Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

Şafak Yargılanamaz 2. Cilt
Derleyen: Hasan Şensoy
Barikat Gazete ve Yayıncılık, Ekim 1993

V. BÖLÜM
1960-70 DÖNEMİ VE 12 MART AÇIK FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜ

IV- 60-70 DÖNEMİ VE 12 MART AÇIK FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜ
Kapitalizmin, ülke koşullarının iç dinamiği temelinde karakterinin normal öğelerine kavuşmaması nedeniyle, emperyalizmin çeşitli biçimlerdeki müdahaleleriyle çarpık bir gelişim süreci izlediği bizim gibi yeni sömürge ülkelerde, tekelci burjuvazi kapitalizmin doğal gelişim yasalarına uygun olarak gelişip, ekonomik ve siyasal yapıdaki egemenliğini sağlayamadığından, diğer sömürücü kesimlerle zorunlu bir denge, bir "ittifak" içine girer. Bu ittifakı oligarşi olarak tanımlıyoruz.
Ancak, bu ittifak içinde yer alan sınıfsal kesimlerin gelişimi bir paralellik taşımadığından, daha yoğun gelişim olguları taşıyan güçle (bu güç emperyalizm ile olan ilikilerin sağladığı ilerleme olanakları ve tarihsel faktörler nedeniyle işbirlikçi sanayi burjuvazisidir) diğer sömürücü kesimler arasında kurulan "denge" sürekli olarak zorlanır.
Emperyalizme bağımlı bir ülke ekonomisinin, bu bağımlılık ilişkilerinden kaynaklanan güdüklüğüne bir de emperyalizmin kendi içinde yaşadığı bunalımını bağımlılık ilişkileri içindeki yeni sömürgelere aktarması eklenince, yaşanan ekonomik alt-üst oluş, egemen sınıflar ittifakı (oligarşi) içinde sömürüden pay alma mücadelesini hızlandırır, keskinleştirir. Ekonomik yapıda yaşanan bu çelişkiler siyasal üst yapıda da çatışmalara yol açar.
Bir yandan oligarşi içinde yaşanan bu çelişkiler, diğer yandan da yeni sömürge kapitalizminin güdük ve cılız yapısını ayakta tutan gerçek gücün emeğin yoğun sömürüsü olması, devrimci dalganın kabarma dönemlerinde, sömürücü sınıfların "tatlı karlarını" tehdit eder.
Gelişme aşamasında olan bir kapitalist sınıfın evrensel özelliği, böylesi tehditlere karşı son derece tahammülsüz olmasıdır. Sömürülen, ezilen halk kitlelerinin en doğal ve sıradan yaşamsal gereksinimleri için yürüttükleri mücadeleyi daha işin başındayken ezmek ister. Bu durumda, ekonomik, toplumsal ve siyasal planda yeni bir düzenleme kaçınılmaz hale gelir. Söz konusu "kaçınılmazlık", "12 Martlar" demektir.
Yeni sömürgelerde, yeni sömürgeleşme süreçlerinden itibaren yaratılan, üst yapıda ve kuramda ilkel, çarpık bir demogoji şemsiyesi altında gerçekleştirilen faşist kurumlaşma; dönem dönem muhalefetin (başta devrimci alternatifin) yükselmesine, sivil oligarşilerin çeşitli açılardan yıpranmasına bağlı olarak gündeme açık faşist biçimiyle getirilir. Bunun dışında, devrimci dalganın görece devamlılığı ve sivil oligarşinin her geçen gün büyüyen yeni açmazlarla iradesizleşmesi, giderek sivil egemenlik güçlerinin militarizmle özdeşleşmesini, bizzat militarize olmalarını doğurur ki artık açık faşizmin gündemden kaldırılması/kaldırılabilmesi olanaksızlaşmış, sadece onun biraz yumuşatılması, göreceli olarak geri çekilme olanağı kalmıştır. Bu durumu ilerde işleyeceğiz. 12 Mart henüz bu noktaya gelinmeyen bir süreçtir.
60'lı yıllar Türkiye'de kapitalizmin hızlı gelişimine ve buna koşut olarak, tüm toplumun sancılı bir kabuk değişimine tanıklık eder.
50'li yıllarda emperyalizmin çıkarları adına Türkiye egemen sınıflarına empoze edilen "kalkınma" planları, daha çok tarıma yönelikti. Bu dönemde, savaştan çıkmış ve ekonomisi ağır yaralar almış Avrupa'nın "tahıl ambarı" olma görevi verilen Türkiye'ye yönelik Marshall yardımlarında da bu ağır yük vurgulanmaktadır. Traktör ithalatı, yol yapımı, sulama projeleri gibi alt yapıyla ilgili yatırımlar, Marshall yardımı kapsamında Türkiye için öngörülen "Kalkınma Programı" içinde gerçekleşiyordu.
Fakat 50'lerin sonuna doğru ABD politikalarının, bağımlı ülkelerde tüketim malları sanayini teşvik etmek yolunda gelişmesi ve iç pazara yönelik üretimi tercih eden, bu nedenle ithalatın kısıtlanıp kredilerin korunmasını isteyen sanayi burjuvazisinin isteklerini karşılayamayan Menderes hükümetinin devrilmesinin ardından, 60'lı yıllardan itibaren, Türkiye'de işbirlikçi sanayi burjuvazisinin gelişimi, emperyalizmin desteğinde giderek yükselen bir ivme kazandı.
Bu noktada şunu anlamak gerekiyor, emperyalizmin, komprador burjuvazi aracılığıyla kendi ürettiği malların satılması yoluyla kar etmek dururken, daha önce ithali yapılan sanayi mallarının, bağımlılık ilişkileri içindeki bir ülkede üretilmesini teşvik etmesinin nedenleri nelerdir ve aynı düzlemde emperyalizmin yaşadığı çelişkilerin niteliği nedir?
Emperyalizmin sömürüsünü gerçekleştirebilmesi için pazara gereksinimi vardır. Öyle bir Pazar düşünelim ki; kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin sürdüğü bir toplumda, kapitalist toplumun karlı tüketim malları Pazar bulsun. Örneğin feodal aşiret ilişkilerinin egemen olduğu bir toplumun herhangi bir biriminde-belki elektriğin bile olmadığı bir birimde- bir TV alıcısı, bir buzdolabı Pazar bulsun. Bu elbetteki olası değildir.
Emperyalizm doğasının taşıdığı bu çelişkiler nedeniyle, girdiği ülkenin alt yapısını bağımlılık ilişkilerine ve kendi üretim ilişkilerine uygun bir biçimde geliştirmek, yeni tüketim kalıpları oluşturmak zorundadır. Emperyalizmin "yardım" adı altında sürdürdüğü ilişkilerin gerçek nedenlerini ihtiyaçlarının karşılanma koşulları yaratmaktadır.
Emperyalizmin izlediği bu sömürü yöntemi, toplumdaki prekapitalist yapıların etkinliğinin görece kırılması zorunluluğunu dayatır. Bu durumun yarattığı bir sonuç olarak, ülke egemen sınıfları içindeki sanayi burjuvazisi, emperyalizmin bu "birinci tercihi"ne uygun koşullarda değiştirilir. Diğer bir deyişle, emperyalizmin politikalarına uygun yeni sömürgeci üretim ilişkileri, yeni sömürge kapitalizmi yerleştirilir..
Bu arada bir kez daha vurgulamak gerekir ki bu durumlarda kavram ve tanım özensizliği içine düşerek süreçlerin niteliğini içinden çıkılamaz karışıklıklarda boğma, dolayısıyla koşulların değerlendirilmesinden yola çıkan devrimci strateji ve taktiklerde yanılmak işten bile değildir. Özellikle bu ülkenin devrimcileri, bizler için..
Çünkü bu ülke, Osmanlı devletinin son zamanlarından itibaren emperyalizmle ilişkiler ve emperyalizmin işlevleri açısından da egemen sınıf ve kesimlerin durumu açısından da değişik süreçleri birbirini ardı sıra hızla yaşamıştır. Bazen bu süreçler, olağan ölçülerin dışında iç içe geçmiş, klasik yöntem ve yapıların kıstaslarını alabildiğine zorlamış, bazen belli bir modelin ilk kez uygulandığı alanlardan biri olmuş, Osmanlı İmparatorluğu'nun niteliğinden ötürü imparatorluktan sömürgeliğe doğru alınan yolda alt üst yapıda gündeme gelen çelişkiler ülkeyi ve toplumu sürekli sarsmıştır.
Somutun çok yönlü olguların çarpıştığı pratiğine rağmen soyutlamalar, ülkenin aydınlanma düzeyinin gecikmişliği ve geriliği içinde yüzeysel çıkarımlar olarak kalmıştır. Yarı-sömürgeleşme, yeni-sömürgeleşme süreçleri dahi genellikle bazı anlaşmalara dayanılarak, "ülke bu tarihten itibaren yeni sömürge olmuştur." tarzında indirgenmiştir. Oysa bütün bu süreçlerin üç temel zaman kategorisine yayılmış evreleri olmak zorundadır.
Sözgelimi ülkenin yeni sömürgeleşmesi, daha önceki sürecin; onun bir yeni sömürge olmasına yol açan maddi veriler temelinde biçimlenerek oluşur. Bu verilerin olgunlaşması, yukarıdan aşağıya doğru yerleşme seyri izleyen emperyalizmin ülke devletiyle ve üst yapısıyla iç içe geçmesini, bir önceki dönemde alt yapıda kendine dönemin özelliklerince yer edinmiş emperyalizme ait olgularıyla buluşması izler. Bu buluşma süreci, bir yandan yeni dönemin özellikleri temelinde yeni karakterler kazanarak emperyalizmin bu planda gelişmesini içerirken yine emperyalizm ülkenin her alan ve kurumuna nüfuz etme sürecini yaşar. İşte tüm bu zamanlama ülkenin yeni sömürgeleşmesi, yeni sömürge kapitalizminin, yeni sömürge faşizminin yerleşmesi sürecidir. Dolayısıyla kavramlar da bu genişlik içinde kullanılmalıdır.
Emperyalizmle bağımlılık ilişkilerindeki bir ülkede, ulusal- bağımsız bir sanayileşme sağlanabileceği düşüncesi önemli bir yanılgıdır. Sömürü biçimindeki değişiklik özde değil, emperyalizmle tüketim malları kapsamındaki bağımlılığın; tüketim mallarının iç üretiminde kullanılabilecek teknoloji, üretim malları -ara mallar-hammadde vb.lerinin bağımlılığına dönüşmesindendir. Pazarın gelişmesine koşut olarak talep artışı ve bağımlılık ilişkileri; ihtiyaçların yoğunlaşması, sanayinin özellikleri nedeniyle, emperyalizmle bütünleşme boyutunda pekişir.
Şimdi incelediğimiz dönem, Türkiye'de dışa bağımlı çarpık kapitalizmin gelişiminin, diğer bir deyişle emperyalizmin yeni sömürgeci tüketim ilişkilerinin yerleşmesinin, feodalizmin alt ve üst yapıdaki faktörlerini de içeren, yeni sömürge kapitalizminin duraklarından biridir.
1954 yılında, Amerikan Dış Ekonomik Politika Komisyonu Başkanı C. B. Randall'ın yönetiminde hazırlanan "Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası"nı, ülkenin emperyalizme peşkeş çekilmesinin yazılı bir ifadesi olarak kabul edebiliriz. (Aynı yıl içinde hazırlanan Petrol Yasası da Amerikan petrol şirketlerinin hukuk müşaviri Max Ball'ın yönetiminde hazırlanmıştır.) Bunları izleyen gelişmeler, ülkenin yeni sömürgeleşmesinde önemli adımlardır. Yasa, uluslar arası emperyalist şirketlere yeni sermaye kolaylıkları sağlıyor, onlara elde ettikleri karın tümünü transfer garantisi veriyordu. Yeni hazırlanan bu yasa ile daha önce 1951 yılında hazırlanmış olan 5821 sayılı Yabancı Sermaye Kanunu'ndaki "yetersizlikler" de düzeltiliyor, tarım ve ticaret alanları yabancı sermayeye açılıyor, yatırılan sermaye ile karın transferini sınırlayan hükümler kaldırılıyordu.
ABD emperyalizminin Türkiye'de uygulamaya soktuğu bu yeni düzenlemeler salt Türkiye'ye özgü bir model değil, İkinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist sistemin dünya çapında uygulamaya başladığı ve daha önceki bölümde de incelediğimiz yeni sömürgeci yöntemin bir parçasıydı.
Emperyalizmin yeni sömürü politikalarına uygun olarak hazırlanan yasaların ardından, özellikle 60'lı yıllarda Türkiye'ye yönelik sermaye ihracı oranı büyümüş, yeni sömürge kimliğinin belirginleşmesi yolundaki adımlar hızlandırılmıştır.
Bazı durumlarda emperyalist şirketlerin yaptıkları yatırımlarda, yabancı sermaye oranı yerli sermayeden daha düşük olabilir. Ancak bu durum üretimdeki bağımlılık-bağımsızlık ölçütünde materyal olamaz. Çünkü kullanılan üretim teknolojisi, ara mallar vb.lerindeki bağımlılık ve lisans hakları, başlıbaşına bağımlılık aracı olmaktadır.
Bu dönemde Türkiye'ye yapılan sermaye ihracı, emperyalizmin yeni sömürgeci yöntemleri ekseninde, en fazla imalat kesimine akmıştır. Bu kesime yapılan yatırımlarla, ülkede işbirlikçi sanayi burjuvazisi de önemli bir gelişim göstermiştir.
Türkiye gibi, kapitalistleşme sürecinde geri, bu konuda çoktan 'yarış dışı' kalmış ülkeler, sanayileşme sürecinde birçok malın üretim teknolojisi dışarıdan, yani emperyalist ülkelerden sağlamak zorundadır. Bunun dışında bir seçenek daha vardır. Sosyalist ülkelerden almak.. Ancak ülkedeki sömürü düzenine dayalı toplumsal yapıda, egemen sınıflar seçimlerini kendi üretim ilişkileri yönünde burjuva toplumlarından yana yaparlar. Zaman zaman sosyalist ülkelerle bazı ekonomik ilişkiler içine girilse de, bu durum etkin bir düzeye ulaşamaz. Emperyalist-kapitalist sisitemin sözkonusu ülkelerdeki siyasal gücü buna izin vermez.
Ülkedeki üretim düzeyi geliştikçe emperyalizmle olan bağımlılık ilişkileri, üretimde kullanılacak malların teknolojisindeki bağımlılık nedeniyle daha çok artar. Buzdolabı, otomobil vs. gibi dayanıklı tüketim maddelerinin üretiminde kullanılan ileri teknolojiyi gerektiren maddeler, emperyalist şirketlerden sağlanır ve emek-yoğun sermaye gerektiren parçalar ülke içinde üretilerek montaj yapılır. Emperyalist ülkelerden alınan bu teknoloji genellikle modası geçmiş, eski ve kullanılmayan teknikleri içerir.
Dolayısıyla yabancı sermayeyle ülkede kurulan şirketler, bir yandan üretimde kullanacakları teknoloji, hammade, anamallar vb.lerini emperyalist ülkelerdeki ana şirketlerden aktararak gelir elde ederken aynı zamandaki ülkedeki yatırımlarından elde ettikleri kârın transferi ile bir taşla iki-üç kuş vurmaktadırlar. Kendi ülkelerinde kullanılmayan, modası geçmiş teknikleri de bu şekilde değerlendirmiş olurlar. Lisans ve patent haklarından elde edilen geliri bu avantajlara eklemek gerekir.
Uluslar arası emperyalist şirketlerin ülkemizin sömürüsünden elde ettikleri gelir transferinin 64-71 arası dönemin tablosu şu şekildedir:

6224 Sayılı Yasaya Tabi Firmaların Türkiye'den Transfer Ettikleri Gelir :

Yıllar Kâr (milyon dolar) Gayri maddi haklar (MD) Toplam (M.D)
1964
1.94
0.06
2.00
1965
3.59
0.30
3.89
1966
5.20
1.02
6.22
1967
5.90
0.34
6.24
1968
7.76
1.53
9.09
1969
6.98
1.05
8.03
1970
7.72
0.60
8.32
1971
4.42
1.28
5.7

(1)

Bu şirketlere lisans hakkı olarak ödenen para ise: Yurtdışındaki şirketlere lisans ödemeleri

6224 sayılı yasaya göre

Dönemler
Bin ABD Doları
A-5/B faslından
1. Plan Dönemi
1.724
7.064
2. Plan Dönemi
6.255
18.381
3. Plan Dönemi
10.307
71.700
Toplam
18.286
97.145

Ülkede yatırım yapan emperyalist tekeller, aynı zamanda bankalarla ortaklık kurmaktadırlar. Bankalarla kurdukları bu ortaklıklar, şirketlerin yatırımlarda kullanacakları kredileri bulmalarında kolaylık sağlamaktadır. Emperyalist şirketler, bu şekilde ülkede yapacakları yatırımlar için gereksindikleri kredileri,yine ülkenin kaynaklarını kullanarak elde ederler.
Yabancı sermayeyle kurulan şirketlerin ülkemizde yaptıkları lisans anlaşmaları ise, sömürü ağının değişik versiyonlarını içerir. Bu anlaşmalarda, ülkedeki yabancı sermaye işbirliğiyle kurulan şirketlerin, ana şirketin diğer kollarıyla rekabetini önlemek amacıyla ihracat yapması engellenir, üretimde kullanılacak ara malların ana şirketten alınması şartı konulur, vb... Çoğu zaman bu ara malları alırken yapılan ödemeler de, dünya piyasasının üzerinde fiyatlarla gerçekleşir.
Ülke ekonomisine "büyük katkıları" olması için, neredeyse secde edilerek çağrılan ve alkışlarla karşılanan yabancı sermayenin, ekonomiye olan "büyük katkısı" ekonominin emperyalizme bağımlılığının daha fazla artmasıdır. Ülkede ürettiği malların ihracından elde edilecek gelirle döviz gereksinimini karşılayacağı -azaltılacağı- ve uygulanacak ithal ikamesiyle ithalatı dengeleyeceği düşünülen yabancı sermayenin "icraatları" ise tam aksi yönde olması yönde olmuştur.
Ticaret Bakanlığı'nın 1976 yılında yayınladığı verilere göre; üretimde dışa bağımlılık oranı, tüketim malları sektöründe % 21, ara malları sektöründe % 54, yatırım malların sektöründe % 44'tür.
Buna göre üretimde kullanılan 100 TL'lik girdinin toplamı, imalat sanayinin ise ortalama 41 TL'lik kısmı dışa bağımlıdır. (2)
Ülkedeki dışa bağımlılığın yanı sıra, bu şirketlerin ihracatla ülkeye "kazandırdıkları" döviz ise, deyim yerindeyse "devede kulak" gibidir. Bu durumda örnek olarak, Ticaret Bakanlığı'nın 73-77 yıllarına ilişkin bir grafiğini incelemek yerinde olacak.


(3)

İşte, "secdeye durularak" çağırılan ve alkışlarla karşılanan yabancı sermayenin ülkemize sağladığı "büyük katkıların" tablosu... Bu tabloda ithalat bazında yükselen kolonlar ve onun yanısıra neredeyse 1/8 oranında bir uçurumla yıllara rağmen herhangi bir ciddi gelişme gösteremeyen -göstermesi bu ilişki ve çelişkiler sisteminde mümkün olmayan- ihracat kolonları, gerçekte ülkenin ihracat ve ithalat kolanları değildir. Emperyalizmin yeni sömürge binasının, Türk ve Kürt emekçilerinin terini (ve kımıldadığında kanını) kullanarak inşa ettirilen kolonlarıdır.
Özellikle 60'lı yıllarda ülkemize yönelik sermaye ihracı yoğunlaşmış, buna koşut olarak da 60'lı yıllar ülkemizde dışa bağımlı çarpık kapitalizmin geliştiği yıllar olmuştur.
60 Cuntasının ardından içerden büyük burjuvazinin, dışardan da emperyalizmin çıkarlarını daha çok gözetmek amacıyla OEED (sonradan OECD) vb. kuruluşların baskılarıyla ekonomide "planlı" döneme geçilmiştir. Sözü edilen bu planlama olgusunun, sosyalist ülkelerde uygulanan, ekonominin halkın gereksinimlerine göre düzenlenmesi, halkın yaşam düzeyinin yükselmesi amacıyla yapılan ekonomik planlamalarla hiç bir ilgisi yoktur. Tam tersine bu planlamalar sermaye kesimlerinin çıkarlarına dönüktür, diğer bir deyişle sömürü düzeninin organizasyon programlandır.
İkinci emperyalist paylaşım savaşını izleyen dönemde, Marshall Planı'na uygun olarak, ekonomide tarım kesimine öncelik verilmiş, bunun yanısıra ticaret kesiminde önemli bir sermaye birikimi sağlanmıştır. Daha önce belirttiğimiz gibi, 50'li yılların sonuna doğru yeni bir biçim alan emperyalizmin sömürü politikaları, ülkede sanayinin gelişimini öngörüyordu. Ancak hızlı fiyat artışları ve istikrarsız ekonomik politikalar, ticareti kârlı kılıyor, sermayenin yatırımlarda kullanılmışını önlüyordu. Dış kredi çevreleri ve yabancı sermaye de daha kararlı ve güvenli ekonomik koşullar istiyordu. Sanayi sermayesinin önündeki yolun düzenlenmesi, sanayiye kaynak aktarılması ve ticaret sermayesinin sanayi sermayesine dönüşümü için kararlı ve planlı bir ortam gerekiyordu. Türkiye'de ekonomik gelişmenin 'plana' bağlanması kısaca bu koşullar içinde gerçekleşmiştir. 60 Darbesi'nden sonra bu amaçla (Eylül 1960'da 91 sayılı yasa ile) Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuştur.
Türkiye'de sanayi burjuvazisinin oluşumu, komprador burjuvazisinin önceden ithalini yaptığı malların (yabancı sermayenin de işbirliğiyle) üretimini ülkede yapmasıyla, yerli ticaret burjuvazisinin bir bölümünün sanayi sermayesine dönüştürülmesiyle gerçekleşmiştir. 60 Darbesi'ni izleyen süreç bu dönüşümün hızlandığı ve sanayide sermaye birikiminin yoğunlaştığı dönemdir.
Ekonomik planlamalarda, sanayinin geliştirilmesi hep ilk hedef olarak belirlenmiş ve sanayinin büyüme hızı diğer sektörlerden yüksek tutulmuştur. 1. Kalkınma Planı sanayinin yılda %12,3, 2. Kalkınma Planı %11,2 ve 3.KP'da %12,2 oranında sanayinin geliştirilmesini öngörmüş, gerçekleşme oranları da buna yakın olarak 10,2- 8,7 ve 8,9 oranında olmuştur. Sanayinin ulusal gelirdeki payı 1963 yılında %16,8 iken 1972 yılında %22,7'ye ulaşmıştır. (4) 63-81 yıllan arasında yapılan bütün planlamaların ana ekseni, büyüme ve sanayileşme olmuş, bunun için gereken "fedakarlık"lar ise kaçınılmaz olarak emekçi halkın hanesine yazılmıştır.
Kısaca özetlemeye çalıştığımız gibi, 60'lı yıllar, Türkiye'de işbirlikçi sanayi burjuvazisinin gelişme ve tekelleşme yıllarıdır diyebiliriz. Bu yıllarda, ticaret sermayesi, emperyalist tekellerle işbirliği içinde sanayi sermayesine dönüşmüş ve hızlı bir biçimde ekonomiye egemen olmaya başlamış, onun bu gelişimi de kaçınılmaz olarak oligarşi içi egemen sınıfların pazardan pay kapma kavgasını keskinleştirmiştir.
Oligarşi'nin gönüllü değil, ülkedeki çarpık kapitalizmin zorunlu bir sonucu olarak oluşan bir ittifak olduğunu söylemiştik. Oligarşi içi sömürücü sınıfların; tüm sömürücülerin evrensel karakteri olan pazardan daha fazla pay kapma hırsları, sürekli olarak varlığını korur.
Oligarşi içindeki bu çelişkilerin, 60'lı yılların başlarında bir dönem için yükseldiğini, sonra zorunlu bir denge kurulduğunu, bu yılların sonlarına doğru ise yeniden açığa çıkarak 12 Mart açık faşist darbesini hazırlayan koşulların bir ayağını oluşturduğunu görürüz .
60'ların başlarında, ülkemizde egemen sınıflar arasındaki çelişkilere, işbirlikçi burjuvazi ve tarım kesimi arasındaki çelişkiyi örnek gösterebiliriz.
60 Darbesi'ni izleyen sürece, büyük burjuvazi damgasını vurmuştur. Hareket başlangıçta büyük burjuvazinin inisiyatifinde olmasa da yönetimin emperyalizmle ilişkisi ve ülkedeki alt yapının emperyalizme bağımlı niteliğinden kaynaklanan nedenlerle, olaya damgasını vuran büyük burjuvazi olmuştur. Büyük burjuvazi bu dönemde tarım kesiminin siyasal yapıdaki etkinliğini kırmaya çalışır. Ziraat Bankası'ndaki hesapların denetim altına alınması, kredilerdeki azalma, toprak reformu ve tarımın vergilendirilmesine ilişkin yasa tasarıları vb. girişimler ya da düşünceler bu amaçla programa alınmış veya gündem maddesi yapılmıştır.
Ancak bu durumdan huzursuz olan büyük toprak sahipleri yönetime tavır alır ve tarım ürünlerinde büyük düşme görülür.
Büyük toprak sahiplerinin ekonomik yapıda o dönemdeki etkinliği, (50-60 arası dönemde GSMH'da tarımın payı düşmüş olsa da, hala % 42,8 gibi büyük bir orandadır. Ayrıca ülke ihracatının hemen hemen tamamına yakınını tarım kesimi yapmaktadır.) bunun karşısında sanayi burjuvazisinin henüz yeterince gelişmemiş olması ve tarım kesiminin büyük oy potansiyeli, yaklaşan seçimlerin yürütme gücüyle doğrudan ilişkisi düşünülürse, sanayi burjuvazisini büyük toprak sahipleriyle zorunlu bir uzlaşmaya iter. Bu zorunlu ittifakın sonucu olarak toprak reformu, tarımın vergilendirilmesi vb. önlemler dondurulur.
Bu durum da göstermektedir ki, yeni sömürge kapitalizminde, tekelci burjuvazi gücüyle çözümlenemeyen olgular oligarşilerde çözümlenir.
Bu ittifakın bir amacı da 60 Hareketi'nde belli bir etkinliği olan küçük burjuva reformistlerinin, programlamada ufak tefek problemler yaratan bazı özelliklerinden tümüyle arındırılması gibi olumsuz ayrık otların temizlenmesi doğrultusunda egemen sınıflar ittifakının sağ-lamlaştırılmasıdır.
60 Darbesi'nin giderek büyük burjuvazinin ve dolayısıyla emperyalizmin güdümüne girmesi, başlangıçta hareketin içinde yer alan, ancak daha sonra tasfiye edilmeye başlanan küçük burjuva reformistlerinin tepkisine yol açar. Bu durum, 22 Şubat'ta Albay Talat Aydemir'in öncülüğünde 500 subay ve 3000 asker tarafından gerçekleştirilen darbe girişimi ile örneklenebilir. Darbe girişimindeki amaç darbecilerin ifadeleriyle " 27 Mayıs'ın gerçekleştiremediği reformların yapılmasıdır. " Söz konusu darbe girişiminin başarısızlığa uğramasına karşın, bu olay nedeniyle Talat Aydemir ve arkadaşları en ağır biçimde cezalandırılmıştır. Fakat Oligarşi'nin siyasal erkte henüz bunu gerçekleştirecek ölçüde gücü olmaması nedeniyle çıkarılan özel bir af yasasıyla Talat Aydemirle arkadaşları affedilirler.
Ne var ki daha sonra, 20, 21 Mayıs 1963'de Talat Aydemir ve arkadaşları bir kez daha darbe girişiminde bulunurlar. Bu kez de başarısızlığa uğramalarının ardından harekete önderlik eden Talat Aydemir ve Fethi Gürcan idam edilirler.
Talat Aydemir ve arkadaşlarının darbe girişimleri, ordu içindeki küçük burjuva radikallerinin, egemen sınıflar ittifakı için taşıdığı tehlikenin önemli bir örneği, bir simgesidir. 60'lı yılların başlarında ülkede faşist kurumlaşmanın henüz tamamlanmaması nedeniyle, var olan bu tehlikenin egemen sınıflar ittifakı üzerinde pekiştirici bir etkisi olmuştur. Darbe girişiminin ardından, ordu içindeki küçük burjuva radikallerinin tasfiyesi hızlanmıştır. Aynı zamanda ordunun büyük burjuvaziye her yönüyle eklemlenmesi için önemli adımlar atılmış, bu doğrultuda OY AK kurulmuş, emekli generallere büyük tekellerin yönetim kurullarında yer verme geleneği başlamıştır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, oligarşi gönüllü değil zorunlu bir ittifaktır. Çelişkiler ortadan kalkmamış, sadece bu ittifakı oluşturan kesimlerin çıkarlar dengesi nedeniyle soğutulmuştur. 60 Darbesi'ni izleyen süreçte, ülkede siyasal yapı uzun süre oturmamış ancak daha sonra, 65 seçimlerinde tek başına iktidara gelen Adalet Partisi, Oligarşik ittifakın o dönemdeki güçler dengesinin ve emperyalizmin yeni programlarının siyasal sistemdeki örgütü olmuştur.
Burada 27 Mayıs sonrasından, 65 seçimlerinde Oligarşi'nin siyasal alandaki ifadesi olarak iktidara gelen Adalet Partisi'nin iktidar olmasına kadar geçen dönemi kısaca irdelemek gerekiyor. Yeni sömürge kapitalizmi modelleri kapsamında kurumlaştırılan faşizmin 'demokrasi' süreçlerine dönülmesi, yani açık faşist uygulamalara mümkün olduğu kadar ara verilmesi, üstelik geri dönülen uygulamaların kuvvetler ayrılığı prensibini içermesi demokrasi ve faşizm tartışmalarının sorunlu yanlarından birini oluşturmuştur.
Burjuva demokrasilerinin ve klasik faşizm pratiklerinin prensipleri ile yeni sömürgelere bakılmaya devam edildiği takdirde bu ülkelerin dokusunu çözümleyebilmek olanaksızdır. Öyle ki, değil kurumsallaştırılmış ve mümkün olduğunca, koşullar tarafından zorlandıkça baskı ve sömürüsünü demokrasi yaftalarıyla perdelemeye uğraşan oligarşilerin, açık faşist diktatörlük dönemlerinde bile "kuvvetler ayrılığı"nı bir yanıyla gündemde tutulabilmesi dahi olasıdır.
Her an tehdit altındaki yaşamını daha fazla sürdürebilmesinin tek koşulunun kitlelerinin olağanüstü baskı ve sömürü altında yükselen basıncını elinden geldiğince düşürmek zorunluluğu olduğunu bilen Oligarşi, sürekli kaynattığı buhar kazanının istimini boşaltmazsa ne olacağının farkındadır.
Ülkedeki kuvvetler ayrılığının da kuvvetler birliğinin de oranı herhangi bir prensibe dayalı olmaksızın dönemin koşulları uyarınca saptanır. Tek prensibi egemenliğini devam ettirmek olan Oligarşi, faşizmin de burjuva demokrasilerinin de bildiği bütün yönetimlerini birarada ve gereksinmelerine göre (dönem dönem herhangi birini öne çıkararak) kullanır. Faşizmin yukarıdan aşağıya kurumlaştığı bu ülkelerde, aynı zamanda faşizmin kitle tabanı yaratmaya çalıştığını, bu anlayışın yöntemlerini de var gücüyle zorladığım, bu yolda ciddiye alınmaması olanaksız güçler yarattığını da görürüz.
Öte yandan, parlamento, yürütme, yargı belirli bir sistematiğe sahip olarak çalışmayıp yürürlüğe girmeleri ya di devreden çıkmaları, bağımlılık ve bağımsızlık oranları, kısacası işlerlik kuralları dönemin koşullarına göre saptanır, temel yasalar da bu doğrultuda sık sık değiştirilir, tümüyle askıya alınır ya da düzenlenir.
Gündeme alınan hiçbir programın istikrar şansı yoktur. Hemen herşey suni bir denge üzerine kurulur ki dengenin suni olmasının, dengesizlik özüyle birlikte gündeme gelmesi demek olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok..
Aynı temelde 60 Darbesi'ni izleyen dönemde, ülkede yürütmenin gücünün sürekli bir zaaf içinde olduğu gözlenir. 15 Ekim 1961'de yapılan genel seçimlerden zaferle çıkması beklenen CHP, seçimlerde umduğu başarıyı sağlayamamış, oyların ancak % 36.7'sini ve 173 milletvekili elde edebilmiş, yeni kurulmuş AP ise % 34. 8 oranda oy toplayarak mecliste 158 sandalye kazanmıştır.
Bu seçimleri, sürekli yaşanan bir hükümet kurma bunalımı ve koalisyon hükümetleri izler. Kurulan ilk hükümet, 27 Mayıs'ta karşı karşıya gözüken iki gücün, DP'nin mirasçısı olduğunu söyleyen AP ile İnönü'nün CHP'sinin koalisyonuyla oluşur.
Bu koalisyonlar dönemine, ülkede 27 Mayıs'tan sonra yaşanan siyasal bunalım ortamından, burjuvazinin istediği siyasal ortamın oluşacağı döneme kadarki geçiş süreci diyebiliriz. Birbirine karşıt gözüken iki gücün (AP-CHP) neden böyle bir koalisyon içinde bir araya geldikleri sorusuna, daha sonra yaşanacak sivil ve ordu bürokrasisi içindeki küçük burjuva radikallerinin darbe girişimleri bir yönüyle yanıt oluşturacaktır. Ancak bu koalisyon hükümeti fazla uzun ömürlü olmaz. Burjuvazi açısından bekleneni vermemiştir.
Bu dönemde emperyalizmle ilişkilerde yaşanan ciddi bir olay olan "Johnson Mektubu"na kısaca değinmek gerekiyor. Türk toplumu için Kıbrıs sorunu, öteden beri önemli moral faktörleri de taşımıştır. 63 yılı sonları, Kıbrıs sorununun yeni boyutlar kazanmasına tanıklık eder. 63 Aralığı'nda, Kıbrıs'ta EOKA örgütünün adadaki Türk toplumuna yönelik katliamlar, Türkiye'de büyük bir toplumsal tepki yaratır. Bu tepkiye koşut biçimde, dönemin İnönü hükümeti Kıbrıs'a müdahale etme eğilimine girer. Bir uyarı işareti olarak, dört savaş uçağı Lefkoşe üzerinde uçurulur. Ancak İngiltere ve ABD'nin araya girmesiyle müdahale düşüncesi bir dönem için dondurulur.
Ne var ki ABD ve İngiltere'nin girişimleri bir sonuç vermez ve bunalım yeniden derinleşmeye başlar. Bu sırada Kıbrıs'ta Rum kesimi de silahlanmaya başlamıştır. Türkiye'nin konuya ilişkin verdiği Nota'ya Rum hükümetinin yanıtı "... adanın savunulması için gerekli tüm önlemlerin alınmasının Kıbrıs hükümeti'nin yasal hakkı olduğu" şeklindedir. Bunun üzerine İnönü Hükümeti Kıbrıs'a müdahale kararı alır. Ve 6 Haziran 1964'te adaya çıkarma yapacağını iki gün önceden ABD'ye bildirir.
Dönemin ABD Başkanı B. Johnson, İnönü'ye bir mektup gönderir. Bu mektupta ABD'nin müdahaleyi hoş karşılamayacağı belirtiliyor ve ABD tarafından verilen askeri yardımın veriliş amaçları dışında kullanılması için Amerikan Hükümeti'nin onayının gerekli olduğunu belirten ikili anlaşmalar hatırlatılıyordu. Johnson, Kıbrıs'a yapılacak bir müdahalede ABD askeri malzemesinin kullanılmasına izin vermeyeceklerini açıklıyordu. (5)
ABD'nin bu tutumu üzerine İnönü Hükümeti'nin Kıbrıs'a müdahale planları suya düşüyordu. Türkiye toplumunun oldukça duyarlı olduğu böyle bir konuda, İnönü Hükümeti'nin deyim yerindeyse "iktidarsız" kalması İnönü'nün büyük prestij kaybına uğramasına neden oluyor ve ABD ile ilişkilerin göreli olarak soğumasına yol açıyordu.
ABD ile Türk Hükümeti arasında ortaya çıkan bu soğukluğu İnönü Hükümeti'nin Sovyetler Birliği ile ilişkilerinin yumuşaması izliyor ve Türk Hükümeti Sovyetler Birliği ile çeşitli ekonomik ve siyasal konularda görüşmeye başlıyordu. İnönü hükümeti ile Sovyetler Birliği arasındaki yumuşama, ABD için ciddi bir sorun olmasa da dönemin hassas yapısı nedeniyle ABD'nin hoşnutsuzluğuna neden oluyordu.
Siyasal düzlemdeki bu çelişki dışında, ABD'nin o dönem işbirlikçi özel sermayeye öncelik veren sömürü politikalarıyla İnönü CHP'sinin "devletçi" görünümü (İnönü hükümeti, ABD'den bağımsız bir politika izlemek niyetinde olmasa da ) çelişiyordu. CHP'nin geleneksel yapısı da bu görüntünün yaratılmasına ilişkin olarak diğer partilere yol gösteriyor, onların eleştirilerini besliyor ve bu durum ABD'yi yeni bir seçenek aramaya itiyordu.
Morrison Krudson adlı bir ABD tekelinin Türkiye temsilciliğini yapan Süleyman Demirel'in basında birden parlamaya başlaması bu döneme rastlar. Demirel hem ABD emperyalizminin hem de oligarşik ittifakın yeni adayı ve seçeneği olarak 65 seçimlerini kazanır. Böylelikle AP tek başına iktidara gelerek oligarşik ittifakın siyasal plandaki görüntüsü olur. Ta ki oligarşi içi çelişkilerde iç dengelerin yeniden dengesizlik yanının ağır basmaya başlayacağı ve çelişkilerin kesinlik kazanacağı dönem olan 60 sonlarına kadar...
65 seçimlerini tek başına kazanan AP Hükümeti'nde somutlaşan oligarşinin uzlaşma havası uzun sürmez. Başlangıçta kurulan "denge" oligarşi içi sömürücü kesimlerin gelişimlerinin orantısızlığına bağlı olarak sarsılır ve çıkar çatışmalarının belirginleşmesiyle "uzlaşma" durumu bozulur.
Bu çelişkilerin uç verdiği zemin, işbirlikçi sanayi burjuvazisinin gelişiminin dönem boyunca ulaştığı boyut ve buna koşut olarak ortak pazardan daha fazla pay istemesiyle ortaya çıkar. Aynı biçimde işbirlikçi burjuvazinin bu gelişimi, diğer sömürücü kesimleri geriletip, pazardan alacakları payı düşüreceğinden, bu kesimlerin Pazar kavgası içine girişmeleri sonucunu yaratır.
Kavga özellikle 60'ların sonlarında oligarşi içi sömürücü kesimlerin var olduğu hemen her alanda yaşanır. Sermayenin gelişimi ve yoğunlaşması, belli bir aşamadan sonra tekelleşmeye tekabül eder. Özellikle sermayenin gelişiminin iç dinamiklerle yaşanmadığı, dışa bağımlı ve çarpık bir gelişim süreci izlediği yeni sömürge ülkelerde, kapitalizmin doğal gelişiminin zorlu bir aşaması olan serbest rekabetin yaşanmaması ya da kapitalizmin klasik gelişme yasalarına uygun olarak yaşanmaması, alt yapısının gelişmesiyle uyumlu olmayan hızlı ve sancılı bir tekelleşme yaşanmasına neden olur. Bu durum da, işbirlikçi burjuvazi, tekel dışı kesimlerle çıkar çatışmalarından doğan yeni bir mücadeleye girer.
Ülkemizdeki gelişme de bu seyri izlemiştir. 60'lı yılların sonuna doğru işbirlikçi burjuvazinin gelişimi ve tekelleşmesine koşut olarak, küçük üreticinin ekonomik zorlukları artmış, hızlı bir iflas furyası başlamıştır. Burada kastedilmek istenen o dönem içinde küçük üreticilerin yok olduğu ya da yok olacağı değildir. Küçük üreticiler imalat sanayinde belli başlı tüketim maddelerinin imalatında görülen tekelleşme sonucu, bu dallarda giderek erimiş, ancak pazarda pek payı olmayan ve büyük ölçekte üretim ve tekel karı getirmeyecek dallarda üretimini sürdürürken, çarpık kapitalizmin ürünü olan yeni yan sektörlerde yaşama alanı bulmuştur. Bu konuda, Türkiye Odalar Birliği'nin döneme ilişkin açıkladığı sermaye istatistikleri önemli bir veridir.
1968 ve 69 yılları arasında iflas eden işletme sayısı %62.5 artmış, konkordato isteğinde bulunan firmaların sayısı da %20 yükselmiştir. 1 milyar 798 milyon liralık 698.411 senet protesto olmuştur. (6) Bu durum dönem boyunca küçük üreticinin içine girdiği ciddi bunalımı tanımlar. İşbirlikçi burjuvazi ile küçük üreticilerin çelişkileri keskinleşerek sürmüştür.
İşbirlikçi burjuvazinin gelişimi, o güne kadar sanayinin cılız olması nedeniyle, iç pazarda üretilmeyen mallar üzerinde (emperyalist tekellere aracılık eden komprador burjuvazinin pazara girmesiyle) elde ettiği karları geriletmiş, çıkarını zedelemiştir.
Türkiye'de ithal ikameci sanayileşmeden ve işbirlikçi burjuvazinin bu eksendeki gelişiminden söz etmiştik. Planlı dönemin başlarında, Türkiye'de ithal ikameci sanayileşmenin birinci evresi denebilecek aşama-gıda malları sanayi, dokuma vb.-yani temel tüketim maddelerinin yerli üretimi gerçekleştirilmiş durumdaydı. Aynı zamanda iç Pazar belli ölçülerde gelişmiş, kentleşme ilerlemiş, tarım kesimi büyümüş ve pazara açılmıştı. Bunların sonucunda, ülkedeki ithal ikameci sanayileşme artık ikinci aşamasına, yani dayanıklı tüketim maddelerinin yerli üretiminin yapılması aşamasına gelmiştir.
Bu aşama ülke için bir dönüm noktası olacaktır. Ya ithal ikameci sanayileşme sürecek, ya da geleneksel ihraç mallarının üretiminde uzmanlaşılarak ihracat bu yolla artırılacak ve dış kaynak gereksinimi azaltılacaktır. Planlı dönem, ithal ikameci sanayileşmeyi seçer.
İthal ikamecilik, iç pazara yönelik sanayileşme anlamına da geldiğinden, özellikle iç pazarın belli bir gelişme düzeyine ulaşması gerekir. Üretilecek malların, üretim teknolojisi vb. nedenlerden ötürü, dış pazarda şansı olmadığından (çoğu zaman lisans anlaşmaları da bunu engeller) üreticiyi iç pazarda karlı kılacak çeşitli önlemlerin siyasal üst yapı aracılığıyla sağlanması gerekir. Bunlar, sanayiyi dış rekabetten koruyacak ithalatın sınırlandırılması vb. önlemlerin alınması, sanayiyi özendirme tedbirleri ve teşvik primleri tarzındaki uygulamalardır.
Teşvik ve koruma tedbirleri, sanayi burjuvazisi ile ticaret burjuvazisini karşı karşıya getirecektir. Dönemde iç pazara giderek ağırlığını koymaya başlayan işbirlikçi sanayi burjuvazisi, ekonomik yapıdaki ağırlığıyla siyasal üst yapıya da kendi istekleri doğrultusunda baskı yapmaya başlar. Eskiler ithali yapılan malların kendisi tarafından yerli üretimin gerçekleştirilmesi dolayısıyla bu konumdaki ithalatın durdurulmasını ister. Planlı dönem uygulamasında da sanayicinin iç talebi karşılamasına koşut olarak mutlak bir koruma yoluna girilmiş, içeride yapılan malın ithali, fiyat ve kalite farkı göz önüne alınmaksızın yasaklanmıştır.
Ülke iç pazarında o güne kadar komprador burjuvazi tarafında satılan malların kendisi tarafından üretilmesiyle birlikte bu malların ithalinin engellenmeye çalışılmasıyla, komprador burjuvazi ile işbirlikçi sanayi burjuvazisi arasında yoğunlaşan çıkar çelişkileri, tekelleşme ve tekellerin kendi ürettiği malların ticaretini yine kendisinin bayiler aracılığıyla yapması, ticaret burjuvazisinin yaşama alanlarını daraltmış, iki kesim arasındaki çıkar çatışmalarını derinleştirmiştir.
60'ların sonuna doğru oligarşi içinde ekonomik ve siyasal krizin yaşanmasının bir boyutu da sanayi sermayesini ile tarım kesimindeki büyük toprak sahipleri arasındaki ilişkidir.
60-70 yılları arasında, GSMH'da tarımın payı %37'den %26'ya düştü. Bunun karşısında ise sanayinin payı %16.0'dan %22.2'ye çıkmıştır.(7) Bu durum iki kesimin ekonomik plandaki çelişkilerinin göstergesidir. Ortak payda (bu ortak payda halkımızın emeği, alınteridir) bir kesimin payının artması-arada bir bütünleşme olmadığından- doğal olarak diğerinin gerilemesi anlamına geldiğinden, çelişkilerin çatışmaya dönüşmesi kaçınılmazdır.
60'lı yılların ikinci yarısında, tarım kesimi artık kesin bir gerileme içindeydi. Temel ihraç malları arasında yer alan pamuk ve fındık fiyatlarında tarım kesiminin "tatlı kar"lar elde ettiği yıllardaki yükseliş durmuş, hatta düşmeye başlamıştı. Toprak Mahsülleri Ofisi'nin, Merkez Bankası Kredileri içindeki yeri ise, sürekli bir azalma içindeydi. Artık tarım kesimine ilişkin kredilerde geçmişte tanınan ayrıcalıkları beklemek hayal olmuştu.
Tarım kesiminde büyük toprak sahipleri ile işbirlikçi sanayi burjuvazisi arasındaki çıkar çatışmalarının diğer bir ekonomik nedeni de sanayi burjuvazisinin gelişmesine koşut olarak ortaya çıkan kaynak gereksinimidir.
Sanayinin büyümesi, onu giderek artan kaynak gereksinimiyle karşı karşıya bırakır. Burjuvazi bu kaynak gereksinimini ya finans kuruluşlarından ya da devletin verdiği teşvik primlerinden, fonlardan sağlayacaktır. Finans kuruluşlarının verdikleri kredilerdeki yüksek faiz oranları, yeni gelişmekte olan bir sanayi için bekleneni vermekten oldukça uzaktır. Kredi faizlerinin yüksekliği, bu dönemde sanayi burjuvazisinin başlıca yakınma konularından biri olmuştur.
Kaldı ki, sanayici bu yüksek faizleri ödemeyi göze alsa bile yeterince kredi bulamamaktadır. Bu durumda sanayi sermayesi, gözlerini devletin vereceği fonlara diker.
Bu fonların devletin elinde nasıl toplanacağı ise ayrı bir sorundur. KİT'lerin gelir düzeyinin düşüklüğü, hatta çoğu zaman zararına çalıştığı bilinen bir gerçektir. Zaten kuruluş amaçları, esasta devlete gelir sağlamak olmadığından, devletin elinde bu fonların birikmesi için ya dış yardım alınacaktır, ya da bu gelir vergilerden sağlanacaktır.
Alınan dış yardımlar, ülkeyi giderek artan bir borç yükünün altına sokar. Ödeme güçlüğü çekilmeye başlandığı andan itibaren de, bu yardımların aksamaya başlayacağı açıktır. 60'lı yılların sonuna doğru, dış yardım çevrelerinin Türkiye'ye ödeme sorunu konusunda kuşkuyla baktığı biliniyor. Dış borç yükü, ülkelerin emperyalizme bağımlılığının en zorlu zincirleri olmuştur. Çeşitli vadeler içinde verilen bu borçların faizlerini ödemek bile çoğu kez ülkenin gücü yetmemekte, vadesi gelen borçları ödemek için yeni borç ve kredilerin yükümlülükleri altına girmek zorunlu hale gelmekte, emperyalizm bu borçları sağlamak için ülkenin siyasal, ekonomik ve sosyal gündemine ilişkin programlar dayatmakta ve ilişki girdabı bu şekilde yeni sömürgeyi her geçen gün biraz daha dibe çekmekte, borçlar büyüdükçe emperyalizmin müdahale alanı genişlemekte, halkın güçlükleri de o oranda büyümektedir.
Vergi konusunda ise: Küçük burjuvazi ve diğer emekçi kesimler dışında, toplumda vergi yükümlülüğünden muaf bir kesim, tarım kesimi vardır. Bu dönemde işbirlikçi burjuvazi vergilendirilmiştir... İstanbul Sanayi Odası Başkanı Sosyal, "71 Türkiye'si ve Reform'lar "konulu bir forumdaki konuşmasında, bu konuyu şu sözlerle gündeme getirir "... vergilenmeyen sektör ve vergisini ödemeyen kişilere vergi verdirtmek, devletin baş görevi olmalıdır."
Tekelci burjuvazinin kaynak gereksiniminden ve siyasal iktidar üzerindeki gücünü pekiştirmek istediğinden doğan bu gibi talepleri sürekli gündeme gelmiş, fakat daha önce de değindiğimiz gibi yaşama geçirilememiştir. 60'lı yılların başlarında oligarşi içi egemen kesimlerin arasındaki dengenin buna izin vermemesi, ancak 60'ların sonuna doğru sanayi burjuvazisinin gelişmesine ve tekelleşmesine koşut olarak ekonomik yapıdaki etkinliğini siyasal üst yapıda da güçlendirmek istemesi, ekonomik yapıyı kendi çıkarlarına göre düzenlemek için üst yapıya yaptığı baskıları artırması vb.. nedenler iki kesim arasındaki sorunları eskisinden daha keskin olarak gündeme getirmiştir.
Tarım kesiminde büyük toprak sahiplerinin ülke ekonomisi içindeki ağırlığı eskisine oranla zayıflamış olsa da, bunların siyasal üst yapıdaki etkinliği, işbirlikçi burjuvazi için büyük sorun olmaktadır. İşbirlikçi burjuvazinin sürekli gündemde tuttuğu toprak reformu vb. talepler, küçük burjuvaziyle olan bürokrasi temelindeki ilişkilerinden kaynaklanan zorunluluğundan ve burjuva reformcu karakterinden kaynaklanmıyordu. Kendi gelişimini sağlayacak çeşitli önlemlerin alınmasında etken olan büyük toprak sahiplerinin siyasal iktidar üzerindeki gücünü kırabilecek ve aynı zamanda da ülkede kapitalist üretim ilişkilerine uygun olarak pazarı genişletmek amacından kaynaklanıyordu.
Ülke nüfusunun çoğunluğunun tarım kesiminde yer alması ve tarımda küçük üreticiliğin oldukça geniş bir kesimi içermesi, bu kesimi kendine yedekleyen büyük toprak sahiplerinin siyasal yapı üzerindeki gücünü artırmakta, sanayi burjuvazisi bu durum nedeniyle kendi gelişiminin önünü açacak yeni düzenlemeleri siyasal üst yapıdan çıkartamamaktadır.
Sanayi burjuvazisinin gelişmek için istediği yeni teşvik önlemlerine karşın o güne kadar tarım kesiminin taban fiyat uygulaması vb.'ne öncelik tanıyan devletin elindeki fonların, sanayi kesiminin dönüşümüne yönelik değerlendirilmesi türünden istekleri yerine getirildiği taktirde, bu durum tarım kesiminde büyük bir tepkiye yol açacaktır. Taban fiyatları gibi konulardaki sorunlar salt büyük toprak sahiplerini değil, aynı zamanda tarım kesiminde yer alan küçük üreticileri de ilgilendirdiğinden, sanayi burjuvazisinin isteklerine uygun davranılması, bu unsurları da siyasal iktidarın karşısına dikecektir.
Ülkemizdeki gibi, nüfusun büyük çoğunluğunun kırsal alanda yaşadığı ve ekonominin tarıma dayalı olduğu bir toplumda bu tür önlemleri almak, sivil bir iktidar için imkansıza yakın güçlükler taşır. Çünkü, kaybedilecek büyük bir oy potansiyeli ve iktidar erki anlamına gelir. Dönemin iktidar partisi olan AP'nin oy potansiyelinin de esasta bu zeminde olması ve bu gibi uygulamaları gündeme getirmesi halinde ayağının altındaki zeminin kayması kaçınılmaz olacağından, AP sözkonusu istemleri yerine getirmediği için sanayi burjuvazisinin desteğini kaybetmeye, yoğun eleştirilerini almaya başlar.
Sanayi burjuvazisinin kaynak gereksinimi, salt tarım kesimiyle değil mali sermaye kesimleri ile de arasında sorunlar çıkmasına yol açmıştır. Bu dönemde mali sermaye ve sanayi sermayesinin arasındaki ilişkiler bütünleşmenin değil çıkar çatışmalarının ağırlık kazanmasına yöneldiğinden, iki kesim birbirine adeta düşmanca bir tutum içindedir. Kredi faizlerinin yüksekliği, dönem boyunca sanayi sermayesinin başlıca yakınma konularından biri olmuştur.
İşbirlikçi burjuvazi, dönemin iktidarı AP'ye bu konuda sürekli baskı yapmaktadır. Kredilerin ucuzlamasını, yeni sanayi teşvik önlemleri alınmasını ve kaynak gereksinimini çözümlemede bir araç olan banka kesiminin topladığı mevduatı sanayiye yöneltebilecek bir şekilde sanayinin ucuz kaynak bulmasını sağlayacak bir sermaye piyasasının kurulmasını istemektedir.
Sermaye piyasası konusu dönem boyunca önemini koruyor, ilk olarak 1963'de bu konuda bir yasa hazırlığı yapılıyor, bu yasa taslağı ancak 1967'de bitiyor ama süresi içinde görüşülmediği için anlamını yitiriyor, eskiyordu. 70'de yeniden hazırlanan Sermaye Piyasası Yasası da aynı akıbete uğruyor sanayici için bir işlev görmüyordu.
Sanayinin kaynak gereksinimi karşılamasıyla 1956 tarihinde çıkarılan Türk Ticaret Yasası, anonim şirketlere hisse senedi ve tahvil çıkarma hakkı tanıyordu. 1968 yılı başında birçok şirket bu yola başvurmasına karşın, tahvillerin vadesi ve uygulanan yüksek faiz oranları konusundaki sınırlamalar, bunların cazip olmasını engelliyor ve bu şirketlerin kaynak gereksinimi karşılamak için yine yüksek faizle bankerlere başvurmaları sonucu doğuruyordu.
Bu şekilde, sanayi burjuvazisinin dönem boyunca süren kaynak bulma sorunu, özellikle 60'ların sonunda mali sermaye ile olan çelişkisinin derinleşmesine neden oldu. Kredi faizleri (bu faizler %22'ye varıyordu), yeni gelişmekte olan bir sanayi için oldukça yüksek orandaydı. Sanayi burjuvazisi bu yüzden siyasal üst yapıya sürekli baskı yapıyor, kredilerin ucuzlamasını ve kredilerde sanayiye öncelik tanınmasını, sermaye piyasasının kurulmasını istiyordu.
Görüldüğü gibi dönem, işbirlikçi burjuvazinin gelişimi ile orantılı olarak ve siyasal yapıdaki etkisini artırmak istemesine bağlı olarak başlangıçta var olan dengeleri sarsmasına ve uzlaşma havasını bozmasına yol açtığı dönem olmuştur. Oligarşi içinde yaşanan bu çelişkilerin ekonomik plandan siyasi plana yansıması ise dönemin iktidarı ve Oligarşik Diktatörlüğün siyasi temsilcisi, sözcüsü AP'de somutlaşır.
Egemen sınıflar ittifakının siyasal plandaki görünümü olan AP, Oligarşi içi çelişkilerin bi "uzlaşma" döneminde, 65 seçimlerini tek başına kazanarak iktidara gelmiştir. İşbirlikçi sanayi burjuvazisinin ne tarım kesimindeki toprak ağalarının ne de Oligarşi içindeki diğer egemen kesimlerin, siyasal erk'i tek başına elde tutmaya gücü yoktu. Dolayısıyla, 60 darbesini izleyen dönemde zaman zaman tehlikeli çıkışlar yapan, asker-sivil bürokrasi içinde henüz ciddiye alınması gereken ölçüde varlığı olan küçük burjuva radikal kesimleri nötrleştirmek vb. gibi nedenler de gündemde yer alınca, oligarşi içi çelişkiler zorunlu bir yumuşama içerisine girmiş, AP bunun siyasal plandaki görüntüsü olarak iktidara gelmişti.
Ancak dönem sonuna doğru Oligarşi içindeki egemen kesimlerin gelişiminin orantısızlığı başlangıçtaki dengeyi bozmuş, çelişkiler gün geçtikçe katmerleşmiştir. Burjuvazinin evrensel karakteri, genişlemek, büyümek ve daha fazla kar sağlamaktır. Bunun için yapmayacağı şey yoktur. Ve burjuvazi bu kar hırsıyla sömürüsünü kimseyle paylaşmak istemez.
İşte onun bu evrensel karakteri, yeni sömürgelerin sorunlu egemenlik bileşimi oligarşilerin kaçınılmaz "yönetemez olma" akıbetini şekillendiren en önemli etkenlerden biridir.
Dönemin iktidar partisi AP, özellikle 60'ların sonuna doğru, sömürüden daha fazla pay isteyen ve ekonomik yapıda giderek artan ağırlığını siyasal yapıda da pekiştirmek isteyen işbirlikçi sanayi burjuvazisinin baskıları sonucu onun bir takım taleplerini programına almış, ancak kendi içindeki diğer kesimlerin baskısı nedeniyle bu programını tam olarak yaşama geçirememiştir. Sanayi burjuvazisinin bu durumdan hoşnutsuzluğunu, Koç'un 69 Mayıs'ında hükümetin ekonomi politikasını eleştiren konuşmasında görmek mümkündür.
Öte yandan AP'nin, sanayi burjuvazisinin baskıları sonucu bu kesimin çıkarlarını korumaya yönelik olarak aldığı sanayiyi teşvik önlemleri, ithalatın sınırlandırılması, kredilerde sanayiye öncelik tanınması gibi gelişmeler de, oligarşi içindeki diğer kesimlerin tepkisine neden olmuştur. Oligarşi içindeki kesimlerin uzlaşma döneminde iktidara gelen AP bu uzlaşma yatışmaya döndüğü anda, deyim yerindeyse "iki cami arasında beynamaz" durumda kalmıştır. Uzlaşma bozulduğu anda AP misyonunu yitirecektir.
AP özellikle 69 seçimlerinden sonra, sanayi burjuvazisinin taleplerine daha uygun görünen bir politika uygulamaya çalışmış, ancak bu dönem içinde programına koyduğu ve öteden beri sanayi burjuvazisinin başlıca taleplerinden olan, toprak reformu, emlak ve arsa vergisi gibi önlemler, AP içindeki diğer kesimlerin zaten yoğun olan çelişkilerini patlama noktasına getirmiştir. Sonuçta, oligarşi içinde ekonomik plandaki bu çelişkilerin siyasal üst yapıya yansımasıyla AP içindeki bölünme gerçekleşir.
69 seçimlerinden sonra iktidarı yeniden alan AP Hükümeti'nin hazırladığı bütçenin görüşmeleri sırasında çelişkiler patlamaya dönüşür ve AP içindeki diğer kesimlerin temsilcileri, bütçeye kırmızı oy verirler. 41'ler olarak anılan bu grubun bir kısmı daha sonra AP'den ayrılarak Aralık 70'de DP'yi kurarlar. DP, oligarşi içinde güç kaybetmiş, gerilemiş tekel dışı kesimlerin sözcülüğünü de üstlenmiştir.
Siyasal üst yapıdaki ayrılığın bir ucu da, Necmettin Erbakan başkanlığında AP'den ayrılan bir kısım milletvekiliyle kurulan Milliyetçi Nizam Partisi'dir. 1970 başlarında kurulan MNP, sanayi burjuvazisinin gelişimi karşısında çıkarları zedelenen taşradaki tekel dışı kesimlerin sözcüsü olmuştur. Bu kesimin tekelci burjuvazi ile olan çelişkilerini, kurucusu Necmettin Erbakan şu şekilde dile getirmektedir. "Anadolu tüccarı, kendilerini üvey evlat olarak bilmektedir. İthalat kotalarından aslan payı üç-dört kentin tüccarına ayrılmakta, Odalar Birliği'ni bunlar yönetmektedir… Anadolu bankalarında toplanan mevduatı, Anadolu halkı yatırmakta ama bu para kredi şeklinde büyük kent tüccarına verilmektedir."(8)
Bölünmelerin ardından AP giderek homojenleşen bir yapı kazanmış ve sanayi burjuvazisinin isteklerine daha uygun bir şekle bürünmüş, ancak bölünmeler nedeniyle yürütmenin varlığı zaafa uğramış ve tekelci burjuvazinin istediği dönüşümleri sağlayabilecek güç ve istikrardan uzak hale gelmiştir.
Bir yandan oligarşi içinde bu çelişkiler yaşanırken aynı zamanda artan ekonomik bunalımın bu çelişkileri derinleştirici özelliği, varolan sorunları iyice içinden çıkılmaz bir hale getiriyordu. Ekonomik bunalımın ağırlaştırdığı oligarşi içi kesimlerin pazardan en fazla payı kapma kavgası, siyasal planda da bir kriz yaratıyordu. Belli bir sınıfı, o sınıf temelinde, o sınıfın nicelik ve niteliğinden hareketle temsil etme şansı olmayan yeni sömürge parlamentoları, emekçi kitleleri aldatarak onların oy potansiyeline dayanmak zorunluluğu ile ve kendi sınıf çıkarlarına uygun gelişmeleri hayata geçirmek kaydıyla yaşamasını sürdürmek çelişkisi içinde -yeni sömürgelerin işbirlikçi yerli egemenlerinin 'mukadderatı' olarak- bocalayıp bunalıyor, sonuçta bunalıma girmeyen tek program emperyalizmin çıkarlarının programları oluyordu.
60'ların sonunda ve 70 yılında tekelci burjuvazinin stoklarının artması, üretimdeki şişkinlik, kapitalizmin kronik hastalığı olan üretimin pazarlanamamasından doğan depresyonu doğurmuş, sanayinin hemen hemen bütün kollarında kapasite kullanımı düşmüş, sanayi sermayenin kullanılamaması durumu ile karşı karşıya kalınmıştı. Ekonominin dışa bağımlı çarpık niteliğine koşut olarak emperyalist sistemin buna eklenen sorunlarının etkileriyle, bunalımın Türkiye'deki yankısı ağırlaşmıştır.
Ödemeler nedeniyle IMF ile 1966 yılından itibaren sorunlar uç vermiş, IMF ödemelerde zorluk çeken Türkiye'ye devalüasyon yapması için baskı yapmaya başlamıştır. 1968 yılına gelindiğinde IMF artık Türkiye'nin ödemeler bilançosunu dengelemek zorunda olduğunu düşünmektedir. Yeni borçlar verebilmesi için, önce bunları ödeyebileceği duruma gelmesini garantiye alacak önlemler alınmasını istemektedir. Ancak IMF'nin bu zorlamaları; 69 yılının seçim yılı olması nedeniyle AP tarafından, kendisine seçimlerde puan kaybettireceğinden ötürü gerçekleştirilemez.
1970 yılında, ülkenin dış ticaret açığı 298 milyon dolara ulaşmıştır. Bu, 1963 yılı hariç, son dönemlerin en yüksek oranıdır. 1970 Mart'ında OECD de Türkiye'ye devalüasyon önerir. Yoğunlaşan dış baskılar sonucunda AP hükümeti bu devalüasyonu yapmak zorunda kalır. Devalüasyonun bir nedeni de ihracatın kolaylaştırılması yoluyla yeni pazarlar bulunmasını sağlamak olmuştur. ülkede ithal ikamesi tıkanmıştır. Stokların artması ve üretimin pazarlanamaması bunun sonucudur. Ekonomide yapısal bir dönüşümün gerçekleştirilmesi gerekmektedir. İşbirlikçi burjuvazi, ülkede ürettiği malları sanayinin daha cılız olduğu ülkelere satmak istemektedir. 70'lerde emperyalizmin sömürü politikalarının bu eksende olduğu biliniyor.
Sonuç olarak, 70 yılında ekonomik yapının durumu, özellikle sanayi burjuvazisi açısından yeni bir düzenlemeyi şart koşuyordu. Devalüasyonun bir nedeni de budur. Bu şekilde fiyat artışları hızlanacak ve 63 yılında yasallaşan toplu sözleşme ve grev hakkının özellikle 67'den sonra işçi sınıfı tarafından giderek artan bir hızla kullanılmasının sonucu olarak yükselen gerçek ücretlerin, temeli emek yoğun sermayeye dayanan ve bu nedenle yaşamı ucuz işgücüne bağlı olan sanayi üzerindeki etkisinin düşürülmesi sağlanacaktır.
Bu koşullarda, yeni düzenlemeleri gerçekleştirebilmek için burjuvazinin tek bir şansı vardır: "suskun" bir toplumsal zemin…
61 Anayasası'nda, işçi sınıfının ve tüm emekçi kesimlerin lehine olan bazı maddelerin değerlendirilmesinin etkisiyle, toplumsal zeminde giderek yükselen örgütlenme ve mücadele olgularının, burjuvazinin programını rahatça uygulamasına engel olacağı görülüyordu. Bu nedenle yürütmenin gücünün artırılması, siyasi zor kullanılarak 60'lı yıllar boyunca yükselen toplumsal muhalefetin bastırılması gerekiyordu.
12 Mart'ta açık faşist diktatörlüğe başvurulmasında oligarşi içi çelişkiler oldukça önemli bir yer tutmakla birlikte, belirleyici ana neden değildir. Toplumsal koşullar oligarşi açısından uygun olsaydı iç çelişkilerin çözümü, 12 Mart'a gerek kalmaksızın, ekonomik planda uzun bir sürece yayılabilir ve bir dönüşüm sağlayabilirdi. Ancak bu dönemde emekçi halk kitlelerinin düzene karşı mücadelesi ülkede ilk kez yeni boyut ve nitelikler içinde gelişmeye başlamış, emekçi kitlelerde örgütlenme ve mücadele bilinci yükselmiş ve sosyalizm giderek artan ölçüde taraftar bulmaya başlamıştı.
60'lı yıllar boyunca Türkiye'de sanayi burjuvazisi gelişirken, burjuvazi aynı zamanda karşıtını geliştirmiş, yani Marx ve Engels'in deyimiyle, burjuvazi aynı zamanda kendi mezar kazıcılarını, proletaryayı da yaratmış ve geliştirmişti.
Sanayi gelişirken ülkedeki pre-kapitalist ilişkileri de çözer. Türkiye'de sanayinin 50'lerden 70'lere kadarki gelişimi, tarım kesimindeki pre-kapitalist ilişkilerin belli oranlarda (Türkiye gibi yeni sömürge bir ülkede pre-kapitalist ilişkilerin mutlak anlamda çözülmesinden sözedemeyiz. Bunu ancak demokratik halk devriminin zaferi sağlayacaktır.) çözülmesine yol açmış, bunun yanı sıra, eskiden toprağın ekilebilmesi ve ürünün kaldırılması için el emeğine daha çok gereksinim duyulurken, tarımda makineleşmeyle birlikte çok sayıda köylü işsiz kalmış, bu da kırdan kente göçü hızlandırmıştır.
1960'ta kentin nüfus oranı %25.2, kırsal nüfus %74.8 iken 1970'te bu oran kentlerde %35.7 olmuş, kırda ise %64.3'e düşmüştür. Kırdan kente göç, sanayi için artan işgücü gereksinimini karşılarken, aynı oranda proletarya da nicel olarak gelişmeye devam etmiştir. 1960-72 yılları arasında, tarımda çalışan nüfus oranı %79.9'dan %67.8'e düşmüş, sanayide ise %8.3'ten %10.6'ya yükselmiştir. (9)
İşçi sınıfının nicel gelişimine oranla, başlangıçta oldukça ağır gelişen siyasal bilinç düzeyi, 60'ların sonlarına doğru, sendikal örgütlenme olanaklarının sağladığı görece elverişli zeminde yükselmeye başlamıştır. Revizyonist DİSK'in ortaya çıkmasıyla o zamana değin sermaye çevrelerinin güdümünde olan Türk-İş'in sarı sendikacılığının giderek güç kaybetmeye ve etkisini yitirmeye başlaması, hızlanan gelişimin bir göstergelerindendir.
Sarı sendikacılık, işçi sınıfını siyasal bilinçten yoksun bırakarak, işçi sınıfının mücadelesini düzen sınırları içinde tutmak için, burjuvazi tarafından kullanılan önemli bir araçtır. Ülkemizde 67 yılında DİSK'in kurulmasına kadar, Türk-İş'in etkinliğinde gelişen bu sendikasızlaşma, Türk-İş'in Amerikan kaynaklı "partiler üstü politika" anlayışını empoze etmeye çalışması nedeniyle işçi sınıfının kendi sendikası aracılığıyla siyasal bir baskı gücü olmasını engellemiş, tam tersine sendika sermaye yanlısı güçlere destek olmuştur.
Türk-İş üst yönetiminin ABD emperyalizmi ile ilişkilerine bir çok örnek verilebilir. 60-70 yılları arasında, Türk-İş'in AID kanalıyla sağladığı ABD çıkışlı "yardım"ların tutarı, aynı dönemdeki diğer toplam aidat hasılatına eşit düzeydedir. Türk-İş yöneticilerinin Amerika ziyaretlerinin yoğunluğu ve niteliği de bilinen bir gerçektir. CIA ajanlarına yataklık ettiği bilinen AIFLD, AID, AFL-CID gibi kuruluşlarla olan yakın ilişkileri, Türk-İş'in "emekten yana" karakterini kolayca gözler önüne sermeye yeter.
..13 Şubat 1967'de Türk-İş'ten ayrılan Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş, Gıda-İş ve Zonguldak Maden-İş tarafından DİSK'in kurulmasına kadar geçen süre içinde sendikal alanda varolan Türk-İş egemenliği, işçi sınıfının sendikal mücadelesinin düzene yedeklendiği yıllar olmuş, Türk-İş sarı sendikacılığın "mükemmel" bir örneğini sergilemiştir. Örneğin: 10 Mart 1965 yılında greve giden Zonguldak Maden işçileri'nin karşısında, bu grevin komünistler tarafından yöneltildiğini söyleyerek hükümetin tarafını tutuyordu. Bu durum, Türk-İş'in sermaye yanlısı politikasının tipik bir örneğidir. Bunun yanı sıra dönemin Türk-İş Genel Başkanı Halil Tunç da AP kökenlidir ve Komünizmle Mücadele Derneği'nin kurucuları arasındadır.
Ancak, 1967 yılında Türk-İş'ten kopan ilerici-demokrat çevrelerin oluşturduğu DİSK'in kuruluşu, sendikal alanda yeni bir görünüm yaratmaya başlamıştır. DİSK kurulduğu andan itibaren kısa sürede büyük bir gelişme göstermiş, kurulduğu sırada 40.000 olan üye sayısı 70 yılında 100.000'e ulaşmıştır. Ancak DİSK'in gücü yalnızca üye sayısıyla ölçülemez. Nicel gücü Türk-İş'e oranla zayıfsa da, işçi sınıfı içinde giderek artan ölçüde prestij kazanmıştır.
DİSK'in gelişimi, sarı sendikacılık geleneğini kırması, sermaye çevrelerini rahatsız etmeye başlar. Olay yalnızca yasaların çerçevesini kırmaktan ibaret değildir. İşçi sınıfının siyasal bilinç düzeyi eskiye oranla oldukça yükselmiş ve mücadelesi yer yer düzen sınırları dışına da taşmaya başlamıştır. Bu gelişmeler karşısında duyduğu huzursuzlukla sermaye çevrelerinin partisi AP, 1970 yılında 1317 sayılı yasa ile 274-275 sayılı Sendikalar ve Toplu Sözleşme ile ilgili yasalarda yapmak istediği değişiklikle, özelde DİSK'i yoketmek genelde de işçi sınıfının giderek gelişen mücadelesinin önüne bir set çekmek amacıyla harekete geçer.
Tasarının 12 Haziran'da onaylanması ve yasaya karşı önlem alınması için Cumhurbaşkanlığına yapılan başvuruların da sonuçsuz kalması üzerine 15 Haziran 1970 günü İstanbul ve Gebze'deki bazı büyük fabrikalarda genel grev başlar. Genel grevle başlatılan gösteri yürüyüşünün önü, Kartal kavşağında kesilmek istenir, ancak burada tanklar tarafından kurulan barikatı da aşan işçiler, ortakları arasında, Demirel'in yolsuzluk iddialarına hedef olan kardeşi Hacı Ali Demirel'in de bulunduğu Haymak Döküm Fabrikası'nda karşılarına silahlı koruyucular çıkması üzerine burayı tahrip ederler. Aynı gün Alibeyköy ve Silahtarağa bölgesinde de grev ve yürüyüşler olmuştur.
Grev ve protesto gösterilerinin boyutu, 16 Haziran sabahı daha da yükseliyor ve işçilerle polis arasında yoğun çatışmalar çıkıyordu.
Olayların ulaştığı bu boyut üzerine İstanbul ve Gebze'de sıkıyönetim ilan edildi.
15-16 Haziran İşçi Hareketi, işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele bilincinin ulaştığı düzeyi göstermesi açısından dönemin en önemli olayıdır. Hareketin kendiliğindence yanı ağır basan niteliği ise, işçi sınıfının düzene karşı tepkisinin artık oldukça ileri boyutlara vardığını, patlama noktasına geldiğini ve bunun politik bir önderliğe kavuşması halinde giderek büyüyen bir volkana dönüşerek burjuvazinin kanlı saltanatını tehdit edeceğini gösterir.
Bu yönüyle 15-16 Haziran, ülkedeki sömürü düzeninin egemen kesimlerini korkulu düşlerini, ete-kemiğe bürünmüş olarak gördükleri günler olmuştur. Korkulu düşlerini canlı olarak yaşayan sermaye çevreleri, olaylara gereken ölçüde sert müdahale yapılmadığını, yumuşak davranıldığını ve tedbirsiz olunduğunu söyleyerek, AP Hükümeti'ni suçlamışlardır.
15-16 Haziran direnişinin önemli bir diğer özelliği de, DİSK'in kapatılması anlamına gelecek yasaya karşı protesto hareketlerine katılan işçilerin önemli bir kısmının Türk-İş üyesi işçiler olmasıdır. Direnişe katılan 168 işyerinin 121'inde Türk-İş'e bağlı sendikalar sözleşme yapmıştır. Ölen üç işçiden ikisi, ağır yaralı 30 işçiden 22'si Türk-İş'le sözleşmeli işçilerdir. Bu durum, bir yandan işçi sınıfının birleşme ve dayanışma koşullarını, proletaryanın evrensel niteliğini vurgularken diğer yandan da tüm işçilerin düzene karşı hoşnutsuzluğunun vardığı boyutları göstermektedir.
Burjuvazi, 15-16 Haziran olaylarının ciddiyetini ve kendisi açısından yarattığı tehlikeyi görmüş, olayı bir "ihtilal provası" olarak nitelemiştir. Hareket tek başına düzeni sarsacak güçte değildir elbette, ama kısa sürede tüm ülkeyi sarsacak bir mücadelenin habercisidir.
özellikleri nedeniyle, daha başlangıçta gelişim olgunlaşmadan ve politik bir önderlik altında örgütlü bir nitelik kazanmadan ezilmesi kaçınılmazdır. Bu anlamda, 15-16 Haziran Direnişi, burjuvazi için bir "uyarı", işçi sınıfının daha işin başında olduğunun, ama harekete geçtiğinin ve bunun daha da gelişeceğinin göstergesi olmuştur. Burjuvazi için bu yeterli veridir ve ülkeyi 12 Mart'a taşıyan nedenlerin başında gelir.
15-16 Haziran İşçi Direnişi, 60'ların sonlarında giderek yükselen bir ivme kazanarak dönem boyunca süren işçi sınıfının mücadelesinin, düzen sınırları dışında gelişen en önemli örneğidir. Bu nedenle ayırt edici özellik taşır. İşçi sınıfı henüz kendisi için bir sınıf olma özelliği kazanmamış olsa da, 15-16 Haziran bu durumun verilerini yakalamasının, mücadelenin ulaştığı boyut, burjuvaziye artık kendisi için "dikensiz gül bahçesi" kalmadığını gösterir.
Burjuvazi bu duruma tepkisini özellikle 15-16 Haziran Direnişi'nden sonra sık sık yinelemiş, AP hükümetini tedbirsiz ve yumuşak davranmakla suçlamış, olaylara daha gelişmeden ciddi bir müdahalede bulunmasını istemiştir. Ancak var olan yasalar ve sivil bir siyasi iktidarla bunu önlemek olası değildir. Kaldı ki sorunlarıyla uğraşmaktan zayıf düşmüş bir AP işbaşındadır.
Toplumsal muhalefetin yükselişi, toplumun her kesiminde kendini hissettirmektedir. Artık köylülük Cumhuriyet tarihinde rastlanmadık bir hareketlilik içindedir.Bunların birkaç örneğini vermek gerekirse:
Şubat 69'da İzmir'in Atalar ve Güllüce köylerinde, köylüler hazineye ve özel mülkiyete ait toprakları işgal ediyor, 600 kişilik bir işgal komitesi kurarak, toprağı kendileri için sürmeye başlıyorlardı. Nisan 69'da Söke'de, yöredeki köylerin halkı birleşerek Toprak Reformu ve Bağımsızlık Mitingi düzenliyorlardı. Eylül 68'de pamuk alım fiyatlarını protesto için 7 köy halkı 600 traktör ile Ankara, Adana, Mersin yolunu iki saat trafiğe kapatıyor, olay ancak askeri birliklerin müdahalesiyle önlenebiliyordu.
Temmuz 70'de Karadeniz'de fındık ve çay alım fiyatlarının yetersiz bulunması nedeniyle Ordu'da yapılan gösterilerde çatışma çıkıyor, çok sayıda yaralı ve bir ölü veriliyordu.
Öte yandan Ağustos 69'da Kürdistan halkının durumunu dile getiren mitingler yapılıyor, yöredeki Kürt halkında mücadele bilinci gelişme gösteriyordu. Türkiye Kürdistan'ındaki hareketlenmeyi komando birliklerinin arama bahanesiyle yaptıkları 70 İlkbaharı'ndaki büyük operasyonlar izliyor, yöredeki Kürt halkına gözdağı vermek amacıyla baskı yapılıyor, dayak atılıyordu. Ancak operasyonlar, ilerici-demokrat kesimlerde büyük bir tepki yaratıyor, bu da daha fütursuzca davranılmasını bir ölçüde engelliyordu.
Özellikle 60'ların sonunda, köylülük bunlara benzer sayısız eylemle düzene karşı toplumsal muhalefetin içinde yer alıyordu. Bu eylemler başlangıç olarak düzeni tehdit eden boyut ve niteliklerde olmasa da, gitgide yayılıyor, genişliyordu. Başarıya ulaşan toprak işgalleri ve diğer eylemler, başka yörelerdeki köylüleri de hareketlendiriyor düzene karşı örgütsüz de olsa bir siyasal uyanışın kıvılcımı oluyordu.
Bunun dışında, demokrat ve aydın kesim arasında, sosyalizmin prestijinin giderek yükselmesi, gençliğin anti-emperyalist hareketleri, memurlar (özellikle öğretmenler) içinde devrimci örgütlülüğün yayılması gibi gelişmeler vardır. Bu gelişmeler, başlangıçta oligarşi için ciddi bir tehdit oluşturmasalar ve burjuvazinin maddi çıkarlarını fazla zedelemeseler de, gelecek için ciddi tehlike sinyalleri çalmaktadır.
Üniversite gençliği arasında DEV-GENÇ'in giderek güçlenip, kabuğunu yırtarak emekçi kitlelerle kaynaşmaya başlaması ve ardından Türkiye halklarının öncü örgütü THKP-C'nin, politik önderliğe aday bir parti olarak kamuoyuna kuruluşunu ilan etmesi, oligarşinin kendi iç bunalımını yaşadığı, toplumsal muhalefetin giderek yükseldiği bu yıllara rastlamıştır.
Bu dönemde, ülkede sosyalizm adına revizyonizmin, pasifizmi ve teslimiyetçiliği yaşattığı, oldukça dar çevrelerde bir kısım entelektüelin sosyalizm adına yaptıkları gevezeliğin yerini, revizyonizmin, pasifizmin ihanet çemberini kıran bir savaş örgütü olarak THKP-C'nin alması, Türkiye Devrimi'nin de en önemli olaylarından biridir. Çünkü ilk kez ülke gerçekleriyle buluşan, tarihsel, ekonomik, sosyal ve siyasal koşulların devrimci yanıtını somutlayan görüş, örgütlenme ve pratiği maddileştiren bir oluşum ülke gündemine girmiş bulunmaktadır.
60'ların sonlarında, bir yandan oligarşi içi çelişkiler had safhadayken, düzene muhalif tüm kesimleri saran toplumsal hareketlilik, yaşanan siyasal bunalımın diğer boyutu oluyordu. Ve açık faşizmi esas olara bu boyut belirliyordu. Ezilen kesimlerin, en sıradan yaşam hakları için yürüttükleri mücadele ve yer yer elde ettikleri başarılar, sermaye çevrelerinin zaten tatmin olamadıkları pazardan elde ettikleri payı azaltıyor, bu da yaşanan siyasal krize burjuvazi için yeni bir tehdit ekliyordu. Bundan en çok huzursuz olan kesim de işbirlikçi sanayi burjuvazisiydi.
Emekçilerin mücadeleleriyle asgari de olsa bazı ekonomik haklarını elde etmeleri, yeni sömürge burjuvazilerinin gündemden inmeyen tatminsizlikleri dolayısıyla krizlerini derinleştirmeye yetiyordu. Öte yandan emperyalizmi doyurmak zorunda oluşları nedeniyle emekçi halklara daha fazla yüklenmeleri ise kitlelerin basıncını yükseltiyor, bu durum "yönetenlerin yönetemez, yönetilenlerin yönetilemez olması", "sürekli devrimci durum" esprileriyle ifadesini bulan yeni sömürge gerçeğini tanımlıyordu.
Emperyalizmle bağımlılık ilişkileri içindeki yeni sömürge bir ülkenin sanayileşmesi, daha önce de belirttiğimiz gibi, ekonomik gelişmenin doğal yasalarıyla uyumsuz ve çarpık olduğu için işbirlikçi burjuvazinin önünde sürekli bir dizi önemli sorun dikilir. Ülkedeki iç pazarın ekonomik yapının sözkonusu niteliği nedeniyle dar ve sınırlı olması, üretilecek malın üretim ölçeğinin sınırlı tutulmasına yol açar. Bu da kaçınılmaz olarak maliyetin yüksek olmasını getirir. Üretim teknolojisinin geriliği ve maliyetin yüksekliğinin yarattığı sorunlardan dolayı, burjuvazinin ürettiği maldan kar edebilmesi için tek şansı; ucuz, daha ucuz işgücüdür. Ülkedeki yatırımların emek-yoğun sermayeye dayanması da ucuz emeğe duyulan gereksinimi artıran diğer bir etkendir.
Sorunun başka bir boyutu ise, burjuvazinin gelişme ve palazlanma döneminde olmasıdır. Burjuvazi, evrensel karakteri gereği, gelişme ve palazlanma evresinde bu gelişimine engel olarak gördüğü hiçbir şeye tahammül edemez. Bütün dünyadaki sınıf savaşları tarihi, bunun örnekleriyle doludur. Burjuvazi, gelişim evresinde işçi sınıfının en doğal yaşam talepleriyle yürüttüğü mücadelesini kanla bastırmıştır. Amerikan işçi sınıfının 1 Mayıs 1877'de 8 saatlik işgünü için yürüttüğü mücadelenin burjuvazinin ölüm kusan silahlarıyla bastırılması, bu durumun simgesi olmuştur. Paris Komünü de bunun ilk örneklerinden biridir.
Ülkemizde 61 sonrasının nispi demokratik ortamının da etkisiyle giderek yükselen işçi sınıfının ekonomik karakterdeki mücadelesi, 60'ların sonunda hızla yükselen bir ivme kazanmış, dönem boyunca yürütülen mücadele belli kazanımlar elde edilmiştir. Özellikle 63 yılında sendikaların grev ve toplu sözleşme hakkını kullanmaya başlamasıyla, sendikalı işçilerin gerçek ücretlerinde belirgin bir yükselme olmuştur.

ORTALAMA NAKDİ VE REEL ÜCRETLER

Yıllar
Ortalama
Ücret
İst Geçinme
İndeksi
Ortalama
Ücret İndeksi
Reel Ücret
Yıllık Satışlar
1963
17.91
100.0
100.0
100.0
-
1964
19.50
102.2
108.8
106.4
6.4
1965
21.61
108.4
120.6
111.2
4.5
1966
23.53
113.1
131.1
131.3
4.3
1967
25.84
120.0
144.2
120.1
3.5
1968
28.22
125.0
157.5
126.0
4.9
1969
32.13
131.2
179.1
136.5
8.3
1970
35.32
143.2
197.3
137.6
0.8
1971
39.32
167.8
218.5
130.8
5.1

(10)


Yukarıdaki istatistikte de görüldüğü gibi 1963 ve 69 yılları arasında ücretlerde belirgin bir yükselme olmuş, krizin büyüdüğü ve devalüasyonun yükseldiği, hayat pahalılığının arttığı 70 yılında bu artış durmuş, nihayet 12 Mart açık faşizmiyle işçi sınıfının yıllar süren mücadelesi sonucunda elde ettiği kazanımlar hızla gerileme sürecine sokulmuştur.
1969 yılı işçi sınıfının bu mücadelesinin önemli kazanımlar elde ettiği bir yıl olmuş, sürekli artan grev ve direnişler, genişleme ve nitelik kazanma potansiyelini somutlaştırmıştır. 70 yılı ise burjuvazinin durumunun iyice sarsıldığı ve kendine göre önlemler aldığı bir yıl olması açısından, 12 Mart dönüşümünü hazırlayan krizin zirvede olduğu yıllardır. Oligarşi, işçi sınıfının bu gelişiminin kendisi için yarattığı tehlikenin farkındadır, ancak dizginleri elinde tutamamaktadır.
Burjuvazinin 61 Anayasası'nda yer alan işçi sınıfının lehine sayılabilecek maddelere yönelik olarak hoşnutsuzluğu giderek artan bir biçimde hissettirmesi de bu nedenledir. 12 Mart açık faşizminin generallerinden Memduh Tağmaç'ın şu sözlerinde, toplumsal muhalefetin yükselişinin, 12 Mart'ın oluşumundaki rolünü görebiliriz. Memduh Tağmaç, 12 Mart öncesi bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısında; "... Sosyal hak arama eğilimlerinin ekonomik gelişmelerin çok ilerisine geçmesi karşısında, milli nizamın korunabilmesi için Anayasa'da değişiklik..." yapılması gerektiğini söylüyordu.
Toplumsal muhalefetin yükselişinin yanı sıra 70 yılında THKP-C ve THKO tarafından başlatılan silahlı mücadele ve politikleşmiş askeri savaş, düzene karşı mücadeleye yeni ve son derece ileri bir boyut kazandırıyor, silahlı mücadeleyle ilk kez tanışan burjuvazi büyük bir korkuya düşerek, derhal önlem alınmasını istiyordu.
Bir yandan oligarşi içi çelişkilerin iyice keskinleşmesi, öte yandan bu çelişkiler yaşanırken yapılacak düzenlemelerin toplumsal yapıda yol açacağı alt-üst oluşların güçlü bir yürütme gerektirmesi nedeniyle, AP tekelci burjuvazi açısından güven vermemekteydi. Verili tüm koşullar, tekelci burjuvazinin önünün açılması için yeni bir düzenlemeyi gerektirmekteydi. Ancak bunun var olan sivil siyasal iktidar ile gerçekleşmesi imkansızdı.
70 yılında ithal ikamesinin açmazlarıyla tıkanan ekonomi de yeni bir programa gereksinim duyuyordu. Ekonomideki yeni bir düzenleme ise toplumsal yapıda derin yaralar açacak, halkın muhalefeti daha da yükselecekti. Bütün bunları zaafa uğrayan yürütmenin yeniden ve güçlü bir şekilde yapılandırılması yolunda tek bir seçenek kalıyordu: "Devletin ve düzenin koruyucusu" ordunun devreye girmesi.. Yaşanan bu ekonomik ve siyasal kriz hiç kuşkusuz uluslar arası düzeyde yaşanan ve 3. Bunalım Dönemi bölümünde işlediğimiz gibi açığa çıkmaya başlayan dünya ekonomik ve siyasal depresyonundan bağımsız olarak ele alınamaz.

12 Mart Açık Faşizminin Dünya Zemini
12 Mart'ı dışardan çevreleyen koşulların ana çizgisi, emperyalizmin içine düştüğü depresyondur. "Emperyalistler arası çatışma" ve "Emperyalizm ile dünya halkları arasındaki çatışma" bölümlerinde değindiğimiz gibi, 1970'li yıllara gelindiğinde emperyalistler arası entegrasyonda derin çatlaklar oluşmuş ve ekonomik, siyasal, toplumsal bir depresyon gündeme gelmişti.
2. Dünya Savaşı sonrasında ABD'nin hegemonyasında oluşan entegrasyonun kapsamı içinde, diğer emperyalist ülkelerin de kendilerini toparlamaları ve dünya pazarlarındaki paylarını artırmaya başlamalarıyla amansız bir rekabet başlamıştı. Dolayısıyla, Bretton Woods Konferansı'nda oluşan para sisteminin ve kurallar bütünün tıkanması ve 1967'den başlayarak çözülmesi sonucu doğdu. Bu süreç, 1971 yılında sistemin yıkılması ve daha çok bir kümelenme anlamına gelen, dolayısıyla da emperyalistler arası rekabeti daha da derinleştiren yeni bir para sisteminin oluşturulmasıyla tamamlandı.
Aynı dönem, savaş sonrasında yeni sömürgeciliğin bir biçimi olarak, kapitalizmin belli ölçülerde geliştiği ülkelerde bir iç Pazar yaratmak, işbirlikçiler eliyle o iç pazara yönelik üretimde bulunmak ve yine işbirlikçiler eliyle o iç Pazar içinde tekelleşmek anlamına gelen ithal ikamecilik tıkanmaya başlamıştı. Yaratılan iç Pazarlar doyuyor ve emperyalizm işbirlikçi burjuvazi eliyle üretimini pazarlayamaz hale geliyordu.
Öte yandan Vietnam'a müdahale, ABD için giderek ağırlaşan bir yenilgiye dönüşmekteydi. Bu savaşla emperyalizmin yenilmez olmadığı bir kez daha kanıtlanıyor ve dahası ABD hegemonyası ciddi bir tokat yiyordu. Böylece ABD'nin hegemonyacılığında oluşan entegrasyon içi siyasal dengeler sarsılmaya başlamıştı. Yine bu savaş, ABD de dahil olmak üzere tüm dünya kamuoyunu emperyalist saldırganlığa karşı hareketlendirmekteydi.
Ekonomik ve siyasal düzeyde yaşanan bu gelişmeler toplumsal düzeyde de ses buluyor, işsizlik yaygınlaşırken, kültürel çöküntü toplumu depresyona itiyordu. Ulusal kurtuluş hareketlerinin dalga dalga tüm dünyaya yayılması, emperyalizm açısından süreci ağırlaştıran bir başka etmendi.
Emperyalizm sorunların çözümünü her zaman olduğu gibi dünya halklarının sırtına yükleme yolunu seçti. Yeni sömürgeciliği ağırlaştıran uygulamaların başlamasıyla, emperyalizmi sarsan ekonomik, siyasal ve toplumsal depresyon yeni sömürgelere aktarılmış oluyordu. Nitekim bu dönemde, birçok yeni sömürgede açık faşist uygulamaların gündeme gelmesi bir rastlantı değildir.
Türkiye'de 70 yılına gelindiğinde, üretimdeki şişkinlik, artan stoklar ve üretimin pazarlanamamasından kaynağını alan bunalım, kendini iyice belli etmekteydi. İthal ikameci sanayileşme tıkanmıştı ve yeni bir dönüşüme gereksinim duyulmaktaydı. Bu dönüşüm ise, Türkiye'nin emperyalizm için bir ara halka haline gelmesi ve ülkede işbirlikçi sanayi tarafından üretilen malların, sanayileşmesi daha geri olan ülkelere satılması ile sağlanabilirdi. Bu yolla hem sanayinin bağımlı niteliği nedeniyle ve kar transferiyle emperyalizmin çıkarları korunacak hem de ülkedeki işbirlikçi burjuvazinin sorunları belli ölçülerde çözüm bulacaktı. (11)
Bu tür bir dönüşüm için, ülkedeki sanayinin niteliği nedeniyle, en fazla gereken şey ucuz emektir. Ne var ki 60'lı yıllar boyunca yükselen toplumsal muhalefet, bu dönüşümün önünü tıkamaktadır.
Daha önce, parlamenter sistemdeki tıkanma ve AP Hükümeti'nin (ülkede yaşanan Oligarşi içi çelişkiler dolayısıyla) acz içinde olması nedeniyle, yürütmenin gücünün zaafa uğramış olduğundan sözetmiştik. ABD emperyalizmi de bu durumdan endişelenmekte ve coğrafi konumundan ötürü Ortadoğu'daki stratejik çıkarları açısından önem taşıyan Türkiye'nin denetimden çıkmasından kaygı duymaktadır.
Bu durumu eski ABD cumhurbaşkanlarından General Eisenhower'in cenaze töreninde bulunmak için ABD'ye giden Demirel'le, dönemin ABD Başkanı Nixon'un Beyaz Saray'da 1 Nisan 1969'da yaptıkları görüşmenin tutanaklarından izleyelim.
"(...)
Demirel: Kalkınma, komünizmin karşısında en önemli çarelerden biridir. Eğer bunda başarılı olunursa, her şey çok düzgün gidecektir. Olunmazsa problemler çıkacaktır.
Türkiye bu yönde iyi bir örnektir ve Türkiye başarıya ulaşacaktır.
Nixon: Türkiye kalkınmada büyük başarılar göstermiştir.
Demirel: Umuyorum ki Türkiye, 6-7 yıl içinde, yardım alan bir ülke olmaktan çıkıp, yardım eden bir ülke durumuna gelecektir.
Nixon: Genç kuşaklar fevkalade sabırsız. Zamanın yeterli gelip gelmeyeceğinden kaygım vardır..
" (12)
Bu konuşmada Nixon, Türkiye'nin iç siyasi ortamındaki istikrarsızlıktan ve bunun karşısında yürütmenin gücünün zaaf içinde olmasından duyduğu kaygıyı belirtmiştir. Nixon'un bu kaygıyı duyması için yeterli veriler vardır. Özellikle 60'lı yılların ikinci yarısı, ülkedeki sömürü düzenine karşı toplumsal bir muhalefetin yükselişinin yanı sıra, anti-ABD, anti-emperyalist bilincin ve eylemin yükseldiği yıllar olmuştur.
1965 seçimlerinden sonra, TİP'in parlamento içinde, devrimci ve demokrat güçlerin parlamenta dışında yürüttüğü muhalefet sonucu, toplumda giderek gelişen bir anti-ABD eğilim gözleniyordu. Özellikle ABD ile gizli olarak imzalanan ikili anlaşmalardaki küçültücü maddelerin teşhir edilmesi sonucu, toplumda büyük bir tepki oluşuyordu. Bu maddelere göre Türkiye'de kurulan üslere, Türk komutanları bile giremiyor, ama aynı zamanda üsleri dışardan koruma ve bekleme görevi Türk askerine veriliyordu. Ayrıca, üslerin bir kısmının temizliğini yapmak, Türk askerinin göreviydi.
Bu ve benzeri konularda yürütülen anti-ABD muhalefetin baskısı sonucu, (ve daha önce yaşanan Johnson mektubu olayındaki tepkilerin boyutunun bu olaylarla daha da yükselmesinin etkisiyle) dönemin iktidarı AP bu anlaşmaları yeniden gözden geçirmek ve yeniden düzenlemek zorunda kalmıştı.
Doğaldır ki, bu gelişmeler ABD'yi gittikçe daha fazla rahatsız etmeye başlıyordu. Adana'dan havalanan U-2 uçaklarının -bu dönemde nem toplumsal muhalefetin hem de Sovyetler Birliği ile belli bir düzeyde gelişen ekonomik ve diplomatik ilişkilerin etkisi sonucu- kalkışının yasaklanması da, iki ülke arasındaki ilişkilerde belli bir soğumaya neden oluyordu.
Devrimci gençlerin yürüttüğü anti-ABD eylemler giderek yükseliyor, kamuoyunu bu yönde duyarlı kılıyordu. 1967 Ekim ayının ilk günlerinde, İstanbul'u ziyaret eden 6. Filo aleyhine büyük gösteriler yapılıyordu. 23 Kasım'da da, o günlerde ortaya çıkan Kıbrıs sorunu üzerine gelişen Türk-Yunan anlaşmazlığında arabuluculuk yapmak üzere ABD başkanının Ankara'ya gönderdiği özel temsilcisi C. Vance'in uçağı, gösteriler nedeniyle Esenboğa havaalanına inemiyor, Mürted askeri alanına inmek zorunda kalıyordu.
68 yılında bu tavırların çapı genişliyor, 6. Filo'ya karşı geniş bir katılımla yapılan gösterilerde polisle çatışma çıkıyor, 6. Filo'nun askerleri taşlanıyor, bazıları denize atılıyordu. Olayda Amerikalılara ait araçlar tahrip ediliyordu.
69 Ocak ayında da, ABD büyükelçisi CIA ajanı ve Vietnam savaşındaki pasifikasyon hareketlerinin kuramcısı Kommer'in arabası ODTÜ'de yakılıyor, bu olay ABD'de büyük bir yankı yaratıyordu. Gelişmeler, toplumsal muhalefetin bastırılması ve ülkede "daha" kararlı bir ABD yanlısı yönetimin kurulması eğilimini güçlendiriyordu.
Bunların yanı sıra dönemin NATO'cu iktidarı AP'nin, ülke sermaye gruplarının çıkarları için izlediği pragmatist dış politika nedeniyle, yer yer ABD emperyalizminin ekonomik ve siyasal çıkarlarına ters düşebilmesi, ABD emperyalizmini rahatsız eden bir başka olgu olmuştur.
Sermaye çevrelerinin partisi AP, bu dönemde temsilcisi olduğu sınıfların gereksinimi olan bazı büyük yatırımlar için batılı ülkelerden kredi sağlayamayınca, kendisine bu olanakları oldukça elverişli koşullarda sağlayan SSCB'ne yönelmiş ve iki ülke araısnda bu temelde başlayıp giderek yakınlaşan ilişkiler, ABD açısından kaygı nedeni haline gelmiştir. AP iktidarının 7 büyük tesisin yapımı için Sovyetler Birliği ile anlaşması karşısında, dönemin ABD yönetimi kuşku ve kaygılarını yüksek sesle ifade etmeye başlamıştır.
Yine aynı biçimde hükümet ülke burjuvazisinin büyüme, gelişme hırsını yanıtlayabilmek için ülkede üretilen mallara dış Pazar bulabilmek arayışı içine girmiş ve bu anlayışla Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır. Ekonomik planda sıçramalı bir gelişme izleyen petrol zengini Arap ülkelerinde ulusal gelir ve toplumsal gelişme düzeyi arasındaki uçurum nedeniyle, bu ülkelerin egemen sınıfları, kendi ülkelerinde yapılacak yatırımlar için ülke kapılarını dış sermayeye açmışlar ve oldukça "iştah açıcı" bir Pazar haline gelmişlerdi. Bu ülkelerle olan coğrafi yakınlıkla birlikte tarihsel, dinsel, sosyal ilişkileri de göz önüne alırsak, Türkiye burjuvazisi için bu dönemde Ortadoğu'ya yönelme arzusu son derece doğaldı.
Bu girişim ABD açısından, ekonomik planda önemli bir sorun olmasa da , dönemin duyarlı siyasal koşulları nedeniyle, yanlış bir zamanlamadır. ABD'nin Ortadoğu'daki çıkarları gereği İsrail'i desteklemesi, İsrail ile Arap ülkelerinin yaşadığı büyük gerilim dolayısıyla, emperyalist kapitalist sistemin stratejik planları içinde bir ileri karakol görevi taşıyan Türkiye, ABD'nin istemleri ve kendi ekonomik çıkarları karşısında "kilise ile cami arasında" kaldığını somut olarak görür.
Arap ülkeleriyle geliştirilen ilişkiler, ABD'nin bölgedeki çıkarlarını Ortadoğu bunalımı nedeniyle ciddi şekilde tehdit etmeye başlamıştır. ABD'nin Ortadoğu'daki durumu açısından Türkiye önem taşımaktadır. Türkiye'deki ABD askeri üsleri, bir yandan sosyalist sisteme karşı bir ileri üs olarak değerlendirilirken bir yandan da ABD'nin Ortadoğu'daki stratejik amaçları doğrultusunda gerektiğinde müdahale etmek için bir sıçrama tahtası olarak elde tutulmaktadır. Bunun bir örneğini, 14 Temmuz 1958'de İncirlik'ten havalanan paraşütçü birliklerinin, Lübnan'da başlayan ve ABD çıkarlarına ters düşen ayaklanmanın bastırılmasında kullanılması durumu oluşturmaktadır.
Türkiye'nin NATO'ya alınması ve Bağdat Paktı'nın kurulması (sonradan CENTO), temelde hep emperyalist-kapitalist sistemin Ortadoğu'daki çıkarlarının savunulması eksenine oturmuştur. Türkiye'nin ABD emperyalizmine ters düşen bir Ortadoğu politikası izlemesi, doğaldır ki ABD'nin tepkisine yol açacaktır. Bunlara bakarak "bu nasıl bağımlılık ilişkisi, nasıl emperyalizme göbekten bağımlı bir ülke?" diye sorulabilir. Ne var ki:
Emperyalizme bağımlılık ilişkileri, yeni sömürgeler açısından farklılıklar taşır. Bu ilişkileri tek tip, kuklacı ve kukla ilişkisi olarak değerlendirmek, Türkiye'deki egemen sınıfların tüm tutumlarını, ABD'nin elindeki "iplerle" ve "düğmelere basarak" yönettiğini düşünmek,iç ve dış siyasi konjonktürün birbirlerine olan etkilerini görmemek, bağımlılık ilişkilerini karikatürleştirmektir. Emperyalizme "göbekten bağımlılık"tan söz edilse bile, zaman zaman yeni sömürgelerdeki egemen güçlerle, emperyalizmin çatışan çıkarları birbirini yanıtlayamayabilir. Yeni sömürge egemenleri kendi çıkarlarını ön plana alarak, emperyalizme ters bir politika izleyebilirler, en azından bunun görece sınırlarını zorlayarak olanaklarını ararlar.
Ancak yeni sömürgelerin bu eğilimleri hiçbir zaman sonuca ulaşamaz. Ekonomisi dışa bağımlı olan bir yeni sömürgede bağımlılık ilişkileri içinde olduğu emperyalizmin uygulayacağı kredileri kesme, ekonomik ilişkilerde yaptırımlar, ülke sanayisinin muhtaç olduğu ileri teknoloji gerektiren çeşitli ara mallar, yedek parça vb. satmama gibi baskılar sonucu ülke derin bir kriz içine girer.
Kendi iç dinamiğiyle gelişmeyen ve soluk borusu emperyalizme bağlı çarpık kapitalist üretim ilişkileri için emperyalizmin uygulayacağı bu tür bir baskı, soluk borusunun tıkanması anlamına gelir, ekonomi çökmeye başlar. Ve zaten çok hassas yapay dengelerde duran toplumsal durum ivme kazanır.
Sonuç olarak, bağımlılık ilişkisi içindeki yeni sömürge bir ülkede emperyalizme bağımlılık ilişkilerine son verecek, ülke ekonomisini tekellerin değil emekçi halkın çıkarlarına dönük olarak yeniden düzenleyecek, ant-emperyalist, anti-oligarşik bir demokratik halk devrimi gerçekleşmedikçe, ülkenin emperyalist-kapitalist sistemden bağımsız bir tavır izlemesi olanağı yoktur.
Türkiye'deki ABD üslerinin ABD açısından taşıdığı önemi belirtmiştik. Ne var ki, AP iktidarının ülke burjuvazisinin çıkarları nedeniyle geliştirdiği Ortadoğu politikası, amaçları daha fazla sömürü ve kar olan iki gücün siyasi çıkarlarının çatışmasına yol açtı. ABD, Türkiye'deki üslerini Ortadoğu'daki stratejik çıkarları için sürekli gündemde tutmak isterken, AP iktidarı ülke burjuvazisinin çıkar hesapları açısından, Arap ülkeleriyle ilişkilerini zedelemek istemiyor, "Türkiye'deki NATO üslerinin hiçbir şekilde Arap ülkelerine karşı kullanılmayacağını" açıklıyordu.
Aynı şekilde Türkiye, yaşanan Ortadoğu bunalımı sırasında BM'de yapılan görüşmelerde, ABD-İsrail tezlerine karşı çıkıyor, Arap-SSCB tezlerini destekliyordu. 70'te Ürdün'de çıkan iç savaş sırasında da Arapların tavırlarına destek oluyor, Amerikan müdahalesine karşı çıkıyordu. Yine aynı nedenlerle, Kasım 68'te Suriye sınırında yapılacak Orient Express NATO tatbikatına, Ortadoğu'yla olan ilişkileri zedeleyeceği düşüncesiyle izin vermiyordu.
Yaşanan Ortadoğu bunalımı sırasında Türkiye'nin ABD'ye aykırı tutumlar alması nedeniyle ilişkiler soğuyor, ABD bu duruma ilk tepkisini, ek askeri yardım programına Türkiye'yi almamakla gösteriyordu.
AP'nin izlediği bu politikanın, bölgedeki ABD güdümlü diğer ülkeler düşünüldüğünde, pek önem taşımayacağı tezi, (ABD diğer ülkelerdeki üslerinden yararlanabileceğinden, onun için pek bir sorun olmayacağı düşünülebilir) ilk bakışta akla yakın görünmektedir. Ne var ki Ortadoğu gibi emperyalizmin çıkarları açısından büyük önem taşıyan bir bölgede ABD'nin kendi çıkarlarına ters düşen hiçbir şeye tahammül edemeyeceği de unutulmamalıdır. Bölgede Sovyet ilişkilerinin de giderek geliştiği, ABD aleyhtarı hareketlerin büyüdüğü böyle bir dönemde, ABD bölgedeki üslerinin durumundan ve ilişkilerinden emin olmak isteyecektir.
Burada bir paragraf açarak AP'nin dönem boyunca izlediği dış politikada zaman zaman ABD'ye aykırı tutumlar alma görünümü içinde olmasının nedenlerini kısaca irdeleyelim.
AP'nin bu dönemde izlediği dış politika hiçbir anlamda ulusalcı bir karakter izi taşımamıştır. Bu durum en azından sınıfsal temelde olası değildir. İzlenen politika her zaman emperyalist kapitalist sistemin yörüngesindedir. Ancak ülke egemen sınıflarının çıkarları uğruna ucuz kredi ve ekonomik gelişme olanaklarını pragmatik bir bakışla çözümlemeye kalktığı anda ters davranışlar içine girmek zorunda kalmıştır. Bu davranışlar ABD emperyalizminin ülkedeki temel yerleşim olgularını sarsacak boyutta olmamış fakat dönemin özgün koşullarında bu kadarcık bir "özgürlük" bile emperyalizmi rahatsız etmeye yetmiştir.
Türkiye ile ABD arasında bu dönemde ortaya çıkan sorunlar arasında "haşhaş olayı" önemli bir yer tutar. 72'de yapılacak Başkanlık seçimlerinde adaylığını tekrar koymayı düşünen Nixon, o dönemde ABD kamuoyunda giderek yaygınlaşan uyuşturucu madde karşıtlığını oy potansiyeli açısından değerlendirmek istemekteydi. Kamuoyunun bu konuda yaptığı baskıyı hafifletmek zorundaydı. ABD yönetimi bunun için, ABD kamuoyunda haşhaş üreticisi olarak görülen ve ülkelerine gelen haşhaşı üretmekle suçlanan Türkiye'ye baskı yapmaya başlıyordu. Ancak dönemin hükümeti AP, haşhaşı yasaklamasının hem haşhaş üreticisi büyük toprak sahiplerinin muhalefeti hem de geçimini haşhaştan sağlayan çok sayıda köylü ailesini karşısına alması demek olacağından dolayı, oy kaygısı ve kırsal alanlarda giderek yayılan toplumsal muhalefetin daha da büyüyeceği endişesi ile bunu yapamaz.
Sonuç olarak, o dönemde iyice zayıflamış, güçsüzleşmiş AP iktidarı böyle bir yasağın sonuçlarını kaldıracak güçte değildir. Bunu gerçekleştirmek için güçlü bir yumruk gereklidir. Nitekim 12 Mart darbesinin hemen ardından 12 Mart faşist hükümetinin ilk icraatlarından biri olarak 30 Haziran 1971'de haşhaş ekimi yasaklanmıştır.
ABD emperyalizminin 12 Mart açık faşizminin hayata geçirilmesi ile olan ilişkisi, bizzat dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil tarafından anlatılır. Ayrıca dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Sabahattin Savaşman, 12 Mart sonrası dönemde, ABD hesabına casusluk yapmaktan tutuklanmış ve hüküm giymiştir. Yine bu konuya ilişkin dönemin İçişleri Bakanı Sadi Koçaş'ın anıları da kayda değer niteliktedir.
Dönem, ABD emperyalizminin son yıllarda yaşadığı en ciddi bunalımın sürdüğü dönemdir. ABD hem ekonomik bunalıma sürüklenmektedir, hem de Vietnam Savaşı'nın yenilgiye doğru gitmesi ve bizzat emperyalist sistem içindeki çelişkiler nedeniyle, siyasal bir depresyon içindedir.
Öte yandan, yaşanılan bunalımı eskiden olduğu gibi yeni bir emperyalist paylaşım savaşı ile çözümleme olanağı da yoktur. Öyleyse, sonuç olarak elinde, yaşadığı bunalımı hafifletebilmek için tek bir yol kalmıştır. Bunalımın faturasını, sömürüyü daha da yoğunlaştırarak, yeni sömürgelerden çıkarmak..
Ve 70'li yıllar boyunca tem yeni sömürge ülkeleri saran devrim mücadelelerinin daha da yoğunlaşması, pek çoğunda açık faşizmin gündeme gelmesine neden olmuştur. Türkiye'de giderek büyüyen toplumsal muhalefet, bu olguyla daha çok yükseleceğinden, ABD emperyalizminin 12 Mart'ı hazırlayan etmenlerle doğrudan ilişkisi; objektif açıdan tümüyle ve direkt olarak, subjektif açıdan ise istek ve gereksinmelerinin süreciyle çakışacak biçimde olmuştur.
Her toplumsal olayın ardında birden fazla neden vardır. Bu nedenlerin birbirini tamamlaması olayın bütünlüklü gerekçesini ortaya çıkarır. Ama her zaman bu nedenlerden biri olayın kökeninde yatan belirleyici etmen olur ve olay bu temelde biçimlenir.
Daha önce değindiğimiz gibi, 12 Mart olayının ardında yatan belirleyici neden, toplumsal muhalefetin Oligarşi'yi tedirgin edici yükselişi ve bu yükselişin devrimci örgüt ve pratikle kazandığı nitelik boyutudur. Buna işbirlikçi tekelci burjuvazinin Oligarşi içi dengeleri kendi yararına bozmak, yani Oligarşi içindeki ağırlığını artırmak istemesi eklenmelidir. Emperyalizmin kendi depresyonunun yükünü yeni sömürgelere yüklemesiyle, Türkiye'de yapılacak düzenlemelerin toplumsal muhalefeti daha fazla yoğunlaştıracağı kaygısının da eklenmesi 12 Mart açık faşist uygulamalarını gündeme getirmiştir.
Yeni sömürgecilik bölümünde incelediğimiz, daha sonra da çeşitli nedenlerle değindiğimiz gibi, yeni sömürgecilik bir yandan ekonomik düzeyde emperyalizme bağlanmayı içerirken, aynı zamanda bu duruma uygun kurumlaşma anlamına gelir. Bu noktada emperyalizm her zaman ilk elde militer kurumları faşistleştirmek ve orduyu bir iç savaş ordusu olarak yeniden örgütlemek yolunu izler. Böylece sivil ve siyasi iktidarın yetersiz kaldığı durumlarda emperyalizm ile işbirlikçilerinin gereksindiği düzenlemelerin yapılması için militer kurumlar devreye sokulur.
Türkiye'de gelişmeler bu şekilde olmuştur. Dönemin sermaye yanlısı, ancak güçsüz ve istenen dönüşümleri sağlayacak istikrardan uzak olması nedeniyle gözden düşmüş olan AP Hükümeti, yine onu iktidara getiren güçlerce iktidardan alınmış, yerine bu gibi durumlarda her zaman olduğu gibi, sömürü düzeninin bekçisi olan ordu getirilmiştir.
Olayı daha yakından izlemek için, Türkiye ordusunu bu açılardan değerlendirmek ve aynı zamanda ülkeyi 12 Mart'a taşıyan koşulların yaşandığı sırada, ordunun ne durumda olduğunu gözlemlemek yararlı olacaktır.
Marshall-Truman doktrini ile Türkiye'de ABD emperyalizminin örmeye başladığı yeni sömürgecilik ilişkileri içinde, ABD ile imzalanan ikili anlaşmalar çerçevesinde orduda da bu sürece uygun dönüşümlerin ilk adımları atılmıştı. Bu ilişkiler içinde Truman Doktrini çerçevesinde sürdürülen silah, yedek parça ve hatta iaşe türünden yardımlaşmalarda ordu, ABD Genelkurmayı'na daha fazla gereksinim duyar bir duruma getirilirken Harp Akademileri ve Harp Okulları başta olmak üzere, Amerikan militer anlayışı doğrultusunda bir eğitim başlatılıyor ve bu gelişmelerin gereksindiği hiyerarşik düzenlemelere gidiliyordu.
Bu dönem aynı zamanda Türkiye'de, ABD'nin SSCB ve Ortadoğu'ya yönelik siyasi ve askeri etkinliklerinde önemli bir yer tutacak olan ABD üslerinin açıldığı dönemdir. Sovyetler'in Türkiye'den toprak istediği (Boğazlar ve Kars-Ardahan) demagojisini yayarak yaratılan anti-komünist atmosfer, ABD'nin ekonomik, siyasi ve militer anlamda ülkeye yönelik gizli işgalinde bir kalkan olarak kullanılıyordu.
Sürecin bir diğer önemli halkasını da, Türkiye'nin NATO'ya girmesi oluşturur. (13)
Emperyalist-kapitalist sistem açısından yüklendiği rolüne çeşitli bölümlerde yer verdiğimiz NATO, emperyalist kapitalist sistemin, sosyalizme ve dünya halklarına karşı saldırganlığı ve savaş kışkırtıcılığının bir simgesiydi. Türkiye'nin NATO'ya girmesinin ardından TC ordusundaki çok sayıda subay, başta ABD olmak üzere çeşitli NATO ülkelerinde eğitilmeye başlanmış, bu şekilde silah, teçhizat vb. ile ABD'ye zaten bağımlı olan ordunun, aynı zamanda organik olarak da ABD'ye eklemlenmesi ve bir iç savaş ordusu haline dönüştürülmesi yolunda ilerlemiştir.
Ne var ki, ordu içindeki küçük burjuva radikal akımlar, 50'li yıllar boyunca varlığını korumuş ve bunlar 60 darbesinde de etkilerini göstermişlerdir. 27 Mayıs Hareketi (emperyalizme karşı bir hareket olarak değerlendirmek doğru olmasa da) ordunun sivil siyasal iktidar üzerindeki etkileri ve yaptırım gücünün göstergesi olması açısından önemlidir.
Bu olgunun yansıması, 27 Mayıs sonrasında da kendisini başlıca iki biçimde göstermiştir. İlki, ordunun siyasal anlamda emperyalizme eklemlenmesi yanında, ekonomik anlamda da düzenle uzlaşması gerekliliğidir ve bu durum ifadesini OYAK'ta bulmuştur. OYAK ordunun emperyalizmle ekonomik düzeyde işbirlikçisi durumuna gelmesinin ve emperyalizmin ülke içindeki sömürüsünden ordunun da belli bir pay olmasının simgesidir. Bu olguya, orduda görevli generallere, emperyalist silah tekellerinden aktarılan gayri resmi paraları ve generallerin emekli olduktan sonra işbirlikçi tekellerde yönetim kurulu üyesi olarak yer almalarını ekleyebiliriz.
İkincisi, ordu içindeki küçük burjuva radikal akımların, denetim dışı hareketlere yönelebileceği olasılığıydı. Ordu içindeki bu akımların varlığının yarattığı tehlikeyi, daha sonra sermaye çevrelerinin bekçisi olma özelliğini, 12 Mart dönemindeki "icraatlarıyla" gösteren Memduh Tağmaç ve Muhsin Batur'un kendi sözlerinden örnekleyelim.
15 Mayıs 1969'da eski DP'lilere siyasal haklarının geri verilmesini içeren yasanın meclisten geçmesinin ardından Org. Memduh Tağmaç, Sunay'a "... eğer siyasal haklar yasası Senato'dan geçer ve kesinleşirse, ben ve komutan arkadaşlarım istifa mektuplarımızı size getirip vereceğiz. Çünkü ordunun alt kademeleri son derece rahatsızdır. Bir olayın patlak vermesini göze alamayız" (14) Konuşma, ordudaki bu akımların ordu üst kademelerine olan baskı gücünü yeterince ortaya koymaktadır.
25 Ocak 1970'te MGK toplantısında, Muhsin Batur'un konuşmasının sonuç bölümünde sıraladığı öneriler bu durumun diğer bir göstergesi olması ve 12 Mart'tan sonra ordudaki faşist kurumlaşmanın izleyeceği yöntemleri örneklemek açısından ilgi çekicidir.
"(...)
1.) Hava kuvvetlerinde yapılan toplantıdaki generallerle bana ait fikirleri sizlere ifade ettim.
2.) Fikirlerde sola kayma vardır. Sol yayınların, kişiler üzerinde çekici etkileri ve kızdıkları sağa karşı, fiili birleşme değil, fakat fikri birleşme olanağı yarattığı görülmektedir.
3.) Bu durumun genç kuşakta daha güçlü olduğu varsayılabilir.
4.) Bu nedenle MİT Müsteşarımız tarafından açıklanan olayın önemli olduğu kanısındayım. Fikirler kitlelere mal edilmeye başlanırsa örgütlenme kolaylaşır. Örgütlenme hücre çalışmasına geçince izleme ve denetleme çok güçleşir.
5.) Bir fiili hareket halinde, kararsızlar, istekliler, hakları yenmişler, ikiyüzlülerin birleşmesi halinde durum denetimden çıkabilir.
Bu nedenle:
a) Silahlı kuvvetler içinde politika ile uğraşmayalım, altımız sağlamdır, otoritemiz tamdır, istediğimizi yaptırırız iyimserliğinden uzaklaşarak:
1) Okullarda yetiştirdiğimiz öğrenciler,
2) Kıtalarımızdaki subay ve astsubayı saptanan fikir ve amaçlar çerçevesinde doktrine etmeyi,
b) Hükümetimizin gerekli sosyal ve ekonomik önlemleri almasını ve devlet düzenini kuracak yasaları çıkarmasını uygun bulmaktayım.
Karamsar değilim, iyimser de değilim. Başarırız, yeter ki gerekli önlemleri alalım.
Bilgilerinize sunarım.
"
Muhsin Batur, bu sözleriyle ordu içindeki sola açık gelişme içinde olan subayların gelecekte yaratacağı tehlikeye dikkat çekmek istiyordu. Bu gelişme sürdüğü taktirde denetim dışına çıkabilirdi.
Nitekim, ordu içindeki düzen karşıtı çevreler "Yeni bir 27 Mayıs" propagandasıyla örgütleniyorlar, bu örgütlenme D.Avcıoğlu, Madanoğlu, H. Kıvılcımlı, Mihri Belli, Sarp Koray... çevrelerinin içinde olduğu geniş bir yelpazeyi içeriyordu. Bu çevrelerin "ilerici bir cunta" kurma hayalleriyle yaptıkları 9 Mart toplantısı, ordu içinde ciddi bir tehdit oluşturmaya başladıklarını belirginleştiriyordu.
Sömürge tipi faşizm olgusu ancak yeni sömürge ülke ordularının faşistleştirilmesi ve bir iç savaş ordusu durumuna getirilmesi ile anlamlıdır. Bu genel karakter Türkiye içinde geçerlidir. Çünkü yeni sömürgelerde kapitalizm iç dinamiğe dayanarak gelişmediğinden burjuva devletin gereksindiği kurumlaşma yoktu. Bu ülkelerdeki temelsiz yürütme, yargı ve yasama kurumlarına güvenmek ve yeni sömürgeciliği bu kurumlar eliyle korumak olanaksızdı. Bu ülkelerdeki sömürücü sınıfların karakterlerinin oturmamışlığından kaynaklanan siyasi istikrarsızlık ve sürekli bir toplumsal muhalefet nedeniyle ekonomik, siyasal, toplumsal açmazlarla ordunun iktidar alternatifi olarak kullanılması yeni sömürgeciliğin başlıca karakteristik olgularındandır.
Türkiye'de de 60'lı yıllar boyunca sürdürülen tasfiyelere karşın henüz tam olarak sağlanamayan ordudaki faşist kurumlaşmaya bir nokta koymak gerekiyordu. Böylelikle ordunun bir gecede sivil siyasi iktidarı alaşağı eden gücünün, emperyalizmin ve ülke egemen sınıflarının denetimi dışına çıkarak ona zarar verici sonuçlar doğurması yerine, onların çıkarlarının bekçisi olması amaçlanmaktaydı. Oysa Tağmaç ve Batur'un sözlerinden anlaşılacağı gibi ordu içinde tersi bir durum yaşanıyor, küçük burjuva radikal akımlar gelişiyordu. 9 Mart olayı, bunun örneklerinden biriydi. Bu gelişmenin önüne geçmek ve orduyu "temizleyerek" ondan sonrası için ordu üyelerini "saptanan fikir ve amaçlar çerçevesinde doktrine" etmek gerekiyordu.
Bu işlevin en rahat ve sorunsuz gerçekleştirilme koşulu kuşkusuz yine açık faşizmdi. Kendilerini 12 Mart'ın 9 Mart olayında da gösteren ordu içindeki küçük burjuva radikal akımların gelişiminin vardığı boyut, 12 Mart'ın gelişini hızlandıran faktörlerden biri olmuştur.

SONUÇ
12 Mart'ı incelerken öncelikle kavramamız gereken, olayın sömürge tipi faşist devlet karakterine bağımlı olarak biçimlendiği gerçeğidir. Emperyalizmin Türkiye'deki egemenliğini pekiştirmek amacıyla ordunun yürütme gücü işlevini yüklenmesi ve sivil yürütme gücünü etkisizleştirerek ipleri eline alması, kendi kurallarına göre hareket etmesi, 12 Mart'ın temel özelliklerindendir.
12 Mart'ın geliş nedenlerini anlayabilmek için, hiç kuşkusuz dönemin, ekonomik, siyasal, toplumsal durumunu, uluslar arası sorunları ve bunların Türkiye'ye yansıyış biçimini, hatta kültürel özelliklerin yüklediği işlevi göz önünde bulundurmak ve bu etmenlerin birbirleriyle olan ilişkilerini, birbirlerine olan etkilerini irdelemek gereklidir.
Böyle bir eksen üzerinde hareket ettiğimiz zaman, bugünden düne yapılan bir gözlem durumunda bile, 12 Mart olgusunun kökeninde yatan nedenin toplumsal düzeyde yaşanan gelişmeler olduğunu saptayabiliriz. Ezilen sınıf ve katların düzene karşı hareketlenmesi, emperyalizmle bağımlılık ilişkileri içinde yapılması düşünülen ekonomik, siyasal ve toplumsal düzenlemelerin, toplumsal muhalefeti yükselteceğinin görülmesi, Oligarşi içi çelişkilerin de etkisiyle zaafa uğramış sivil yürütme gücünün bunlar karşısında etkisiz kalacağının saptanması ve önemli bir etken olarak THKP-C ve THKO'da ifadesini bulan düzene karşı silahlı mücadelenin yükselmesi Oligarşi'yi, devreye orduyu sokarak açık faşizmi gündeme getirmeye itmiştir. Kısaca toparlarsak:
1970'li yıllara, emperyalistler arası entegrasyon, çeşitli sorunlarla birlikte gelmişti. Almanya ve Japonya'nın dünya pazarlarında giderek artan biçimde ABD'ye rakip olması, Vietnam savaşı ile birlikte ABD'nin siyasal prestijinin sarsılmaya başlaması, Fransa'nın girişimleriyle diğer emperyalist ülkelerin ABD'nin ezici üstünlüğüne son verme yolunda girişimlerini yoğunlaştırmaları, uluslar arası kapitalist para sisteminin bozulması gibi nedenler; kapitalizmin kronik hastalığı, üretimin pazarlanamaması olgusuna eklenince, savaş sonrasının göreceli "refah"ı, yerini sert bir depresyona bırakmıştı. Bunun ilk elde öne çıkan sonucu, ABD'de gündeme gelen devalüasyon oldu. Öte yandan, Küba Devrimi ve Vietnam Halk Savaşı, ezilen halkları derinden etkilemiş, dalga dalga tüm dünyayı sarmıştı.
Depresyon ufukta görüldüğü koşullarda yeni yeni devrimler emperyalizm için sona daha fazla yaklaşmak anlamına geliyordu ve bunu önleme yolunda emperyalizmin geri alamayacağı şey yoktu. Dolayısıyla, devrim tehlikesinin baş gösterdiği ülkelerde emperyalizm, yeni sömürgecilikle birlikte iç savaş olgusuna uygun biçimde örgütlediği bu ülkelerin ordularını, (Latin Amerika'da öteden beri yaşanan yöntemleri kullanarak) iktidar seçeneği haline getirmeye başlamıştı. 1970'li yıllar boyunca yeni sömürgelerin bir çoğunda devrim ve karşı devrim hareketlerine tanık olunması rastlantı değildir. Öteden beri açık faşist uygulamaların sürdüğü İspanya, Portekiz, Güney Kore.. gibi ülkelere Türkiye eklenmiş, onu diğerleri izlemişti. Demokrasinin yerleştiği kabul edilen Şili ve Uruguay da içinde olmak üzere, Latin Amerika ülkelerinin Meksika dışında tamamı karşı devrimlerle açık faşist uygulamalara sahne olmuş, Afrika ve Güney Asya'da devrim ve karşı devrim hareketleri atbaşı gitmişti. Kısacası, toplumsal uyanışı hissettiği anda orduyu devreye sokmak, ABD emperyalizminin, özellikle o dönem yoğunlaştırdığı bir uygulamaydı.
İktidardaki AP Hükümeti'nin, emperyalizmin beklentilerine karşılık verecek durumda olmadığını belirtmiştik. Çeşitli ekonomik önlemlere ve devrimci güçlere yönelik, devrimci kabarışı bastırma yönündeki çabalarına karşın; Oligarşi içi çelişkilerin de etkisiyle iyice yıpranan AP yönetimi toplumsal muhalefetin yükselişini engelleyemiyor, emperyalizmle örneğin bir afyon sorunu gibi çatışmalar yaşıyor, bu çelişkiler nedeniyle, görevleri yerine getiremiyor, gözde düşüyordu.
Öte yandan Ortadoğu'nun her geçen gün daha da sıcaklaştığı koşullarda, emperyalizmin militer anlayışlarına karşılık verebilmesi ve sıçrama tahtası olarak kullanabilmesi için Türkiye'den istenen 'yürütme'; AP gibi toplumsal sorunların içinde boğulmuş, Oligarşi içi çatışmaya çözüm bulmaktan uzak ve Ortadoğu ülkeleriyle ticari amaçları hareket noktası kabul ederek "iyi" ilişkiler kurmayı amaçlayan yürütme değil, otoriter yetkilerle donatılmış ve emperyalizmin istemlerini tartışmasız kabul edecek güçlü bir yürütme olmalıydı. Böylece ABD, Türkiye'de AP'nin görevden uzaklaştırılmasını ve ordunun yönetime el koyarak açık faşizmi uygulamaya başlamasını destekledi, yardımcı oldu.
Uluslar arası etmenlere eklenen iç sorunların başında ezilen sınıf ve katmanların hareketliliği geliyordu. 12 Mart'ı getiren belirleyici neden olan bu olgu, 1960'lı yıllar boyunca süren bir yükseliş olarak kendini göstermişti. Küba ve Vietnam halk hareketleri, 1968 olaylarının yaratıcısı öğrenci gençliği doğrudan politik bir ortamın içine sokmuştu. Ama durum salt öğrenci gençlikle sınırlı değildi. İşçi sınıfı kendisi için bir sınıf olma yönünde ilerliyor, sarı sendikacılık engelini belli ölçülerde aşıyor, doruk noktasına 15-16 Haziran büyük işçi direnişinde ulaşan grev ve direnişler birbirini izliyordu. Öte yandan topraksız köylülerin toprak işgalleri ve emperyalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla durumu bozulan küçük üreticilerin hareketleri de önemli gelişmelerdi. Bu süreç, 1970'e gelindiğinde önce örgütü doğuracak ve proletarya ile onun müttefiklerinin partisi THKP-C, ezilen sınıf ve katmanlar adına iktidar savaşına başlayacaktı. Aynı dönem, THKO'lu devrimciler de silahlı mücadeleye başlıyordu.
Bu arada söz konusu atmosfer, bir küçük burjuva radikal hareket olarak cuntacılığı doğurmuş ve silahlı kuvvetler içinde ulusal özellikleri güçlü darbeci eğilimler yaygınlaşmıştı. Bu da Oligarşi için başka bir tehlike anlamına geliyordu.
Hızla gelişen işbirlikçi sanayi burjuvazisi bir yandan ekonomik yapıdaki gelişimine koşut olarak siyasal üst yapıda daha etkin temsilini isterken öte yandan özellikle 70 yılında ilk belirtilerini gösteren, stokların artışı ve üretimin pazarlanamamasından kaynaklanan bunalımın çözümü için yeni düzenlemeler dayatıyordu. Ancak bu düzenlemeler, Oligarşi içi diğer kesimlerin çıkarlarını sarsacağından, AP, içerdiği diğer sömürücü kesim temsilcilerinin baskıları nedeniyle bunu gerçekleştiremiyor, işbirlikçi sanayi burjuvazisinin isteklerini karşılayamıyordu.
İşte, toplumsal kabarış devrimci eylem başta olmak üzere emperyalizmin siyasal ve ekonomik beklentilerine AP'nin karşılık verebilmekten uzak olması, işbirlikçi tekelci burjuvazinin yararına Oligarşi içi güç dengelerinde düzenleme gereksinmesi ve ordunun içinde zaman zaman tehlikeli çıkışlar yapabilen küçük burjuva radikallerinin tasfiyesiyle odunun "arındırılarak" faşist kurumlaşmanın tamamlanabilmesi.. olguları nedeniyle 12 Mart açık faşizmi gündeme getirilmiştir.
Bu noktada sorulması gereken soru, 12 Mart Cuntası'nın bu sorunlara ne ölçüde karşılık verebildiği sorusudur, ve elbette, yeni sömürge bir ülkede gerçekleştirilebilecek sınırlarda karşılık vermiştir.
Her şeyden önce, emperyalizm ve Oligarşi için bastırılmış, devrimci dalganın kabarışı -geçici de olsa- durdurulmuştu. 12 Mart açık faşizminin estirdiği yoğun baskı ve terör, suni denge olgusunu Oligarşi lehine güçlendiriyor, örgütlenme ve mücadele geleneği olmayan, henüz öncüsüyle bağlarını kuramamış durumdaki işçi sınıfı, köylülük ve küçük üretici, estirilen bu yoğun baskı ve terör ortamında 12 Mart öncesi hareketliliğini yitiriyordu. Tutuklamalar ve işkence toplumsal bir olgu durumuna geliyor, her düzeyde muhalefet şiddet uygulanarak bastırılmaya çalışılıyordu. 12 Mart açık faşizminin gazabından, ilerici aydınlar, yazarlar, üniversite profesörleri de nasibini alıyor, bunların bir çoğu sudan gerekçelerle tutuklanarak cezaevine kapatılıyordu.
17-18 Mayıs 1971 balyoz operasyonlarında toplumun her kesiminden 4000 kişi gözaltına alınıyor, bunu izleyen sıkıyönetim döneminde gözaltı ve tutuklamaların sayısı 20.000'e ulaşıyordu. Baskı ve terör kısa sürede etkisini gösteriyor, 12 Mart faşist hareketinden "yeni bir 27 Mayıs" beklentisi içinde olan revizyonist-reformist çevrelerin "cunta" beklentileri çok acı bir biçimde bozguna uğruyor, faşizme karşı mücadele eden yalnızca iki örgüt kalıyordu: THKP-C ve THKO.
Proletaryanın öncü örgütü THKP-C ve THKO'nun eylemleri, 12 Mart açık faşizmini teşhir etmeye, onun gerçek yüzünü halk önünde açığa çıkarmaya başlamıştı. Ne var ki THKP-C, henüz oluşum halindeki yapısı ve deneyimsizliği nedeniyle askeri yenilgiye uğruyordu. Ancak geride büyük bir potansiyel bırakmışlardı. Askeri bir yenilgi almış olan partimiz THKP-C, geriye merkezi yapılanmanın yeniden sağlanması ve savaşın kaldığı yerden sürdürülmesi görevlerini bırakacaktı.
12 Mart açık faşizminin ilk uygulamalarından biri, işçi sınıfını Oligarşik Dikta karşısında tümüyle etkisiz hale getirmek olmuştur. Grevler, sendikal faaliyetler, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı vb. hiçbir zaman çıkmayan "izne" bağlanmış, sendikalar etkisizleştirilerek sınıfımızın 60'lı yıllar boyunca sürdürdüğü mücadeleyle elde ettiği kazanımlar tersine çevrilmiştir. 12 Mart açık faşizminin "izne" bağlayarak fiilen işlemez hale getirdiği grev ve toplu sözleşme hakkı kullanılamıyor, işçi sınıfının gerçek ücretleri devalüasyon ve hızlı fiyat artışı sonucu, 71-73 yılları arasında %40 oranında düşüyordu.
Topraksız aile oranı, DPT'nin bir araştırmasına göre, 1973'te %22'ye ulaşmıştır. Gelir düzeyi en az geçim ölçüsünün altında olan ailelerin toplamı %38 dolaylarındadır. Bu oran kırsal kesimde %56'ya ulaşır. (15) Gelir dağılımındaki farklılık, 71-72 yılları arasında son yılların en üst boyutlarına çıkmıştır.
12 Mart'ın bir görevi de, 60'ların sonunda sermaye çevrelerinin dillerine doladıkları "anayasa değişikliği" idi.
50'li yılların, sanayi burjuvazisinin gelişimi dizginleyen üst yapı kurumları ve bunların tıkanan bürokrasisi, sermaye çevreleri için bir tıkaç olarak görülüyordu. Sermayenin gelişimi için bu tıkacın çıkarılması gerekiyordu. 61 cuntasını izleyen dönemde burjuvazi bu dönüşümleri gerçekleştirmiştir. 61 sonrası dönemde ise sermaye çevreleri geçmiş baskı dönemlerinde bunalan halkı kendisine yedekleyebilmek için sahte bir demokrasi maskesi takmış, "özgürlükçü" bir anayasa hazırlanmasına ses çıkarmamıştır.
Ancak 60'ların sonuna doğru toplumsal muhalefetin yükselişiyle burjuvazi bu sahte demokrasi maskesini bir tarafa bırakmış ve giderek artan bir şekilde anayasadan yakınmaya başlamıştır.
12 Mart'ın hemen ardından burjuvazi, anayasa değişikliği isteklerini daha açık bir şekilde dile getirmeye başlamıştır. 12 Mart'tan birkaç gün sonra yapılan '1072 Türkiye'si ve Reformlar' konulu bir açık oturumda sermaye çevrelerinin sözcüsü, burjuvazinin bu isteğini şu sözlerle dile getirir;
"Savunduğum disiplinli ekonomiyi yürütebilmek için belki anayasamızda gerekli düzenlemeleri yapmak gerekebilir. Ekonomik açıdan geri kalmış bir ülkeyiz. Fakat 1961 Anayasamız Batı Avrupa'nın bir çok ülkelerine model olacak ilerililikte kaleme alınmıştır. Eğer bunda ekonomik gelişmemizi aksatan bazı maddeler varsa, bunları cesaretle ele alıp düzeltmeliyiz." (16)
Yine aynı oturumda, sermaye çevrelerinin bir diğer sözcüsü Zeyyat Hatipoğlu, 61 Anayasa'sının çalışan kesimlere tanıdığı örgütlenme hakkına yönelik tepkiyi şu sözlerle ifade ediyordu:
"Sosyal düzenimizin, ekonomi ve devlet düzenimizin her aşamasında örgütlenerek baskı grubu oluşturmak ve toplumu bu örgütlenmiş grubun kıskacı altına almak suretiyle, şimdi içinde bulunduğumuz fertlerin ekonomik özgürlüğüne dayanan rejimde kalkınmanın mümkün olamayacağını bilmek gerekir. (...) Yalnız sanayiciler değil, işçiler, devlet memurları, öğretmenler, öğrenciler, hatta kapıcılar örgütlenmişti. Bu örgütlenme böyle devam ettiği taktirde bu rejim yürümez. (...) Türkiye'nin en önemli meselesi bu örgütlenmelerin sınırını gayet iyi bir şekilde tesbit etmek ve ekonomik zorunluluklara göre hukuki sınırlar koymaktır." (17)
Şimdi bunlara bir de 12 Mart açık faşizminin ilk başbakanı Nihat Erim'in anayasa ile ilgili sözlerini eklersek, 12 Mart yönetiminin sermaye çevrelerinin güdümündeki niteliğini kavramak açısından yararlı bir karşılaştırma olacaktır. Nihat Erim, sermaye çevrelerinin bu isteklerini dile getirmelerinin ardından, 2 Mayıs 1971 günü yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu.
"Türkiye Anayasası bir çok Avrupa ülkelerinin anayasalarından daha liberal bir anayasadır. Türkiye böyle bir lüksü kaldıramaz. Anayasada bir değişiklik yaparak, temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldıracak şekilde suistimal edilmesini önleyici bir hüküm koyacağız."
Görüldüğü gibi sermaye çevrelerinin anayasada istediği değişiklikler, 61 Anayasası'nda yer alan, emekçi kesimlerin lehine olan maddelerdir. 12 Mart döneminde bunlar büyük ölçülerde törpülenmiş, yapılan değişikliklerle, orduya sivil yönetimler karşısında belli bir "özerklik" sağlanmış, askeri yargı organları, sivil yargı organlarından tümüyle koparılmış, ordunun elindeki devlet mallarının denetlenmesine "gizlilik" prensibi eklenmiş, MGK'nın durumu güçlendirilmiş, sıkıyönetim ilanı kolaylaştırılmıştı. Yürütmenin gücü arttırılmış, zaman zaman sermaye çevreleri için büyük sorunlar yaratabilen Anayasa mahkemelerinin iptal ettiği bazı kararlar anayasaya yeniden eklenen maddelerle yürürlüğe konmuş, küçük siyasal partilerin Anayasa Mahkemesi'ne başvurma olanakları ortadan kaldırılmıştır.
Aynı şekilde Bakanlar Kurulu "vergi ödevinin" saptanması konusunda yetki sahibi kılınmış, kanun hükmünde kararnameler çıkarabilme yetkisiyle donatılmış, Meclis'in gensoru yetkisini kullanma şekli sınırlandırılmıştır.
Temel hak ve özgürlükler alanında oldukça esnek hükümler getirilerek, sudan sebeplerle bu özgürlüklerin sınırlandırılabilmesi mümkün hale getirilmiş, memurların sendika kurabilmeleri, üniversite öğretim üyelerinin ve yardımcılarının siyasi partilere üye olabilmeleri yasaklanmıştır. Yapılan bu değişikliklerle "kuşa çevrilen" Anayasa, bu haliyle bile sermaye çevrelerince "yeterli" bulunmamıştır.
12 Eylül açık faşizmiyle yeniden gündeme getirilen değişikliklerle Anayasa, 1982'de 12 Mart'tan çok daha geri bir niteliğe sokulmuştur. Çünkü 75-80 sürecinde, devlet kurumlarının artık yalnızca başlıcalarının değil, tamamının faşistleştirilmesi, faşist kurumlaşmanın bir bütün olarak gerekli olduğu Oligarşi tarafından anlaşılmıştı. MHP'nin yarattığı taban, faşizmin kurumlaşmasının gereksindiği kadrolaşma sorununa karşılık verecek ve 12 Mart döneminde yarım bırakılan faşizmin kurumsallaşma süreci, gerçek anlamıyla 12 Eylül döneminde tamamlanacaktır.
Olayın bir diğer boyutunu, yapılacak değişikliklerle ordunun faşizmin öğeleriyle her yönden donatılması oluşturuyordu. O dönemde aydın çevrelerin ve çeşitli küçük burjuva radikal akımların "yeni bir 27 Mayıs" rüyasıyla propagandasını yaptıkları "cuntacılık" teorilerini iyi bir fırsat olarak kullanan faşizm, ordunun yönetime el koymasında zorlukla karşılaşmıyordu. Ama darbenin hemen ardından içlerinde üst rütbelilerin de bulunduğu çok sayıda subayın tasfiyesiyle "ilerici cunta" rüyalarına yanıt verilerek ordunun faşistleştirilmesi işlemi tamamlanıyor, alınan önlemlerle (Harp Okulu ve Akademileri'ndeki öğrencilere yönelik yoğun ideolojik enjeksiyon ve subay adaylarının sicilinin denetlenmesi, vb.) bu duruma süreklilik kazandırılıyordu. Artık ordu her koşulda faşist niteliğini koruyacak bir kimlik kazanmıştı.
Bu durumda bütçe içinden orduya aktarılan fon "rekor" düzeylere çıkıyor, büyük harcamalarla silahlanma hızlandırılıyor ve emperyalist silah tekelleri doyuruluyordu. Ayrıca ordu ile tekelci burjuvazinin birbirlerine eklemlenmesi hızlandırılıyordu. 12 Mart'ın ardından Hava ve Deniz Kuvvetlerini Güçlendirme Vakıflarına sermaye çevreleri 12 Mart yönetimine "şükran borçlarını" ödüyordu. O dönemde ordunun üst kademelerinde yer alan çok sayıda subay emekli olduktan sonra bankaların ve tekellerin yönetim kurullarına alınıyordu.
Oligarşi içi çatışmanın çözümlenme sorununda işbirlikçi tekelci burjuvazinin istemlerinin tümüyle karşılandığı söylenemez. Her şeyden önce kapitalizmin çarpık yapısı tefeciliği besleyen bir kaynaktır. Emperyalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla kırlarda feodal ilişkilerin göreceli olarak parçalanması, kır tefecisini daha da güçlendirmişti. Kentlerde ise borsa tefeciliği ve ithal ikameci ekonomik yapının girdi sorununa çözüm bulan kaçakçılık, yaşamayı sürdürdü.
Büyük toprak sahiplerinin tasfiyesini amaçlayan, o güne kadar Mecliste defalarca gündeme getirilen, ancak hiçbir zaman gerçekleştirilemeyen Toprak Reformu sorunu 12 Mart 1971'den sonra yeniden gündeme alınıyor, fakat mecliste tartışma halindeyken, büyük toprak sahiplerinin baskı ve engellemeleriyle karşılaşıyordu.
Büyük toprak sahipleriyle onların denetiminde bulunan Ege Çiftçiler Birliği, Türkiye Çiftçi Teşekkülleri Federasyonu, Türkiye Ziraat Odaları Birliği gibi odalar ve birlikler, toprak reformu aleyhinde kampanya yürütüyor, toprak reformunu "Komünizme giden yol" olarak ilan ediyordu.
Bu baskılar sonucu tasarı daha ön hazırlık evresinde Millet Meclisi komisyonunda değişikliklere uğruyor, büyük toprak sahipleri lehine sınırları esnetiliyordu. Sonuçta büyük toprak sahiplerinin baskıları dolayısıyla 3 Aralık 1971'de tasarının savunucularından Atilla Karaosmanoğlu, Sadi Koçaş grubu istifa etmek zorunda kalıyordu.
İkinci Erim Hükümeti'nin yeniden ele aldığı tasarı ise anlamını iyice yitirmişti. Buna karşın bu anlamının yitirmiş tasarı üzerinde birçok oylamalar oldu ve sonuçta tasarı iyice güdükleşerek meclisten geçti. Güdükleştirilmiş bu tasarının 73 yılında pilot bölge seçilen Urfa'daki uygulama girişimleri büyük toprak sahiplerinin karşı koymaları ile hiçbir sonuç elde edilemeden Meclis'in tozlu raflarına kaldırılıyordu. 73 seçimlerinin yaklaşmasıyla tarım kesiminin oy potansiyeli üzerindeki etkisi devreye giriyor, buğdayda %20, pamukda %65 artışla hemen bütün ürünlere yüksek taban fiyatları getiriliyordu.
Bütün bunlara karşın işbirlikçi burjuvazi pek çok önemli sorunu çözmüş, kaynak gereksinimini devletin verdiği teşvik primleri ve fonlardan büyük ölçüde sağlamıştı.
12 Mart'tan sonra işbirlikçi tekelci burjuvaziye, 71 yılında 311 firmaya 25 milyar, 73 yılında 512 firmaya 45 milyar, 74'de 473 firmaya 50 milyar olmak üzere, birkaç yıl içinde toplam 120 milyar tutarında teşvik veriliyordu.
İhracat yapan sanayi kuruluşlarına ise 71'de 385 milyon, 72'de 718 milyon, 73'de 1 milyar 53 milyon tutarında vergi iadesi veriliyordu. 71 başında 45 milyar olan kredi hacmi, 74 sonunda 110 milyarı aşıyordu. 70-73 döneminde 34 yabancı firma 100 milyon tutarında satış kredilerinden yararlanıyordu. 71 sonunda 132.9 ve 72 sonunda 462.7 milyon dolara ulaşan dövize çevrilebilir mevduat, işbirlikçi burjuvaziye 6 milyar civarında ek kredi olanağı getiriyordu.
Bu arada yüksek oranlı devalüasyonun ülkeye çektiği işçi dövizlerini, işbirlikçi burjuvazi kendi hammadde, ara malları ve yatırım malları gereksinimi için kullanıyor, aynı şekilde ülkeye gelen bu dövizlerin, yurt dışındaki işçilerin ülkedeki ailelerinin eline geçmesi ve bu ailelerin dayanıklı tüketim maddelerine yönelmesiyle, sanayinin Pazar gereksinimi sınırlı ölçüde de olsa çözüyordu.
Kaba bir biçimde parlamentarizmle maskelenmeye çalışılan 12 Mart açık faşizminin bir diğer boyutunu da anti-komünist bir kültürel ortam yaratma çabası oluşturur. Ancak bu uygulama uzun ömürlü olmamış ve açık faşizmin, kitle iletişim araçlarını yoğun bir biçimde kullanmasına karşın, sol düşünce, kültür ortamı üzerindeki etkisini yitirmemiş 12 Mart sonrasında yeniden hızla yaygınlaşmış, THKP-C'nin geniş potansiyeli de bu gelişmeye uygun bir zemin oluşturmuştur.
Sonuç olarak, işbirlikçi tekelci burjuvazi 12 Mart'tan önemli kazançlar elde ederek çıkmış, 12 Mart döneminin sonuna doğru, Oligarşi içi diğer çevrelerin baskıları sonucu kısmen gerilemiş olsa da ekonomik ve siyasal yapıyı büyük ölçüde kendi isteklerine göre düzenlemiş, gerçek görev olan toplumsal muhalefetin ezilmesine bağlı olarak, orduyu daha fazla yıpratmamak, toplumsal basıncı arttırmamak amacıyla yeniden parlemantarist yöntemlere dönülmüş ve bundan sonrası için toplumsal muhalefeti bastırmada CHP ve MHP etmenleri öne çıkmıştır.
Burada CHP'nin rolü sol potansiyeli dumura uğratmak, MHP'nin rolü ise bir yandan sivil faşist terör aracılığıyla kitleleri yıldırmak diğer yandan da sol potansiyelin karşısına anti-faşist mücadele sorununu dikerek direkt iktidara yönelik savaşın önünde bir emniyet sübabı olmak, provakasyonlarla toplumsal tavrın yükselişinin yönünü saptırmaktır.
İşbirlikçi burjuvazi 12 Mart'ta elde ettiği bu kazançlarla yetinmek zorunda kalmış, çözülemeyen diğer sorunlarını ise, 70'li yıllarda 12 Mart'ın getirdiği düzenlemelerin de etkisiyle güçlenerek gireceği 12 Eylül açık faşizmine ertelemiştir.

DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR
(1) "Foreign capital Turkey Acording to Law 6224". YASED yayını. Aktaran: Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi. (CDT) (geri dön İ)
(2) CDT Ansiklopedisi. (geri dön İ)
(3) Ticaret Bakanlığı Verilerinden Aktaran CDT Ansk. (geri dön İ)
(4) "Türkiye Ekonomisi", Yakup Kepenek. (geri dön İ)
(5) "Yükseliş ve Düşüş", Ali Gevilli. (geri dön İ)
(6) Burada kastedilmek istenen, dönemin içinde küçük üreticinin yok olduğu ya da yok olacağı değildir. Küçük üreticiler imalat sanayinde, belli başlı tüketim maddelerinin imalatında görülen tekelleşme sonucu bu dallarda giderek erimiş, ancak pazarda pek payı olmayan ve büyük ölçekli üretimin ve tekel karı getirmeyecek dallarda üretimini sürdürürken çarpık kapitalizmin ürünü olan yeni yan sektörlerde yaşam alanı bulmuştur. (geri dön İ)
(7) CDT Ansk. (geri dön İ)
(8) "Az gelişmişlik Sürecinde Türkiye", Yerasimos. (geri dön İ)
(9) Türkiye gibi yeni sömürge bir ülkede prekapitalist ilişkilerin mutlak anlamda çözülmesinden söz edemeyiz. Bunu ancak Demokratik Halk Devriminin zaferi sağlayacaktır. (geri dön İ)
(10) "Planlama ve Kalkınma", Yalçın Küçük. (geri dön İ)
(11) Bu dönüşümün ilk adımları 12 Mart'la atılmış ancak hem oligarşi içi sömürücü kesimlerin mücadelesinin durumu hem de ülkedeki faşist kurumlaşma tam olarak sağlanamamış olduğundan tekelci burjuvazi ekonomik ve toplumsal yapıda hakimiyetini tam olarak kuramamış, gerekli dönüşümleri sağlayamamış, sonuçta 12 Mart tekelci burjuvazi için tam bir başarı olamamıştır. Bu sorunlar bir kambur olarak 12 Mart'ı izleyen dönemde de varlığını sürdürmüş, daha sonra 12 Eylül 12 Mart'ın yapamadıklarını yapmak için tezgahlanmış ve 12 Mart'ın tamamlayıcısı olmuştur. (geri dön İ)
(12) Cüneyt Arcayürek Anlatıyor. C.5 (geri dön İ)
(13) Türkiye'nin NATO'ya üyeliği ülkenin emperyalizme peşkeş çekilmesinin bir başka örneği olmuştur. İlgili bölümde belirttiğimiz gibi Türkiye 1949 yılında NATO'ya başvuruyor, ancak İngiltere ve Fransa'nın itirazları nedeniyle başvuru sürüncemede kalıyordu. Fransa ve İngiltere'nin karşı çıkış nedenleri ise Türkiye'ye emperyalist sistemin askeri örgütlenmesinin dışında tutmak değil, Türkiye'deki ekonomik, siyasal ve toplumsal şekillenmenin gelişme düzeyinin ileri kapitalist ülkelerle uyum içinde olmamasının yanı sıra, özelde İngiltere'nin daha önce koyduğumuz şekilde bölgeye ilişkin farklı programlarında Türkiye'ye biçtiği rol oluşturuyordu. Bu nedenle Türkiye'nin NATO yerine bağımlılık ilişkileri içindeki Ortadoğu ülkelerinin oluşturacağı bir pakt içinde yer alması düşünülüyordu.
Ancak NATO'ya girmeyi "Batılı" bir ülke olmanın vazgeçilmez bir koşulu olarak gören Türkiye yönetimi bu uğurda emperyalist ülkelerin gözüne girebilmek için Kore Savaşı'na asker gönderiyor ve yüzlerce askerin ölümü pahasına NATO'ya alınarak ödüllendiriliyordu.
Söz konusu ödülün Gerçek içeriği neydi? NATO'da tek bir ABD askerinden üçbin kat daha fazla harcama yapılıyor ve Türkiye'ye ABD yardımı olarak verilen hemen her şey NATO standartlarına göre hurdaya çıkmış şeyler oluyordu. Böyle bir malzemenin kullanılması bile ikili anlaşmalara göre ABD'nin istediği şekilde oluyordu. Ülkemizin emperyalist kapitalist sistemin askeri yapılanmasına eklemlenmesi kısaca bu yüz kızartıcı koşullar altında gerçekleşmiştir. Konunun bütün boyutları elbette derinlemesine incelendiğinde bu kadar değil. Ancak daha önceki bölümlerde etraflıca ve derinlemesine boyutlarıyla ele aldığımızdan burada sadece birkaç yönüyle vurgulamada bulunuyoruz. (geri dön İ)
(14) Cüneyt Arcayürek Anlatıyor, C5. (geri dön İ)
(15) "Türkiye Ekonomisi", Yakup Kepenek. (geri dön İ)
(16) "İki Anayasa", Bülent Tanör. (geri dön İ)
(17) Bülent Tanör, age. (geri dön İ)

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ

 

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19