savaşı, Yemen'deki
savaşı daha da kızıştırma, Suriye, Irak ve Afganistan'a
daha fazla saldırı politikaları, hem bölgedeki
savaş ve yıkım ortamını derinleştirecek, hem de
geleneksel ittifaklar olan S. Arabistan ve Körfez
emirliklerini bu ortamın daha da fazla merkezine
çekecektir.
Bu gelişmeler, Trump'ın 1990'lardan
bu yana hegamonya stratejisinin ideolojik zeminini
oluşturan "medeniyetler çatışması" tezini
rafa kaldırmadığı, bu tezi esas alarak yada başka
ideolojik yaklaşımlarla birarada, yanyana kullanacağını
gösteriyor. Medeniyetler Çatışması tezi, Ortadoğuya
dahası Müslümanların çoğunlukta olduğu tüm ülkelere
karşı saldırı stratejilerinde oldukça verimli
olduğu gibi, Çin veya başka rakiplere karşı da
elverişli faşist bir çizgidir.
Bu bağlamda, Trump'ın geliştireceği
stratejik çizginin bütün hatları bilinmese ve
öngörülemese de, üzerinde yükseleceği ana ideolojik
çizginin belli olduğunu söyleyebiliriz. Hatta
bir adım daha giderek, "Medeniyetler Çatışması"
tezinin, derinleşen ağır çelişkilerle boğuşan
ABD'nin kendi iç çelişkilerine de taşınmakta olduğunu
söyleyebiliriz. Trump'ın siyahlara, Latinlere,
kadınlara ve diğer bütün ezilen kesimlere karşı
geçmişin tüm gerici-faşist söylemlerini, ideolojik
çizgilerini ve örgütlerini ayağa kaldırdığı ve
"popüler sağ" olarak kodlanan faşizan
bir çizgiyi gündemleştirdiği açık. ABD tarininin
derinliklerinden gelen ırkçı, yabancı düşmanı,
kadın düşmanı vb faşist örgüt ve ideolojilerle,
"Medeniyetler Çatışması" tezinin tam
bir akrabalık içinde olduğunu söyleyebiliriz.
Ekolojik mücadelelerinde, Trump'ın hedef tahtasında
olduğu görülüyor. Trump eko sistemin korunmasına
ilişkin büyük mücadelelerin sonucu olarak kabul
edilen tüm temel anlaşmaları rafa kaldıracağını
daha seçilmeden açıkça ilan etti. Askeri-sanayi
kompleksinin ve enerji sektörünün temsilcisi olarak
bu tutumu da anlaşılır birşey. Bunların birbirini
tamamlayarak bir konsept halinde yürütülmek istenmesi
büyük olasılıktır.
- Kısa Sonuç:
Toparlayacak olursak; dünya emperyalist-kapitalist
sistemi kendisine içkin olan derin kriz öğelerinin
her alanda patlamasıyla ağır bir varoluşsal bunalımdan
geçmektedir. Bu kriz/bunalım süreci artık yönetilememektedir,
ya da en iyimser söylemle giderek daha az ve daha
sınırlı alanlarda yönetilebilmektedir. Kriz ekonomik
olarak en şiddetli biçimde 2008'de emperyalist
ülkelerde patlarken, siyasal düzeyde en şiddetli
biçimde patladığı alan 2010'da bölgemiz Ortadoğu
olmuştur. Fakat sadece Ortadoğu değil, Balkanlardan
Karadenize, oradan Kafkaslara ve Asya içlerine
ve güneyine, AB'den Doğu Avrupa'ya, Latin Amerikadan
Afrika'ya, ABD'ye değin dünyanın dört bir yanı
büyük toplumsal kırılmaların ve çatışmaların arenasına
dönüşmüştür. Süreklileşmiş kriz, derinleşmiş toplumsal
çelişkiler, en şiddetli çatışmalar ve bu kaotik
zeminde dünyayı paylaşma mücadeleleri ve işçi
sınıfı ve ezilen emekçi halkların direnişi dünyamızın
en temel gerçekleridir.
Bölgemiz dünya ölçeğindeki bu kutuplaşmaların,
çelişkilerin ve çatışmaların her düzeyde adeta
bir laboratuvarı haline gelmiştir.
II- Hegemonya Savaşlarının En Büyük
ve Kanlı Arenası Ortadoğu ve BOP
- Genel Durum
İnsanlığın uygarlığa geçişde dahil
büyük sıçramalarının ve büyük uygarlık atılımlarının
binlerce yıllık taşıyıcısı olan bölgemiz Ortadoğu
ve halklarımız yüzyıldır ulusal/etnik, dinsel,
mezhepsel temelde emperyalistler eliyle geliştirilen
muazzam sömürgeci saldırılarla parçalanmaya, çürütülmeye,
darmadağın edilmeye çalışılmaktadır. Emperyalistlerin
çürütme ve parçalama saldırılarının hedefi açıktır:
bölgenin tarihsel-toplumsal yapısını şekilsizleştirmek,
kendini inkar ederek batıcı kapitalist modernist
ilişkileri esas almasını sağlamak, sefil/ucube
bir çarpık kapitalist yeni-sömürge toplumsal yapı/ilişkiler
yaratmak... Bu temelde, binlerce yıldır teslim
alınmayan bölgeyi emperyalist çıkarlara uygun
olarak yeniden biçimlendirerek teslim almak...
Ve bu saldırganlık yaklaşık yüzyıldır
neredeyse kesintisiz olarak süren sömürge savaşları,
yerel devletlerin kendi aralarındaki savaşlar
ve emperyalist işbirlikçilerin çıkar çatışmalarının
ürünü olan gerici iç savaşlar ekseninde sürüyor.
Sadece savaşlar ve şiddet yoluyla değil, aynı
zamanda oryantalist bakış açısını da üreten batılı
emperyalist sömürgeciler, manevi/düşünsel, kültürel,
sosyal ve toplumsal bütün alanlarda kapsamlı bir
saldırganlık ve yeniden dizayn etme politiklarıyla
da bölgemizin toplumsal dinamiklerini de ağır
bir yıkıma uğratıyorlar. Böylece bölgemiz bir
yandan tarihsel direnme imkanlarından/mirasından
yoksun bırakılmaya, işçi ve emekçi kesimler ve
tüm ezilenler kendileri için savaşma bilincinden
ve dinamiklerinden uzaklaştırılmaya çalışılıyor.
Bir yandan da bölgemizin işçi, emekçi, halk dinamikleri
manevi/düşünsel, kültürel, sosyal olarak batılı
gerici toplumsal ilişkilere öykünme zemininde
kendine yabancılaştırılıyor. Bu toplumsal çürütme
saldırısının diğer yüzünü ise bölgenin manevi/düşünsel
birikimlerinin, özellikle dinin en bağnaz, en
çürümüş vahşi biçimlerinin üretilerek yozlaştırılması
oluşturuyor. Bu yozlaşmış din versiyonları olabilecek
en vahşi biçimlerde çoğunlukla emperyalistler
tarafından örgütlenmiş veya büyütülmeş örgütler
tarafından çaresiz durumdaki toplumsal zemine/kesimlere
zor yöntemleri dahil her yoldan dayatılmaktadır.
Bölgemiz bütün bu yollardan fikirsiz, şekilsiz,
ufuksuz ve geleceksiz bir coğrafyaya dönüştürülmeye
çalışılıyor. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu
da, bölge ülkeleri ve halklarının, batılı emperyalistlerin
kurduğu uluslar/bölgeler hiyerarşisinin dibine
doğru yuvarlanması olmaktadır.
Öte yandan, bu saldırganlığın,
çürütme politikalarının tümden başarıya ulaştığı
da söylenemez. Bölgemizde uygulanan tüm emperyalist
parçalama, çürütme ve yeniden biçimlendirme mekanizmaları
ve süreçleri bölgenin tarihsel toplumsal dinamiklerine
çarparak sonuca ulaşmadan, fakat ağır yaralar
açarak dağılıyor. Somut olarak baktığımızda;
Emperyalist kapitalist dayatmacı
uluslaşma pratikleri tümden başarısızlığa uğramıştır.
Daha doğrusu, bu çürümüş uluslaşma pratikleriyle
biçimsizleşmiş, paramparça olmuş ulus gerçeklikleri
oluşmuştur. Dayatmacı sahte Türk uluslaşması çökmüştür.
Parçalanmış, dayatılmış sahte Arap uluslaşma(ları)sı
çökmüştür. Fars sömürgeciliğinin dayattığı İran
uluslaşması çökmüştür. Kürt uluslaşmasını yok
etme çabaları boşa çıkmıştır. Filistin sorunu
ve Yahudi devleti dayatması kangrenleşmiş ve kanayan
dev bir yaradır. Geride kalan enkazdır.
Dinsel ve mezhepsel parçalama ve
buna bağlı hegamonya kurma çabaları da parampaça
olmuştur. Sunni-Şia, Sunni-Alevi, Müslüman-Hıristiyan,
Müslüman-Yahudi vb tüm gerici çatışma dinamikleri
sonuna kadar kullanılmıştır. Geride kalan yıkım,
katliamlar ve kesintisiz dinsel ve mezhepsel savaşlardır.
Ve artık emperyalistlerin bu savaş ve çatışmaları
kontrol etme, kontrollü yürütme şansları oldukça
zayıflamıştır.
- Bölgede Hegemonyayı Yeniden Kurma
Arayışlarının Temelleri
Emperyalistlerin işbirlikçiler
eliyle bölgemizi dünya sistemine bağlamak için
bağımlı kapitalist ekonomiler kurma ve bunun üzerinden
kapitalist modernitenin inşası süreçleri neredeyse
tümüyle iflas etmiştir. Oluşan ne kapitalist modernitedir
(ki kapitalist modernitenin kendi anayurtlarında
çöktüğü koşullarda bunun başkaca bölgelerde herhangi
bir başarı şansı olması zaten mümkün değildi),
ne de az ya da çok işleyen istikrarlı kapitalist
ekonomilerdir. Yağmaya, talana, ulusal, mezhepsel,
hatta kimi yerlerde aşiretsel ayrımlara dayanan
çarpık, istikrarsız, çürümüş ekonomiler ve toplumsal
yapılardır. Kireçlenmiş, işlevsizleşmiş, artık
emperyalist güçler için bile yük haline gelmiş
rejimlerdir.
Ortadoğu hem jeostratejik konumunun,
yeraltı kaynaklarının ve büyük nüfusunun önemi
nedeniyle, hem de sistem açısından taşıdığı büyük
tehditler (büyük isyan dinamikleri) nedeniyle,
emperyalizmin 4. bunalım döneminde de dünya hegamonu
olma iddiasını sürdüren ABD emperyalizminin büyük
savaşlarının ve hamlelerinin sahnesi oldu. Önümüzdeki
50 yılda enerji kaynakları açısından stratejik
rolü olan, 600 milyonluk ve çoğu genç ve eğitilmiş
büyük nüfusuyla/pazarlarıyla iştah kabartan, Kuzey
Afrika ve Batı Asyada tüm köprübaşı coğrafyaları
içeren ve küçük uzantılarıyla Avrupa ile de bağlantılı
olan bölgemiz Ortadoğu'nun denetim altına alınması
dünya hegamonyası kurmada kilit bir önem taşımaktadır.
Özellikle ABD emperyalizminin başlıca rakipleri
olan Çin, Japonya ve AB'nin bölgenin enerji kaynaklarına
bağımlılığı, Rusya'nın ise en önemli gelir kaynağı
olan petrol ve gaz bağlamında, bölgedeki petrol
arzı ve fiyatlarının belirlenmesine bağımlılığı,
bölgede hangi emperyalist gücün hegemonya kuracağı
sorusuna kritik bir önem kazandırmıştır. ABD emperyalizmi
bölgemizde her açıdan çürümüş, dağılmış emperyalist
hegamonyayı, dünya çapındaki hegamonya planlarına
uygun biçimde yeniden inşa etmeye yöneldi. Bu
nedenle, bölgemiz 4. bunalım döneminin başından
itibaren, bir yandan provakatif işgal savaşlarıyla,
bir yandan da yumuşak güç adı altında siyasi,
kültürel ve sosyal muazzam saldırılarla karşı
karşıya gelmiştir.
11 eylül saldırılarıyla, büyük
işgal saldırılarının ve genel şiddet kampanyalarının
startı verilmiştir ve hala olanca hızıyla sürmektedir.
Afganistan ve ardından Irak'ın işgali, tüm Ortadoğu'da
şu veya bu nedenle başlatılan sözde "anti-terör"
saldırılarıyla bir milyonun üzerinde bölge insanı
daha ilk birkaç yıl içinde katledildi. İrili ufaklı
çatışma ve savaşlar tüm Ortadoğu çapında genelleşti.
- Teslim Alma Projesi: Büyük Ortadoğu
Projesi (BOP)
Asıl belirleyici saldırının/projenin
adı Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) idi. ABD emperyalizmi
savaşlarla açtığı yolda yeni rejimleri BOP projesiyle
inşa edecekti.
BOP, açıkça ifade edilmese de,
bir yanıyla işgal/savaş hamlesine yaslanmaktaydı.
BOP'un ikinci ve diğer önemli ayağı ise ideolojik-politik
ve kültürel olarak islamın emperyalist sistemin
yeni dönemdeki çıkarlarına yanıt verecek tarzda
kapsamlı biçimde yeniden biçimlendirilmesi ve
siyasallaştırılmasını ifade eden Ilımlı İslam
konsepti üzerine oturmaktaydı. Bu, aynı zamanda
hem ideolojik-politik, hem de kültürel olarak
Ortadoğu'nun "Ilımlı İslam" çizgisi
temelinde dünya ile ayrıştırlamasını ifade etmekteydi.
Bu ayrıştırma, ABD emperyalizminin dünyayı etnik
ve dinsel medeniyetler temelinde tanımlama/ayrıştırma
ve dünya ölçeğindeki mücadeleleri bu medeniyetler
arasındaki çatışma olarak göstermeyi hedefleyen
Medeniyetler Çatışması söylemine de uygundu.
"Ilımlı İslam" söylemi,
"Ilımlı" takısı ile normal koşullarda
kolayca uzlaşma söyleminin üretilebileceği, "İslam"
boyutuyla ise istendiği zaman radikal islamla
özdeşleştirilerek çatışma zemini olarak sunulabilecek
ve "Medeniyetler Çatışması" konseptine
oldukça uygun bir içeriği ve isimlendirmeyi ifade
etmekteydi.
BOP bütün bu nitelikleriyle salt
bir Ortadoğu projesi de değildir. Esasen nüfusunun
çoğunluğunu müslümanların oluşturduğu tüm ülkeleri
hedef tahtasına çakmıştır. Ortadoğu bu ülkelerin
siyasi, dinsel vb. her açıdan kalbidir. Projenin
Ortadoğu üzerinden tanımlanması esas olarak bundandır.
Dahası Büyük Ortadoğu denilerek Pasifik ve Orta
Asya hariç müslümanların nüfusun ezici çoğunluğunun
bulunduğu tüm coğrafyalar (Kuzey Afrika, Afganistan,
Pakistan vb.) çekirdek Ortadoğu'ya eklenmiştir.
BOP'la öncelikli olarak, 1990 öncesi
dünya koşullarına göre biçimlenmiş ve on yıllar
içinde çürümüş, artık rolünü oynamaktan uzaklaşmış,
işlevsizleşmiş ve/veya merkezkaç tutumlarla sistemi
zorlayan, geniş halk kesimleri içinde teşhir olmuş
tüm siyasal, toplumsal, ekonomik, askeri, devletsel
vb. yapıların tasfiye edilmesi, yerine başta ABD
emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalist sistemin
stratejik planlarına hızla uyum sağlayabilen yeni
işbirlikçi yapıların kurulmasını hedeflemekteydi.
İkincisi, 600 milyon nüfuslu geniş
coğrafyanın tüm pazarları sınırsız biçimde en
yoğun kapitalist sömürüye açık hale getirilecekti.
Üçüncüsü, enerji kaynakları ve
nakil yolları üzerinde kurulacak hegamonya bu
kaynaklara son derece bağımlı olan Çin, Japonya
ve AB emperyalistlerinin ve petrol arzını ve fiyatlarını
belirleme imkanına kavuşarak Rus emperyalizminin
adeta can damarlarını elinde tutmak anlamına gelecekti.
Dördüncüsü, "islamcı terör"
ve "ortadoğu'daki terörist devletler"
söylemi ve pratikleri üzerinden Batı'ya ve tüm
dünyaya yönelik büyük bir tehditin var olduğu
algısı yaratılarak, özellikle bu alanla hem coğrafik,
hem de siyasal ve kısmen göçmenler üzerinden yoğun
bağlara sahip olan batılı (özelde AB emperyalistlerinin)
emperyalistlerin "İslam"a yada "radikal
islam"a karşı savaş temelinde ABD'nin arkasında
saflaşması sağlanacaktı. Geçmişin komünizm tehlikesinin
yerini, "İslam" alıyordu.
Beşincisi, bu çatışma/savaş zemininde
zaten cılız olan devrimci demokratik güçlerde
tasfiye edilecekti.
BOP'un savaş ve yıkım ayağı için
Afganistan, Irak ve İran bağlamında yeterince
gerekçe ve zemin vardı. Bu ülkelerin her biri
büyük/orta bir savaşın arenası haline getirilebilirdi.
Ayrıca emperyalistlerin kendi elleriyle kurup
büyüttükleri, fakat daha sonra kontrolden çıkan
El Kaide vb. örgütlerin eylemleri de orta/düşük
yoğunluklu savaşların değişik ülkelerde yaygın
biçimde geliştirilmesini sağlamak için yeterliydi.
Bu savaşların başlatılmasının ardından gerisinin
gelmesi zaten neredeyse garantiydi. On yıllar
sürecek savaşların hesapları yapılmış, kapısı
aralanmıştı.
Peki BOP'un hegemonyayı inşa ayağı
olan "Ilımlı İslam"ın zeminleri nerede
oluşturulacaktı, model ülke neresi olacaktı? Tüm
Ortadoğu'ya örnek gösterilecek, "model"
olacak başarılı ilk adım nerede atılacaktı? Tabii
ki bu noktada en uygun aday, seküler bir NATO
ülkesi olan, ayrıca eksen ülke olarak belirlenmiş
ve emperyalist denetimin en güçlü olduğu, Batıya
görece en yakın islam ülkesi olan ve derin bir
toplumsal kriz içinde debelenen, paradigması dağılmış
Türkiye idi.
- BOP'un Savaş ve Yıkım Ayağı Devrede:
Afganistan, Irak İşgalleri ve Radikal İslamla
Savaş
BOP'un savaş ve yıkım boyutu "radikal
islam"cılarla mücadele adı altında, özellikle
El Kaide'yi hedefleyen tarzda 1998'den itibaren
yoğun bir savaş/saldırı pratiğiyle gündemleştirildi.
2001 11 eylül saldırıları ise Ortadoğu'ya dönük
topyekün savaşın başlangıcı oldu. Afganistan'ın,
Ardından Irak'ın işgali ve İran'a dönük savaş
hazırlıklarıyla bu süreç adım adım uç noktalara
değin tırmandırıldı. Dahası, 11 eylül saldırılarıyla
birlikte, nüfusunun çoğunluğu müslüman olan ülkelerde
hızla yayılan El Kaide ağının saldırıları ve ABD
emperyalizminin karşı saldırıları tüm bölgeyi
genel bir savaş atmosferi içine çekti. Irak'da
2004'den itibaren işgale karşı silahlı direnişin
başlamasıyla bölgedeki savaş derinleşti. 2010'a
kadar savaş bu eksende tüm bölge ülkelerine şu
veya bu düzeyde yayıldı. ABD emperyalizmi bu savaşlarda
başta Avrupalı (batı) emperyalistleri olmak üzere,
tüm emperyalist dünyayı az yada çok arkasında
saflaştırdı. 2010'da Arap halk ayaklanmalarıyla
başlayan süreç ise bugüne değin gelen büyük savaş
ve isyanlar zinciriyle, ABD emperyalizminin savaş
ve yıkım planlarının bütün genişliği ve derinliğiyle
uygulandığı bir dönemi başlattı.
III- BOP'un Ilımlı İslamında İlk
Adım: Proje Ülke Türkiye, Proje Parti AKP
BOP kavram ve proje olarak 2000'lerde
gündemleştirilmiş olsa da, esas olarak 1998'den
itibaren devreye sokulup pratikleştirilmiş, altyapısı
adım adım örülmüş bir projedir.
1998'den itibaren projenin Ilımlı
İslam ayağında model ülke olarak belirlenen Türkiye'ye
yönelik pratik adımları atılmış, 2002'de AKP'nin
iktidarı getirilmesine değin, deyim yerindeyse
kapsamlı bir alan temizliği yapılmıştır. Bu noktada
ilk hamle, Türkiye ve Kuzey Kürdistan'daki devrimci
hareketin tasfiye edilmesiydi. Farklı siyasal
seçeneklerin, hele ki devrimci seçeneklerin varlığına
izin verilemezdi. İlk pratik adım, savaş ve Ilımlı
İslam kapanına alınacak Ortadoğu'da büyük bir
halk hareketi haline gelmiş yegane devrimci örgüt
olan PKK'nin bir biçimde tasfiye edilmesi yada
en azından ciddi ölçülerde güçten düşürülmesi
hedeflenerek atıldı. PKK'ye yönelik savaşın büyütülmesi
kısa vadede sonuç verecek bir adım olamazdı. Daha
kestirme yol izlenerek, PKK'de tüm alanlarda belirleyici
konumda olan PKK önderi A. Öcalan tutsak edilerek,
Hareketin geriye çekilmesi, siyasal ve askeri
olarak pasifize edilmesi hedeflendi. Ani bir çıkışla
A. Öcalan'ın bulunduğu Suriye'ye yönelik savaş
tehditleri savrularak, onun Suriye dışına çıkması
ve daha sonra da tutsak edilmesi sağlandı. PKK,
bu süreçten sonra, yaklaşık 5 yıl büyük bir tasfiyecilik
ve siyasal-askeri geri çekilme ve parçalanma yaşadı.
Bu bağlamdaki ikinci önemli adım, 19 Aralık 2000'de
Türkiye devrimci hareketine yönelik hapishane
katliamı ile atıldı. Böylece TC sınırları içindeki
devrimci güçlerin "belini kırmış", bu
anlamda bir dönemi kapatmış olduklarını hesap
ettiler. Düzen cephesindeki ilk adım ise özel
olarak hazırlanan 2001 ekonomik krizi ile Türkiyenin
ekonomik ve siyasi olarak "belinin kırılması"
idi. Gerçekten de, emperyalistlerin hazırladığı
ekonomik krizle Türkiye ekonomisi yüzde 30'lara
yaklaşan olağanüstü bir daralma yaşadı. Ekonomi
yağmalandı ve büyük bir ekonomik ve toplumsal
yıkım yaşandı. Bu atmosfer içinde düzen cephesindeki
siyasal partiler/yapılarda adeta sıfırlandı. Zaten
işlemeyen hükümet ve devlet yapısı adeta çöktü.
Dönemin başbakanı Ecevit "aniden" görevlerini
yapamayacak düzeyde hastalandı. Ve bir proje partisi
olarak hazırlanan AKP'nin önü açılmış oldu. AKP,
Ilımlı İslamın model partisi, TC model devleti
olacaktı. CIA/MİT'in faşist partisi ve hükümet
ortağı MHP bu koşullarda devreye sokuldu ve "ani"
bir karar ve açıklama ile erken seçime gidilmesini
istedi ve erken seçime gidildi. (Günümüzde de
MHP ve Başkanı Devlet Bahçeli yine ani bir U dönüşü
kararıyla başkanlık sistemini kabul etti ve referandum
gündeme geldi. MHP'nin böylesi kritik dönemeçlerde
oynadığı rolü anlamak açısından bu veriler önemlidir.)
"Yeni parti" AKP seçimi aldı ve Türkiye
Ilımlı İslam yoluna sokuldu.
AKP kesin biçimde, ABD önderliğindeki
batılı emperyalist güçlerin Ortadoğu'yu yeniden
fethetme projesinin, Ilımlı İslam diye pazarlanan
bir sömürgeleştirme fikriyatının, onun projeleşmiş
hali BOP'un küçük ama önemli bir bileşini, bir
alt projesi, bir proje/taşeron partisidir. Recep
Tayyip'de bu proje/taşeron partinin/hareketin
özenle hazırlanmış, uzun yıllar boyunca desteklenmiş
tipik bir faşist lideri/aktörüdür. Türkiye'de
seçilmiş proje ülkesidir. Din tüccarı kesimler
(Milli Görüşün büyük bölümü, tarikatlar, şeyhler
vb...) başta olmak üzere, ülkenin merkez sağ olarak
tanımlanan bütün gerici-faşist güçleri AKP ve
Tayyip'in arkasında adım adım toplanacak, emperyalistlerin
Ilımlı İslam konseptine uygun bir tür koalisyon/cephe
partisi oluşturulacaktı. Bu parti, emperyalizmin
tüm temel ve taktik politikalarına bağlı kalacak,
seküler yapı korunacak, toplumsal yaşamı, kültürel
dokuyu, tüm ideolojik alanı emperyalizmin politiklarını
meşrulaştıracak İslami, muhafazakar bir söylem
ve içerikle yeniden yapılandıracakdı. Bu noktalardaki
başarılarıyla bölgedeki tüm ülkelerde bulunan
İslamcı güçler ve toplumsal muhalefet güçleri
için referans olacak ve Ilımlı İslam zeminine
çekecekti. Böylece orta ve uzun vadede savaşlarla
yıkılacak Afganistan, İran, Irak gibi merkezkaç
devletler ve Amerikancı köhnemiş diğer tüm devlet
ve rejimler bu temelde yeniden yapılandırılacaktı.
Hesap buydu. Ve bu hesapta, proje ülke Türkiye
ve proje parti AKP kritik bir rol üslenmekteydi.
AKP'ye siyasal, ekonomik, askeri vb. her alanda
geniş krediler açıldı. Ortadoğu'da makul islamın
öncüsü, demokrasi şampiyonu, ekonominin kurtarıcısı,
İsrail'e posta koyan, ezilen müslümanları koruyan
AKP ve Tayyip mitini yaratmak ve bunu tüm Ortadoğu'ya
pazarlamak için gerekli tüm imkanlar başta ABD
emperyalizmi olmak üzere tüm batılı emperyalistler
tarafından sonuna değin sunuldu ve kullanıldı.
Bu süreç, başlangıçtaki göz boyayıcı
demokrasi söylemlerine ve liberal/sol liberal
kesimlerin bu söylemlere aptalca angaje olup,
liberal ve sol cephede yaygın biçimde üretmelerine
rağmen, bugün zaten tartışmasız biçimde ortaya
çıktığı üzere kesinlikle bir burjuva demokrasisi
inşa etme süreci değildi. Mevcut faşist devlet
yapısını ve toplumsal zemini, yeni dönemin stratejik
gereklerine uygun olarak yeniden dizayn etmeyi
hedefliyordu. Gerekli olan devlet aygıtlarının
neredeyse tümü elde hazır bulunuyordu.
- Devleti Yeniden Dizyan Etmek
Burada kapitalist devletin dizaynı
konusunda bir not düşerek devam etmek gerekiyor.
Emperyalist-kapitalist sistemin tarihsel gelişmesinin
her önemli uğrağında (her bunalım döneminde) kapitalist
devletlerin şu veya bu düzeyde önemli yapısal
değişimler temelinde yeni dönemin koşullarına
uygun olarak yeniden dizayn edildiğini görüyoruz.
TC devlet tarihinde de, 1920'den itibaren Osmanlı
devlet aygıtının kalıntıları üzerinden CHP temelinde
kurucu bir yeniden yapılanma gerçekleştirilmiş,
ardından 1945'de başlayan emperyalizmin 3. bunalım
döneminde 1950'lerden itibaren siyasal olarak
DP/AP/ANAP gibi merkez sağ olarak tanımlanan geniş
kitle tabanlı gerici-faşist partiler ve cuntalar
aracılığıyla yeniden yapılanma yaşamıştır. 1990'la
birlikte gelişen emperyalizmin 4. bunalım döneminde
de, 2000'lerin başından itibaren BOP temelinde
AKP aracılığıyla TC'nin yeniden yapılandırılması
hedeflenmiştir.
Emperyalist-kapitalist sistemde
devleti yeniden dizayn etme işi tüm deneyimlerde
görüldüğü üzere, devletin üzerine kurulu olduğu
tüm ideolojik referansların, politik stratejilerin
ve bir çok kurumsal yapının kapsamlı biçimde değiştirilmesini
gerektirir. Böylesi bir dönüşüm, ülke içinde büyük
kitle desteğinin (ve/veya sıkı örgütlenmiş ve
belli bir desteğe sahip olan ve geri kalan toplumsal
kesimleri önemli ölçüde tarafsızlaştırmış bir
örgütlenme altyapısı) yanı sıra, ekonomik, sosyal,
kültürel, siyasal ve askeri açıdan olumlu koşulların
varlığını, kadro ve siyasal birikimi gerektirir.
Yanı sıra direnen güçlere karşı da kapsamlı bir
zor kullanımı ön koşullardan bir diğeridir. Yeni-sömürge
bir ülke ve devlet söz konusu olduğunda, emperyalist
güçlerinde doğudan katılımı ve süreklileşmiş güçlü
bir desteği ön koşullardan bir diğeridir. Öte
yandan, kapsamlı yeniden dizayn bir çok kesimi
mağdur eder. Statükoları ciddi biçimde bozar.
Bu süreç ekonomik, siyasal ve diğer tüm imkanların
kapsamlı biçimde el değiştirmesi sürecidir. Sistemi
yeniden dizayn eden güçlerin arkasında saflaşmış
burjuva kesimler ve bürokrasi siyasal ve ekonomik
güçten aslan payını alan konuma geçerler. Eski
egemenler şu yada bu düzeyde geriye itilirler,
tümden yada önemli ölçüde güç kaybına uğrarlar.
Emekçi sınıflar bu tepişmede önemli hak kayıpları
yaşarlar. Ve doğal olarak bu süreç yeni egemenlerin
geri vitessiz, dur duraksız bir saldırganlığı
olarak biçimlenir. Durmak ya da geri adım atmak
düşmek, kaybetmek anlamına gelir. Bu durum hem
sistem içinden, hem de sistem karşıtı güçlerden
kapsamlı bir direncin gelişmesini, direniş odaklarının
oluşmasını, patlama dinamiklerinin birikmesini
kaçınılmaz hale getirir. Sadece bu değil; yeniden
dizayn işine girişen gücün içinde de elde edilen
güç ve imkanları paylaşma yönünde kapsamlı bir
iç mücadelenin yaşanması da kaçınılmazdır. Buna
bağlı olarak irili ufaklı iç çatlaklar, parçalanmalarda
gelişir. İşte bu olağanüstü büyük çaptaki ve oldukça
karmaşık mücadele aynı ölçüde karmaşık ve ustalıklı
politikaları gerektirir ve gelişmeleri yönetebilme
becerisini şart koşur. Böylesi süreçlerde orta
yol yoktur. Çünkü böylesi süreçler varoluş yokoluş
seçenekleri dışındaki tüm seçenekleri dışlayan
bir tür savaş olarak biçimlenir. Ya kazanırsın
ya da tümden kaydersin.
AKP ve Tayyip'in bugün akıl almaz
gibi görünen politikaları, uzlaşmazlığı, vahşi
saldırganlığı, vb. bütün "normal"leri
aşan pratiği ancak bu perspektif üzerinden anlaşılabilir.
AKP, CHP, ANAP, Saadet Partisi vb. değildir. Seçimlerde
kaybedersem geçip muhalefet ederim diyemez. O,
devleti dizayn etmeye, onun sahibi olmaya soyunmuştur.
Kuruluş amacı ve motivasyonu budur. AKP, "ya
kazanırsın yada tümden kaybedersin" kuralının
işlediği bir savaşın içindedir ve bunun bilinciniyle
hareket etmektedir. Kaybettiklerinde yaşamları
dahil herşeyi kaybedebileceklerinin korkusu, bunun
açmazları, dengesizlikleri, akıl almaz hataları
ve aynı zamanda kazandıklarında ise elde edecekleri
baş döndürücü muazzam güç ve imkanların hayali
bir aradadır.
- 2002-2010: Devletin Dizaynında
Zemini Düzleme
AKP eliyle yürütülen restorasyon/yeniden
yapılandırma süreci 2010'lara kadar oligarşi içi
sert mücadelelere, Kürt sorununa ilişkin inişli
çıkışlı sert çatışmalara rağmen, AKP'nin genel
olarak (Kürt sorunu hariç) az yada çok başarıyla
yürüttüğü bir süreç olmuştur. 2010'lara kadar
olan süreç deyim yerindeyse, BOP temelindeki yeniden
yapılandırmanın yolunun düzlendiği bir süreç olarak
gelişmiştir. Tüm toplumsal dinamiklere -işçi sınıfı
ve yoksullar, orta sınıflar, tekelci burjuvazi,
köylülük, Kürt ulusu ve diğer ulusal topluluklar,
sunni çoğunluk, Aleviler, kadın, gençlik, aile,
yaşam tarzı, ekonomi, eğitim, ideoloji vb. her
alanda toplumsal çürümeyi ve yeniden biçimlendirmeyi
derinleştirmek için- dönük çok yönlü adımlar ve
planlamalar geliştirilmiş, BOP'un, Ilımlı İslam
yaklaşımının mantığına uygun dönüşümler gerçekleştirilmiştir.
Hiç kuşkusuz bunların bir kısmı örneğin Aleviler
ve Kürtlere dönük projeler büyük ve anlamlı sonuçlar
yaratamamıştır. Fakat toplamdan bakıldığında yeni
bir toplumsal iklim ve daha köklü dönüşümler için
asgari zemin yaratılmıştır.
2011'e gelindiğinde AKP açısından
artık kritik eşiğe gelinmişti. Aldatıcı seçimler
yoluyla yüzde 50'lilere yaklaşmış kitle desteği
ve kurduğu geniş gerici ittifaklar, muhalif güçlerin
olağanüstü zayıflığı ve yetersizlikleri AKP'yi
devleti yeniden yapılandırmada sonuç alıcı adımlar
atabileceğine inandırmıştı.
- 2011 Sonrası; AKP'nin Parti-Devlet
Olma Hamlesi; Planlar, Olanaklar ve Dezavantajlar
2011 seçimleri sonrasında yaptığımız
değerlendirmelerde de ifade ettiğimiz üzere, AKP,
devleti Ilımlı İslam temelinde yeniden dizayn
etme (deyim yerindeyse yeniden kurma) yolunda
artık büyük ve temel adımları atma, ne yapacaksa
artık yapma noktasına gelmişti. Öte yandan, bu
kritik eşik onun için hem büyük imkanları, hem
de büyük kırılma ve riskleri de barındırmaktaydı.
2011'de hem uluslararası durum,
hem de iç koşullar AKP açısından oldukça elverişli
görünmekteydi.
AKP iç cephede görünüşte sağlam
bir ittifaklar cephesi örmüş, geniş bir kitle
tabanı yaratmış durumdaydı. "Kürt Açılımı",
"Alevi Açılımı" vb. sahte açılım politikaları
yoluyla belirgin bir başarı kazanılmış olmasada,
muhalif cephede kafa karışıklığı yaratabilmişti.
Özellikle liberal kesimlerde ciddi bir destek
yaratılırken, sol liberal kesimlerde ise tereddütlü
de olsa bir destek zemini oluşturulmuştu. Ordunun
merkezde olduğu tümden içi boşaltılmış bir Kemalizmi
eksen alan ve devletin çekirdeğini oluşturan kontrgerillanın
milliyetçi kanadı, orduya yönelik Ergenekon, Balyoz
vb. operasyonlar yoluyla önemli ölçüde etkisizleştirilmişti.
Oligarşinin orduyla birlikte egemen olan geleneksel
kesimlerine gözdağı vermek ve geriletmek için
önemli bir siyasal ve toplumsal atmosfer oluşturulmuştu.
Kürdistan'da PKK'nin muazzam direnişi ciddi bir
sorun olmakla birlikte, Türkiye cephesinde devrimci
ve demokratik güçler güçlü bir muhalefet dinamiği
yaratamayacak düzeye doğru itilmişti. Bu ve benzeri
yollardan muhalif/rakip güçlerin tümünün paralize
edilmesi yolunda önemli adımlar atıldı. Bütün
toplumsal kesimler içinde örgütlülükler geliştirilerek
işbirlikçi kesimler oluşturulmaya çalışıldı ve
kısmi başarılar kazanıldı.
Emperyalist merkezlerde başlayan
ve genelleşen 2008 büyük yapısal ekonomik krizin
ardından, emperyalist merkezlerde kar oranlarının
oldukça düşüşüyle birlikte yeni-sömürgelere yönelen
uluslararası mali sermayenin bir bölümünün yüksek
faiz getirileri sunan Türkiye'ye gelişiyle sıcak
para akışının sağlanabildi. Böylece hem tüketici,
hem de yatırım kredilerinin bollaşması yoluyla
krizin etkilerinin nispeten az hissedilmesini
sağlanabilmişti. Dahası, 2009'dan itibaren borçlanmaya
dayalı "hayali bir zenginleşme" durumu
oluşmuştu. Özellikle gayrımenkul alanında borçlanmaya
dayalı büyük bir balon oluşturulması söz konusuydu.
2010 sonunda başlayan Arap Baharı
ise BOP projesinin baş aktörü AKP'ye adeta altın
tepside sunulan ödül olarak görünmekteydi. Bütün
Ortadoğu'ya yayılan devasa halk mücadeleleri çürümüş
diktatörlükleri yıkmasına yada ağır darbeler vurmasına
rağmen devrimci bir önderlikten yoksun olarak
gelişmekteydi. Emperyalistlerin müdahalesi ve
desteğiyle bu boşluğu önemli ölçüde AKP ile aynı
çizgideki din tüccarı politik hareketler doldurmaktaydı.
Mısırda ve Tunus'da yapılan seçimlerde, bu halk
mücadelelerine ya katılmamış, yada çok sınırlı
düzeyde katılmış olan Müslüman Kardeşlerin yani
AKP'nin çizgidaşlarının kazanması, diğer ülkelerde
de dinci hareketlerin ön almaya başlamasıyla ve
Suriye'deki mücadelede faşist dinci hareketlerin
inisiyatifi ele geçmesiyle birlikte, AKP kendisi
için oldukça geniş bir hareket alanının açıldığını
gördü. Ortadoğu'daki yüz yıllık tüm dengeler altüst
olmaktaydı ve bütün siyasal ve toplumsal zeminler
yeniden kurulma yoluna girmişti. Ve bu süreçde
emperyalistlerin BOP projesine uygun biçimde Ilımlı
İslam çizgisine yakın görünen partiler ön almaktaydı.
AKP Türkiyesi artık Ortadoğu'da öncü roller alabilir
ve bu yoldan hem bölgesel güç haline gelebilir,
hem de bu yoldan iç cephede muzaffer parti olarak
daha büyük güç kazanabilirdi. Daha doğrusu AKP'nin
hesapları buydu.
Kısacası, AKP 2011'e gelindiğinde
devleti Ilımlı İslam/BOP temelinde yeniden inşa
etmek için zemin temizliğini başardığını, iç ve
dış dinamikleri elverişli hale getirdiğini düşünmekteydi.
Daha da ötesi, Arap Baharı ile birlikte BOP'un
sadece model ülkesi olmakla kalmamak AKP açısından
netleşmişti. AKP, bunu da aşarak emperyalistlerden
rol kapabileceği, giderek bölgesel bir emperyal
güç odağı haline gelebileceği zeminlerin de oluştuğunu
düşünmekteydi.
AKP'nin bu görüş açısı temelinde
geliştirdiği politik hamlelere geçmeden önce,
bir başka noktaya, siyasal ve toplumsal karşı
dinamiklere, direnç noktalarına kısaca değinmek
gerekiyor.
2011 seçimleri sonrasında yaptığımız
değerlendirmelerde bu karşı dinamikleri kabaca
özetlemiştik.
İlk olarak AKP içi çıkar/güç paylaşım
mücadeleleri, AKP'nin içindeki başat unsur olan
Tayyip ve çevresinin önüne çıkabilecek önemli
bir karşı dinamik olarak durmaktaydı. AKP esas
olarak Tayyip'in başını çektiği Milli Görüşcülerin
ana gücü oluşturduğu, fakat başta Fettullahçılar
olmak üzere pek çok kesimi de içinde barındıran
bir koalisyon partisiydi. Gücün AKP'de merkezileşmesinin
hızlanmasına paralel olarak bu güçten pay alma
mücadelesinin de derinleşmesi ve ciddi çatışma
zeminlerinin oluşması kaçınılmazdı. Tayyip'in
kişisel yönetim tarzının yarattığı sorunlar ortadayken,
bu tür krizleri ne ölçüde yönetebileceği büyük
bir soru işareti durumundaydı.
İkincisi, oligarşinin TÜSİAD'da
merkezileşen geleneksel kesimlerinin siyasal gücü
özellikle Ergenekoncuların devletten tasfiyesi
süreciyle birlikte önemli ölçüde kırılmışdı. Ancak
buna rağmen, on yıllar boyunca dört bir yana kök
salmış ve en büyük sermaye gruplarıyla birleşmiş
bu yapıların hızla toparlanması ve yeni hamleler
yapması da pekala olası bir durumdu.
AKP'nin Ortadoğu'da Arap Baharı
ile birlikte başlayan süreçte BOP'da kendisi için
çizilen sınırları, rolleri aşarak, emperyalistlerden
rol çalma ve bölgesel bir hegamonik güç olma sevdasının
başına bela olacağı ise kesindi. Emperyalistlerin
bu tür oyunları prim vermesi söz konusu bile olmazdı.
En umulmadık anda, en ağır darbelerle bölgede
perişan bir hale düşürülmesi işten bile değildi.
Ekonomi ise esas olarak yukarıda
ifade ettiğimiz sıcak para akışına tümüyle bağımlı
hale gelmiş durumdaydı. Bu ise sıcak paraya bağlımlı
ekonominin olağanüstü bir kırılgan hale gelmesi
demekti. AKP başkasının parasıyla sahte bir kabadayılık
yapmaktaydı. Gerek emperyalistlerin planlı bir
ekonomik komplosu yoluyla, gerekse dünya emperyalist-kapitalist
ekonomisinde yaşanacak olağan yada olağanüstü
yön değiştirmeler nedeniyle sıcak para akışının
yavaşlaması veya ciddi biçimde düşüşünün söz konusu
olması durumunda Türkiye'nin hızla bir ekonomik
krize yuvarlanması kaçınılmazdı. Bu durum, AKP'nin
tüm planlarını bir anda bozacağı gibi, arkasındaki
toplumsal desteğinde hızla çözülmesi anlamına
gelebilirdi.
Kürdistan ulusal özgürlük güçlerinin
direnişi, AKP'nin mutlak hakimiyet sevdasının
önündeki en önemli aktif engel konumundaydı. Ve
Ortadoğu'daki, özellikle Suriye'deki gelişmeler,
AKP'nin sahte hayallerinden çok, PKK'nin Rojava'daki
gerçek ve sağlam örgütlenme zeminlerinin büyümesine
ve Kuzey Kürdistan'da da direnişin muazzam ölçülerde
gelişmesine neden olabilirdi. Böylesi bir gelişme,
AKP'nin mutlak iktidar arayışını tuzla buz edecek
önemli bir tehlike olarak durmaktaydı.
Türkiye devrimci ve demokratik
hareketi oldukça zayıflamış ve devrimci nitelikleri
törpülenmiş olsa da, hala varlığını şu yada bu
ölçüde korumaktaydı. Gelişmelere bağlı olarak
bu güçler yeni hamleler geliştirebilir ve AKP'nin
mutlak iktidar çabasının önüne büyük toplumsal
güçlerin çıkışını sağlayabilirdi. Daha da ötesi,
Türkiye'nin son 50 yıldır büyük ve sert mücadelelerle
biçimlenmiş, büyük bir devrimci ve demokratik
bilinç ve değerler birikimi yaratmış, toplamda
yüzyıllık bir geçmişe sahip toplumsal mücadele
birikimi, AKP'nin karşısında durmaktaydı. Bu mücadele
birikimi sadece devrimci örgütlerde değil, işçi
sınıfı, emekçiler, Kürtler, daha küçük ulusal
topluluklar, Aleviler, ezilen diğer din ve mezhepler,
kadınlar içinde de küçümsenemeyecek düzeyde demokratik
bir toplumsal karşılık yaratmıştır. Bu kesimlere,
AKP'nin mutlak iktidar politikalarına karşı duran
ve sol, demokratik güçlerle çoğu kez içice geçmiş
olan ve küçümsenemeyecek bir toplumsal tabana
sahip bulunan laik kesimleri ve halkçı Kemalist
(Kemalizme halkçı anlamlar yükleyerek düzen içi
muhalefet zemininde duranlar) kesimleri de eklemek
gerekiyor. Bütün bu, devrimci, demokratik, halkçı
kesimlerin AKP'nin karşısına önemli bir direnç
noktası olarak çıkması kaçınılmazdı.
AKP'nin hesaba katmadığı, görmek
istemediği yada hafifsediği bu karşı dinamikler
birbiriyle güçlü etkileşim halindeydi. AKP içi
parçalanmaların hızla Ergenekoncuları harekete
geçirmesi, Ortadoğu'da yaşanacak tökezlemelerin
iç parçalanmaları derinleştirmesi, yada Kürdistan
devrimci dinamiğini ayağa kaldırması, yada tersinden
Kürdistan'daki devrimi dinamiklerin büyümesinin
iç parçalanmaları derinleştirmesi ve Türkiye'deki
devrimci dinamikleri tetiklemesi, bütün bunların
Ergenekoncuların yeniden harekete geçişini hızlandırması,
baskıların ve tüm diğer faktörlerin devrimci,
demokratik, halkçı dinamikleri hızla büyük isyanlara
yöneltmesi, vb. olasılıklar ve gelişmeler kapıda
durmaktaydı.
2011'den itibaren, AKP'nin bakış
açısı ve hedefleriyle, karşı dinamiklerin konumlanışının
kaba tablosu esas olarak bu biçimdeydi. AKP söylem
ve pratiğini yukarıda ortaya konulan görüşler
ve hedefler temelinde ve bu toplumsal zeminler
üzerinden geliştirdi. Bu stratejinin ve pratiğin
en belirgin unsuru devletin yeniden inşasını tamamlamak
ve mutlak egemenliğini kurmak, dahası bölgesel
bir hegemon güç haline gelmek ve bunun için dışarıda
ve içeride her cepheden saldırı taktiğiyle tüm
muhalif güçlerin tasfiyesiydi.
2011sonrası netleşen bu stratejinin
somutlaştırılmasında izlenecek yolun başlıca adımlarını
da kabaca şöyle somutlaştırabiliriz;
İç cephede siyasal alanda AKP'nin
başlıca stratejik hedefi, yeni kurucu Parti-Devlet
olmaktı. 1923'den sonra CHP'nin yaptığını bu kez
AKP yapmak istiyordu. Bu noktada en temel adım
devletin yeniden dizaynı/kuruluşu bağlamında temel
bir role sahip olan yeni bir anayasının yapılması
ve buna bağlı olarak muhalefete, iktidar ve iktidar
ortağı olma yolunu tümden tıkayacak başkanlık
sisteminin getirilmesiydi. Birbiriyle bağlantılı
olan bu iki hedef AKP'nin tek adam/tek parti sistemi
temelinde tüm devleti yukarıdan aşağıya yeniden
kurmasını sağlayacaktı.
Bu hedefle bağlantılı olarak oligarşinin
geleneksel kanatlarının devlet (ordu ve bürokrasi)
içindeki gücünün Ergenakon ve Balyoz operasyonlarıyla
başlamış olan tasfiyesinin olanca hızıyla devam
ettirilmesi bir diğer temel hedefi oluşturmaktaydı.
Temizlik bu kesimlerin iradesi tümüyle kırılıp
biat ettirilinceye değin devam ettirilmeliydi.
Bu bağlamda CHP ve MHP'de operasyonların ucunda
durmaktaydı.
Oligarşinin TÜSİAD'da somutlaşan
geleneksel kanadına dönük baskının devam ettirilmesi
ve muhalefet etme imkanlarının kırılması bir diğer
temel hedef durumundaydı. Bu noktada, ağırlıklı
olarak oligarşinin geleneksel kanatlarının elinde
olan medya alanının baskı altına alınması başlangıç
noktasını oluşturmaktaydı. Dahası bununlada yetinmeyerek,
oldukça önemli bir ideolojik mücadele aygıtı olan
medya alanında tümden kendine bağlı yeni bir alternatif
medya alanının oluşturulmasıda paralel bir hedefi
oluşturmaktaydı.
Diğer yandan oligarşinin geleneksel
kanadının devletin ekonomik olanakları ve yasal
zorlamalar yoluyla içten parçalanması ve bir bölümünün
kendi yanına çekilmesi, bu yoldan oligarşi içi
dengelerin yeniden kurulması bir başka temel hedefi
oluşturmaktaydı. Ve daha da önemlisi büyük ihale
yağmaları ve yolsuzluklar yoluyla AKP'nin arkasına
sıralanmış daha küçük tekellerin büyütülmesi ve
orta/uzun vadede oligarşi içinde belirleyici pozisyona
gelmelerinin sağlanması hedeflenmekteydi.
Böylece ekonomi alanında yeni bir
güç dengesi kurulması hedefleniyordu.
Tüm ideolojik, toplumsal-kültürel
hayatın adım adım dinselleştirilmesi, ailenin
ve kadının baskı altına alınması temelinde yeni
bir insan ilişkileri zemininin kurulması AKP'nin
bir diğer stratejik hedefini oluşturuyor. Diğer
tüm yaşam biçimlerinin tasfiyesi, bu yoldan Alevi,
Kürt ve diğer kesimlerin günlük yaşamlarının ağır
baskı altına alınması ve toplumsal hayat içindeki
görünürlük ve etkilerinin minimuma indirilmesi
ve bu zemin üzerinden dinci faşist yekpare bir
toplumsal kültürün geliştirilmesi bu hedefin diğer
beklenen/istenen sonuçlarıydı. Bu, aynı zamanda
kemik bir geniş kitle tabanının yaratılması için
de gerekli kutuplaşmayı ve ideolojik ve sosyo-psikolojik
zemini de hazırlayacaktı.
Bu atmosfer içinde, AKP'nin kitle
zemini içinden devşirilecek yeni paramiliter faşist
saldırı örgütlenmelerinin kurulması, kontrgerilla
ağının bu temelde yenilenmesi de doğal olarak
başlıca hedeflerden birini oluşturmaktaydı. Ve
tabii ki, bu ağın bir parçası olarak mafya çetelerinin
de yeniden dizaynı kaçınılmazdı.
AKP, devlet kadroları, ekonomi,
siyaset vd. tüm alanlarda bu süreç içinde ele
geçireceği imkanları yeniden dağıtarak kendi iç
çelişkilerini/çatışma zeminlerini de yumşatmayı
hedeflemekteydi. İç çatışmaların ilacı siyasi
ve ekonomik yağmanın yeniden dağıtılması olarak
görülmekteydi.
Dış politikanın ana yörüngesi doğal
olarak ne geride kalmış 1990 öncesi çok aktif
olmayan NATO bekçiliği olabilirdi, ki BOP ve Ilımlı
İslam politikası artık bu "pasif" politikların
tümüyle terk edilmesini öngörüyordu, ne de AB'ye
katılıma dönük burjuva demokratik söylemleri öne
çıkaran yaklaşımlar. BOP, AKP ve Türkiye'ye model
ülke ve parti elbisesi biçmişti. Tüm Ortadoğu'da
BOP temelinde aktif ve saldırgan bir politika
yolu çizilmişti ve Arap Baharı süreciyle birlikte
bunun saati hızla öne çekilmişti. Ortadoğu'da
özellikle Suriye'deki gelişmelerde oynanacak kritik
rollerle öncü ülke, öncü parti, öncü lider rolü
güçlü biçimde ortaya konulabilir ve yeni bir Atatürk,
hatta yeni bir Fatih Sultan Mehmet olarak tartışmasız
bir liderlik düzeyi yakalanabilirdi.
AKP ve Tayyip'in Parti-Devlet olma
temelinde devleti yeniden dizayn etme planlamasında
Kürt sorunu en kritik başlığı oluşturmaktaydı.
Devletin yeniden dizyanı ve Parti-Devletin inşasının
önündeki en önemli engel Kürt özgürlük hareketinin
silahlı-silahsız direnişiydi. Kürt özgürlük hareketinin
tasfiyesi bu sürecin temel bir hedefidir. Tasfiye
tümden yok etme değil, ki bunun mümkün olmadığı
uzun süredir biliniyor, esas olarak silahlı yıkım
yoluyla, yanı sıra "barış süreci", Barzani
güçleriyle işbirliği, vb. yıpratma süreçleriyle
Kürt özgürlük hareketinin Kürdistan'da belirleyici
bir aktör olmaktan çıkarılması anlamını taşıyordu.
AKP'nin atmak istediği en önemli
diğer adımlardan biri toplumsal muhalefetin başta
Aleviler, laikler, sol ve devrimci hareket olmak
üzere tüm unsurlarının yeni devlet dizaynına uyum
sağlamış, onu belirlediği çerçeve içinde hareket
eder konuma çekmekti. Bu noktada, toplumsal muhalefetin
zayıflığı, örgütsüzlüğü, düzen içileşme eğilimi
başlıca avantajını oluşturmaktaydı. Faşist baskı
ve terörün siyasal alandan günlük yaşama değin
her alanda yoğunlaştırılması yoluyla toplumsal
hareketin kısa sürede istenen kıvama getirilebileceği
kanaati AKP'deki genel yaklaşımı oluşturmaktaydı.
- Alt Proje AKP'nin Çakılması:
Fırsatlar/Planlar Kabusa Dönüyor
2010'da başlayan ve Arap Baharı
olarak kodlanan halk ayaklanmaları, BOP ve Ilımlı
İslam söylemi için ucu açık yeni bir durum yarattı.
Planda bu halk ayaklanmaları yoktu, en azından
böyle spontan biçimiyle yoktu. (Doğu Avrupa'nın
"renkli devrimler"i gibi, kitlesel eylem
hazırlıkları olduğu daha sonra ortaya çıktı, ama
hesapta halkın kendi iradesiyle ve demokratik
talepleriyle ortaya çıktığı, "kontrolsüz"
halk ayaklanmaları olmadığı açıktı.) Ve bilek
güreşi başladı. Bir tarafta bilek güreşi yaptığının
bile çok farkında olmayan demokrasi, özgürlük
ve insanca yaşam talepleriyle ayaklanan halk kitleleri
ve onların çok zayıf demokratik öncüleri vardı.
Diğer tarafta ise devasa yönetme ve kontrol aygıtlarının
yardımıyla kısa sürede halk ayaklanmalarının yıkıcı
gücünü kavrayarak, ayaklanmaları Ilımlı İslam
projesine dayanak yapmak isteyen emperyalistler
ve bölge gericiliği vardı. Bu eşitsiz koşullarda
sonuç belliydi. Emperyalistler, Ilımlı İslama
dayanak olacak gerici partiler yoluyla başta Mısır
ve Tunus olmak üzere duruma hakim olmaya başladılar.
Libya'da iş silahlı çatışmaya dönüşmüş ve hızlı
bir işgal hareketi ve çeteler yardımıyla Kadafi
rejimi yıkılmıştı. Yemen daha karışıktı, ama durum
bir süre sonra kabul edilebilir sınırlara çekilmişti.
Ve bütün bu alanlarda Ilımlı İslamın çoban profiline
uygun liderler ve örgütler yaratma olasılığı bulunuyordu.
Suriye ise asıl büyük balıktı. Giderek güçlenen
Rus emperyalizminin bölgedeki baş destekçisi,
on yıllardır batılı emperyalistler için bir tür
çıban başı olan Suriye'deki Esad'ın Baas'çı rejimi
de "düştü düşecek" durumdaydı. Ve baş
rolü yine Müslüman Kardeşler ele geçirecek görünüyordu.
Bu durum, AKP için de büyük fırsat
anlamına geliyordu. AKP'nin ideolojik akrabaları
Müslüman Kardeşler büyüyordu. Onlara abilik yapmakla
işe başlandı. Ardından yelkenler şişirildi, hedefler
büyütüldü. Fırsat bu fırsattı, artık model ülke
değil, yeni Osmanlı'yı kurma, imparatorluk ülkesi
olma fırsatı (!) doğmuştu. Daha doğrusu hayali
kurulmaya başlanmıştı. Evet, sunni İslamın hamisi,
önderi Tayyip, ülkesi de Yeni Türkiye, yani yeni
Osmanlı olacaktı. Artık BOP'un model ülkesi değil,
Ortadoğu'nun büyük abisi olma politikası işleyecekti.
Bu politika dinsel/mezhepsel olarak Ortadoğu'nun
ezici çoğunluğunu oluşturan sünni Müslümanların
hamiliği üzerinden Ortadoğu'nun geniş bir alanında
TC'nin hakimiyetini Yeni Osmanlı imparatorluğu
söylemi üzerinden kurmayı hedeflemekteydi. Elbette
bu tehlikeli ve büyük bir oyundu. Herşeyden önce,
Ortadoğu'nun karmaşık dinsel, mezhepsel, etnik
ve siyasal yapısı üzerinde, bu basit hesap ve
planlarla hakimiyet kurmaya çalışmak son yüzyılda
kimsenin başaramadığı bir işdi. Bu tür hesaplar
bırakalım ülkeleri, çeşitli örgütlerin saldırılarıyla
bile kısa sürede havaya uçabiliyordu. İkincisi,
böylesi bir hesap büyük bir ekonomik, diplomatik,
siyasal ve askeri gücü ve beceriyi gerektiren
bir hesaptı. Ki çok daha güçlü ülkeler, ABD, Rusya
vb. bile bunu başarabilmekten oldukça uzaktı.
Üçüncüsü, bu hesaplar esas olarak başta ABD emperyalizmi
olmak üzere, bölgeye ilişkin hesapları olan tüm
emperyal ve yerel ülkelerden rol çalmak yani paylaşım
hesaplarını tümden hiçe saymak demekti. "Yeni
Osmanlı" TC'nin tüm gerici-faşist güçleri
için güzel hayaldi!.. Fakat bekledikleri gibi
herşey yolunda gitse bile, AKP'nin kendisini yaratan
ve bir parçası olduğu BOP'un sınırlarını aşması,
kendisine biçilen rolden fazlasına talip olması,
emperyalistlerden rol çalmaya çalışması hayalinin
çarpacağı duvarlardan biri daha baştan önünde
örülüydü; BOP'un asıl sahibi ABD ve arkasındaki
batılı emperyalistler. Tayyip, onun başdanışmanı,
dışişleri bakanı, sonra başbakanı "derin"
stratejist Davutoğlu ve cümle AKP, Ortadoğu'da
yaşanan "kargaşa" ortamında bu "sınırları
aşma" durumunu idare edebilecek güce sahip
oldukları kuruntusuna çoktan kendilerini kaptırmışlardı.
Burada da, hayaller yeni-Osmanlı imparatorluğu,
gerçekler ise emperyalizme her yanından bağımlı
çarpık Türkiye kapitalizmi ve devletiydi. Bu durumda
da, Tayyip'in hayallerine denk düşen tanımlama
kifayetsiz muhterislik oluyordu.
Fakat AKP'nin o dönem açısından
belki de daha önemli sayılabilecek başka sorunları
vardı. Bırakalım Yeni Osmanlı'yı kurmayı, daha
TC devleti fethedilememişti. Ama bunun yolu düzlenmişti.
2002'den 2011'e devleti fethetmek ve yeniden dizaynın
yolunu açmak için büyük mesafeler alınmıştı emperyalist
efendilerin desteğiyle. Ve 2011'deki seçimlerde
alınan yüzde 50 oyla hem kitle desteğinin sınırına
varılmıştı, hemde mevcut devlet yapılanması içinde
yapılabileceklerin sınırına... Artık hükümet olmak
sınırlarında kalamazdı. Devlet olmak aşamasına
geçmek zorundaydı. Bu noktada, Ortadoğu'da kazanılacak
zaferler, hele ki, komşu Suriye'de kazanılacak
zaferler devlet olmada en büyük ideolojik ve politik
motivasyon ve gücü/fırsatı verebilirdi.
Ortadoğu'da emperyalist hegamonyayı
yeniden kurma projesinin başlıca taşeronlarından
biri olan AKP ve Tayyip devlet olma hamlesine
bu Ortadoğu manzarası içinde başlıyordu.
Tayyip'in elinde, birincisi, batılı
emperyalistlerin desteği, ikincisi, yüzde 50 gibi
sınırda bir toplumsal destek ve henüz çatlak belirtisi
göstermeyen AKP aygıtı, üçüncü olarak yine bu
desteğin uzantısı olarak her an çatırdayabilecek
borçla yaratılan yalandan bir zenginleşme ve istikrar
söylemi ve pratiği, dördüncü olarak, şimdilik
fazlaca sorun çıkmadan kullanabildiği başta baskı
aygıtları olmak üzere devlet olanakları ve beşinci
olarak da, ona doping yaptırma ihtimali yüksek
olan bir yeni-Osmanlı hayali ve buna uygun aşırı
saldırgan Ortadoğu politikası vardı.
2011 başlarından 2017'ye geldiğimizde,
Tayyip'in elindeki bu imkanların çoğunun önemli
ölçüde tuzla buz olduğu görüyoruz.
İlk elde, batılı emperyalistlerin
özellikle Tayyip'in Ortadoğu'da kendilerinden
rol çalma, kendisine biçilen rolü aşarak, yeni-Osmanlı
söylemleriyle bölgesel bir hegamonya geliştirme
macerasını şiddetle cezalandırdıklarını görüyoruz.
Tayyip, batılı emperyalistler için bu ve daha
pek çok nedenden ötürü artık kurtulunması gereken
bir yük haline gelmiştir. İkincisi, din tüccarı
cemaat ve başkaca kesimlerin, Milli Görüşten gelenler
etrafında kaolisyonu olan AKP, kaolisyonunun Milli
Görüşçülerden sonra en büyük ortağı olan Fetullahçıların
devlete egemen olmak için isyanından sonra büyük
bir yarılma yaşamıştır. Bu çatışma MİT başkanını
tutuklama hamlesi, ardından 17-24 aralık operasyonu
gibi birkaç ön çarpışmanın ardından, 15 Temmuz
darbe girişimiyle tam bir savaşa dönüşmüştür.
AKP örgütü tüm güç gösterilerine rağmen artık
yekpare ve kendine güvenen halinden oldukça uzaktır.
Yüzde 50'lik toplumsal desteğin kırılganlığı ise
7 Haziran seçimlerinde apaçık görülmüştür. Ve
bir türlü yüzde 50 civarının üstüne çıkamamaktadır.
Hatta her toplumsal kırılmada bu oy oranının düşme
olaslığı güçlenmektedir. Gezi isyanı, 6-8 Ekim
serhildanı muhalif halk kitleleri üzerindeki baskıya
rağmen, Türkiye ve Kuzey Kürdistanın nasıl devasa
bir halk isyanı dinamiğine sahip olduğunu ve Tayyip'in
bu dinamiği kolayca kıramayacağını da gösterdi.
Üçüncüsü, ekonomide artık apaçık ortaya çıkmış
olan kriz zenginleşme ve istikrar yalanını adım
adım etkisiz hale getirmektedir. AKP'ye bu ve
benzeri yalanlardan hareketle oy veren yaklaşık
yüzde 25-30'luk kitlede çözülme süreci başlamıştır.
Dördüncüsü, baskı aygıtları olan Polis, Ordu ve
MİT özellikle Fetullah darbesiyle birlikte adeta
vurgun yemiş, güçten düşmüştür. Polis dışında
tüm devlet aygıtı Tayyip ve AKP için artık güvenlir
olmaktan çıkmıştır. Doping yapacağı düşünülen
Yeni-Osmanlı hayali ise Ortadoğu'daki büyük mücadele
arenasının çöplüğüne gömülmüştür. Geriye, çatıştığı
Suriye, Rusya, İran karşısında nedamet getiren,
kendi sınırlarını ve varlığını ("beka"sını)
koruma derdine düşmüş bir TC ve Tayyip kalmıştır.
Bu noktada en büyük tehlike olarak gördükleri
Kürt ulusal özgürlük hareketini engellemek için
bölgede elinde tuttuğu bütün imkanları vermeye
hazır kepaze bir konuma düşmüşlerdir.
-Sadece AKP değil, BOP'da Çakılmıştır;
Halkların Direnişi Oyunu Bozmuştur
Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin
her olası duruma ilişkin projelerinin, planlarının
olduğu, A planı, olmadı B planı, dahası alfabenin
bütün harflerini de aşan çoklu planlara sahip
oldukları çok ifade edilen bir söylemdir. Böylece
emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin çok akıllı-fikirli
ve uzak görüşlü oldukları da iddia edilmiş olur.
Bu iddialar yoluyla bir yandan da emperyalistlerin
yenilmez oldukları saçmalığını da gizil olarak
arka planda beynimize işlemeye çalışırlar. Emperyalistlerin
plan/projelerinin hiç de kusursuz olmadığı, sık
sık hayatın ve sınıflar mücadelesinin duvarına
çarparak çakıldığının tipik bir örneği, özellikle
son 6 yılda yaşananlar bağlamında BOP, AKP ve
Tayyip projesidir.
2002'den 2011 başlarına kadar emperyalistler
ve AKP tarafından nispeten sorunsuz olarak ilerletilen
proje yoluyla, devlet içindeki ve toplumsal mücadele
alanındaki pek çok engel görece kolay biçimde
bertaraf edilebilmişti. 2011 seçimlerinden sonra
sıra devletin yeniden yapılandırılmasında asıl
hamlelerin atılacağı aşamaya gelmişti. İşte tamda
bu noktada, emperyalistlerin ve AKP'nin "kusursuz"
projesi tel tel dökülmeye, giderek hesapta olmayan
tarzda başkalaşmaya, herkesin herkesle çatıştığı
ve proje namına birşeyin kalmadığı, herkesin kendi
hesabına yeni projeler ürettiği tam bir enkaza
dönüştü. Tatlı rüya kabusa dönüştü. Hayaller,
Ortadoğu'da emperyalist efendiler ve kendilerini
çoban sanan uşaklarının "sürü"lerini
otlatıkları ılımlı islam adacıklarıydı, gerçekler
diktatör Tayyip, diktatör Mursi, IŞİD ve kaos
yönetimine geçiş oldu.
2017'ye gelindiğinde BOP'dan, Ilımlı
İslamdan geriye zerre toz dahi kalmadı. Herkesin
herkesle çatıştığı, savaşla yada iç savaşlarla
iştigal etmeyen tek bir ülkenin kalmadığı, devrim
ve karşı-devrimin güçlerinin çatışmasının dünyadaki
en büyük arenası haline geldi Ortadoğu.
Oyunu (yani projeyi) asıl ve ilk
bozan ise hiç hesaba katılmayan, "sürü"
rolü biçilen Ortadoğu halkları ve onların 2010
sonlarından itibaren demokratik hakları için ayağa
kalkışıydı. Özgürlük, demokrasi ve insanca yaşam
talepleriyle başlamış olan bu isyanlar devrimci
bir önderliğin yokluğu koşullarında yozlaşarak
ılımlı islamcı ya da diğer gerici güçlerin denetimi
altına girmiş olsa da, esas olarak bölgede büyük
bir demokratik mücadele ve devrim dinamiğinin
varolduğunu, ılımlı islam söyleminin bölge dinamikleriyle
çok da örtüşmediğini de göstermiştir. Büyük isyan
dalgasının yarattığı büyük kaos ortamı, Ilımlı
İslam söylemiyle önleri açılan güçlerin kısa sürede
emperyalistlerin çizdiği sınırların dışına çıkarak
merkezkaç kuvvetler haline gelmelerine imkan sağladı.
Bu güçler bu kaos zemininde hızla kendi gündemlerini
yaratarak emperyalistlerden rol çalmaya, kendilerine
alan açmaya yöneldiler. Tam da bu nedenle, Arap
dünyasında Ilımlı İslam için en uygun ve önemli
ülkeler olan Mısır ve Tunus'daki denemeler tam
anlamıyla fiyaskoyla sonuçlandı ve bunlar tasfiye
edildi. BOP'un ilk proje partisi olan AKP, Türkiye'de
kazandığı iktidar zeminlerini, bölgedeki popülaritesini,
ABD emperyalizminden rol ve alan çalmak için,
"Yeni Osmanlı" hayalleri için, imparatorluk
düşleri için kullanmaya kalktı. Böylece, BOP'un
nafile bir çaba olduğu da apaçık ortaya çıktı.
BOP iflas etti, tarihin çöplüğüne atıldı.
ABD emperyalizminin savaş ve işgal
gerekçesi olarak kullandığı El Kaide vb. radikal
islamcı örgütler bu isyan süreçlerinin yozlaşmasına
paralel olarak Libya ve Suriye gibi ülkelerde
bir anda en önemli müttefikler haline geldi. Bölgedeki
emperyalist ve yerel gerici savaş ve saldırganlığın
aktörleri, aktörlerin rolleri ve faaliyet alanları
bir anda olağanüstü ölçülerde değişti. Böylece
BOP'un savaş ve işgal konsepti de işlevsizleşti
ve süreç yeniden biçimlenmeye başladı.
Bütün bu gelişmelerden hareketle
diyebiliriz ki; BOP'a son noktayı koyan halk ayaklanmaları
olmadı. Fakat film orada koptu, oyun orada bozuldu
ve ondan sonra da bir türlü toparlayamadılar.
Ve herkes kendi senaryosunu yazmaya başladı. Tabii,
herkes kendi senaryosuna dönünce yıkıcı kavgalarda
başladı.
- Ortadoğu'da ABD Emperyalizminin
Yeni Stratejisi: Kaos ve Yıkım Planı ve IŞİD
Bugün emperyalistler açısından
devrede olan tek seçenek savaş ve yıkım yoluyla
bölgede hegemonya inşasıdır.
2010-11 Arap halk ayaklanmaları
sonrası bölgede ortaya çıkan yeni durum; ABD emperyalizmi
ve onun arkasında dizilen diğer batılı emperyalistlerin
bölgemizde on yıllara yayılan bir savaş sürecini
kaçınılmaz gördüklerini, hatta bunu özel olarak
hazırladıklarını, bölgedeki tüm güçlerin birbirleriyle
çatıştırılarak güçden düşürülmesinin temel bir
plana dönüştüğünü gösteriyor. (IŞİD'e ve benzeri
yapılara karşı savaşın 10-15 yıl süreceğini ifade
etmeleri bunun açık ilanı olmuştur.) Buna emperyalist
kaos ve yıkım planı da diyebiliriz. Bu bölgedeki
tüm taşların bir anda yıkılması demek değil. Esasen
on yıllar sürecek savaş yada savaşlar dizisi içinde
bölgedeki tüm dinamiklerin çatıştırılarak zayıf
düşürülmesi, zayıf düşen güçlerin bir bölümünün
elimine edilmesi, merkez kaç devlet ve örgütlerin
sıkı biçimde yıkıma uğratılması ve sonuç olarak
oldukça parçalı, her açıdan yıkıma uğramış bir
Ortadoğu panaroması çıkarılmak isteniyor. Kısacası,
kısa ve orta vade açısından bölgeyi belli bir
plan temelinde şu veya biçimde dizayn etme değil,
deyim yerindeyse kontrolü fazlaca elden kaçırmadan,
tüm güçleri yıkıma uğratıp, buradan parça parça
kendi çıkarlarına uygun bir Ortadoğu tablosu çıkarma
yaklaşımı var. Bu noktada belirleyici emperyalist
güç ABD emperyalizmidir. Bunun yanı sıra, Suriye
savaşı yoluyla Rusya'da bölgeye önemli bir emperyalist
aktör olarak yerleşmiştir. Bu bağlamda, ABD emperyalizminin
Kaos ve Yıkım Planının ne ölçüde işleyeceğini
tam olarak kestirmek mümkün olmasada, kısa ve
orta vadede bunu olanca gücüyle dayatacağı kesindir.
ABD emperyalizmi bu süreç içinde
IŞİD gibi, belki de tarihin en büyük komplosunu
da örgütlemiştir. Hemen belirtelim; IŞİD'in yoktan
var edilmiş, hiçbir nesnel zemini olmamasına rağmen,
çeşitli ayak oyunlarıyla geliştirilmiş basit bir
komplo ürünü olduğunu söylemiyoruz elbette. El
Kaide, IŞİD ve diğer bütün din tüccarı faşist
örgütlenmeler esas olarak Ortadoğu ve çevresindeki
müslüman olan ülkelere dayatılan ağır sömürgeleştirme/yeni-sömürgeleştirme
sürecinin nesnel zemininde boy vermişlerdir. Onları
besleyen ve büyüten, savaşlar-işgaller, dip bir
yoksulluk, ulusal, dinsel, mezhepsel, kültürel
aşağılanmalar, her türlü yiyicilik, rüşvet ve
korkunç bir zulümle toplumsal dinamikleri ağır
bir biçimde ezen faşist diktatörlükler, devrimci,
demokratik toplumsal muhalefet zeminlerinin ezilmesi,
vb. gibi muazzam yıkım süreçleridir. Ve Ortadoğu
bütün bu özellikleriyle her türlü radikal ya da
radikal görünümlü örgütlenmenin hızla büyüyebileceği
nesnel zeminlere sahiptir. ABD emperyalizmi bu
zeminde, özellikle Afganistanda halkçı iktidara
ve SSCB'ye karşı yürütülen savaş sırasında ortaya
çıkan oldukça gerici-faşist karakterde çok sayıda
örgütü desteklemiş ve yaratmıştır. Bu anlamda
zemini oldukça iyi tanımakta, devrimci demokratik
neredeyse hiç bir gücün bulunmadığı yada sert
biçimde ezildiği bu zemindeki her türlü gerici-faşist
dinamikle ilişkileri bulunmaktadır. El Kaide'nin
ABD emperyalizminin denetimi altında çalışan bu
tür güçler tarafından örgütlendiği ve daha sonra
denetimden çıktığı biliniyor. 1990'ların sonunda
ABD emperyalizmi BOP'un temellerini atarken, Ortadoğu'daki
bu zeminde büyüyen, radikalleşen ve ağırlıklı
olarak El Kaide vb. kontrol dışı örgütlere akan
ezilenlerin büyük gücünün farkındaydı. Irak savaşıyla
birlikte bu dinamiklerle/örgütlerle bir yandan
savaşırken, bir yandan da kontrol altına almanın
da yolunu aradı. IŞİD, bu dinamikleri kontrol
altına alma, dahası BOP'un büyük oyununun bir
parçası haline getirme planının bir bileşenidir.
ABD emperyalizmi, IŞİD eliyle, birincisi, bütün
gerici-faşist islamcı örgütleri, kesimleri, bireyleri
önemli ölçüde toplayarak denetim altına almıştır.
Böylece sistem içi olan ancak merkezkaç özellikler
taşıyan El Kaide vb. tüm "radikal islamcı"
örgütlerin gücü zayıflatılmıştır. İkinci olarak
sadece bu örgütler değil; bölgemizdeki ve dahası
tüm müslüman ülkelerdeki ezilmişlik, dışlanmışlık
duyguları/bilinci, bunun batı emperyalizminden
kaynaklandığına dair ilksel fikirler ve radikal
arayışlar muazzam ölçülerdeki profesyonel propaganda
aygıtları yoluyla IŞİD'e yönlendirilmektedir.
Bu yoldan, büyük toplumsal mücadele dinamiklerinin
de çarpıtılması, yozlaştırılması, emperyalist
politikaların sopası haline dönüştürülmesi sağlanmaktadır.
Ezici bir çoğunluğu Ortadoğunun ezilen halk kesimlerinden
toplanan insanlarla, muazzam büyüklükte bir vahşet
örgütlenmesi yaratılmıştır. ABD emperyalizmi Üçüncü
olarak, İŞİD eliyle bölgede tüm rejimlere yönelik
büyük hamleler yapma, onları istikrarsızlaştırma,
yok etme vb. türden saldırılar geliştirme, giderek
onları istediği gibi yönlendirme imkanına kavuşmuştur.
Dördüncü olarak, başta devrimci, demokratik güçler
olmak üzere tüm muhalif güçlere yönelik ezme ve
sindirme saldırıları geliştirmek için dehşet verici
bir araca sahip olmuştur. Beşinci ve çok önemli
bir nokta, IŞİD eliyle dünya çapında yapılan saldırılarla
medeniyetler çatışması teorisinin adeta pratikleştirilmesidir.
"Vahşi, barbar İslam ve müslüman medeniyeti"
söylencesi adeta pratik karşılığına IŞİD ile kavuşmuştur.
ABD emperyalizmi IŞİD'e karşı savaşın yegane gücünün
kendisi olduğu iddiasıyla sahneye çıkarak tüm
batılı emperyalist güçleri arkasında saflaştırmaya
çalışmaktadır. Ve bu yolda epeyce mesafe almıştır.
IŞİD eliyle başta ABD ile arası her zaman biraz
limoni olan Fransa olmak üzere batı Avrupa emperyalistlerinin
başkentlerine değin uzanan büyük katliamların
gerçekleştirilmesinin ardından, ABD, IŞİD'e saldırılar
yönelterek büyük koruyucu olarak sahneye çıkmaktadır.
Bütün anket ve araştırmalar gösteriyor ki, batı
Avrupa halkları IŞİD'e karşı koruyucu kalkan olarak
ABD'yi görmekte ve desteklemektedir. AB emperyalistleri
isteselerde istemeselerde çaresizce ABD emperyalizminin
arkasına dizilmekte ve saf tutmaktalar. IŞİD,
bütün bu özellikleriyle ABD emperyalizminin yarattığı
ve tarihin belki de en büyük komplo örgütüdür
diyebiliriz. Hemen belirtelim, IŞİD şu anda bu
süreçde önemli bir rol oynamasına karşın, belli
bir süre sonra tasfiye edilebilir. Fakat, farklı
biçim ve hareket tarzları temelinde IŞİD'in yerini
alacak vahşet örgütlerinin kuluçkada beklediğine,
bunun için muazzam bir zeminin olduğuna, sırası
geldiğinde bunların devreye gireceğine kesinlikle
emin olmalıyız. Sadece barbar çete örgütleri yoluyla
değil, ülkelere yönelik saldırılar yoluyla da
emperyalist savaş ve yıkımın bölgemizde daha bir
süre (devrimci alternatiflerin ortaya çıkışına
değin) hükmünü yürüteceğini belirtmek gerekiyor.
Böylece 1990'ların sonunda, ABD
emperyalizminin Ortadoğu'ya dönük en son saldırı
macerasının ismi olan BOP, bugün 2017 başı itibariyle
neredeyse tüm emperyalist devletlerin şu veya
bu düzeyde dahil olduğu, bölgesel devletlerin
tümünün katıldığı, gerici iç savaşların ve boğazlaşmaların
neredeyse tüm ülkelere yayıldığı, IŞİD eliyle
bu savaşın küresel boyutlar kazandığı, medeniyetler
çatışması tuzağının ideolojik ve pratik olarak
somut bir olguya dönüştüğü, bir kaos ve yıkım
projesine (KYP) dönüşmüştür. Bölgede tüm sınırlar
artık yapaylaşmış erimektedir. Devletler ve savaşan
örgütler, hatta halklar açısından kaos ve vahşette
sınır tanımayan bir yaşam tarzı, olağan yaşam
biçimine dönüşmeye başlamıştır. On milyonlarca
insan ya ülke içi, yada sınır aşan mülteci konumundadır.
İddialı ve büyük güçler oluşturan tüm örgütlenmeler
artık iki yada daha fazla devletde örgütlü ve
bölgesel çapta faaliyet/savaş yürüten örgütlere
dönüşmüş durumda. Tüm devletler şu veya bu ölçüde
sınır aşan savaşlar yürütmekte, iç savaşlarla
boğuşmakta veya bunun eşiğindedirler. Bölgemiz
Ortadoğu'nun yakın geleceği bu zemin üzerinden
biçimlenecektir.
- AKP: Durursan Düşersin! Zayıfsan
Güçlenmek İçin Hamle Yap!
Peki bu noktaya değin gerilemiş,
kuruluşuna temel oluşturan Ilımlı İslam planlarının
üstü çizilmiş, elinde 15 temmuz darbesi sonrası
yarattığı şişirilmiş bir darbe edebiyatı ve OHAL'le
yarattığı dehşet bir faşist terör kalan Tayyip
ve AKP'nin, bu koşullar altında yaptığı referandum
hamlesinin anlamı/hedefi nedir? AKP'nin başkanlık
hedefi daha 2010'ların başında çok açık biçimde
belli olmasına rağmen, daha avantajlı olduğu geçmiş
yıllarda referandum neden yapılmadı? Neden şimdi?
Neden daha önce yapılmadığı sorusunun
yanıtı aslında yukarıda ortaya konulan tabloda
bulunuyor. AKP 2011 başlarında önüne koyduğu bir
dizi hedefe ulaşarak, bütün toplumsal direnç noktalarını
kırıp, başta Yeni-Osmlanlı hayali olmak üzere
bir dizi büyük başarı öyküsü üzerinden büyük bir
halk desteğini arkasına alıp, başkanlık rejimini
tartışmasız bir üstünlükle kurmayı hedefliyordu.
Başkanlık hedefini aslında daha
2007'de, Cumhurbaşkanının seçim yoluyla iş başına
gelmesi için yapılan anayasa değişikliği refarandumuyla
usulca yokladı. Durum tespiti yapmaya çalıştı.
Daha cumhurbaşkanının halk oylamasıyla seçilmesi
uygulaması dahi başlamadan bir de başkanlığın
gündeme getirilmesi çok makul olmayabilirdi. Cumhurbaşkanı
seçilerek ilk adımın atılması gerekiyordu. Fakat
2014'deki ilk cumhurbaşkanlığı seçimini, ancak
yüzde 51.7 gibi kritik bir oyla kazanabildi. Demek
ki, daha çok çalışması gerekiyordu. Başkanlık
için yukarıda sıraladığımız hedeflere, en azından
bir kısmına ulaşarak garanti bir referandum yapılmasını
sağlamalıydı. Ancak atılan her adımda hayaller
ve başarı öyküleri bir bir fiyaskoya dönüşmeye
başladı. Fetullahla çatışması büyüdü, partiyi
ve devleti çatlatı, Gezi ve 6-8 Ekim isyanları
toplumsal direnç noktalarının kırılamadığını,
tersine büyüme eğilimi içinde olduğunu, büyük
ve militan bir halk hareketi yarattığını gösterdi.
Ortadoğu'da ağbilik yapmaya soyunduğu Tunus ve
Mısır düştü, "düştü düşecek" dediği
Kobane/Rojava ve Suriye rejimleri ise ayağa kalktı.
"Barış süreci" piyesi yarıda kalıp,
iflas etti. Ardarda gelen bu ve benzeri kırılmalar,
AKP ve Tayyip'in başkanlık ve diğer devletleşme
çabalarını her seferinde ertelemesine/akamete
uğramasına neden oldu.
Tayyip ve AKP'nin bu çöküş sürecine
verdiği ilk kritik önemdeki yanıt, 2014 Ekiminde
TC kontrgerillasının milliyetçi kanadıyla ittifaka
girmesi ve başta Kürt ulusal özgürlük hareketi
olmak üzere tüm muhalif güçlere karşı kapsamlı
bir savaş hazırlığına girişmesiydi. Belki de tek
ortak noktaları buydu. Daha önce, Tayyip'i devirmek
için birkaç darbe planı yapmış olan ve hepsi Amerikanın
kırmızı kartıyla akamete uğramış olan (ABD emperyalizmi
2008'lere kadar kontrgerillanın yaptığı darbe
planlarını Ilımlı İslam planı çerçevesinde Tayyip'e
verdiği destek nedeniyle sürekli biçimde ret etti.
Ardından da Balyoz ve Ergenekon operasyonlarıyla
kontrgerillanın bu kesimine ağır darbeler vurulmasını
sağladı) kontrgerillanın milliyetçi faşist takımı
bu ittifak yoluyla Ergenekon ve Balyozcuları kurtardığı
gibi, kontrgerilla içindeki gücünü de önemli ölçüde
büyütme fırsatı yakalamış oldu. Tayyip'de iktidarını
sürdürmek için güçlü bir ittifak yaratmış oluyordu.
Bu ittifakın düşmanlar ittifakı olduğu açıktır.
Yine de Tayyip kontrgerillanın milliyetçi kanadıyla
yaptığı ittifak sayesinde iç cepheyi kısmen de
olsa sağlamlaştırabildi. 7 Haziran'da seçim sandığını
tekmeleyebilmesini ve ardından Kürdistan'da savaşı
başlatabilmesini mümkün kılan bu ittifaktı.
15 Temmuz darbe girişimi, AKP ve
Tayyip için artık bir dönemin sonu anlamına geliyordu.
Darbeyi savuşturabilmesi esas olarak TC kontrgerillasının
milliyetçi kanadıyla yaptığı ittifak sayesinde
mümkün olmuştu. Fakat artık oyunu 15 Temmuz öncesinde
olduğu gibi oynaması mümkün değildi. Ortaya çıkan
manzara, Yenikapı tiyatrosundan, OHAL'le girişilen
savaşa kadar hiçbir biçimde Tayyip ve AKP'yi kısa
ve orta vadede kurtarmaya yetemezdi. AKP ve Tayyip,
devleti bütünen ele geçirmeye ve bu temelde yeniden
inşa etmeye girişen her güç gibi, durursa, hele
hele geri adım atarsa düşeceğini biliyordu. Yani
duramaz, geri adım atamaz...
Ve yine tüm mücadelelerin gösterdiği
bir gerçeği de biliyordu; zayıf düşen bir güç,
büyük hedefleri için büyük bir çıkış/hamle yapmadan
ayağa kalkamaz.
AKP ve Tayyip, OHAL yönetimiyle
yakaladığı tüm muhalif güçleri ezme ve ülkeyi
dilediği gibi yönetme imkanını ve bunun yarattığı
toplumsal muhalefetteki sinmeyi, başkanlık rejimi
için bir sıçrama noktası yapmak istiyor. Kazanması
durumunda sağladığı sandık desteğini kapsamlı
bir toparlanma çalışmasının dayanağına dönüştürmek
istiyor. Tüm iktidar gücünü kendisinde toplayarak
ve devleti bu temelde tümüyle kendi eliyle düzenleyerek,
BOP'un Ilımlı İslam ayağının kendisine ihale edildiği
2002'den bugüne değin zorunlu olarak sürdürdüğü
ittifak ilişkilerinin tehlikelerini bertaraf edeceğini
de umuyor. Son 6 yıl içinde sık sık sandığa gidilmesinin
temel nedenlerinden biri de budur. Tayyip, ittifak
ilişkilerinin her kırılışında ve toplumsal muhalefetin
yükselme eğilimine girişinde, devlet içindeki
otoritesini güçlendirme, genel olarak gücünü toparlama
ve yeni ittifak ilişkilerini kurma işini birazda
sandığa gitme yoluyla sağlıyor. Başkanlık, ona,
güç paylaşımına gerekmeyeceği sınırsız olanakların
yolu olarak görünüyor. Bu yolla önümüzdeki dönemde
yaşanacak tüm kırılmalara karşın, devletleşme
yolunda diğer adımları atarak ve yaşadığı badireyi
atlatarak "ebedi" hükümranlığını kurmak
istiyor. TC devletine hükmeden güçler arasında
özellikle son 10 yılda olağanüstü düzeylerde genişlemiş
ve derinleşmiş olan hegemonya krizine ve paylaşım
mücadelelerine kendi hegemonyasını kesin biçimde
kurarak son vermek istiyor. Türkiye kapitalizminin
ve siyasal dinamiklerinin sürekli kriz üreten
yapısının buna izin vermeyeceği açıktır. Yine
de bunun hayali bile Tayyip ve arkasına dizilen
güçlere iyi geliyor. Dahası bu hayale mahkumlar.
Başka bir çıkış yolu bulamıyorlar.
Var güçleriyle yüklenecekler. Dolayısıyla
Türkiye ve Kuzey Kürdistan tüm toplumsal-siyasal
dinamiklerin kaçınılmaz biçimde taraf olacağı
kıran kırana sert ve iç savaşa açık bir mücadelenin
arenası olacaktır.
- Elde Kalan Son Kartın Oynanması:
Kontrgerilla ve MİT'in Uzantısı MHP Devrede
Öte yandan, AKP'nin ciddi kırılmalar
yaşayan örgütü ve toplumsal tabanı, referandumu
yani başkanlık rejimini kazanmak için yeterli
değil. Partinin tabanının yüzde 20'lik kemik kesimi
oldukça azgınlaşmış, daha da kemikleşmiş olmasına
rağmen, geriye kalan yüzde 25-30 civarındaki destekçi
kitle kararsızlaşıyor ve artık eskisi gibi özgüven
sahibi ve rahat değil.
İşte bu koşullarda, elde kalan
son koz, büyük ve en önemli koz olan MHP devreye
sokuldu. Sokuldu diyoruz, çünkü başkanlık rejiminin
en ateşli karşıtı MHP ve başkanı Bahçeli'nin bu
denli büyük bir U dönüşü yaparak başkanlık rejimine
razı olması tam da böyle izah edilebilir. MHP'nin
Yenikapı'da "milli birlik"e katılması,
"devletin bekası", "PKK ile mücadele",
"Feto karşıtlığı" vb. bağlamında anlaşılır
birşeydir. Ancak başkanlık rejiminin kabul edilmesi
durumunda, başkanlık seçimlerini asla kazanamayacak
olan MHP'nin kendisini ebediyete kadar muhalefete
muhkum edecek, kaolisyonlarda ortak olma şansını
bile ortadan kaldıracak başkanlık önerisiyle ortaya
çıkması başka türlü açıklanamaz.
MHP ve Bahçeli, devletin geldiği
yarılma noktasında AKP'nin başkanlık konusunda
zorlamasıyla/direktifiyle, görde inanma denilebilecek
tarzda U dönüşü yapmak zorunda kalmıştır. Memur
Bahçeli devreye sokulmuştur. Bu U dönüşü aynı
zamanda, MHP'yi önümüzdeki dönemde var oluş, yok
oluş ikilemine/yoluna sürükleyecek sefil bir tornistan
olmuştur.
Bu durum ve AKP'nin bunu yapabilmesi
tümüyle MHP'nin yapısal özellikleriyle ilgilidir.
MHP, TC kontrgerillasının ve MİT'in doğrudan uzantısı
paramiliter faşist bir partidir. Her dönem esas
olarak kontrgerillanın ve özgün bir bileşeni olan
MİT'in denetimi ve yönetimi altında olmuştur.
MHP genel başkanı Devlet Bahçeli, 12 Eylül darbesi
sonrasında yapılan yargılamasında MİT elemanı
olduğunu ve MHP içindeki faaliyetlerinin MİT bağlantılı
faaliyetler olduğunu, doğrudan kendisi mahkemeye
belgeler sunarak ortaya koymuş bir unsurdur. Yani
MHP'nin başında doğrudan bir MİT ajanı bulunmaktadır.
Hiç kuşkusuz, MHP içindeki MİT faaliyeti ne sıradan
bir ajan faaliyetidir, ne de MİT ajanları Devlet
Bahçeli ve bir miktar başka MİT ajanıyla sınırlıdır.
MHP bütün yapısıyla MİT ve kontrgerilla uzantısı
bir örgütlenmedir. Doğrudan bunlar tarafından
örgütlenmiş, desteklenmiştir. MHP'nin sahip olduğu
ideolojik çizgi ve siyasal atmosfer nedeniyle
MİT ve/veya kontrgerilla elemanı olmak da çok
sıkıntılı bir durum değildir. Tersine, çoğu durumda
devletle bu tür bağlantılar içinde olmak MHP tabanında
bir güç ve itibar göstergesidir. Bu nedenledir
ki, Devlet Bahçeli'nin MİT ajanı olduğu, MHP'nin
daha önceki kimi kongrelerinde gündeme getirilmişse
de, bu durum onun aleyhine olacak bir durum yaratmamıştır.
Kısacası, MHP'nin kısmen açık, kısmen örtülü olarak
MİT ve kontrgerilla tarafından (ve tabii ki CIA
tarafından da) yönlendirilmesi, yönetilmesi bilinen
durumdur.
Bu imkanı, AKP ve Tayyip önemli
ölçüde kontrol edebildiği MİT yoluyla tepe tepe
kullanmaktadır. MİT, MHP'yi başkanlık sistemine
"ikna" etmiş, daha da ötesi bu meseleyi
doğrudan onun eliyle gündemleştirmiştir.
Öte yandan, MHP sadece MİT'in uzantısı
değildir. Aynı zamanda Türkiye oligarşisinin de
dahil olduğu ve ordunun en kritik kuvveti Özel
Kuvvetlerin askeri çekirdeğini oluşturduğu, hatta
MİT'in bir biçimde dahil olduğu çok daha büyük
ve yaygın TC kontrgerillasının da uzantısıdır.
Ve TC kontrgerillası hala ulusalcı-batıcı faşist
karakterdedir. Ergenakon ve Balyoz operasyonlarıyla
güç kaybetmesine rağmen, hala devletin en önemli
belirleyici unsuru konumundadır. (15 Temmuz darbesi
sırasında özel kuvvetlerdeki Fetocu unsurların
tasfiyesiyle birlikte milliyetçi ve batıcı güçlerin
kontrgerilla içindeki güçleri eskiye nazaran çok
daha büyümüştür. Daha doğrusu, deyim yerindeyse
kontrgerilla da meydan onlara kalmıştır.) Ve TC
kontrgerillası, Fetullahçılarla AKP'nin savaşının
kızışmasının, Gezi ve 6-8 Ekim isyanlarının patlamasının
ardından, 2014'de AKP'yle, adeta düşman kardeşler
olarak yeniden ittifak yapmasına ve 15 Temmuz
darbesinde AKP'yi yokoluştan kurtarmasına karşın,
AKP'nin devleti tümüyle ele geçirmesine, devletleşmesine
karşıdır. En azından ciddi itirazları bulunmaktadır.
Kontrgerilla bir yandan, AKP'yle ittifakın devamını
isterken, diğer yandan iplerin önemli ölçüde AKP'nin
eline geçmesini sağlayacak başkanlık sistemini
keskinlikle ret ediyor. TC kontrgerillasının küçük
ama etkili uzantısı Aydınlık gazetesinin "Milli
Seferberliğe devam, başkanlığa hayır" çağrısı
bu tutumun açık ifadesidir.
Ve Devlet Bahçeli faşistinin AKP'nin
zorlamasıyla başkanlık meselesini yeniden gündemleştirmesi
ve referanduma vardırmasının ardından, MHP'de
yaşanan büyük yarılma, MHP milletvekillerinin
neredeyse yarısının referandum oylamalarında ya
hayır ve çekimser oy vermeleri yada oylamaya katılmamaları,
ardından MHP'de yaşanan irili ufaklı istifalar,
önemli faşist çete başlarından ard arda gelen
"hayır" oyu verilmesi çağrıları, MHP'de
kongre isteyen tüm faşist yöneticilerin "hayır"cı
olması, tümüyle TC kontrgerillasının karşı müdahalesi
olarak okunmalıdır. (2016'nın baharından bu yana
Bahçeli'yi devirerek, Meral Akşener veya başka
bir muhalifi başkan yapmak için yaşanan kongre
savaşları da esas olarak bu çatışmanın geride
kalan parçasıdır.)
Tayyip bütün bunları, yani kontrgerillanın
bu değerli mücehveri MHP'yi çatlatıp, parçalayacağını
bilmesine rağmen Devlet Bahçeli'yi zorlamıştır.
Dahası bunu özel olarak istemektedir. Yani Tayyip,
yine bir taşla birkaç kuş vurmak istemektedir.
Niyet sadece MHP'nin desteğiyle
referandumu kazanmak değildir. Daha da ötesi var.
MHP'yi, en azından büyük bir bölümünü AKP içinde
eritmek istemektedir. MHP'nin siyasal duruşu ile
AKP'nin duruşu arasında en azından mevcut konjonktürde
neredeyse hiç bir farkı bulunmamaktadır. "MHP'nin
kendisi değilse de, fikri iktidarda" belirlemesi
boşuna değildir. Daha da ötesi, MHP'ye yağlı iktidar
nimetleri sunulduğu da açıkça dillendirilmektedir.
Bakanlıklar, devlet içinde büyük kadro kontejanları
sunulduğu artık sır değil. Tabii ki, burjuva siyasetinde
adet olduğu üzere, büyük parasal rüşvetlerde muhtemelen
buna eşlik etmiştir. Bu noktada, hedef, MHP içindeki
AKP ile Kontrgerilla arasındaki güç savaşında
MHP'nin bölünmesi durumunda, MHP'nin referandumda
destek veren kesimlerinin kısa-orta vadede AKP'ye
katılması yoluyla zayıflayan AKP'nin tahkim edilmesidir.
AKP kitlesi ile MHP kitlesi arasında siyasal akrabalık
ve geçişkenlik ve verilecek bakanlıklar, devlet
kadroları vb. bu süreci, özellikle referandumunda
evet oyu çıkması durumunda oldukça kolaylaştıracaktır.
Buna halen devlet içinde yuvalanmış olan yüzbinlerce
MHP'li memur, asker ve polis gücü ise çok daha
kolay biçimde razı olacaktır. AKP ve Tayyip, MHP'yi
eritme, parçalama ve oldukça yağlı bir parçayı
yutma yoluyla kendine MHP aşısı yapmak istiyor.
Böylece yüzde 50 sınırlarına takılıp kalmış toplumsal
desteğini kesin biçimde yüzde 50'nin üzerine taşımak,
hatta yüzde 60'lara ulaştırmak istemektedir.
Geriye kalacak MHP, küçülmüş ve
etkisi oldukça azalmış olarak kontrgerillayla
yoluna devam edebilir. MHP herşeye rağmen parçalanmaz
ve Devlet Bahçeli bir biçimde partideki kontrolünü
sürdürebilirse, ki referandumda evet çıkması durumunda
ve MHP'ye vaadedilen yağlı kemiklerin verilmesi
halinde, bu olasılıkta söz konusudur, MHP esasen
yine de özgün kimliğini tümüyle yitirerek, AKP'nin
doğrudan uzantısı haline gelecektir. Ki bu olasılıkta,
AKP ve Tayyip için başlı başına önemli bir başarı
anlamına gelir. Yanı sıra, TC kontrgerillası oldukça
önemli bir bileşenini kaybeder ve AKP karşısında
bir büyük mücadeleyi daha kaybetmiş ve zayıflamış
olur.
AKP ve Tayyip'in MHP hamlesinin
özü budur.
- Güçlü ve Zayıf Yanlarıyla AKP
ve Sistem
Çok açık ki, AKP ve Tayyip, daha
ötesinde bir bütün olarak Türkiye kapitalist sistemi
tarihinin en karmaşık ve en zayıf dönemlerinden
birinden geçiyor. Ancak toplumsal yapının bütün
unsurlarının büyük bir altüst oluş yaşadığı böylesi
bir süreci analiz ederken basitçe zayıf veya güçlü
tespitleri yapmak her zaman doğru ve/veya verimli
tespitler üretmez. Zayıf olduğu tespitini yapalım
ama hala şu veya bu düzeyde büyük bir gücü kontrol
eden, bunlarla iç içe geçmiş olan bir olgunun
(AKP ve Tayyip) hala güçlü olduğu yanları da görmek
gerekir.
Peki nedir bu güçlü ve zayıf yanlar?
Bir kısmı tekrar olacak ama bütünlüklü açısından
en temel olanları ifade edelim. AKP'nin güçlü
ve zayıf yanları üzerinden aslında ülkedeki toplumsal
ve politik tabloyu da ana hatlarıyla ifade etmek
mümkün olacak.
- AKP ve Tayyip'in Nesi Güçlü?
İttifaklar kurup bozmada ustalaşma...
Güçlü; özellikle de yeni ittifaklar
kurmaya açık olmada, bu yönlü esnek politikalar
geliştirmede ve başarmada oldukça güçlü. (Bu esneklikte,
AKP'nin daha kuruluşunda farklı faşist eğilimlere
sahip kesimlerin bir ittifak/koalisyon partisi
olarak kurulmasının ve bu noktada kazanılan deneyiminde
payı hiç kuşkusuz büyük.) 2013'e değin liberallere,
hatta sol liberallere değin uzanan geniş bir kesimle
değişik düzeylerde ittifaklar kurmayı başardı.
HAS partiden, DP'ye, Saadet Partisine ve MHP'ye
kadar tüm gerici-faşist partilerden değişik unsurları
ve kesimleri yine bu esnek ittifak politikası
ve elindeki gücün yardımıyla bünyesine katabildi.
Daha da önemlisi, Fettullahçılarla
olan ittifakının yıkıldığı ve çatışmanın kritik
bir noktaya geldiği 2014'de, TC kontrgerillasına
hala egemen olan ulusalcı faşist kanatla Feto
ve Kürt ulusal özgürlük hareketine ve toplumsal
muhalefetin diğer kesimlerine karşı mücadele temelinde
uzlaştı. Bu uzlaşmayla, Ergenkoncuları ve Balyozcuları
serbest bırakıp, onları yeniden iktidar denkleminde
güçlü kılan, ama kendisinin de hem içeride, hem
de dışarıda yaşadığı "değerli yanlızlığı"
en azından içeride bir süreliğine aşmasını sağlayan
yeni bir iktidar ittifakı biçimlendirebildi. Kontrgerillayla
yapılan ittifak sadece askeri alanı kapsamıyor,
kontrgerillanın sermaye kanadını da içeriyor.
AKP, oligarşinin geleneksel kesimlerini uyguladığı
baskıyla ve "devletin bekası"nın tehlikede
olduğu ve birlikte hareket etmek gerektiği konusunda
ikna ederek önemli ölçüde frenledi ve kısmen yanına
aldı. (TÜSİAD'ın başını çektiği bu kesimler esas
olarak TC kontrgerillasının yada "derin devlet"inin
en temel bileşenlerinden biridir.) Dahası, onların
sistem içi alternatif bir siyasal parti/hareket
üretmesini başta baskı olmak üzere her yoldan
şimdilik engelleyebiliyor. Düşman kardeşler yeniden
müttefik oldu. MHP örneğinde olduğu gibi, bu ittifak
oldukça çatışmalı bir ittifaktır. (İlerde bu ittifak
başarısının, aynı zamanda onun en zayıf yanlarından
biri olduğunu gerçeğine de biraz daha ayrıntılı
olarak gireceğiz.) Yine de, bu ittifak 15 Temmuz
darbesinde onu yok oluştan kurtardığı gibi, hala
iktidarını sürdürmesinde en önemli dayanak noktalarından
biri durumunda. Tüm çatışmalı noktalara karşın,
Türk kontrgerillasının AKP'ye, AKP'nin de onlara
ihtiyacı devam ediyor.
Taktik ustalık ve burjuva siyaset
alanını domine etme...
Güçlü; çünkü Tayyip ve AKP hala
burjuva siyaset alanını domine ediyor, siyaseti
belirlemeyi sürdürüyor. 15 Temmuz darbesi sonrasında
MHP ve CHP dahil tüm burjuva partilerini Yenikapı
alanındaki "milli birlik" tiyatrosuna
dahil etmeyi, onların bağımsız politika yürütmesini
engellemeyi başardı. MHP'yi, TC kontrgerillasının
egemen unsuru ulusalcı faşistlere rağmen tümüyle
kendi politikalarına entegre edebildi. CHP'yi
ise devletin bekasını koruma safsatası temelinde
tüm temel politikalarına/suçlarına (HDP'lilerin
dokunulmazlığının kaldırılması, Ortadoğu'da savaş
ve işgal politikalarına yönelik kararlar, Kürt
özgürlük hareketine yönelik saldırılar vb.) ortak
yaptı. Böylece MHP'yle açık, CHP'yle daha örtük
ve sınırlı ama temel konuları içeren bir tür koalisyon
yaratmayı başardı.
Hükmetmenin ideolojik, psikolojik
aygıtlarını (medyayı) ele geçirme ve yetkinleşme...
Güçlü; çünkü kısmen uzlaşma, ama
esas olarak baskı ve terörle de olsa, AKP ve Tayyip,
tüm sistem içi iletişim/basın/medya alanına hakim
durumda. Hitlerin Göbbels'inden öğrendiklerinden,
ona taş çıkaracak ölçüde geliştirdikleri, yetkinleştirdikleri
bir yalan üretme ve yayma ve kitle manipülasyonu
sistemi kurmuş durumdalar. Binleri bulan yerel
ve ulusal çapta gazeteler, radyolar, TV kanalları
ve yayınevleri, onbinleri bulan maaşlı sosyal
medya trolleri vb. ile devasa bir medya mekanizması
söylemde dahi olsa herhangi bir tutarlılık gösterme
zahmetine girmeden, artık tümüyle bir yalana dayalı
bir söylem temelinde geniş kitleleri zehirliyor.
Muazzam bir ideolojik hegamonya oluşturuyor. Muhalif
medya ise tümüyle ağır bir baskı altında altına
alınmış durumda.
Paramiliterleşen ve siyasal pratik
olarak IŞİD'leşen AKP ve iç savaşa hazırlıkta
büyük ilerleme...
Güçlü; çünkü Tayyip ve AKP arkasındaki
yüzde 20'leri aşan bir kemik kitleyi özellikle
son 4 yılda sıkı biçimde konsolide etti, sağlamlaştırdı.
Ve bu sağlamlaştırma, kemikleştirme politikası
esas olarak bir yanıyla bu kesimlerin paramiliter
temelde yeniden örgütlenmesiyle birlikte yürütüldü.
Böylece bir kısmı açıktan yarı-askeri, bir kısmı
ise tipik kontrgerilla örgütlemesi benzeri daha
örtük büyük bir askerileşmiş örgütler ağı oluşturdu.
Lümpen proletaryanın önemli bir bölümünü bunlara
kattı. Osmanlı Ocakları, SADAT, bunlara eklemlenen
Alperenler, Ülkü Ocaklarının bir bölümü, başta
Sedat Peker kuduzu olmak üzere mafya cenahı, silahlı
faaliyeti olan tüm din tüccarı gruplar, daha da
önemlisi yaygın biçimde silahlanmış geniş bir
Parti kitlesi ve örgütlenmesi yaratıldı. Bu, aynı
zamanda bir iç savaşa hazırlık sürecidir. Bu anlamda,
AKP'nin kemik kitle tabanı kelimenin gerçek anlamıyla
IŞİD'leştirildi. Son bir yılda Türkiye'de IŞİD'e
sempati duyanların oranının yüzde 8'lerden, yüzde
20'lere fırlaması ve bu "sempatizanların"
doğal olarak AKP kitlesi olması, AKP'nin çekirdeğinin
ideolojik ve politik olarak İŞİD'leşmesi gerçeğini
apaçık ortaya koyuyor. Pratik olarak da, bunu
15 Temmuz darbe girişimi sırasında, yakalanan
asker ve subayların bir bölümünün boğazının kesilerek,
bir bölümünün bina ve köprülerden atılarak, bir
bölümünün yakılarak yada işkenceyle öldürülmesinde
de apaçık gördük. Bir gün öncesinde, övgülerle
yere göğe sığdırılamayan Ordu ve askerlerin darbe
günü yaşattıkları ve yaşadıkları saldırganlık
ve vahşet her iki kesiminde bırakalım tescilli
muhalif kesimleri, daha düne kadar yol arkadaşlığı
yaptıkları, ideolojik olarak neredeyse aynı oldukları
kesimlere bile ne denli büyük bir vahşi faşist
terör uygulama potansiyeline sahip olduklarını
gösteriyor. Özyönetim direnişlerinin yaşandığı
Kürt kentlerinde yaşanan yaralıları bodrumlarda
yakmalar, sivil öldürmeleri vb. ise vahşet ve
katliamda ne denli sınır tanımaz bir yapıya dönüştüklerini
ortaya koyuyor. IŞİD pratiği aslında Türkiye ve
Kürdistan için yeni sayılmaz. Dersim katliamı,
1950'lerdeki Rumlara yönelik 6-7 Eylül katliamı,
Maraş, Çorum katliamları, daha yakın tarihlerde
Sivas katliamı, Roboski katliamı, 90'lı yıllarda
15 bine yakın faili meçhul (belli) cinayet, 3000
köyün yakılması, vahşi ve sistematik işkenceler
vb. IŞİD barbarlığının TC versiyonları olarak
tarihe yazılmıştır. Belki bugün yeni olan, bu
katliam ve barbarlığın IŞİD pratiğinde oldukça
görünür hale gelmesi ve daha da vahimi açıkça
savunulur ve övünülür bir durum olarak sunulmasıdır.
AKP paramiliterleri artık IŞİD'in vahşet pratiğine
gösterdikleri sempati ve savunuyla, vahşet politikalarını
tarihte ilk kez ideolojik olarak kabul edilebir,
gerekli ve açıkça savunalabilir hale getirmişlerdir.
Ancak AKP'nin oluşturduğu paramiliter
örgütlenme ağı salt kendi kemik kitlesine dayanmıyor.
Polis örgütüde önemli ölçüde AKP'nin doğrudan
savaş aygıtı olarak dizayn ediliyor. 15 Temmuz
darbesinde sokağa çıkan halk diye lanse edilenlerin
önemli bir bölümünün sivil polis olması ve AKP'li
kitleyi yönlendiren, koruyan ve saldırtanların
yine bu polisler olması bu gerçeği bütün çıplaklığıyla
ortaya koyuyor. Aynı zamanda, MİT'in denetiminde
olan IŞİD kesimlerinden, El Nusra, Ahrar u Şam,
Abdurahman Zengi, Sultan Murat Tugayları, vb.
gibi Ortadoğu'da faaliyet gösteren çeşitli dinci
tüccarı faşist örgütlenmelerde şu veya bu düzeyde
AKP'nin oluşturduğu kemik paramiliter yapının
birer parçası haline getirilmiştir. IŞİD'in vb.
bu türden faşist çetelerin saldırılarının neredeyse
tümüne yakınının devrimci, demokratik güçlere
yönelmesi bu gerçeği en yalın biçimiyle ortaya
koyuyor.
AKP ve Tayyip bütün bu yollardan
gerici iç savaşda dahil her araçla iktidarını
koruma ve muhalefeti ezmeye dönük dev bir savaş
mekanizması yaratmıştır. AKP artık bildik bir
burjuva siyasi parti olma sınırlarını çoktan aşmış,
çekirdek kitle tabanını paramiliter faşist çetelere
dönüşmüş insanların oluşturduğu, yarı-askeri bir
örgüte dönüşmüştür. Bu büyük faşist çete aygıtı
son 2 yıldır küçük ama etkili adımlarla çalışmaktadır.
Bu baskı aygıtı yaygınlığı nedeniyle sadece örgütlü
muhalefete değil, her hangi bir konuda AKP'ye
muhalif tutum alan her insana karşı şiddetin de
hemen devreye girdiği genel bir sindirme politikası
yürütüyor. Bu noktada, AKP'nin sandığa, seçimlere,
referanduma bel bağladığını, onun bu yoldan iktidardan
uzaklaştırılabileceğini sananlar en hafif ifadeyle
tam bir gaflet uykusundalar.
Kürt ulusal özgürlük hareketinin
zayıflatılması, AKP'nin manevra kabiliyetinin
büyütülmesi...
Güçlü çünkü; Kuzey Kürdistan kentlerinde
yaşanan kent savaşlarında Kürt ulusal özgürlük
hareketinin büyük direnişlere rağmen taktik yenilgi
yaşayarak zayıflaması, AKP'nin manevra kabiliyetini
büyütmüştür. AKP'nin karşısındaki en büyük sistem
dışı halkçı demokratik muhalefet, Kürt ulusal
özgürlük hareketi PKK'dir. Ve AKP ve TC kontrgerillası,
PKK'nin Kuzey Kürdistan kentlerinde oluşturduğu
muazzam etkinliği, 2015-16 yıllarında Kürdistan'ın
yaklaşık 20 kilit kentinde süren hendek ve barikatlar
savaşları sürecinde ciddi ölçüde zayıflatabilmiştir.
Tayyip, hem başkanlık için, hem
de tüm gelecekteki seçimleri kazanmak için ve
daha önemlisi sistemin "beka"sı için,
deyim yerindeyse "rahat yüzü görmek"
için Kürt ulusal özgürlük hareketini ciddi biçimde
geriletmeyi olmazsa olmaz görüyor. Ve şu anda
da, Kuzey Kürdistan kentlerinde kazandığı kanlı
"zafer" üzerinden Hareketi geriletecek
bir hamlenin fırsatlarını arıyor.
Faşist terörle sindirilen toplumsal
muhalefet ve korku ikliminin yaratılması...
Güçlü; çünkü AKP geniş toplumsal
muhalefet güçlerini, polis ve paramiliter güçlerin
yaygın faşist terörü yoluyla önemli ölçüde sindirmiş
ve muazzam bir toplumsal korku iklimi yaratmıştır.
Bu durum, toplumsal muhalefetin
değişik kesimlerine farklı biçimlerde yansımakta
ve ciddi bir saçılma, dağınıklık ve geri çekilme
yaşamasına da neden olmaktadır. Tayyip ve AKP'nin
bu taktik başarısı kendisini güçlü kılan önemli
bir zemin yaratmıştır.
Devrimci öncülük pratiğinin yokluğu
ve reformist solda gerçeklik duygusunun yitirilmesi...
Güçlü; çünkü AKP'nin karşısında
geniş toplumsal kesimlere, muhalefet dinamiklerine
öncülük yapacak bir devrimci (pek çok devrimci
örgüt ve parti olmasına karşın) güç yok, oldukça
cılız pratikler dışında devrimci eylem ve örgüt
yok. Daha doğrusu, devrimci sosyalistler de dahil
olmak üzere hiç bir devrimci güç hali hazırda
öncülük kapasitesine sahip değil. Reformist sol
ise AKP'nin devleti yeniden kurma sürecinde tüm
toplumsal muhalefeti, devrimci güçleri ve sol
kesimleri yok etme yönündeki çabasını ve pratiğini
anlamaktan çok uzak durumda. Reformistler sinik
bir söylem temelinde, Tayyip'in çizdiği sınırları
aşmamaya çalışarak, bildik reformist politika
ve pratikleri, geçmişe nazaran çok daha zayıf/geri
düzeylere çekerek, bu büyük çatışma döneminde
zevahiri kurtarabileceklerini sanıyorlar.
Bu tablo aslında, gerçeklik duygusunun
ve bilincinin devrimci hareket ve reformist solda
farklı biçim ve düzeylerde önemli ölçüde yitirildiğini
de apaçık gösteriyor.
***
Yukarıda özetlediğimiz yukarıdaki
tablo açıkça göstermektedir ki, AKP ve Tayyip'in
güçlü yanları esas olarak ittifak ilişkileri kurmadaki
becerilerinde ve baskı aygıtını çok yönlü olarak
yetkinleştirerek toplumsal muhalefeti ve devrimci
güçleri ciddi ölçüde baskı altına almasında somutlaşıyor.
Buna, ana akım burjuva medyayı baskı ve uzlaşma
yoluyla gönülsüzcede olsa yanına çekmesi, kendi
devasa medyasını, ajitasyon propaganda aygıtın
kurarak kitle manipülasyonunda zirve yapmasını
da eklemek gerekiyor.
Bu tablonun belirleyici unsuru
esas olarak toplumsal muhalefete ve devrimci güçlere
yönelik baskı ve terördür. Yaptığı ittifaklar
da esasen önemli ölçüde bunun sağlayacak temelde
gelişiyor. Baskı ve terör aygıtlarını yetkinleştirmek
en güçlü yanı olan bir iktidar, bu yola ancak
toplumsal yaşamın bütün alanlarında zayıfladığını
fark ettiği için girer. Evet, esasen Tayyip ve
AKP, daha doğrusu bütün TC devlet aygıtı, Türkiye'nin
yeni-sömürge kapitalist toplumsal yapısı her cephede
zayıflamıştır. En zayıf döneminden geçmektedir.
- AKP ve Tayyip Neden En Zor Döneminde?
Yeni ittifaklar kurmada usta, fakat
artık stratejik ittifaklar değil, düşmanlarıyla
taktik ittifaklar kurabiliyor...
En zayıf dönemlerindeler çünkü,
iktidarını ancak düşmanlarının bir bölümüyle,
diğer düşmanlarına karşı kurduğu ittifaklar üzerinden
koruyabiliyor. Bu tür ittifaklar çok sınırlı ölçülerde,
nispi istikrar dönemlerinde de olabilir. Fakat
AKP'nin kurabildiği ittifak ilişkileri artık her
açıdan dar ve bir an için bile kendileri için
güvenilebilir ittifaklar değildir. 2002'de yola
çıkarken, hem uluslararası alanda, hem de ülke
içinde ve Parti kuruluşunda stratejik, nispeten
güvenilir ve uzun vadeli ittifaklar üzerinden
başlangıç yapmışlardı. Aslında hem geçmişte, hem
bugün otoritesini ancak ittifak ilişkileri üzerinden
sağlayabilmesi, AKP ve Tayyip'in stratejik bir
zayıflığına da işaret ediyor. AKP ve Tayyip daha
baştan itibaren devleti yeniden inşa edecek bir
kadroya sahip değildi. Gerekli kadroları hep ittifak
güçlerinden (Fetoculardan, kontrgerillanın milliyetçi
kanadından, kısmen MHP'den) sağlamak zorunda kaldı.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından ordunun,
polisin, yargının ve dış işlerinin kritik kadrolarının
neredeyse yarıya yakınının Fetoculuk suçlamasıyla
tasfiyesi, Tayyip'in devlet olma çabasının altının
kadrolaşma bağlamında ne denli boş olduğunu da
gösteriyor. Bugün Fetocülerden boşalan yeri, 2005'lerden
itibaren yine Tayyip tarafından tasfiye edilen
MHP'liler, Kontrgerillanın milliyetçi kanadı vb.
gibi "güvenilmez" ittifak güçlerine
bağlı yada yakın kadrolar dolduruyor.
Bugün ulusalcı kontrgerilla güçleriyle
girdiği ittifak ilişkisi, düşman güçlerin başka
düşman güçlere karşı taktik ittifakıdır. Devletin
çöküşünü engellemek gibi önemli, fakat bunun dışında
hiçbir amaç birliği taşımayan, geleceği belirsiz
bir ittifak ilişkisidir. Tayyip'in ana ittifakı
olan ve kontrgerillaya hakim durumdaki ulusalcı
faşist kesimler, daha şimdiden Tayyip'in ciddi
bir güç kazanmasının önünü açabilecek başkanlık
sistemine karşı olduklarını açıkça ortaya koymuşlardır.
Bu ayrışma, kontrgerillanın uzantısı
konumundaki MHP'ye de doğrudan yansımış ve MHP
ciddi biçimde çatlamıştır. (MHP, kontrgerilla
ve AKP ilişkilerine, MHP'nin çatlamasının olası
sonuçlarına yukarıda girdiğimiz için tekrar ele
almayacağız.) Türkeş'in oğlu ve MHP'de ayrılarak
şu anda AKP'de yer alan Tuğrul Türkeş'in, Devlet
Bahçeli'nin başkanlık sistemini gündeme getirmesinde
tuzak olasılığını görmesi de bundandır. Eğer böyle
bir tuzak varsa bunu kontrgerillanın hakimi ulusalcı
faşistlerden başkası hazırlamış olamaz. Referandumda
çıkacak sonuç ne olursa olsun AKP'nin 2019'a kadar
iktidarda olacağı hesap edilirse, referandumda
çıkacak bir hayır, ya da çok az farklı bir evet
sonucunda zayıf düşmüş, toplumsal meşruiyeti daha
fazla sorgulanan bir AKP ile ittifakı sürdürmek
ulusalcı faşistlerin daha çok işine gelecektir.
Dahası, AKP ve Tayyip, Fetöcü darbe
girişimini bertaraf etmiş olsa da, ittifak yaptığı
Ergenekoncuların da bir parçası olduğu kontrgerillaya
hakim olan ulusalcı faşistlerin uygun kaos koşullarında
ve üstelik "emir komuta zinciri" içinde
yapacağı bir darbenin her daim olası olduğunu
biliyor. Bu bir AKP paranoyası değildir. Herkes
emin olabilir; Ergenekoncusundan, Balyozcusuna
ve diğer tüm unsurlarına değin, bütün ulusalcı
faşist kontrgerilla ekibi daha şimdiden kendi
darbelerinin hesaplarını yapıyorlar. NATO'cularla,
ABD'yle birlikte... Tayyip'in darbe sonrası atmosfer
içinde bütün büyük kentlerdeki askeri garnizonları
ve üsleri boşalttırıp, birlikleri bu kentlerden
uzaklaştırması, askeri okulları, akademileri kapatması,
ordunun tüm işleyişini bozacak düzenlemler yapması
hep bu korkunun/tehlikenin bertaraf edilmesini
hedefliyor. Daha da önemlisi, darbe sonrası oldukça
zayıflamış olan ordunun Suriye'de işgale gönderilmesi,
Güney Kürdistan'daki PKK'nin kurtarılmış alanları
olan Medya Savunma Alanları'na dönük yeni bir
maceraya hazırlanması bir yanıyla bu savaşlarda
ilan edilen politik ve askeri hedeflerle ilgili
olsa da, bir yanıyla da Ordu'yu büyük kent merkezlerinden
uzaklaştırma ve ilgi odağını iç siyasal sorunlardan
ve olası yakın darbe hazırlıklarından bu savaşlara
yöneltmeyle ilgilidir.
AKP-Ulusalcı faşist kontrgerilla
ittifakına iğreti biçimde eklemlenmiş olan CHP
zaten git-gel dalgalarıyla hareket ediyor, "devletin
bekası" meselesi gibi çok genel ve temel
bir mesele dışında AKP ilie ortak bir paydası
bulunmuyor. Ve kesin biçimde başkanlığa karşı,
AKP'nin karşısında.
Oligarşinin belirleyici gücü ve
kontrgerillanın bir uzantısı olan (TÜSİAD'da toplaşmış
olan) sermaye kesimlerinin AKP'nin ekonomik baskıları
ve sistemin bekası tehlikesi nedeniyle, AKP ile
girdiği uzlaşma/ittifak ilişkisi de esas olarak
geçici ve her an tersine dönebilecek bir ilişkidir.
Kontrgerillaya hakim olan ulusalcı faşist kanat
ile Oligarşinin hakim gücü olan geleneksel sermaye
kesimlerinin kimi konularda özgün ayrışmaları
olsa da, esas olarak AKP karşısında aynı düzlemde
durdukları/durmaya çalıştıkları söylenebilir.
Dolayısıyla, bu kesimlerin de AKP karşısında fırsat
kolladıklarını söyleyebiliriz.
Kısacası, AKP hala devletin çekirdeğini
oluşturan kontrgerillaya hakim değildir. Kontrgerillaya
ağırlıklı olarak hakim olan ulusalcı faşist kanattır.
Kontrgerillanın içindeki Fetöcü kesimlerin darbe
sonrası temizlenmesiyle, bu kesimler nisbi olarak
güçlerini büyütmüştür. Tayyip, düşmanı olan bu
kontrgerilla gücüyle ittifak yaparken, onun gücünü
zayıflatmak içinde Orduya dönük hamleler yapıyor.
Fakat bu hamleler henüz ulusalcı faşistlerin kontrgerillaya
hakim olduğu gerçeğini değiştirmemiştir. Ve kontrgerillaya
hakim olamayan hiç bir Parti yada gücün sağlam
bir iktidar temeline sahip olması mümkün değildir.
Sonuç olarak; bir araya gelip ittifak yapan düşmanlar
(AKP ve ulusalcı faşistler) her an birbirlerine
nihai düşürücü darbeyi vurmak için fırsat kolluyor.
Bu manzara, yeni-sömürge Türkiye
kapitalist sisteminin ve devletinin egemen iradesinin
önemli parçalandığını, devletin ve sistemin bir
biçimde sürdürülmesi ("beka"nın sağlanması)
dışında her alanda çatışmalı olduğunu gösteriyor.
Bu sıradan bir çatışmalı durum değil, her an bir
gerici iç savaşda dahil, her yöne savurulabilecek
bir çatışma dinamiğidir.
Trump ve Putin'in ayaklarına kapanarak
rol dilenen, yerlerde sürünen, iflas etmiş dış
politika...
En zayıf dönemlerindeler çünkü,
AKP ve Tayyip'in ve doğal olarak TC devletinin
tüm dış politikası dağılmış durumda. Tayyip'in,
güçlü yanlarını sıralarken dış politika alanına
hiç girilmedi. Çünkü TC'nin ve Tayyip'in dış politika
alanında tek bir güçlü yanı, artısı bulunmuyor.
Tayyip, 2011'den sonra yeni-Osmanlı
imparatorluğunu kurma hayallerini üzerine bina
ettiği tüm kağıttan kuleler bir bir yıkılırken,
bir anda kendini tüm dünya ile düşmanlaşmış, tek
bir müttefiki kalmamış durumda buldu. Dış politika
sadece uluslararası ilişkiler politikası değildir.
Hele ki, tümüyle emperyalizme bağımlı yeni-sömürge
bir ülke için, Türkiye için hiç değildir. Yeni-sömürgeyi
yöneten bir güç olarak, emperyalistlerin desteğini
almadığınızda çöküşünüz kaçınılmazdır. Hele ki,
onlarla düşmanlaşmaya başladığınızda artık yolun
sonuna gelinmiş demektir. Bu nedenle, dış politika
denilen şey, aynı zamanda iç politikadır. Tayyip
ve AKP'nin durum tam da budur. Dış ilişkilerini
hayaller üzerine kuran Tayyip, 2016 itibariyle
esas olarak yolun sonuna gelmiştir. 15 Temmuz
darbesini gerçekleştiren güçlerin bu gerçeği gördükleri,
hatta ABD emperyalizminin belli kesimlerinden
kısmi destek aldıkları da açıktır.
AKP'nin devleti yeniden kurma,
devlet olma projesinin en temel unsurlarından
biri dış politikaydı. Özellikle de Ortadoğu politikasıydı.
Zaten kendisi de varlığını, batılı emperyalistlerin
Ortadoğu politikalarına, BOP'a borçluydu.
BOP'un sınırlarını aşmaya çalıştığı
noktada, dış politikanın sadece Ortadoğu ile sınırlı
kalmayan dağılması adeta sökün etti. Mısır ve
Tunus'da abilik yaptığı partilerin iktidarı kaybetmesi,
İsrail'e yaptığı yalandan kabadayılığın sökmemesi,
Suriye politikasının tam anlamıyla iflasa uğraması,
Rusya ait savaş uçağının düşürülmesinin ardından
Rusya'nın büyük öfkesi ve düşmanlığı, Irak'da
sunni araplar üzerinden çevirdiği dolaplar ve
bu kesimler üzerinden yeni bir IŞİD yaratma sevdasının
Irak hükümetiyle düşmanlaşmaya yol açması, Suudi
ve Katar'la her zaman örtüşmeyen politikalar,
Rojava'ya yönelik saldırı planlarının çöküşü ve
tabii ki, bütün bu politikaların toplamdaki sonucu
olarak efendisi ABD emperyalizminin büyük öfkesini
üzerine toplaması ve üzerinin çizilmesi, buna
AB'nin belki daha yumuşak bir tonla ama aynı içerikle
katılması... Sözde sıfır düşman politikasından
herkesle düşman olan ve tam anlamıyla bataklığa
saplanmış olan bir TC ve Tayyip-AKP tablosu...
Dış politikanın özeti budur.
Ve tabii ki, bunun ağır siyasi,
askeri ve ekonomik vb. bedelinin TC ve Tayyip'in
üzerine binmesi söz konusu. TC ve Tayyip uluslararası
alanda adeta kıpırdayamaz hale geldi. Daha 6-7
yıl önce, Ortadoğu'nun demokrat ve başarılı lideri
olarak gösterilen Tayyip profili tüm dünyada giderek
standart faşist diktatör profili oldu.
2016 yılı başları dış politikada
ortaya çıkan durum, artık ne Tayyip için, ne de
düşman kardeşi ve ittifakı TC kontrgerillası için
artık altından kalkılamaz hale geldi. 2010 sonrası
dış politikanın ve Yeni-Osmanlı hayallerinin mimarı
Davutoğlu'nun Mayıs'da başbakanlıktan kovulmasının
tek nedeni olmasa da en önemli nedenlerinden biri
dış politikada içine girilmiş olan ve artık altından
kalkılamaz hale gelmiş iflastı. Tayyip, durumun
ne denli ağır olduğunu tümüyle kavrayayamış olsa
da, dış politikada kısmi değişiklik yapmadan durumu
sürdüremeyeceğinin farkına varmıştı. Bu alanda
başlattığı ilk girişimleri daha sonuç vermeden
15 Temmuz darbe girişimi gerçekleşti. Ve darbe,
Tayyip için dış politikada da dönüm noktası oldu.
Dünyada yapayanlız kalmıştı. Hızla sorun yaşadığı
tüm ülkelere yalvar yakar vaziyette tavizler vererek,
ilişkilerini düzeltmeye girişti. Tükürdüğünü yalıyor,
ağır hakaret ve aşağılamalarla saldırdıklarına
artık majesteleri (Putin) diyor. Siyonist İsrail'le
"one minute"le başlattığı parodi, tüm
iddialarından vazgeçerek anlaşmayla sonuçlandı.
Filistin hamisi, sunni İslamın fedaisi, İsrail
karşısında diz çökmüştü. Rusyayla girdiği ilişki,
diz çöküşün zirvesi oldu. Özür dilemekle başlayan,
Şanghay Beşli'sine katılarak Rusya'nın kanatları
altına girme çabasına kadar uzanan, Rusya'nın
tüm isteklerini kabulle sonuçlanan büyük bir teslimiyet
yaşandı. Şam'ın Emeviye camisine fatih olarak
girip namaz kılma iddasının artık sözü bile edilmez
oldu. Çöken Suriye politikası, Rusya'nın isteklerine
bağlı olarak yeniden yapılandırılıyor. Irakla,
Başika'daki askeri üs ve Musul operasyonuna katılma
üzerinden yapılan sert tartışmalardaki üstenci
yaklaşımların ardından, kuzu kuzu gidilip geri
çekilme anlaşmaları imzalandı. Mısır'la gizli
görüşmeler yapılıyor ve anlaşmanın yolları aranıyor.
Mursi hapiste, hamisi Tayyip, Sisi ile gizli anlaşmalar
peşinde...
Öte yandan, TC ve Tayyip açısından
dış politikadaki en kritik ilişki alanı, bağımlılık
ilişkilerinin ana unsurları olan ABD ve AB emperyalistleridir.
Tayyip, bu emperyalistler tarafından üzerinin
çizildiğinin farkında. Bu tabloyu değiştirmek
ve bir yandan da Rojava devrimini boğmak için,
özellikle Suriye üzerinden hamleler geliştirmeye
çalışıyor. Geçtiğimiz aylarda, ABD emperyalizmine
yaptığı, Rojavayı önce sınırlamak, daha sonra
da eğer gücü yeterse yok etmeyi hedef alan, Minbici,
El Bab'ı, Rakka'yı beraber alalım, IŞİD'i silelim
teklifleri ilişkileri yeniden sıkılaştırmayı hedefleyen
çabalardı. Hepsi birden boşa çıktı. ABD emperyalizmi
açısından BOP'unda, Tayyip'in de zamanı çoktan
doldu. Tayyip'den kurtulmak için sadece uygun
koşulların oluşmasını esas alan bir politika izlendi/izleniyor.
Tayyip şimdi de umudunu ABD emperyalizminin
yeni başkanı Trump'a bağlamış durumda. Bu umutların
da boşa çıkacağı zamanlar çok uzak değil.
AB emperyalistleri de, ABD gibi
Tayyip'in üzerini çizmiştir. Tayyip'in bu duruma
karşı geliştirdiği hamle ise göçmen şantajı olmuştu.
Tayyip'in göçmen şantajı kendisi için kısmi bir
rahatlama sağlasa da, AB emperyalistleri açısından
aslında bardağı taşıran son damla olmuştur. Şantaj
politikasının bedelinin ağır biçimde ödetilmesinin
hesaplarının, planlarının çoktan yapılmaya başlandığına
kesin gözüyle bakabiliriz. (****DİPNOT; AVRUPA
İLE YAŞANAN KRİZ...)
Dış politika alanında şu anda TC
ve Tayyip'in yegane hamlesi El Bab'a değin uzanmış
olan ve Suriyeli çetelerle birlikte yürütülen
işgal operasyonudur. Rusya'nın izniyle giriş yaptığı
Suriye topraklarında Cerablus ve Azez'i IŞİD'le
anlaşarak deyim yerindeyse mermi patlamadan işgal
eden Tayyip'in, huylu huyundan vazgeçmez misali
kifayetsiz muhteris damarı burada da depreşti.
Rusya'yla yaptığı anlaşmalardan anlaşıldığı kadarıyla,
Cerablus ve Azez'in 15 km aşağısına kadar inilmesine
izin verilen TC ordusu, bu sınırı aşarak, YPG
güçlerinin Efrin kantonuyla bağlantısını kesmek
için El Bab kapılarına kadar dayandı. El Bab'ı
daha alamadan, yetmez Minbici'de alacağız, o da
yetmez Rakka'ya kadar gideceğiz, Rojava'yı yok
edeceğiz palavralarını ortalığa saçtı. Ve IŞİD'le
giriştiği ilk gerçek savaş El Bab'da yaşanıyor
ve ordu gerçek bir hezimeti yaşıyor. ÖSO çeteleri
önemli ölçüde dağılırken, ordu yaklaşık 160 gündür
El Bab'ın tek bir sokağını dahi alamamış durumda.
Ve belgeli, fotograflı, videolu biçimde ortada
duran tablo, El Bab'ın tek bir sokağına girilememiş
olmasına karşın, yüzlerce özel harekat askerinin
öldüğü (tabii, TC alışkanlık olduğu üzere yine
kayıplarını gizliyor), onlarca tank ve zırhlı
aracı ise imha edildiğini (Ocak ayı sonu itibariyle
54 tank ve zırhlı aracın imha edildiği iddia ediliyor)
yada IŞİD'in eline geçtiğini gösteriyor. El Bab'da
Tayyip'inde, TC ordusunun da bütün kabadayılıklarının,
bostan kabadayılığını aşamadığı apaçık görülüyor.
Daha şimdiden, TC ordusunun kredibiletesinin,
savaş gücüne ilişkinin notlamanın ciddi biçimde
düşmeye başladığı ifade ediliyor. Yaşanan burada
da tam bir perişanlıktır.
Ve burada da yüz geri edilmiştir.
Rakka ve Minbic kentlerinin işgali, Tayyip'in
Ocak ayı sonlarında yaptığı açıklamalarda görüldüğü
üzere hayal olmuş, El Bab'da yaşanan hezimet nedeniyle
bir an önce Bab operasyonunun tamamlayıp ve daha
derinlere inilmeyeceği açıklanmıştır. Tamamlayabilecekler
mi? Meçhul... Cerablus ve Azez'de olduğu gibi,
IŞİD'le bir anlaşma yapıp tavizler vererek, IŞİD'in
El Bab'ı terk etmesini sağlamaları dışında, El
Bab'da onlar için kolay bir zafer yok.
Suriye'ye yönelik işgal ve El Bab
savaşının arkasındaki asıl neden olarak açık açık
ifade edilen Rojava devrimini boğma, Kürt ulusal
özgürlük hareketini Ortadoğu arenasında etkili
bir unsur olmaktan çıkarma hedefi bugün TC'nin
Ortadoğu'daki yegane politik hedefi haline gelmiştir.
Yeni-Osmanlı hülyalarından, Rojavayı boğma, Kürt
özgürlük hareketini bastırma, emperyalistlerin
çizdiği sömürgeci sınırları koruma derdine düşmüş,
bu noktaya kadar büzülmüş bir TC ve dış politikası
gerçeği vardır karşımızda. Üstelik bu büzüşük
politika gelip, düne kadar (hatta halen bir ölçüde
devam eden) koruduğu IŞİD'in El Bab'daki duvarına
toslamıştır. Rojavayı boğacağım derken, IŞİD'in
tokatını yemek; kaderin Tayyip'e oynadığı şu oyuna
bakın... Tabii, Tayyip'in en ufak bir umut ışığı
görmesi durumunda, özellikle Rojava'yı ezmenin
önünü açmak için yeniden Minbic'i, Rakka'yı da
gündemleştirmesi mümkündür. Fakat bunların emperyalist
politikaların etrafında çaresizce dolanmalar olduğu
ve tam bir zavallılığı ifade ettiği de açıktır.
2017'ye gelindiğinde, dış politikada
girilen maceraların ve uluslararası konjonktürün
Tayyip ve AKP açısından birkaç temel sonucunu
sıralayarak bu bahsi toparlayalım;
Birincisi, ABD emperyalizmi 2010'da
başlayan Arap halk ayaklanmaları ve sonrasında
gelişen sürecin toplamından hareketle, istediği
sonuçları vermekten çok uzak olan kendi projesi
BOP'u çöp sepetine atmıştır. AKP ve Tayyip, BOP'un
ABD emperyalizmi için en önemli hayal kırıklıklarından
biri olmuştur. Dolayısıyla, BOP'un model ülkesi
Türkiye'de model alt projesi olan AKP ve Tayyip'in
de üzeri çizilmiştir. Aslında ABD emperyalizminin
koruyor gibi göründüğü ve BOP'un bir başka alt
projesi olan Feto cemaatinin de üstünün çizildiğini
söyleyebiliriz. 15 Temmuz darbesinde, ABD'nin
elinin olduğu elbette tartışma götürmezdir. Fakat
ABD emperyalizminin hesaplarının, Feto'yu iktidar
yapmaktan çok, başarısız bir darbe yoluyla gücünü
önemli ölçüde kırmak ve çok daha sınırlı bir alana
çekmek olduğunu söylemek de mümkündür. Fetocu
darbecilerin tek başına olmadığı, özellikle ulusalcı,
Amerikancı kesimlerle işbirliği yaptığı, fakat
son anda yanlız bırakıldıklarının gün gibi ortada
oluşu bu durumu açıkça göstermektedir. BOP'un
Ilımlı İslam ayağı için oluşturulan kurumlaşmalar
önemli ölçüde tasfiye ediliyor ve bu devam edecektir.
Oldukça zayıf düşürülen AKP'nin tasfiyesi ise
yeni bir alternatifin ortaya çıkarılmasına bağlı
olarak gündemleşecektir. Tez elden Türkiye'yi
Libya ve Suriyeleştirme, zaten ABD ve AB emperyalizmine
derinden bağımlı oluşu ve NATO ülkesi olması nedeniyle
çok kolayca devreye sokulacak bir seçenek değildir.
Ancak buna dönük senaryolarında başka seçeneklerin
kalmaması durumunda orta vadede gündemleşmeyeceği
söylenemez. Tayyip'in izlediği gerici bir iç savaş
geliştirme yönündeki politikalarda böylesi senaryoların
devreye sokulmasını kolaylaştıracaktır.
İkincisi, Tayyip'in başta Rusya
olmak üzere, çevre ülkelerle ilişkileri düzeltme
yönündeki sefil politikaları ancak çok sınırlı
sonuçlar verecektir. ABD ve AB emperyalistleri
bu ilişkilerin derinleşmemesi için ellerinden
geleni yapacaklardır. Daha da ötesi, başta Rusya
olmak üzere, çevre ülkelerin hiçbiri Tayyip'in
politikalarına ilişkin zerre kadar bir güveni
bulunmamaktadır.
Üçüncüsü, Tayyip'in artık orta
ve uzun vadeli stratejik bir dış politikası kalmamıştır.
İlişki içinde olduğu tüm önemli dış politika aktörleri
için ya düşman, ya da güvenilmez bir "ortak"
durumundadır. İttifakları dostluk ve uzun vadeli
stratejik yaklaşımlar üzerinden değil, artık tümüyle
kısa vadeli ve taktik durumlar üzerinden yürümektedir.
Dostu olmayan, herkes tarafından her ters rüzgarda
fikir değiştiren, her an düşmanlaşabilecek bir
unsur olarak görülüyor.
Dördüncü ve son olarak, Tayyip
ve AKP önümüzdeki dönemde de dış politika alanında
daha da şiddetlenen yıkımlarla yüz yüze gelecektir.
Dış politikada yaşanan perişanlık sadece uluslararası
ilişkiler alanında yaptığı hatalar, işlediği suçlarla
ilgili değildir. Daha bütünlüklü bir nedenden,
esas olarak onun devlet olma politikasından kaynaklanmaktadır.
Ve Tayyip'in bundan vazgeçmesi yokoluşu demektir.
Dolayısıyla, dış politikada girdiği girdaptan
çıkış şansı yoktur. Zayıflayacaktır, ta ki düşene
kadar...
Türkiye ekonomi krize yuvarlanıyor,
Tayyip'in yağma sisteminin temelleri çöküyor...
En zayıf dönemlerindeler çünkü,
ekonomik kriz artık "teğet" geçmiyor.
Emperyalist-kapitalist ülkelerde başlayan 2008
dünya ekonomik krizi kapitalizme içkin olan kriz
dinamiğinin kaçınılmaz sonucuydu. Krizin emperyalist
ülkelerde başlamış oluşu, sürekli krizli, inişli
çıkışlı yeni-sömürge Türkiye ekonomisi için bir
yıl gibi kısa bir süre önemli sarsıntı yaratsa
da, daha sonra geçici bir fırsata dönüşmüştü.
Emperyalist-kapitalist anayurtlarda değerlenme
imkanı zayıflayan sermayenin bir bölümü, daha
yüksek değerlenme imkanı sağlayan Türkiye gibi
yeni-sömürgelere bol miktarda kredi, borsaya giriş
vb. biçimlerde akmıştı. Piyasada bollaşan para
ile birlikte toplumun bütün kesimlerine yayılan
kredili, borçlu yatırımların yarattığı yalandan
zenginleşme duygusu, sürekli akan dış kredilerle
adeta sonsuza değin sürecekmiş gibi bir algı da
yaratmıştı. Daha doğrusu, AKP medyası ve sahtekar
burjuva iktisatçıları bu duygu ve algıyı özellikle
yaratmaktaydılar.
Halbuki, bunun böyle devam edemeyeceği,
bırakalım, devrimcileri, marksist iktisatçıları,
burjuva iktisatçılar için de aslında çok açıktı.
Ve 2016'da yolun sonuna gelindi. 2008 krizi iniş
çıkışlarıyla sürüyor ve emperyalist efendilerin
bir kez daha piyasadaki parayı bollaştırarak kriz
öğelerini bertaraf etme şansları bulunmuyor. Aldıkları
kredileri, borçları, yeni borçlar alarak çeviren
Türkiye ve diğer yeni-sömürge ülkeler için artık
deyim yerindeyse para muslukları iyice kısılmış
durumda. Türkiye özgülünde, genel siyasi, uluslararası,
askeri vb. tablosu iyice kritik hale gelen üke
için bu musluklar daha da kısılmış durumda.
Ve 2017 başı itibariyle, Türkiye
ekonomisi resmi tanımıyla krize girmiş durumda.
2016'nın son 6 ayında ekonomi sürekli bir küçülme
gösteriyor. Büyüme oranları düşüyor. (Üç çeyrek
boyunca küçülen bir ekonomi teknik olarak krizde
sayılıyor. Türkiye ekonomisi 2016'nın son iki
çeyreğinde küçüldü ve 2017'nin ilk çeyreğinde
küçülmesine kesin gözüyle bakılıyor.) Döviz kurları
2016 ekimden bu yana olağanüstü bir hızla yükseliyor.
Dolar karşısında değer kaybında dünya birincisi
konumunda. Olası en kötü durum olan deflasyon
yaşanıyor. Yani bir yandan döviz kurları yükselip,
enflasyon ve faizler artarken, diğer yandan büyümede
düşüş yaşanıyor. Ekonomiye güven endeksi aylardır
düşüyor ve Ocak 2017 itibariyle, 2009'dan bu yana
en düşük seviyesine varmış durumda. İşsizlik rakamları
yeniden rekorlar kırıyor. Düşük göstermek için
çarpıtılmış rakamlara rağmen, kasım 2016 itibariyle
yüzde 12'yi çoktan aşmış durumda. Genç işsizlik
oranı ise 22.6. Tarım dışı genç işsizlik oranı,
yani kentlerdeki genç işsiz oranı ise 25.4'e ulaştı.
Her 4 gençten biri işsiz. Çalışanların yüzde 33.3'ü
kayıt dışı. Yani hiç bir güvenceye sahip olmadan
çalışıyor. Kredi kartı ve kredi borçlusu 1.2 milyon
kişi borçlarını ödeyemediği için icarlık ve mahkemelik
durumda. Protesto olan senetlerin miktarında yüzde
20'lere ulaşan bir artış söz konusu.
ABD'nin yeni başkanı Trump'ın izleyeceğini
söylediği ekonomi politikaları gereği, özelde
ABD sermayesini, genel olarak tüm sermaye kesimlerini
ABD'de yatırım yapmaya çağırıyor. ABD merkez bankası
bu ve bağlantılı politikalar temelinde faiz oranlarını
arttırıyor. Bunun anlamı, Türkiye'ye (ve diğer
yeni-sömürge ülkelere) giren sermaye akışının
kesin biçimde azalacağıdır.
AKP medyası bunun emperyalistlerin
Tayyip'e komplosu olarak izah etmeye çalışsa da,
sonuçta insanların yaşam koşulları krizle bağlantılı
olarak sürekli biçimde kötüleşiyor.
Tayyip'in bu durumu telafi etmek
için kamuya ait az miktarda kuruluşu satma, zaten
kendileri giderek ekonomik olarak zorlanmaya başlamış
olan Katar ve Suudi sermayesine yaslanma ve Fetöcülerden
el konulan işletme ve sermayeyi devreye sokma
girişimleri etkisi çok zayıf ağrı kesiciler olmaktan
öteye geçemeyecektir.
Ekonomi alanı, Tayyip ve AKP iktidarının
en önemli dayanaklarından biri olageldi. Borçlanmaya
dayalı, üretken yatırıma dönüşmeyen, ağırlıklı
olarak tüketim ve inşaat alanına dayanan sahte
ekonomik gelişme, "ekonomik istikrar"
olarak da özenle kodlanmaktaydı. Denklem basitti;
Tayyip, zenginleşme anlamına gelen "ekonomik
istikrar" yarattı, "ekonomik istikrar"ın
devamı için Tayyip'i desteklemek gerek. Orta ve
küçük burjuvazinin geniş kesimlerinin ve dağıtılan
sadakalar yoluyla yoksulların küçümsenemeyecek
bölümünün AKP'ye desteği bu yolla süreklileştirilmeye
çalışıldı. Ve dış borç musluklarının kapanmasıyla
(ve tabii pek çok başka faktörün devreye girmesiyle)
ve ekonomik krizin belirginleşmesiyle birlikte,
"Tayyip'le birlikte zenginleştik" söyleminin
maddi temelleri artık tümüyle çöküyor. Bütün ekonomik
göstergeler başlamış olan ekonomik krizin derinleşmeye
devam edeceği yönünde. Bundan kısa ve orta vadede
kurtuluşları yok. Krizin nisbeten adım adım gelişiyor
oluşu, onun toplumsal etkilerinin ve Tayyip'e
olan desteğe yansımlarının da yavaş yavaş ortaya
çıkmasına neden oluyor. (Tabii, ani ve sert bir
çöküş durumunun yaşanması da her an olasıdır ve
bunun siyasal ve toplumsal yansımaları da aynı
ölçüde sert, güçlü ve yaygın olacaktır.) Fakat
daha şimdiden, "istikrar", "zenginleşme"
söylemiyle AKP'nin arkasında duran orta ve küçük
burjuva kesimlerde ve yoksullarda durumun daha
da kötüye gideceği kaygısı ciddi ölçüde oluşmuş
durumda. Zenginleşme illizyonu yerini, adım adım
eldekini kaybetme korkusuna bırakıyor. Tayyip'e
ve AKP'ye dönük kaygılar oluşuyor ve büyüyor.
Siyasal alandaki çalkantılar ve kriz tablosuyla,
ekonomideki krizin derinleşmesinin yarattığı/yaratacağı
siyasal, moral, ekonomik durumun ciddi kopuşlara
yol açmasına kesin gözüyle bakmak gerekiyor. Ekonomik
kriz, AKP'ye muhalif olan kesimlerde ise zaten
birikmiş öfkeyi iyice harlıyor ve büyütüyor.
Tayyip ve AKP'nin en güçlü göründüğü
ekonomi alan, giderek onun en zayıf olduğu halkalardan
birine dönüşüyor.
En güçlü oldukları yerde; AKP'de
gri bölgeler artıyor, parti içi çözülmelerin zemini
büyüyor...
En zayıf dönemlerindeler çünkü;
Tayyip ve AKP, yüzde 20'lik kemik kitlesini konsolide
edip, sağlamlaştırmasına ve paramiliter çeteler
örgütleyerek gücünü büyütmesine rağmen, kendi
içinde de aslında kaynıyor. Parti örgütü pek çok
açıdan çözülüyor. Herşeyden önce, Parti içinde
tam bir paranoya hakim. Kimse kimseye güvenmiyor.
Tayyip hiç ama hiç kimseye güvenmiyor. Her an
herkes yek diğerine çelme atarak öne geçme, iktidarın
nimetlerinden daha fazla yararlanma derdinde;
FETÖ'cülük, ABD ajanlığı veya başka bir iddiayla...
Ve bu iddiaların tümü doğru... AKP bir ittifak
partisi olarak biçimlendi ve bu ittifak ajanıyla,
kumpascısıyla, hırsızıyla, tecavüzcüsüyle Türkiye
kapitalizminin bütün cerahatını bünyesinde taşıyor.
Onbinlerce insanın hapislere atıldığı anlı şanlı
FETÖ operasyonları yapılırken, AKP içindeki gizli-açık
FETÖ'cülere dokunulmuyor. İpin ucunun nereye kadar
uzanacağını ve bunun ne sonuç yaratacağını kestiremiyorlar.
Parti dağılabilir, en azından inanılmaz büyük
bir karmaşa çıkabilir. Milli Görüş'den gelen kesimin
önemli bir bölümü başta Gül-Arınç ekibi olmak
üzere etkisizleştirilmiş durumda. İdeolojik olarak
Parti İslam-Türk vurgusu yapmasına rağmen, Parti
içinde ideolojik taşıyıcılık yapabilen Milli Görüşçülerin
etkisinin azalmasıyla birlikte ideolojik ve moral
olarak ciddi bir zayıflama yaşanıyor. Tayyip az
çok istikrar oluşturan, ideolojik taşıyıcılık
yapacak kendi kadrolarını yaratamıyor. Tayyip
sağlam bir parti çekirdeği ve iskeleti üzerinden
"tek adam" rolünü oynamıyor. Değişen
dönemsel dengelere bağlı olarak kadroları değiştirerek
yeni ittifaklar kurarak "tek adam" çizgisini
yürütmeye çalışıyor. Bu pratik temelinde tüm gücü
kendisinde topladığı ölçüde de, Parti de ideolojik
bir mayası olan kadro ve işleyiş iskeleti oluşturamıyor.
Bunu yapmasının koşulları da giderek azalıyor.
Artık AKP örgüt yapısı tümüyle birbiriyle güç
ve çıkar çatışmalarıyla bölünmüş insanlar ve gruplar
zeminine oturmuş durumda. Sürekli aktüel gelişmelere
bağlı olarak tasfiyeler yaşanıyor ve bir yiyiciler
grubu giderken yeni bir yiyiciler grubu Parti
içinde hegemonya oluşturuyor. Yani Parti örgütü
olarak tarihlerinin en zayıf, en çürümüş dönemindeler.
Osmanlı Ocakları, SADAT, Alperenler,
Sedat Peker mafyacıları vb. başka isimler altında
toplaşan lümpen paramiliter cüruf ise meydan şimdilik
boş olduğu için korku salabiliyor. Bu türden cerahatların
küçükde olsa kararlı bir halk savunması karşısında
nasıl etkisizleştiğini, 1970'lerin MHP, Ülkü Ocakları,
TİT vb. faşist çetelerin yaşadığı ağır yenilgiden
herkes iyi biliyor. Devrimci, demokratik güçlerin
geliştireceği kararlı ve militan bir halk savunması
güvendikleri bu "dağ" görünümlü çöp
yığınlarına kısa sürede kar yağdırabilir. Bunların
yarattığı korku ve sindirme atmsoferini tersine
çevirebilir.
Kürt cephesini çökertme şansları
yok ve Kürt ulusal özgürlük hareketi büyük bir
karşı hamle potansiyeline sahip...
En zayıf dönemlerindeler çünkü;
Kürt cephesini çökertme hayali boştur. Kürt ulusal
özgürlük hareketi uzun yıllardır tüm dünyanın
bildiği gibi, artık çökertilemeyecek büyüklükte
bir siyasal, askeri, örgütsel, kültürel, ekonomik
ve kitlesel zemine sahip. PKK'nin önümüzdeki süreçte
hem Rojavaya, olmadı Güney Kürdistana yönelecek
TC saldırısını boşa çıkarması ve daha büyük bir
devrimci gerilla savaşıyla Kuzey Kürdistan'da
kent savaşlarında yaşanan gerilemeyi tersine çevirmesi,
Tayyip'in boş hayalinden daha büyük bir olasılıktır.
Dahası, YPG'nin kararlı biçimde sürmekte olan
Rakka'ya yürüyüşünün zaferi, Kürt ulusal özgürlük
hareketine yeniden büyük bir moral ve prestij
kazandıracaktır.
Bütün bu faktör ve olasılıklardan
hareketle diyebiliriz ki, Tayyip'in Kürt ulusal
özgürlük hareketini geriletme üzerinden yaratmaya
çalıştığı güçlenme zemini boştur ve önümüzdeki
dönem onun en zayıf olduğu alanlardan birine dönüşecektir.
Toplumsal muhalefet büyüyecek ve
öfke derinlik kazanacak...
En zayıf dönemlerindeler çünkü;
ağır bir faşist terörle sindirilmiş olsa da, toplumsal
muhalefette büyük bir öfke birikiyor. Saflarıda
ekonomik krizin derinleşmesiyle, savaşlarda ölen
askerlerin sayısının ciddi ölçülerde artmasıyla,
bütün muhalif ve dışlanmış kesimlere artan baskıyla
giderek büyüyecek.
Biriken öfke ve büyüyen toplumsal
muhalefetin, Haziran ve 6-8 Ekim isyanlarını da
aşacak tarzda patlaması ve/veya AKP'nin gerici
iç savaşa doğru attığı adımları büyütmesi durumunda
daha da radikalleşerek yaygın bir savaş kitlesine
dönüşmesi olasılığı büyüyor.
Böylesi gelişmeler, devrimci önderliklerin
tüm zayıflıklarına rağmen, her alanda ciddi zayıflıklar
yaşayan AKP için en büyük yıkım ve tehlike zemini
olmaya adaydır.
Türkiye devrimci hareketi tüm zayıflıklarına
rağmen derin ve büyük bir direnişçi damara ve
bu zayıflıklarını aşacak birikimi sahiptir.
Devrimci güçlerin durumunun AKP
açısından bir zayıflık mı, yoksa bir güçlenme
imkanı mı yaratacağı oldukça karmaşık bir mesele.
Her iki olasılığın gerçekleşmesi de, tümüyle devrimci
güçlerin AKP'nin zayıflıklarına vurarak ortaya
çıkan/çıkacak imkanları/potansiyelleri dinamik
direniş ve devrim güçlerine dönüştürüp dönüştüremeyeceklerine
bağlı. Devrimci güçlerin büyük muhalefet güçlerini
arkasında saflaştırması için yeterince potansiyeli
bulunuyor. AKP bu imkanları yok edememiştir. Devrimci
güçlerin bu potansiyeli ideolojik, politik, ekonomik,
kadın ve kültür cephelerinde biraz olsun toparlayıp,
küçük fakat militan adımlarla aktifleştirmesi
durumunda hızla büyük bir devrim cephesi yaratılması
mümkündür. Böylesi bir gelişme, sadece AKP'nin
değil, bütün sistemin çözülüşe gitmesini sağlayacak
ve devrime doğru bir akış yaratacaktır.
***
- Kısa Sonuç
AKP üzerinden ülke manzarasına
baktığımızda, genelleşmiş ve giderek derinleşen
bir milli kriz, yani devrim bağlamındaki kavramlaştırmayla
ifade edecek olursak, olgunlaşan bir devrimci
durum tablosuyla karşı karşıyayız.
Bir kez daha ifade edelim; bu tablo'da
sıraladığımız AKP'nin zayıf ve güçlü yanları esas
olarak aynı zamanda AKP'nin ittifakı olan TC kontrgerillasının
da güçlü ve zayıf yanlarıdır. Öte yandan, bu güçlü
ve zayıf yanlar AKP ve kontrgerillanın birbirleriyle
olan iç mücadelede de yek diğerine karşı silah
kullandıkları/kullanacakları unsurlardır. AKP'nin
(ve tabii ki TC kontrgerillasının,) zayıflıkları,
güçlü yanlarına nazaran açık ara önde ve giderek
derinleşiyor. Dahası güçlü olduğu birkaç alan
da, aynı zamanda büyük zayıflıklar taşıdığı alanlar.
Açıkça görülüyor ki, net olarak güçlü denilebilecek
tek bir alan (belki TDH durumundan hareketle bu
alan için denilebilir) yokken, neredeyse hayatın
bütün kritik alanlarında net biçimde zayıf demek
mümkün.
Burada vurgulanması gereken en
temel noktalardan biri de, AKP'nin (ve TC kontrgerillasının)
zayıflıkları olarak sıraladığımız noktaların neredeyse
tümü, sadece AKP'nin zayıflığı değil, bir bütün
olarak tüm Türkiye kapitalist sisteminin ve TC
devletinin zayıflıklarıdır. Bunun istisnası ve
AKP'ye özgü olanı parti yapısı ile ilgili zayıflıktır.
B- RUSYA VE ABD EMPERYALİZMİ İLE İLİŞKİLER BAĞLAMINDA
TÜRKİYE
Türkiye oligarşisinin, Tayyip-AKP
ve TC kontrgerillasına hakim olan milliyetçi kanat
bağlamında yaşadığı yarılma ve büyük mücadele
hiç kuşkusuz hayati ölçüde Türkiye oligarşisinin
emperyalizmle bağımlılık ilişkileriyle bağlantılıdır.
Bu mücadelede son 1 yıl aşkın sürede,
Ortadoğu'daki büyük savaş arenası ve özellikle
de Suriye savaşı bağlamında yaşanan ABD emperyalizmi
ve Rusya arasındaki bilek güreşi, Suriye'nin ardından
Türkiye'ye de kritik biçimde yansıdı. Tayyip'in
önce neredeyse birincil düşman ilan ettiği, 15
Temmuz darbesi sonrasında ise tam bir tornistanla
birincil dostu ilan ediverdiği Rusya ile ilişkileri
ve ardından Trump'ın ABD'de başkan seçilmesi,
Türkiye'nin dış ilişkileri bağlamında pek çok
spekülasyonu beraberinde getirmiş durumda.
Türkiye, batılı emperyalist kamptan
kopup, Rusya emperyalizmi ile stratejik ittifak
geliştirebilir mi? Trump, Obama hükümetinden farklı
olarak Tayyip'e istediği desteği verebilir mi?,
bütün bunlar olursa süreç ne yöne doğru ilerler
soruları ve değişik beklentiler ortalığı kaplamış
durumda.
Bu soruların doğru yanıtları, güncel
bir takım söylemleri dayanak yapan genel geçer
spekülasyonlarla değil, bağımlı Türkiye kapitalizminin
ve TC devletinin tarihsel ve aktüel gerçekleri
ve gelişme seyri esas alınarak verilebilir.
Nedir bu gerçekler?
I- Türkiye Başını ABD Emperyalizminin
Çektiği Batı Emperyalizmine Bağımlı Bir Yeni-Sömürgedir
Türkiye siyasi, askeri, ekonomik,
kültürel vb. her açıdan esas olarak batılı emperyalizme
bağımlı bir yeni-sömürgedir. Ve bu bağımlılık
ilişkileri özellikle ABD ve AB emperyalistleri
ile olan ilişkilerde somutlaşır. ABD emperyalizmi
başta olmak üzere, batılı emperyalist güçler Türkiyedeki
kapitalist toplumsal yapının hücrelerine değin
nüfuz etmişlerdir ve Türkiye oligarşisinin en
kritik organik bileşenleridirler. TC devletinin
çekirdeği olan kontrgerilla güçleri ise ABD emperyalizminin
yeni sömürgecilik bağlamındaki temel devlet aygıtları
Pentagon, CIA, Dışişleri bakanlığı vb. örgütler
ve NATO tarafından organize edilmiştir. Dolayısıyla,
ABD emperyalizminin (ve bir ölçüde tabii ki, AB
emperyalistlerinin) ve NATO'nun üzerinden atlayarak,
Türkiyeli yerli işbirlikçilerin herhangi bir kritik
adımı atması, atabildiğinde de uzun vadeli devam
ettirebilmesi düşünülemez. Hiç kuşkusuz, bu gerçek
hiç bir merkez kaç tutumun olmayacağı anlamına
gelmez. Fakat bu merkez kaç kuvvetler ve tutumların
Türkiye'deki yeni-sömürge toplumsal, siyasal ve
askeri yapıyı tümüyle değiştirmesi olağanüstü
güçtür. Böylesi keskin değişiklikleri geliştirenlerin,
ABD ve diğer batılı emperyalist güçlerin oldukça
şiddetli bir direnciyle etkisiz hale getirilebileceği
özellikle günümüz koşullarda kesindir.
II- Trump Politikası; Türkiye'den
Asla Vazgeçmemek, Tayyip'i En Fazlasından İdare
Etmek
Trump'ın genel olarak dünya politikasına,
özelde Ortadoğu politikasına yukarıda ana hatlarıyla
çok kabaca değindik. Trump, Ortadoğu için Obama'nın
son döneminde netleşen Kaos ve Yıkım Planını çok
daha sert biçimde uygulayacaktır. Ilımlı İslama
dönüş kitabında bulunmuyor. Tersine, İsrail'e
tüm saldırganlığı için açık vererek, İran'a yönelik
savaş baskısını arttırarak bölgedeki tüm merkez
kaç kuvvetlere açık, kaba ve vahşi bir şiddetle
yüklü politikalarla saldıracaktır.
Obama yönetimi tarafından üzeri çizilen Tayyip
ve AKP'nin beklentisi, Trump'ın kendisinin üzerini
çizmemesi ve Rojava başta olmak üzere Kürt sorununda
kendisine destek vermesidir. Fakat Trump'ın savunma
ve dış işleri bakanlıklarının başına getirdiği
unsurların karakteri ve genel söylemi düşünüldüğünde,
Rojava'daki halkçı demokratik yönetim üzerinden
yaptığı hesaplara bakılırsa, Tayyip'in beklentilerinin
gerçekleşmemesi büyük olasılıktır. Elbette, izleyecekleri
taktiklere bağlı olarak, Tayyip'e küçük teselli
hediyeleri verebilirler. Fakat bunların Rojava
üzerinden olmayacağı giderek belirginleşmektedir.
Öyle görünüyor ki, Tayyip, Trump'ın "belirsizlik"
girdabında epeyce bir süre daha kıvranamaya devam
edecektir.
Sonuç olarak, güvenilmez ortak
konumuna düşen, din tüccarı İslamcı fetih politikalarıyla,
yeni Osmanlı hayalleriyle ABD'den rol kapmaya
çalışan Tayyip ve AKP'nin, Trump'dan yana fazlaca
şansı olmayacaktır. Obama'nın Türkiye'nin NATO
üyesi olması nedeniyle çok sınırlı da olsa gösterdiği
toleransın Trump döneminde daha da azalması büyük
olasılıktır. Tabii, Trump'ın bu aşamada stratejik
çizgisinin bütünlüklü olarak henüz belirginleşmemiş
olması, işleri ağırlıklı olarak güncel taktikler,
güncel kazanımlar/kayıplar hesabıyla yapmaya eğilimli
olması her an süpriz gelişmeleri de ortaya çıkarabilir.
III- Türkiye, Rusya Eksenine mi
Giriyor? Rusya Ne Kadar Güçlü?
Trump'ın neredeyse her konuda Tayyip'in
söylemleriyle karşıt olan politiklarına rağmen,
batı emperyalist güçlere ekonomik, askeri, siyasi
ve kültürel olarak bağımlı Türkiye kapitalizminin
ve devlet aygıtının, Rusya eksenine girebileceğini
düşünmek ise kısa ve orta vadede tümüyle boş bir
söylemdir. Yeni-sömürge Türkiye kapitalizminin
yapısal özelliklerinin buna izin vermemesi işin
bir yanıdır. Fakat daha da boş olan, ABD ve diğer
batılı emperyalistlerin Türkiye gibi büyük ve
tarihsel olarak batı emperyalizmine milyonlarca
bağla bağımlı bir ülkeyi, Rusya'nın yutmasına,
kısa ve orta vadedeki güç dengeleri düşünüldüğnde
izin vereceklerini düşünmektir.
Daha saçma olan ise, Rusya'nın
Türkiye gibi büyük bir balığın yükünü bu aşamada
kaldırabilecek denli güçlü olduğunu düşünmektir.
Herşeyden önce, Rusya'nın gücünü abartmamak lazım.
En başta da, Suriye'de son dönemde kazandığı başarıları
abartmamak gerekiyor. Rusya, evet güç kazanıyor,
ama eskiden beri stratejik ortağı olan Suriye'yi
bile 6 yıldır hala kurtaramadı. Tam tersine, başta
ABD emperyalizmi olmak üzere, batılı emperyalistler
derinlemesine Suriye'ye girdi ve belli mevziler
kazandı. Rusya bugün Suriye'yi kurtarabilse bile,
artık eskisi gibi tam bir hakimiyetinin olamayacağı
açık. Ukrayna'yı kesin biçimde olmasa bile önemli
ölçüde kaybetti denilebilir. Ekonomik olarak ise
vahim durumda. ABD'nin petrol hamlesiyle petrol
fiyatları düştü ve en önemli gelir kalemi petrol
olan Rusya gelirlerinin yarıya yakınını kaybetti.
Öte yandan, Rusya'nın imkanları
da tümüyle göz ardı edilemez. Büyük bir ekonomik
ve toplumsal altyapıya ve en önemlisi giderek
güçlenen dev bir askeri güce sahip. Şanghay beşlisi
temelinde, özellikle Çin'le kurduğu derin ilişkiler
temelinde yeni bir emperyalist blok oluşturmaya/olgunlaştırmaya
çalışıyor. Ve bütün bu zeminlerden hareketle,
hiç kuşkusuz, her cephede durumunu toparlamaya
çalışıyor. 1990'lı yıllara nazaran önemli ilerlemelerde
kaydetti. Öncelikle de, kendi arka bahçesini (eski
SSCB devletleri, geçmişte derin bağlara sahip
olduğu bir takım ülkeler vb.) gücü yettiğince
toparlamaya çalışıyor.
Yanı sıra, düşman güçlerin ittifaklarını
bozmak, en azından yaralamak, yeni mevziler kazanmak
için de elinden geleni yapıyor. Türkiye ile girdiği
ilişkiler de bu mevzi kazanma savaşının bir parçasıdır.
Fakat, son 6 aydır, Tayyip ve AKP ile girdiği
yakın ilişkiler esas olarak gücünü aşan tarzda
Türkiye'yi kendi eksenine bağlamaya yönelik stratejik
bir ittifakın başlangıcı değildir. Tayyip'e zerre
kadar güvenmedikleri gibi, batılı emperyalist
güçlerin Türkiye'yi kendisine bırakmayacağını,
bu aşamada Türkiye'yi yutmaya gücünün yetmeyeceğini
de biliyor. Tayyip'in Şanghay Beşlisi'ne katılma
isteğini geçiştirmeleri de, Türkiye'yi batılı
emperyalist bloktan koparmada önemli bir aşama
olarak ele alınabilcek bu adımı atmaya güçlerinin
ve bu aşamada isteklerinin olmadığını da gösteriyor.
Tayyip'le girdikleri ilişki esas olarak, düşmanı
olan batılı emperyalist bloku yaralamaya, saflarını
bozmaya dönük bir taktik adım olarak görülmelidir.
Tayyip ve AKP için Rusya'dan çıkacak
ve kendisini kurtaracak, deyim yerindeyse ekmek
yoktur...
C- SÜREÇ VE DÜZEN MUHALEFETİ
En genel anlamda düzen muhalefeti
güncel referandum zemininde yeniden biçimleniyor.
Referandum bağlamında düzen muhalefeti esas olarak
AKP yanında saf tutmayarak, hayır yada boykot
tutumuyla karşı safta duranların tümünü kapsıyor.
Bu tablonun esas olarak referandum sonrasında
da en genel hatlarıyla devam edeceğini söyleyebiliriz.
I- Düzen Muhalefeti; CHP, MHP'nin
Hayırcı Kanadı Ve Diğerleri
CHP, MHP'nin hayırcı kanadı ve
daha küçük İslamcı vb partilerden oluşan düzen
içi muhalefet aslında, 15 Temmuz darbe girişimi
sonrasında oluşan ağır kriz ortamında, devletin
ve sistemin "beka"sını koruma temelinde
AKP ve TC kontrgerillasının ittifakına dahil olmuşlardır.
Bu ittifakın düşmanların, başka
düşmanlara karşı ittifakı olduğunu ve her bileşenin
yek diğerini yok etmek için fırsat kolladığını
daha önce ifade etmiştik. CHP ve MHP'nin hayırcı
kanadı esas olarak TC kontrgerillasının arkasında
saflaşmıştır. Tabii, TC kontrgerillasının bütün
politikalarıyla birebir ortaklaştıkları söylenemez.
Yine de, temel perspektifleri aynıdır, ortaktır.
Bu anlamda, önemli ölçüde, TC kontrgerillasının
siyasal alandaki yüzünü oluşturmaktalar.
II- MHP
MHP'nin macerasını yazımızın daha
başında ele aldık.
Özetlersek; MHP, bir kontrgerilla
örgütü olarak, AKP'nin devletleşme yolunda aldığı
mesafeyle bağlantılı olarak parçalanma sürecine
girmiştir. Bir yakası, MİT üzerinden AKP'nin elindedir.
bir yakası ise TC kontrgerillasının milliyetçi
kanadının elindedir.
Bu yarılmanın yazının başında da
belirttiğimiz gibi, MHP'nin bölünmesi ile sonuçlanması
olasılığı büyüktür. MHP, geçmişteki konumuyla
gitmediği/gidemediği zaten çok açık. Fakat gelecekte,
daha somut olarak referandum sonrasında da bugün
olduğu gibi gitmeyecektir, gidemeyecektir. MHP'li
muhalefetin önümüzdeki dönemde çok yönlü bir baskı
altına alınması kesindir. Dahası, bu faşist çete
partisinin geleceğinin belirsizleşmesi ve giderek
erimesi süreci artık başlamıştır. İlk bölümde
MHP'nin konumu ve olası gelişmeleri ele aldığımız
için burada tekrar etmeyeceğiz.
III- CHP
CHP, bu noktada özgün bir karaktere
sahiptir. Kendini sol bir parti olarak tanımlamaktadır.
Fakat ne tarihsel olarak, ne de aktüel olarak
hiç bir zaman sol yani emekten ve ezilenlerden
yana olan, en azından bu yönlü kısmi bir politikayı
bile esas almış ve yürütmüş bir parti değildir.
Tam tersine, sol kimliği, 1960'lı yılların ikinci
yarısında, TİP'in yükselişi ile birlikte siyasal
yelpazede ilk kez yaşanan sağ ve sol yarılmasında
TİP önünü kesecek tarzda saf tutmak, yükselen
devrimci, demokratik muhalefetin yarattığı imkanlardan
yararlanmak ve önünü kesmek için yarım ağızla
telafuz etmiştir. Ve bu aşamadan sonra, Türkiye'deki
Aleviler başta olmak üzere, sol, demokrat kitlenin,
laiklerin ve ezilenlerin önemli bir bölümünün
desteğini geleneksel olarak arkasına almıştır.
Öte yandan, parti kuruluşundan itibaren, cumhuriyetin
seçkinci, Kemalist bölüklerinin, kadrolarının
partisi olmuş, yönetim ve siyaset tarzı hep bu
seçkinci ve Kemalist söylem ekseninde biçimlenmiştir.
Ne Alevilerle, ne demokratik bir laiklikle, ne
de diğer ezilen kesimlerle özgün ve derinlikli
bir bağı olmamıştır. Dahası asıl derinlikli bağı,
klasik devlet partisi olarak esasta TC kontrgerillasıyla
olmuştur. Kimi zaman siyasal açıdan sapmalar olsada,
kontrgerillanın düzen siyaseti bağlamında soldaki
uzantısı olarak konumlanmıştır.
CHP bu yapısıyla, daha baştan itibaren tabanının
önemli bir bölümünü oluşturan Alevi ve sol kitleyle,
yönetimi ve ana kadrolarını oluşturan kontrgerilla
uzantısı seçkinci kesim arasında küçümsenemeyecek
bir yarılma ile var olagelmiştir. Alevi ve sol
taban ile laik ve seçkinci elit arasındaki ideolojik
bağ ise herkesin kendine göre yorumladığı Kemalizmdir.
Devrimci hareket güçlü olduğunda
CHP'nin bu kitle tabanının Alevi ve sol kesimi
devrimci harekete ciddi bir yönelim göstermektedir.
Bu durum laik kesimleri ve Parti yönetici elitini
de çok sahici olmasa da nispeten sol'a doğru yaklaşmaya
zorlamaktadır. 70'li yıllarda CHP tabanının ciddi
ölçülerde devrimci güçlere yaklaşmasıyla birlikte,
CHP yönetiminin ve elitlerinin "halkçı"
ve "sol" söylemler geliştirmesi, devrimci
hareketin büyümesinin doğrudan ürünüdür. Devrimci
hareketin zayıf olduğu dönemlerde ise Parti bütünüyle
sağ'a doğru kaymakta, gerici ve faşist çizginin
net bir payandasına dönüşmektedir.
1992'de itibaren, Kürt ulusal özgürlük
hareketine karşı başlatılan "topyekün savaş"
konsepti ile birlikte bu sağ, faşist politikalara
payanda olma, onun bileşeni olma durumu nettir.
Bu dönem aynı zamanda, Türkiye devrimci hareketinin
yavaş yavaş güç kaybetmeye başladığı dönemdir.
Bu süreçte, özellikle kontrgerillanın geliştirdiği
milliyetçi çizginin topluma yedirilmesinde CHP'de
en az diğer faşist partiler kadar önemli bir rol
oynamıştır. CHP tabanında bu süreçten sonra faşist/faşizan
milliyetçi çizgi ciddi bir güç kazanmıştır.
CHP bu milliyetçi söylemler temelinde,
daha önce bu tür eğilimleri olmayan, esasen sol
bir çizgide duran Alevilerin (özellikle Türk Alevilerin)
faşist eğilimlere yaklaştırılmasında önemli bir
rol oynanmıştır. Bugünde bu noktadalar... Laiklik
ise bilinen en gerici biçimiyle savunulmuştur.
1992 sonrasında, CHP elitleri/yönetimleri
kontrgerillanın burjuva siyaset sahnesine egemen
kıldığı milliyetçi gerici-faşist politikalarla
bağlantılı olarak, siyasal çizgisini sürekli olarak
sağ politikalar üzerine kurmuştur. Dönem dönem
öne çıkan daha "sol", "sosyal demokrat"
politikalar son 25 yılda neredeyse tümüyle silinmiştir.
Bunu izahı sürekli biçimde sağ kitleyi kazanmak
için, onların kabullenebileceği politikalar geliştirmek
biçiminde yapılmıştır. Sağ politikalarla sağ kitleye
yaklaşma polikası bugüne değin tek bir olumlu
sonuç vermemesine karşın, bu tutum hala CHP'de
egemen siyaset anlayışıdır. Sağ politikaları savunan,
bu temelde kurulmuş partiler varken, sağ kitlenin
sol görünümlü CHP'ye neden oy vereceği, aslı varken
neden taklitin kabul edileceği sorusunun ise hiç
bir yanıtı yoktur. Zaten gerçek de bu değildir.
Gerçek; devrimci güçlerin zayıfladığı koşullarda,
CHP'nin aslına rücu etmesi, kontrgerillanın faşist
politikalarının arkasında saflaşmasıdır. Ortaya
çıkan tek sonuç, CHP'nin çoğu kez faşist milliyetçi
politikaların uzantısı konumuna düşmesi olmuştur.
CHP'nin bu konumuyla gerçek bir "sosyal demokrat"
politika üretmesi mümkün değildir.
CHP, esas olarak Türk kontrgerillasının
belirlediği çizgide, milliyetçi ve gerici bir
politikayı, muhalefeti sürdürecektir. Yukarıdaki
bölümlerde kısaca CHP yönetiminin kontrgerilla
politikalarının bir bileşeni olarak hareket etmekte
olduğunu ortaya koyduk. Biraz daha açarak devam
edelim. CHP'nin hemen hemen her politik hamlesi
sağ politikalar temelinde, sağa politika yapmak
olmuştur. 10 yıl önce Cumhuriyet mitinglerinde
kitlesini milliyetçilik ve gerici bir laiklik
temelinde ordunun (aslında TC kontrgerillasının)
kuyruğuna bağlayarak sözde AKP'yi engelleyebileceğini
sanmıştır. Son 1 yıllık siyasi pratiğinde ise
Yenikapı mitingiyle devletin "beka"sı
için, TC kontrgerillasının ittirmesiyle AKP'yle
ittifaka girmiştir. Rojava ve Güney Kürdistan'a
yönelik işgalleri meşrulaştıran meclis kararlarını
AKP ve MHP ile birlikte onaylamıştır. Dahası,
HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarını ortadan
kaldıran ve paçavraya dönüşmüş olan TC anayasasına
bile aykırı olan yasayı, "anayasaya aykırı
olduğunu" bildiğini söyleyerek desteklemiş
ve HDP'lilerin hapse atılmasının, siyaset yapmasının
önünün kesilmesinin yolunu açmıştır. Tayyip'e
yönelik başlıca suçlaması anayasaya aykırı davranması
olan CHP'nin, anayasaya aykırı bir yasayı bilerek
ve isteyerek açıkça desteklemesi siyaseten artık
hiç bir tutarlılığının da kalmadığını apaçık göstermektedir.
CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu, hiç yüzü kızarmadan,
yüzlerce CHP'liyi katletmiş MHP'li faşistlere
yaranmak için "bende ülkücüyüm" diyebilmiştir.
CHP yönetimi ve elitlerinin TC kontrgerillasının
uzantısı olduğu bu tutumlarıyla her seferinde
apaçık ortaya çıkmaktadır. CHP'nin mevcut haliyle
(ki bu halin değişmesi neredeyse olanaksızdır)
düzen içi ve burjuva demokratik temelde bile olsa
hiçbir demokratik mücadelenin tutarlı bir bileşeni
olamayacağı açıktır.
Referandum sürecinde de CHP'nin
Kürt düşmanı politikaları, özellikle başkanlık
sisteminin "bölünme tehlikesi vb." yaratacağı
söylemleri temelinde, çalışmalarının ana bir bileşeni
olarak kullanacağı görülüyor. Siyasallaşmanın
olağanüstü bir yoğunluk ve derinlik kazanacağı
bu dönemde, bu politikaların CHP'nin Alevi ve
sol tabanını daha da sağa çekme tehlikesi yüksektir.
Tam da bu noktada, CHP'nin başta
Alevi ve sol tabanı olmak üzere, laikler dahil
geniş kesimlerine devrimcilerin nasıl yaklaşması
gerektiği sorusu öne çıkmaktadır. CHP tabanının
ideolojik ve politik olarak ortak paydası Kemalizmin,
bu tabanının her bir kesimi tarafından farklı
biçimde algılandığını, her kesimin farklı bir
Kemalizm tarifi olduğunu vurgulamıştık. CHP'nin
yazılı belgelerindeki Kemalizm tarifi ve politikaları
tabanın bütünü açısından özgün bir anlama sahip
değildir.
Bu noktada, en kaba biçimiyle ikili
bir ayrım yapılabilir.
CHP'nin Alevi ve yoksul emekçi
kesimleri sol ve devrimci güçlerle hem kitle zemini
olarak, hem de siyasal duruş olarak ciddi bir
geçişkenliğe sahiptir. Ve bu kesim, Kemalizmi
esas olarak halkçı, kamucu, demokratik ve ezilen
din ve mezhep kesimlerini koruyan bir laiklik
algısı üzerinden tarif etmekte ve savunmaktadır.
Samimi dindar insanların dini inançlarına tüm
olumlu ve insancıl anlamları yüklemelerinden hareketle
yapılan "halk dindarlığı" (dini siyasi
hedeflerinin bir aracı olarak kullanan ve din
tüccarlığı yapan egemen sınıfların politik dindarlığı
ile samimi dindarları halk dindarlığı kavramıyla
ayırabiliriz.) kavramı bu noktada Kemalizm açısından
da kullanılabilir. CHP'nin emekçi Alevi ve sol
kesimlerinin Kemalizme halkçı, demokratik anlamlar
yükleyen tarifine ve bu temelde konumlanışlarına,
Halk Kemalizmi de diyebiliriz.
CHP'nin ağırlıklı orta ve üst sınıflara
mensup ve Parti içinde asıl etkili olan kitle
tabanının Kemalizm tarifi ise esas olarak cumhuriyetçilik,
gerici-faşist milliyetçilik, batıcı taklit bir
modern yaşam tarzı ve oldukça sağ ve gerici bir
laiklik vurgusuna dayanmaktadır. Bu kesimlerin
ideolojik çizgisi esas olarak faşizan karakterdedir.
Hiç kuşkusuz, her iki kesim kalın
çizgilerle birbirinden ayrılmamaktadır. Hem kitle
bağlamında, hem de yaklaşımlar bağlamında ciddi
geçişkenlikler bulunmaktadır. Örneğin batıcı modern
yaşam tarzı vb. pek çok söylem her iki kesimde
de farklı ağırlıklarla söz konusudur. Bu iki kesimin,
politik yaklaşım ve pratikleri de kimi zaman birbirine
yaklaşmakta, kimi zaman ise uzaklaşmaktadır.
2008'lere, hatta 2010'lara değin,
CHP'nin bütün tabanında asıl beklenti ordunun
AKP'ye dur diyeceğidir. Bu hayaller artık çoktan
tuzla buz olmuş durumdadır. Özellikle küçümsenemeyecek
bir büyüklüğe sahip olan Alevi ve sol tabanında
kısmen umutsuzluk, kısmen ise giderek devrimci
değerlere yaklaşma söz konusudur. Devrimci değerlere
yaklaşma özellikle Gezi İsyanı sonrasında giderek
büyümüştür. Tüm sol ve demokratik güçler gibi,
bu kitlede asıl gücün halkın devrimci, demokratik
girişkenliğinde olduğunu görmeye başlamıştır.
CHP gençliğinin çeşitli mitinglerde Mahir Çayan
ve Deniz Gezmiş yoldaşlar başta olmak üzere devrimci
önderlerin fotograflarını taşımaları, devrimci
sloganların haykırılması, sosyal medyada devrimci
önderlere gösterilen ilgi bunun somut göstergesidir.
Yine emekçi mahallelerde bu tabanın giderek devrimcilere
yaklaştığı da açıkça görülüyor. AKP'nin faşist
paramiliter güçlerinin saldırılarının artmasına
paralel olarak bu taban ile devrimci güçlerin
geçişkenliği artacak, devrimci saflara akış imkanları
büyüyecektir.
D- REFERANDUM VE SONRASI SİYASAL SÜRECE İLİŞKİN
OLASILIKLAR
Referandum herhangi bir anayasal
değişiklik süreci değildir. Çıkacak sonuç ne olursa
Türkiye ve Kuzey Kürdistandaki sınıflar mücadelesinin,
siyasal gelişmelerin bundan sonraki gidişatı üzerinde
kritik önemde belirleyici sonuçlar yaratacaktır.
Referandumda yaşanacak bilek güreşi ve sonuçları
mevcut güç dengelerinde önemli değişimler yaratacak
ve sınıflar mücadelesi için yeni bir dönemsel-taktik
zemin yaratacaktır. Dolayısıyla referandum ve
olası sonuçlar, izlenecek devrimci taktik hem
bugün, hem de yakın gelecekteki siyasal savaşımlar
açısından özel bir önem taşımaktadır.
I- Referandum Meşru Değildir
Herşeyden önce, referandum zemini
meşru değildir. Tüm toplumsal muhalefetin korku
ve terör iklimiyle boğulmaya çalışıldığı, muhalif
medyanın tümüyle susturulduğu, başta HDP olmak
üzere tüm muhalif partilerin yönetici ve üyelerinin
binlercesinin tutuklandığı ve adeta fiilen kapılarına
kilit vurulduğu, muhalif dernek ve vakıfların
bini aşkınının kapatıldığı, Kuzey Kürdistan kentlerin
harabeye çevrildiği, "hayır" çağrısı
yapan bildirileri dağıtan gençlerin, açık mekanlarda
hayır içerikli konuşma yapanların gözaltına alındığı,
OHAL ile ülkenin yönetildiği koşullarda yapılan
bir referandum en gerici burjuva demokratik hukuk
açısından bile meşru değildir.
Bu koşullarda yapılan referandumdan
Tayyip lehine çıkacak herhangi bir sonuç da meşru
değildir.
II- Referandum Sürecinde Devrimci
Çalışmanın Hedefleri
Öyleyse referandum sürecinde devrimci,
demokratik ve sol güçler nasıl bir yol izlemelidir?
Referandum sürecinde geliştirilecek
tutum ve faaliyetlerin ekseninde, tüm devrimci,
demokratik güçleri, sol ve diğer güçleri, anti-faşist
temelde birbirine yakınlaştırmak, Haziran ve 6-8
Ekim isyanlarında ve 7 Haziran seçimleri öncesinde
gelişen devrimci, demokratik, sol dalgayı yeniden
canlandırmak olmalıdır. Dahası, bu süreçte elde
edilecek kazanımları daha ileri sıçramaların kaldırıcı
haline getirecek bir çalışma tarzı esas alınmalıdır.
Çünkü, toplumsal muhalefetin, daha da ötesinde
tüm muhalefetin yukarıda ortaya koyduğumuz tablosunun
en belirgin özelliklerinin korku iklimi, sindirme
ve bunlarla bağlantılı olarak gelişen saçılma,
paralize olma hali olduğu açıktır. Toplumsal muhalefetin
ezici çoğunluğu, farklı siyasal düşüncelere sahip
olsalar da, Gezi ve 6-8 Ekim isyanlarında Tayyip
ve AKP karşıtlığı paydasında birleşebilmişti.
Tayyip ve AKP çok daha azgın biçimde hükmetmeye
devam etmesine rağmen, toplumsal muhalefet hem
birleştirici bir öncülüğün olmaması, hem de siyasal
süreçlerin karmaşıklaşması nedeniyle paralize
olmuştur. Daha da kötüsü, toplumsal muhalefetin
neredeyse tüm öğeleri bakışımsız hale gelmiştir.
Referandum süreci, en sınırlı politik
biçimiyle Tayyip ve AKP karşıtlığı paydasında
toplumsal muhalefetin en azından bakışımlı hale
gelebileceği bir sürece dönüştürülebilir. Bir
adım daha öteye gidilerek, bunu da aşan biçimde
geniş sol, devrimci ve demokratik güçlerin ortak
mücadele birliklerinin zemininin döşeneceği, ortak
paydaların öne çıkarılacağı bir sürece dönüştürülebilir.
Mevcut referandum özgülünde ortak bir cephenin
kurulmasının mümkün olmadığı, toplumsal muhalefetin
değişik kesimlerinin yaptığı açıklamalarda görülüyor.
Herkes kendi yolunda, kendi çalışmasıyla yürüyecek.
Fakat bu süreçte özellikle tabanda geliştirilebilecek
pozitif bir etkileşim, referandum sonrasında daha
olumlu ilişkilenmeler için bir başlangıç oluşturabilir.
Bunun yanısıra, CHP'nin devrimci demokratik kesimlere
uzak duran, laik ve milliyetçi kanatlarının kitle
tabanı ile yeniden daha olumlu bir ilişki kurabilmenin
zeminleri bir ölçüde oluşturulabilir. Hatta çok
daha sınırlı olarak, şu anda büyük bir krizle
yüzyüze olan MHP'nin, özellikle hayırcı kanadında
yer alan kesimlerinin işçi, emekçi, mahalleli
olan bir bölümüyle devrimci, demokratik, sol güçler
arasında sınırlı da olsa olumlu bir etkileşim
kurmak mümkündür. AKP'nin devletleşme sürecinin
başladığı 2010'dan itibaren, aslında MHP tabanında
AKP karşıtlığının ilk emareleri ortaya çıkmış
ve bugünkü yarılma Gezi İsyanı sürecinde daha
da belirginleşmişti. Gezi'ye küçük de olsa MHP
tabanından katılımlar söz konusu olmuştu. Bu imkan
ilk kez büyük ölçekli olarak ortaya çıkmaktadır.
Benzer biçimde, AKP'yi istikar, zenginleşme, islamın
koruyucusu vb. sahte söylemlerin etkisiyle destekleyen
ancak istikrarın, zenginleşme hayallerinin, islam
koruyuculuğunun tuzla buz olduğu günümüzde AKP'yle
bağları zayıflayan kesimleri en azından tarafsızlaştırmak
için güçlü bir zemin oluşmuştur.
Öte yandan, referandumda ve genel
olarak AKP faşizmine karşı savaşda önemli noktalardan
birini AKP karşıtlığı temelinde eski yapıların
ihyasını esas alan kesimlerle aynı konuma düşmemek
oluşturuyor. CHP'nin ve burjuva liberallerinin
parlamanter sistemi koruma, rejim değişikliğine
karşı çıkma gibi safsataları esas olarak faşizmin,
AKP öncesi yapılanmasını ihya etmeyi amaçlamaktadır.
Devrimci, demokratik muhalefet kesin biçimde kendini
bu söylemden ayırmak ve gerçek bir halk demokrasisi
hedefini açık ve net olarak tüm siyasal çalışmasında
başat unsur haline getirmek zorundadır. AKP karşıtı
muhalefeti birleştirme vb. söylemlerin ayartıcı
tuzağına düşerek, CHP ve liberallerin payandası
haline gelmek tehlikesi hiç de uzak değildir.
Özellikle reformist sol kesimlerin yürüttüğü propagandalar
bu söyleme oldukça yakındır ve halk kesimleri
içinde belli bir etkiye de sahiptir. AKP faşizmine
karşı mücadele ederken, en az bunun kadar tehlikeli
olan, faşizmin diğer versiyonlarını "demokrasi"
olarak sunan ve işçileri, emekçileri, halkı bu
eksene çekmeye çalışan politikalara karşı da mücadele
devrimcilerin aktüel görevlerden biridir. Devrimciler
kendi politik hedefleri ekseninde bir politik-pratik
hat oluşturmak ve diğer tüm muhalif kesimlerle,
bunu boşa düşürmeyecek bir ilişki tarzı geliştirmek
göreviyle karşı karşıyadırlar.
Bu politik eksen, birincisi, AKP'nin
ve devletin gerici-faşist yüzünü, ekonomik krizi
ve diğer tüm yıkım uygulamalarını teşhir etmeyi
ve ikincisi, emekçi halk kitleleriyle buluşabilecek
bir söylem ve içerikle eşitlik, özgürlük, dayanışma,
halk iktidarı, halkın yönetimi, halkların kardeşliği
ve sosyalizmi esas alan ve direniş örgütlemeyi
hedefleyen bir temele oturmalıdır. Genel toplumsal
siyasileşme, devrimci ve sosyalist düşünce ve
eylemin geniş işçi ve emekçi kesimlerine taşınması
için önemli bir imkan yaratıyor. Ve bu imkandan
sonuna kadar yararlanmak gerekiyor.
III- Referandum'da Devrimci Taktik:
Hayır mı, Boykot mu?
Bu hedeflere uygun politik taktik
esas olarak "hayır" temelinde yürümektir.
Boykot vb tutumların yukarıdaki hedeflere denk
düşen bir zemin yaratması mümkün değildir. Ya
da çok sınırlıdır. Sistem ve Tayyip karşıtı genel
kitleden de önemli ölçüde kopuş anlamına gelecektir.
.
Öte yandan, yürütülecek çalışmaların,
Tayyip'in zaten fiilen uyguladığı Tayyip tipi
faşist başkanlık sisteminin teşhirinin yanı sıra,
hatta ondan daha çok, AKP'nin kurduğu egemenlik
sisteminin işçileri, emekçileri, yoksulları en
derinden yaralayan sivri uçlarına yönelitilmesi
gereklidir. Kendi çocuklarını askere göndermeyen
bu faşistlerin emekçi çocuklarına şehit olun çağrıları
yapması, kadınlara yönelik tepe yapan cinayetler
ve baskılar, çocuklara yönelik cinsel istismarların
bunların desteklediği vakıflar eliyle yapılması
ve adeta meşru görülmesi, hızla artmakta olan
işsizlik, ekonomik kriz ve bunun giderek belirginleşen
ağır sonuçları, medya üzerindeki baskı vb. pek
çok faşist baskı ve yıkım devrimci ajitasyonun
temel unsuru olmalıdır.
Sadece bununla da yetinmemek, teşhirin
yanı sıra, devrimci sosyalist alternatifleri en
yalın biçimiyle ifade eden bir ajitasyonun geliştirilmesi
de zorunludur.
Öte yandan, tüm devrimci, demokratik,
sol kesimlerle, daha da ötesinde tek tek bireyler
düzeyinde bile olsa tüm toplumsal muhalefet öğeleriyle
yukarıdaki çalışmalar içinde birlikte hareket
etmek, rekabeti değil, dayanışmayı öne çıkarmak
özel olarak gözetilmesi gereken tutum olmalıdır.
IV- Kritik Anket Sonuçları, 2019'a
Ertelenen Başkanlık Seçimi
Evet cephesine, yani Tayyip, AKP,
evetçi MHP kanadı ve bunlara eklemlenen çeşitli
gerici ve faşist güçlere gelince, bütün olanakları
ellerinde toplamış olsalar da, onlarında işi hiç
de kolay değil. Derinleşen ekonomik kriz, yoksullaşma
ve işsizlik, Rojava'dan, Kuzey ve Güney Kürdistan'dan
bir türlü gelmeyen zafer haberleri, Kuzey Kürdistan
kentlerinin ağır bir yıkıma uğramasında Kürt halk
kitlelerinin bunun sorumlusu olarak PKK'yi değil,
Tayyip'i görmesi ve Tayyip'e olan desteğin Kürdistan
fazlaca artmaması, Trump'ın ne yapacağının "belirsizliği"nin
yarattığı gerginlik ve ilerleyen günlerde yaratacağı
hayal kırıklığı ve kırılmalar, istikrar vaadiyle
kazanılan 1 Kasım seçimine rağmen çok daha büyük
istikrarsızlık öğelerinin ortaya çıkması vb. pek
çok faktör Tayyip'in önünde devasa bir nesnel
barikat olarak duruyor. Gerekli oy desteğini MHP'yle
telafi etme çabasının da sınırlı bir destek getireceği
giderek ortaya çıkıyor. Başkanlık sisteminin MHP'nin
kadrolarında ve tabanında beklenin çok üstünde
bir dirençle karşılaşması ve giderek çoğunluğun
"hayır cephesi"ne kaydığı yapılan anketlerde
ortaya çıkıyor.
Tayyip için bunlardan daha da kötüsü,
AKP tabanında da belirli bir çözülmenin yaşanmaya
başladığının yine kendi yaptıkları anketlerde
ortaya çıkmasıdır. Anket sonuçlarından, AKP'ye
oy verenlerin yüzde 20'sinin hayır oyu verme eğiliminde
olduğu görülüyor.
Genel eğilimleri belirlemeye dönük
anketlerde ise son süreçte hayır oylarının küçük
bir farkla öne geçtiği ve belirleyici sonucun
yüzde 20'lik kararsız kitlenin tercihleriyle belirleneceği
ifade ediliyor.
Ve bu anket sonuçlarının ilk etkisi
gecikmeden ortaya çıktı. Meclis'de konuşma hakkını
bile sınırlayarak, referandum yasasının geçmesini
hızlandırmaya çalışan Tayyip'in yasa meclisten
çıktıktan sonra on günü aşkın bir süre beklemesi
esas olarak durumun kritik olduğunu gösteriyor.
Bu gecikmeler, Tayyip'in medyadaki çomarları tarafından,
Tayyip'in kapsamlı bir kampanya yapmak istediği
ve bunun için referandumun mevsimsel koşulların
uygun olacağı Nisan ayına denk gelmesi için yasanın
Tayyibe gidişinin geciktirildiği biçiminde izah
edilmeye çalışıldı. Ve böylece Tayyip'in kritik
durumu gizlenmeye çalışıldı. Referandumun Nisan
veya mayıs ayında yapılması istense, yasaya direkt
olarak bu tarihler konulabilir ya da ona uygun
bir zamanlama/süre konulabilirdi. Gerçek ise Tayyip'in
yaptırdığı anket sonuçlarının kendisi açısından
kritik durumudur. Tayyip bu negatif anket sonuçlarını
anlamaya ve bir strateji geliştirmek için zaman
kazanmaya çalışıyordu
Hemen belirtmek gerekiyor. Tayyip
kazanamayacağını düşündüğü ya da oyların kritik
bir eşikte birbirine yakın olduğu bir referandumu
kabul etmeyecektir ve geliştireceği bir provakasyonla
veya herhangi bir nedenle (hatta toplumsal kutuplaşmanın
çok keskinleştiği vb. gibi kendisine puan kazandıracak
sözde "iyi niyetli" bir nedende ileri
sürebilir) erteleyecek ya da tümden gündemden
kaldıracaktır. Şubat 2017 başı itibariyle gelişmelere
baktığımızda, bu referandumun yapılmaması da olasılıklardan
biridir.
Tayyip'in hesabı, MHP ve diğer
gerici faşist partilerle birlikte, tüm sağın oylarını
alarak yüzde 65'leri bulan bir oy oranıyla referandumu
kazanmaktı. Fakat oy desteği yüzde 50 gibi bir
oy sınırında gezinmektedir.
Aslında Tayyip, bütün bu olasılıkları
yasanın meclise geliş sürecinde bir ölçüde hesap
ederek başkanlık sistemini getiren referandumla,
başkanlık seçimlerinin aynı anda yapılmasını istememiştir.
Tek hamleyle bu işin başarılmasının oldukça kritik
olduğunu görmüştür. Başkanlık seçimlerinin tarihini
genel seçimlerin tarihi olan 2019 olarak belirleyerek,
referandumdan hayır çıkması durumunda, 2, 5 yıl
daha hükmetmeyi garanti altına almıştır. Böylece,
olası bir terslik durumunda, bu süre içinde saflarını
yeniden toparlamayı yeni hamleler için güç biriktirmeyi
hedeflemiştir..
Ve Tayyip, her yoldan ve her araçla,
referandumda evet çıkması için tüm gücüyle yüklenecektir.
Her yolu, her türlü provakasyonu deneyecektir.
Her türlü entirikayı, oy hırsızlığını vb. sonuna
kadar kullanacaktır. Daha şimdiden büyük bir oy
hırsızlığı şebekesinin hazırlandığına kesin gözüyle
bakabiliriz.
Peki, evet yada hayır çıkarsa,
süreçde ne tür değişimler olabilir? Bizi ne bekliyor?
Bu olasılıkların her biri, devlet içindeki büyük
kapışmayı ve toplumsal muhalefet ile Tayyip ve
AKP arasındaki büyük çatışmayı nasıl etkiler?
Bu sorulara ilişkin öngörüler hayati önemdedir.
V- Hayır Çıkarsa...
AKP için sandığın ancak kazandığı
taktirde bir değeri bulunuyor. Kaybettiğinde ise
7 Haziran seçimleri sonrasında gördüğümüz gibi
5 kuruşluk bir değeri yoktur. Sandığa tekmeyi
vurup sonuçları geçersiz kılmak için herşeyi yapacaktır.
Yani olası bir hayır sonucunu kabullenmesi söz
konusu bile olmayacaktır.
Referandumdan hayır çıkması Tayyip'in
tümüyle yenilgiye uğraması anlamına gelmeyecektir.
Referandumdan hayır çıkması durumunda Tayyip'in
fiili başkanlık sistemini bir kenara bırakıp,
kendini hizaya çekeceği beklentisi ham hayaldir.
Tam aksine, Tayyip, 2019 seçimlerine kadar olan
2,5 yılda, yada kendini güçlü hissettiği herhangi
bir anda yapacağı erken seçimlere kadar, toplumsal
muhalefet üzerindeki baskılarını olağanüstü düzeyde
arttıracaktır. Tayyip, istemediği sonuçlar çıktığında
sandığı tekmelemektedir. Fakat meşruluğunun tek
dayanağı olarak da, kazandığı seçimleri göstermektedir.
Dolayısıyla, yeni bir seçimle bu "meşru zemini"
üretmesinin önündeki tüm engellere elindeki tüm
araç ve olanaklarla saldırmak dışında bir yolu
yoktur. Tayyip'in geride kalan burjuva siyaset
normlarına,"normal"lerine dönmesi diye
bir olasılık ise hiç yoktur. Başta da belirttiğimiz
gibi, devleti kendi belirlediği eksende (paradigmayla)
yeniden kuran her güç gibi, "durursa düşer".
Hiç kuşkusuz, Hayır'ın zaferi durumunda
derin bir moral yara alacakları gibi, yeni ve
büyük engellerle karşı karşıya geleceklerdir.
Herşeyden önce, Tayyip'in üzerini çizen batılı
emperyalist güçler, Tayyip'i yerinden etmek için
daha büyük bir planlama ve enerjiyle çalışacaklardır.
AKP'deki çatlaklar kaçınılmaz olarak daha da büyüyecektir.
AKP'nin bölünmesi de olasılıklardan biridir. Oligarşinin
geleneksel kanatları Tayyip'e yönelik muhalefetlerini
yeniden daha güçlü biçimde ifade edeceklerdir.
Ve ellerinde bulunan ve küçümsemeyecek bir gücü
olan medya organlarını yeniden adım adım AKP ve
Tayyip'in karşısında mevzilendireceklerdir. Tayyip'le
ittifak halinde olan TC kontrgerillasına hakim
olan ulusalcı kanat Tayyip'le mücadelesinde büyük
bir güç kazanacak ve onun hareket kabiliyetini
daha da zayıflatmak için hamleler geliştirecektir.
Daha da önemlisi, toplumsal muhalefet
üzerindeki baskılar yoğunlaşsada, büyük bir moral,
birlikte mücadele ve başarma duygusu güçlü biçimde
geri gelecektir. Bu, kitleler içindeki tüm devrimci,
demokratik çalışmalar için muazzam bir zemin yaratacaktır.
Daha büyük hamlelerin, devrimsel çıkışların nesnel
olarak önü daha güçlü biçimde açılacaktır.
Kısacası, hayır sonucu, Tayyip
ve AKP için tam bir kabus sürecinin devreye girmesi
anlamına gelecektir. Ve tabii ki, oldukça şiddetli
çatışmalarla gelişen yeni ve tempolu bir siyasal
ve toplumsal mücadele sürecinin de başlangıcı
olacaktır.
VI- Evet Çıkarsa... Sömürge Tipi
Faşizmin Yeni Bir Versiyonu...
Referandumdan evet çıkması durumunda,
Tayyip toplumsal "meşruiyet"ini bir
kez daha onaylatmış sayacak ve tüm dünyaya kendini
bu temelde yeniden pazarlamaya çalışacaktır.
Referandumdan evet çıkması, esas
olarak TC devletinin 1950'lerden bu yana biçimlenişini
belirleyen sömürge tipi faşizm gerçeğini yeni
bir tarihsel aşamaya sıçratacaktır; sivil açık
faşizm. Sömürge tipi faşizmin alameti farikalarından
biri, parlamenter görünümlü gizli faşizm ve askeri
cuntalar yoluyla açık faşizm pratikleridir. 1990'lardan
yani 4. bunalım döneminden itibaren, sömürge tipi
faşizm, yeni döneme uygun değişik görünümleri
de içermeye başladı. 1980'lerin ikinci yarısından
itibaren uç veren ve 1990'larda somut olarak pratikleşen
açık ve gizli faşizm uygulamalarının iç içe uygulandığı
oldukça sert ve karmaşık bir faşizm uygulamasıydı
söz konusu olan. Bir yandan 12 eylül cuntası uygulamalarına
rahmet okutan onbeş bine yakın insanımızın faili
meçhullere kurban edildiği, üç bini aşkın köyün
yakıldığı, yaygın ve sert bir işkence ve infaz
pratiğinin yaşandığı, bir yandan da burjuva parlamentosunun
oldukça göstermelik biçimde de olsa çalıştığı,
legal parti ve kurumların ağır baskılara rağmen
varlığını sürdürdüğü bir faşizm pratiğiydi egemen
olan. Esasen 2016 15 Temmuz darbesine değin olan
süreci, kimi zaman açık faşizm, kimi zaman gizli
faşizm uygulamalarının öne geçtiği (2002'den 2010
kadar nispeten gizli faşizm uygulamaları daha
baskındır, dönemin geri kalanı açısından, 1990-2002
ve 2010-2016 dönemleri açısından da açık faşizm
uygulamaları daha baskındır.) özgün bir faşizm
pratiği olarak tanımlamak mümkün. 15 Temmuz 2016
darbesinden (başlangıç olarak 7 Haziran 2015 seçimleri
sonrasını da alabiliriz) sonraki süreci Tayyip
"Reis" öncülüğünde açık faşizmin yeni
bir versiyonunun başlangıcı olarak görebiliriz.
Türkiye'de açık faşizm pratiği esas olarak askeri
cuntalar yoluyla devreye sokulmuştu. Tayyip bunun
sivil versiyonunu oluşturuyor. Referandumda evet
çıkması durumunda bu sivil versiyon resmen yasallaşmış
da olacak. Bu sivil açık faşizm versiyonu hemen
hemen tüm boyutlarıyla askeri cuntalar dönemlerinden
çok daha ağır baskı ve faşist terör uygulamalarıyla
gelişiyor. Tüm toplumsal muhalefete yönelik baskılarda
bu durum belirgin biçimde ortaya çıkıyor. Yasal
mücadele alanları daha Tayyip referandumu yapmadan,
yasal bir başkanlık statüsü kazanmadan sıfırlanmak
üzere. Cuntalarda güç tümüyle askeri cunta konseylerinde
toplanırken, Tayyip diktatörlüğünde tüm iktidar
gücü tek kişide toplaşıyor. Cuntalar anayasaları
ortadan kaldırsalarda, sınırlı da olsa yasallık
arayışı içindeydiler. Tayyip'in pratiğinde anayasa
olmadığı gibi, yasallığın da hiç bir önemi yok.
Daha yasal olarak başkan olmadan bu pratiği geliştiren
AKP ve Tayyip'in başkanlık referandumunda evet
çıkması durumunda, kırıntı düzeyinde kalmış olan
demokratik mücadele alanlarını yıkıp geçeceği
açıktır. Ve faşist terör dalgası esasen dipsiz
kuyudur. Onun sınırını ancak devrimci demokratik
güçlerin direnme pratiği çizebilir.
Evet çıkması durumunda, Tayyip'in
eli tüm burjuva muhalefet güçleri karşısında da
rahatlayacaktır. Sivil açık faşizm başta MHP'deki
muhalif güçler olmak üzere, ancak hızla CHP'yi
de kapsayacak tarzda taaruza geçecektir.
Tayyip, ittifakı olan TC kontrgerillasının
gücünü kırmak için yasal ve pratik adımları arttıracak,
TÜSİAD'cı geleneksel tekelci burjuvaziyi iyice
hizaya çekmek için "büyük baskı ve küçük
ödünler" politikasını devreye sokacaktır.
Tayyip'in referandum ve ardından da başkanlığı
kazanma planının temel hedeflerinden birinin güç
yarılmasına neden olan ittifak ilişkilerinden
kurtulmak olduğunu ifade etmiştik. Bunun hiç de
kolay olmayacağı açık. Çünkü birincisi, bugünkü
temel ittifakı olan kontrgerillanın milliyetçi
kanadı ordu, polis ve yargı içinde hızla güç kazanmaktadır.
Tayyip'in özellikle ordu içinde herhangi bir kadro
gücü bulunmuyor. Daha önce, Fetöcülerle ordu ve
devlet içinde milliyetçi kanadı dengeleyen, daha
sonra at değiştirip Fetöcülere karşı milliyetçi
kanatla ittifak kuran Tayyip'in bugün özellikle
Ordu içinde milliyetçi kanadı dengeleyecek bir
gücü bulunmuyor. Ve kontrgerillanın milliyetçi
kanadı, tekelci burjuvazinin geleneksel kesimlerinin,
CHP'nin, MHP'nin bir bölümünün ve başkaca güçlerin
desteğiyle direnişini sonuna kadar sürdürecektir.
Tayyip ve müttefiki kontrgerillanın karşılıklı
hamleleri bu daha şimdiden başlamıştır. AKP'lilerin
dillendirmeye başladığı "Fetöcülerden nedamet
getirenlerin af edilmesi" yönündeki söylemler,
aslında hem Fetöcülerden kadro devşirme isteğini
ortaya koyuyor, hem de müttefik kontrgerilla güçlerine
yönelik çaresiz değiliz mesajını veriyor. Yukarıda
ifade ettiğimiz üzere, Tayyip'in müttefiki kontrgerillanın
ulusalcı kanadının ABD ve NATO'yla birlikte yeni
ve emir komuta zinciri içinde yapılacak bir darbeye
hazırlıkları yaptıklarına kesin gözüyle bakmak
gerekir. Dolayısıyla, referandum sandığından evet
çıksa bile, önümüzdeki birkaç yıl içinde Tayyip'in
bu ittifak güçleriyle girişeceği büyük güç mücadelesinde
işinin hiç de kolay olmayacağı açıktır. Hatta
yenilgiye uğraması olasılığı da oldukça güçlü
biçimde bulunmaktadır.
Referandumu kazanmasının emperyalist
güçlerde yaratacağı tereddütleri, kendi lehine
çevirmek için tavizler ve boş kabadayılığın içiçe
geçtiği yeni bir ilişki zemini yaratma çabası
içinde olacaktır. Ancak ABD, Rusya, AB ve Ortadoğu'da
Tayyip'i öngörülebilir, kısmen de olsa güvenilebilir
gören tek bir gücün olmadığı gerçeği onunla stratejik
ilişkilerin kurulmasının önünde önemli bir set
olarak durmaktadır. Referandumu kazanması bu gerçeği
değiştirmeyecektir. Olası ilişkilerin esasen bir
katlanma ilişkisi olacağı ve gündelik yada kısa
dönemli taktik ilişkiler temeline oturacağı ve
bunun da Tayyip'in dış politika alanında hareket
kabiliyetini önemli ölçüde daraltacağı açıktır.
Bu noktada, MHP ve diğer gerici
güçlerin desteğine rağmen, yüzde 50 sınırlarında
yada bir başka ifadeyle yüzde 60'lara yaklaşmayan
bir "başarı" durumunda, esas olarak
siyaseten çok da başarılı sayılmayacaktır. Ve
atacağı adımlar nispeten daha da sınırlanacaktır.
VII- Kısa Sonuç
Sonuç olarak, referandum
sandığından çıkan ister evet, ister hayır olsun,
Türkiye ve Kürdistan'ı bekleyen şey, sınıflar
savaşının çok daha şiddetlenmesi, baskı ve terörün
daha da yoğunlaşması, katliam, infaz, gözaltı,
işkence, tutuklama zincirinin toplumsal muhalefete
dönük olarak daha da şiddetlenmesi, emperyalist
müdahalelerin daha artmasıdır. Her iki olasılıkta
da, devlet ve toplumsal alanda hegemonya savaşının
büyük bir hız kazanacağı, Tayyip'in sivil açık
faşizm pratiğinin derinleşmesinin kaçınılmaz olduğu
açıktır. Tüm çelişki alanları daha da şiddetli
çatışmalarla biçimlenecektir.
DİPNOTLAR
(1) Plan Kolombiya'nın gelişim seyri ve akibeti
başkaca bir çalışmamızdan kabaca şöyle özetleyebiliriz:
"Latin Amerika, ABD emperyalizminin
geleneksel "arka bahçesi"dir. "Tanrıya
uzak, malesef ABD'ye yakın"dır. Latin Amerika'nın
denetim altında tutulması, ABD'nin dünya hegamonyası
açısından hayati önemdedir. Bu noktada, her dönem
iki ana tehdit söz konusu olmuştur. Birincisi,
küçük burjuva milliyetçi/bağımsızlıkçı akım ve
hükümetler ve ikincisi ve daha önemlisi devrimci
sosyalist hareketler.
Öte yandan, Latin medeniyeti yeni
konsepte göre zaten medeniyetler hiyerarşisinin
alt sıralarında yer almaktaydı. Latinlere düşmanlık,
ayrımcılık ve küçümseme İslama yönelik olan kadar
derin olmasada, ABD'de her dönem ciddi bir zemine
sahip oldu. Ama daha ötesinde Latin Amerika mutlak
biçimde ABD egemenliğinin sınır çizgisiydi. Latin
Amerikada bırakalım devrimci, merkez kaç herhangi
bir odak bile ABD emperyalizmi için tahammül edilemez
bir durumdu. Halbuki 1990'ların sonuna doğru Latin
Amerika'daki devrimci ve halk hareketlerinin yükselişi
kırmızı alarm boyutlarını bile aşmış durumdaydı.
Kolombiya da FARC ve ELN hareketleri ülkenin yüzde
70'inden fazlasında denetim sağlamış durumdaydılar
ve iktidarı ele geçirmeye oldukça yaklaşmışlardı.
Brezilya'da, Venezuella'da, Bolivya'da ve diğer
tüm Latin Amerika ülkelerinde halkçı sol hareketler
büyük bir yükseliş yaşıyordu. İşte Plan Kolombiya
bu temelde gündeme geldi. Plana göre Kolombiya'daki
devrimci hareketi bastırmak için Brezilya'nın
(ABD emperyalizminin eksen ülkeler konsepti bağlamında
belirlediği vasal ülkelerden biri de Brezilyaydı)
öncülüğünde diğer Latin Amerika ülkelerinin katılacağı
büyük bir ordu oluşturulacaktı. Bu ordu Kolombiya
devletinin isteğiyle ülkeye girecek yani işgal
edecek ve Kolombiya ordusu ile birlikte FARC ve
ELN'yi yok edecekti. ABD ordusu da bu güçlere
hava saldırılarıyla destek verecek daha sonra
ABD kara birlikleri de ülkeye giriş yapacaktı.
Böylece Latin Amerika'daki en önemli devrimci
dinamik yok edilirken, bölge ülkelerindeki halkçı
sol hareketlerde bu atmosfer içinde ağır baskı
altına alınacaktı. Ve bölge pek çok açıdan tam
bir kaos içine sürüklenecekti. Bu gelişmelere
bağlı olarak bütün bir Latin Amerika yeni dönemin
hegamonya planlarına uygun olarak yeniden dizayn
edilecekti. İşgal ve savaş koşullarında bu yeniden
dizaynın anlamının oldukça koyu bir faşist devlet
yapılanması olduğu açık. Bu plan kısmen ilan edildi
ve büyük bir bütçe hazırlandı. Ancak, 1999'dan
itibaren tüm Latin Amerika ülkelerinde halkçı
partilerin kazandığı başarılar bu planı önemli
ölçüde kadük bıraktı. (...) Halk hareketleri bu
planı önemli ölçüde etkisizleştirdi, uygulanamaz
hale getirdi. Plan Kolombiya bu noktadan itibaren
esas olarak FARC ve ELN'nin tasfiyesi için Kolombiya
devletine askeri ve mali destek aktarılması ve
diğer Latin Amerika ülkelerindeki halkçı demokratik
hükümetlerin tasfiyesini hedef alacak tarzında
revize edildi. Ve günümüze kadar başlangıçtaki
halinden çok farklı biçimde geldi."
(2) Bu çalışma tamamladıktan kısa
bir süre sonra (fakat yayınlanmadan hemen önce)
Almanya ile başlayan giderek diğer batı Avrupa
ülkelerinin de dahil olduğu, Recep Tayyip'de dahil
AKP ve devlet yöneticilerinin Avrupa'da referandum
çalışması yapmalarını engelleyeme dönük toplantı
ve gösteri yasaklamalar başladı. Tayyip ve AKP
islamcı faşist diktatör imgesi olarak kesin bir
tutumla dışlanıyor. Bunun AB emperyalistlerinin
ortak tutumu olduğu yapılan açıklamlardan anlaşılıyor.
Hollanda ve Almanyanın seçim sürecinde olması
ve gelişen ırkçı faşist partilerin önünü kesmek
için merkez sağ partilerin bir atağı olduğunu
söylemek mümkün. Ortaya çıkan krizin bir yönü
budur. Ancak salt bu tespitle sınırlı kalan bir
değerlendirme kesin biçimde sığ bir yaklaşım olacaktır
ve işin arka planını gözden kaçırmak anlamına
gelecektir. Esas olarak söz konusu olan üstü çizilen
AKP-Tayyip çizgisine karşı güçlü bir duruş geliştirmedir.
AKP-Tayyip faşizmi bir yıl önce Avrupa'nın geliştireceği
saldırıları, Suriyeli göçmenleri Avrupa kapısına
yığarak ve şantaj yaparak bertaraf edebilmişti.
AB emperyalistleri son bir yıl içinde yoğun bir
çabayla göçmenlere karşı Yunanistan ve Bulgaristan
sınırlarında alınan önlemler yoluyla yeni bir
şantaj vakasının önünü önemli ölçüde kestikten
sonra, şimdi karşısındaki pozisyonlarını net biçimde
ortaya koyuyorlar. Bugün TC bakanlarını "istenmeyen
kişi" ilan etme düzeyine değin sıçrayan aktüel
krizi uzun bir döneme yayılacak çatışmalı sürecin
ilk raundu olarak görmek gerekiyor. AKP'nin bu
krizden milliyetçi duyguları istismar ederek referandum
için oy devşirmeye çalıştığı açık olsa da, tüm
prestijinin yerlerde sürünüyor olmasının tersinden
bir etki de yaratması da güçlü bir olasılıktır.
Önümüzdeki süreçte, AKP-Tayyip faşizminin siyasi,
ekonomik ve askeri açıdan daha ciddi darbelerle
karşılaşması süpriz olmayacaktır.
(Devam Edecek)
|