Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Savaş, Oligarşi ve Siyasi Yalanlar

David North
30 Nisan 2003
Çeviren: Selda Aktürkoğlu/9 Haziran 2003/Özgür Üniversite

30 Nisan'da Dünya Sosyalist Web Sitesi'nin yazı kurulu toplantı başkanı David North, Indiana, South Bend'deki Notre Dame Üniversitesi'nde bir toplantıda öğrencilere bir konuşma yapmıştır. Aşağıda konuşmasının yazılı bir kopyasını yayımlıyoruz.
ABD'nin Irak'a karşı savaşının sona ermesinden bu yana en az bir ay geçti
-belki de, savaşın en son aşamasının sonu demek daha doğru olur zira ABD'nin 12 yıldır, şu veya bu şekilde, Irak'a karşı askeri operasyonlar düzenlediği unutulmamalıdır. Irak, trajik bir şekilde ABD'nin şimdiye kadar yürüttüğü en uzun süreli askeri operasyona maruz kalma ayrıcalığına sahiptir.
ABD'nin, askeri ya da ekonomik tedbirlerle yarattığı yıkımın Irak toplumuna kümülatif etkisi hakkında geniş çaplı bir analiz yoktur.
Politikası gereği ABD ordusu, Ocak 1991'de Körfez Savaşı'nın başlangıcından beri operasyonlar süresince öldürdüğü Irak askeri personeli sayısı hakkında bırakın kesin bir rakamı, tahmini bir rakam vermeyi bile reddediyor. Askeri operasyonların en yoğun olduğu dönemde -Ocak-Şubat 1991 ve Mart-Nisan 2003- Irak'ın askeri kayıplarının yüzbinleri olmasa bile onbinleri bulduğuna şüphe yok. İlk Körfez Savaşı'nın sonrasında, Kuveyt'ten kuzeye uzanan "Ölüm Yolu" denilen yerde, geri çekilen ve savunmasız binlerce Irak askerinin katledildiğine dair korkunç haberler yer aldı. Geçtiğimiz ay boyunca, bu tip saldırılara karşı kendilerini koruma yolu olmayan Irak ordusunun bütün birliklerini imha etmek için binlerce bilgisayar güdümlü bomba ve füze kullanıldı.
Irak askerlerinin gerçekten ne kadar savunmasız olduğu, Amerika'nın Bağdat havaalanına düzenlediği saldırının sonucunda, sınırlı da olsa, ortaya çıkan hesaplarla açıklık kazandı.
Basında çıkan haberlere göre, ABD ordusu bir düzineden daha az bir kayıp verirken, yaklaşık iki ila üç bin Iraklı öldürüldü. Bir ya da iki gün sonra, ABD tankları, sadece bir avuç kayıp verirken, Bağdat'ın bir bölümünü yakıp yıkarak bir kez daha binlerce askeri (ve çok sayıda da sivili) öldürdü.
İki tarafın askeri kaynakları arasındaki büyük fark çarpışmalarını savaş olarak tanımlamayı zorlaştırıyor. Daha çok sömürge çağının kanlı tek taraflı katliamlarını hatırlatıyorlar -örneğin, on ila elli bin arasında Sudanlının, sadece birkaç düzine kayıp veren İngiliz ordusu tarafından katledildiği rezil Omdurman Savaşı gibi.
İster Ocak-Şubat 1991'de ve Mart-Nisan 2003'de olsun, ister son on yılda ABD tarafından düzenlenen sayısız bombardıman sırasında olsun, ABD'nin askeri operasyonları nedeniyle ölen Iraklı sivillerin sayısı hakkında da çok az bilgi mevcut. ABD'nin uyguladığı ekonomik yaptırımların Irak toplumuna, özellikle de küçük çocuklara etkisi hakkında biraz daha fazla bilgiye sahibiz. İlk Körfez Savaşı'nın sonundan beri uygulanan yaptırım rejiminin 500 bin ila bir milyon arasında çocuğun hayatına mal olduğu tahmin ediliyor.
Umarım bu odada hiç kimse, ABD hükümetinin yalnızca geçen ay Irak'a saldırmak için değil, 1991'deki Çöl Fırtınası operasyonunun sona ermesinden bu yana Irak halkına verdiği acıyı haklı çıkarmak için de gösterdiği başlıca gerekçenin, Saddam Hüseyin rejiminin, ABD ve dünyanın geri kalanı için büyük ve acil bir tehdit oluşturan sözde "Kitle İmha Silahları"na sahip olması olduğunu unutmamıştır.
Son on yılda "Kitle İmha Silahları" teması üzerine geliştirilen muazzam propagandayı gözden geçirmek ve analiz etmek için bütün bir kitap yazmak gerekirdi. Bu, mevcut Bush yönetiminin icadı değildi. Saddam'ın "kitle imha silahları", 1999'da Irak'a karşı başlattığı bombardımanı haklı göstermek için Clinton yönetimi tarafından ortaya atıldı. Aslında, saldırı planları, I. Bush'un Bağdat'ı ele geçirememesi, Saddam Hüseyin'i devirememesi ve ülkeyi işgal edememesinden hayal kırıklığı duyan sağcı grupların Irak'a ikinci bir saldırıyı mazur gösterecek bir sebep aradığı ilk Körfez Savaşı'nın sonrasına kadar uzanıyor.
Sadece savaşın çıkmasına yol açan en son döneme odaklanalım. 12 Eylül 2002'de Başkan George Bush, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu önünde "Hüseyin'in kitle imha silahları geliştirmeye devam ettiğini" ilan etti. "Nükleer bir silaha sahip olduğuna sadece, Tanrı korusun, kullandığında tamamen emin olabiliriz."
7 Ekim 2002'de Bush, Irak'ın "kimyasal ve biyolojik silahlara sahip olduğunu ve ürettiğini" açıkladı. "... Irak günün birinde terörist gruplara ya da kişilere biyolojik ya da kimyasal silah temin etme kararı alabilir… Bu gerçekleri bilerek Amerika kendisine yönelen tehdidi görmezden gelemez. Tehlike açıkça görülürken mantar şeklinde bir duman olarak gelebilecek kesin bir kanıt bekleyemeyiz."
Irak'ın kitle imha silahlarına sahip olduğu iddiası, Bush yönetimi tarafından ileri sürülen müzakere edilemez talebe temel sağladı. Bush'un 7 Ekim 2002'de söylediği üzere, "Saddam Hüseyin ya kendisini silahsızlandırmalı, ya da, biz barış için, onu silahsızlandıracak bir koalisyona liderlik edeceğiz."
Tabii ki, bu talep Irak'ın, ABD'nin iddia ettiği gibi kitle imha silahlarına sahip olduğunu farz ediyordu. Irak bu tip silahlara sahip değilse talep anlamsızdı. Sahip olmadığı silahlardan kendini arındıramazdı. Ancak ABD, Irak'ın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve bunları kullanmaya istekli olduğunun şüphe götürmediği konusunda ısrar etti. Bunun üstüne, Hans Blix ve Muhammed El Baraday başkanlığındaki denetçilerin, Irak'a vardıktan sonra kitle imha silahı ya da bu tip silahların varolduğuna dair güvenilir bir kanıt bulamamaları, Bush yönetimi tarafından varolduklarının kanıtı olarak ilan edildi. -sadece kitle imha silahına sahip olan bir rejim onları bu kadar iyi saklayabilirdi!
23 Ocak 2003'te New York Time gazetesinde yayımlanan "Irak'ın Yalan Söylediğini Niye Biliyoruz" başlıklı bir makalede Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice şunları ileri sürüyordu: "Silahsızlanma vaadinde bulunmak yerine Irak, Saddam Hüseyin ve Irak'ın gizleme faaliyetlerini yöneten Özel Güvenlik Teşkilatı'nın başındaki oğlu Kusay önderliğinde, silahlarını koruma ve saklamaya devam etmeye yönelik üst düzey siyasi bir taahhütte bulunmaktadır.

Powell'ın savaş nedeni
Bush yönetiminin kitle imha silahı kampanyası, 5 Şubat 2003'de Dışişleri Bakanı Colin Powell Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde ABD hükümetinin savaş nedenini açıkladığında doruğa ulaştı. Konuşmasından birkaç bölümü örnek olarak vereceğim:
1. "Biz bu konsey odasında 1441 nolu kararı tartışırken, kaynaklardan öğrendiğimize göre, Bağdat dışında bir füze tugayı, biyolojik madde içeren roketatar ve savaş başlıklarını Irak'ın batısında çeşitli yerlere dağıtıyordu"
2. "Irak'ın bu mobil, biyolojik madde üreten fabrikalardan en az yedi taneye sahip olduğunu biliyoruz. Kamyonlara monte edilmiş olanların her birinin en az iki veya üç kamyonu var."
3. "Saddam Hüseyin'in biyolojik silahlara ve daha fazlasını, çok daha fazlasını üretme becerisine sahip olduğuna şüphe yok. Ayrıca bu öldürücü zehirleri ve hastalıkları kitle ölümlerine ve yıkıma neden olacak şekilde yayma becerisine de sahiptir."
4. "İhtiyatlı bir hesaba göre, Irak bugün 100 ila 500 ton arasında kimyasal madde stoğuna sahiptir. Bu, 16 bin savaş füzesini doldurmak için yeterlidir."
5. "Saddam Hüseyin kimyasal silaha sahiptir...Kısa süre önce komutanlarına onları kullanmaları yönünde talimat verdiğini söyleyen kaynaklarımız var."
6. "Kitle imha silahlarına sahip olduğunu inkar eden Irak, terörü desteklediğini de inkar ediyor. Bunların hepsi yalan."
7. "Saddam Hüseyin'i kitle imha silahlarıyla birkaç ay ya da yıl daha bırakma gibi bir seçeneğimiz yok, hele 11 Eylül sonrası dünyada hiç."

Powell'ın, BM'deki performansından büyülenen basın, oybirliğiyle Irak rejimi hakkında çürütülemez iddialarda bulunduğu ilan etti. Siyasi olarak en ciddi tepki, Bush yönetiminin savaş planlarına tamamıyla uymak için Powell'ın sağladığı fırsatı değerlendiren liberal kesimden geldi.
Washington Post gazetesinden Richard Cohen, Powell'ın konuşmasından bir gün sonra yayımlanan köşe yazısında "Birleşmiş Milletler'de sunduğu
-bazıları ikinci dereceden, bazıları da ayrıntılarıyla kesinlikle tüyleri ürperten- kanıtlar herkese, Irak'ın sadece kitle imha silahları hakkında hesap vermediğini değil, şüphesiz hala onları elinde tuttuğunu da kanıtlamıştır. Sadece bir aptal -ya da muhtemelen bir Fransız- aksi yönde bir sonuç çıkarabilir" dedi.
Aynı gün Washington Post'tan Mary McGrory de şunları yazdı: "Birleşmiş Milletler'in, Colin Powell'ın "Saddam Hüseyin'e karşı yaptığı 'J'accuse' (seni suçluyorum) konuşması hakkında ne hissettiğini bilmiyorum. Sadece beni ikna ettiğini söyleyebilirim ve ben de bu konuda Fransa kadar katıydım...Saddam Hüseyin'in sinir gazı ve ölümcül kimyasal stoklarıyla düşündüğümden daha büyük bir tehdit oluşturduğunu bilecek kadarını öğrendim."
Bir hafta sonra 15 Şubat 2003'te New York Times şunları ileri sürdü:
"Irak'ın oldukça zehirli VX sinir gazı ve şarbon ürettiğine ve daha fazlasını üretme kapasitesine sahip olduğuna dair bol bol kanıt mevcut. Bu maddeleri gizledi, onlar hakkında yalan söyledi ve yakın bir zaman önce de denetçilere hesap vermedi."
Basının Bush yönetimi tarafından aldatılmadığını ama Amerikan halkının kasıtlı olarak aldatılması için gönüllü bir suç ortağı olarak çalıştığını vurgulamak gerek. Hükümetin propaganda kampanyasında özellikle bu kadar mükemmel olan bir şey daha yoktu. Söylediği birçok şey hem kurulu gerçeklerle hem de basit mantıkla çelişiyordu. Yönetimin, Irak'ın nükleer madde elde etmek istediği iddiasının sahte belgelere dayandığı tespit edildiğinde bile medya bu yıkıcı rezaleti büyük bir mesele haline getirmemeyi tercih etti. Şimdi savaş binlerce Iraklının hayatına mal olarak sona erdi. Ülke harap olmuş durumda. Sanayi, toplumsal ve kültürel altyapısının büyük kısmı yıkıldı. Geçtiğimiz üç hafta boyunca ABD askeri kuvvetleri, yönetim ve medyanın, savaşı haklı göstermek için kullanabileceği kitle imha silahı arayışıyla Irak'ı taradılar. Peki ne buldular? Hiçbir şey.
Medya, sözde varlıkları, savaş ve öncesindeki öldürücü yaptırımlar için haklı bir gerekçe sağlayan ölümcül silahların bulunamamasına da çizgisini bir şekilde uydurdu.
New York Times 25 Nisan'da ön sayfasında Saddam Hüseyin rejiminin bir kurbanına ait olduğu iddia edilen bir kafatası fotoğrafı yayımladı. Bu tahmin edilen şeydi. Kimse hiçbir zaman Saddam rejiminin acımasız karakterinden şüphe etmemişti -yine de, Irak'ın tarihini bilenler en büyük suçlarının ABD'nin desteğine sahipken işlendiğini de bilirler. Iraklı sosyalistler arasında uzun süredir, Baas'ın ilk olarak -Şubat 1963 darbesiyle- Kennedy yönetiminin desteğiyle iktidarı ele geçirdiği biliniyor. CIA, Baas'çılara temizlenmesini istediği Iraklı komünistlerin ve sosyalistlerin isimlerini vermişti. Baas'çılarla ABD arasındaki ilişki güçlendi ve uluslararası ve bölgesel koşullara ve bunların, Amerikan dış politikası üzerindeki etkilerine bağlı olarak sonraki 27 yıl içinde yavaş yavaş sona erdi.
Biraz tarih bilgisiyle hiç şüphesiz herkes Times'ın ön sayfasındaki fotoğrafın -çok yakında açıklığa kavuşacak olan- belli bazı siyasi nedenlerle yerleştirildiğini anlayabilir. İki gün sonra Times, Thomas L. Friedman'ın "Bir Kafatasının Anlamı" başlıklı bir makalesini yayımladı. Makale şöyle başlıyordu:
"Cuma günkü Times'ın ön sayfasında çevresinde bir grup Iraklının toplandığı bir kafatası bulunuyordu. Kafatası Saddam Hüseyin rejiminin siyasi mahkumlarından birine aitti, yas tutan Iraklılar da onu, Saddam'ın işkencelerinin diğer kurbanlarının da bulunduğu bir mezardan çıkaran akrabaları. Fotoğrafın hemen altında Başkan Bush'un, söz verdiği gibi Irak'ta kitle imha silahları bulacağını söylediği bir makale vardı. Bana göre, savaşı haklı göstermek için kitle imha silahları bulmamıza gerek yok. Bu kafatası ve çıkarılacak daha binlercesi benim için yeterli. Sayın Bush kayıp kimyasal silahlar hakkında dünyaya bir açıklama borçlu değildir (Beyaz Saray'ın bu meseleyi abarttığı ortaya çıksa bile).

Friedman şöyle devam ediyordu:
"Şimdi gömülü zehirli variller bulursak bu kimin umurunda? Ahlaki yönden bu kafataslarından daha mı önemliler? Asla."
Friedman'ın, Hüseyin'in kurbanlarının cesetlerinin keşfinde geç kalmış bir savaş gerekçesi bulma girişiminin zamanlaması çok da mükemmel değildi. Makalesinin yayımlanmasından hemen sonraki hafta sonunda, dünyaya, ABD'nin dünyanın her yerinde yeri belirsiz mezarlarda çok sayıda iskeleti olduğu hatırlatılıyordu. Honduras'daki savcılar, ABD tarafından eğitilen ve para sağlanan askeri idam mangaları tarafından kullanılan dört gizli toplu mezar bulunduğunu ilan ettiler. Bu mezarlardan birinde ortaya çıkarılan kalıntılar arasında 20 yıl önce Honduras'ta kaybolan Amerikalı bir Cizvit rahibi James Fransic Carney'ninki de bulunuyordu. 1980'lerde bu ülkede ölenlerin sayısı on binleri buluyordu. Hükümetin idam mangalarının parçası olan Honduras'lı ordu yetkililerinin çoğu ABD'de eğitim görmüştü.
Honduras'taki durum bir istisna değil. ABD'nin doğrudan desteğiyle korkunç baskılara maruz kalmayan tek bir Latin ya da orta Amerika ülkesi yoktur.

Hükümetin yalanlarının siyasi önemi
Ama bu gece buradaki amacım ABD'nin kukla rejimleri tarafından işlenen suçları, Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak devletinde işlenenlerin karşısına koymak değil. Bence, Irak'a karşı savaşın ABD hükümeti tarafından yalanlara dayanılarak haklı gösterildiği gerçeğinin siyasi önemi üzerinde birazcık daha durmamız daha önemli ve de, bu yalanlar açıkça ifşa edildiğinde, Amerikan medyasının umursamaz şekilde verdiği "Ne olacak ki?" cevabı üzerinde.
Amerikan politikasında hiçbir zaman bir altın çağ olmamıştır. ABD tarihinde gerçekten ve tartışmasız olarak saygın olan, tamamıyla ve şüphesiz en yüksek demokratik ideallere adanmış en son yönetim, Abraham Lincoln'ünküydü. Modern Amerikan tarihinin, muazzam ve sonu gelmeyen tepkisel bir destan olarak tanımlanması da sadece gerçeğin karikatürize edilişidir.
Burjuva politikası çerçevesinde bile, demokratik ve eşitlikçi duyguların toplumsal tabakalara yansıdığı ciddi birkaç toplumsal mücadele dönemi olmuştur. Bu duygular, sahipleri, hala yazar, yayıncı ve editörlerinin en azından bazılarını demokratik ilkelere bağlılık konusunda samimi olan orta sınıftan seçmek zorunda olan medyada bile yansıma bulmuştur.
Bir nesil önce gerçekten hükümetin yalanlarının ifşa edilmesi ve kınanması gerektiğine inanan gazeteciler ve editörler bulmak mümkündü. "Güvenilirlik eksikliği" terimi -Amerika'nın Vietnam'a müdahalesini haklı göstermek için Johnson yönetimi tarafından yapılan iddialarla, bu ihtilafın tarihsel, siyasi ve toplumsal gerçekleri arasındaki uçurumlar için kullanılan- 1960'larda medya tarafından o kadar çok popülerleştirildi ki, evlerde kullanılan bir ibare haline geldi. On yıl sonra, -Pentagon belgelerinin New York Times'da yayımlanmasıyla zaten sarsılmış olan- Nixon yönetiminin yalanları, suçlu başkanın istifasına neden olan Watergate skandalının patlak vermesiyle sonuçlandı.
Şimdiyse, yönetimin, her şekilde uluslararası yasaların ihlali olan bir savaşı başlatmayı haklı göstermek için Amerikan halkına ve bütün dünyaya kabaca ve açıkça yalan söylediği aşikar.
Ancak bu büyük siyasi yalanın ifşa edilmesi, kınanmasına değil, medyada yeni ve çok daha küstah gerekçeler bulmasına neden oldu.
Burada analiz edilmesi ve açıklanması gereken ciddi bir siyasi ve toplumsal olguyla karşı karşıyayız. Bu durum, Amerikan halkına, yaşadıkları toplumun doğası hakkında önemli ve çok rahatsız edici bir şeyler söylüyor. İlk olarak, siyasi yalanların nesnel önemi üzerinde duralım. Bu, ahlaki bir sorun olarak değil, daha ziyade toplumsal bir olgu olarak görülmelidir. Yalan, toplum içindeki çelişkilerin bir göstergesidir. Bir kişi, yalan söylediğinde bunu, kişisel çıkarlarıyla kabul görmüş toplumsal normlar arasındaki boşluğu kapatmak için yapar. Yalan, bu anlamda, kişiyle toplum arasındaki asli çatışmadan çıkar. Bu çatışmanın boyutu, derinliği ve keskinliği -ister daha yumuşak ve hoş "zararsız bir yalan" olsun, ister daha üzücü olan yalan yere tanıklık etmek şeklinde olsun- yalanın kapsamını ve şiddetini belirleyecektir. Bir hükümetin söylediği yalanlar da, kişiyle toplum arasındakiler değil, toplumsal sınıflar arasındaki çelişkilerin bir göstergesidir. Son tahlilde, devlet hakim sınıfın -yani kapitalist sınıfın- çıkarlarına hizmet eden ve koruyan bir zorlama aracıdır. Ancak, bir burjuva demokrasisinde, bu zorlayıcılık rolü, devletin -milletin tamamına hizmet ederek- çeşitli sınıfların ve toplumsal çıkarların az çok tarafsız arabulucusu olarak gözükmesine olanak tanıyan karmaşık siyasi ve yasal üst yapı tarafından değiştirilir ve bir yere kadar gizlenir. Geniş halk kitleleri gözünde devletin meşruiyeti kesinlikle bu şekilde görülmesine bağlıdır -yani, halkın tamamının demokratik yollarla seçilmiş temsilcisi olarak.
Ekonomik ve siyasi koşullar izin verdiği ve hatta sınıflar arasında bir uzlaşma politikası lehinde olduğu sürece demokratik illüzyon sürdürülür -ve devletin siyasi yalanları kabul edilebilir belirli sınırlar içinde tutulur. Ancak gittikçe artan şiddette toplumsal gerginlik dönemlerinde, toplumsal sınıfların çıkarları birbirinden daha fazla uzaklaştığında, devletin, sınıf yönetiminin aracı olarak asıl rolü, demokratik kabuğu çok daha fazla aşındırma eğiliminde olur. Böyle dönemlerde devletin yalanları kesinlikle çok daha açık ve tiksindirici bir karaktere bürünür. Yani, yalanın işlevi, devleti kontrol eden iktidardaki elitle geniş halk kitlelerinin çıkarları arasındaki büyüyen yarığı kapamaktır.
Kitle imha silahları kampanyası, iktidardaki elitin, savaş güdüsünün altında yatan doymak bilmez sınıf çıkarlarını geniş Amerikan halk kitlelerinden gizleme ihtiyacından organik olarak doğdu.
Savaşın nedenlerini dürüstçe açıklayan bir konuşma nasıl olurdu? Bir an için Bush'un, Amerikan halkına, Irak'a karşı savaşın gerçek nedenlerini açıklamaya karar verdiğini hayal edelim. Herhalde şunun gibi bir şey olurdu:
"Sevgili yurttaşlarım: Bu gece Amerika Birleşik Devletleri, Irak'a yoğun bir bombardıman başlatmıştır. Bunu çok yakında bu ülkenin topraklarını karadan istilası izleyecektir. Bu eylem, uluslararası yasalara tamamıyla aykırı olduğu kadar, size hükümetinizin eylemleri hakkında dürüst bir açıklamada bulunmam da gereklidir.
Bildiğiniz gibi kabinemin birçok üyesi büyük şirketlerde çok kazançlı konumlarda bulunmaktadır ve pek çoğumuz da petrol endüstrisi ile yakından ilişkiliyiz. Babam, bilebileceğiniz gibi, servetini bu işle kazandı ve yakından takip etmeye devam ediyor. Politikaya girmeden önce benim yaptığım tek ciddi iş de petrol işiydi ve çok başarılı olamadıysam da sorunlarıyla yakından ilgiliyim. İyi bir adam olan başkan yardımcımız Dick Cheney, kısa bir süre öncesine kadar Halliburton'un genel müdürlüğünü yapmaktaydı ve hala da, petrol araştırma işinde büyük bir rol oynayan bu şirketten yılda 600 bin dolar maaş almaktadır.
Bu, yönetimimi uluslararası petrol endüstrisinin sorunlarına tamamıyla duyarlı hale getirmektedir. Petrol sınırlı bir kaynaktır ve dünyanın 2025'te kritik bir kıtlık yaşayacağına inanan birçok kişi vardır. Bu yüzden, petrol endüstrisinden kazanılacak çok fazla para olduğu halde savaşa gitme kararımız yalnızca kişisel kaygılarla alınmamıştır. Askeri yollarla Basra Körfezi bölgesinin petrol rezervlerine sınırsız erişim sağlayarak, ABD'nin dünyadaki hakim rolünü sağlamlaştırmanın önemli olduğunu da düşünüyoruz.
Aslında, Irak'a fetih planları üzerinde on yıldır düşünülüyordu. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra hiçkimsenin ABD'nin istediğini yapmasını engelleyemeyeceği epeyce açıklık kazandı; bu yüzden AB, karşı koyulamayacak bir küresel hakimiyet konumu oluşturma planları geliştirmeye başladı. Bu planlarda petrol büyük bir rol oynuyor ve -dünyada ispatlanmış ikinci en büyük petrol rezervine sahip olan- Irak da saldırı için baş hedef haline geldi. Tabii ki, ABD'nin sadece Irak'ın petrolünü istediğini söyleyemezdik, bu yüzden başka bir neden göstermeliydik. İşte bu yüzden düşündük taşındık ve kitle imha silahları fikrini bulduk.
Özellikle 11 Eylül'den sonra kitle imha silahları teması gerçekten de kendini buldu. Açıkçası, Irak'ın, -destekçilerim arasındaki bazı aşırı hararetli sağcı manyaklar tarafından yapılan ABD'deki şarbon saldırıları şöyle dursun- 11 Eylül ile bir ilgisi olmadığını biliyorduk. Ama kim soru soruyor ki?
Her neyse, savaş bugün başlıyor. Tanrı bilir kaç milyar dolara mal olur. Ama planlanan vergi kesintilerini sürdürebileceğimizi ve sağlık sigortası, sosyal sigorta ve eğitimde kesintiye giderek savaşın maliyetini ödeyebileceğimizi hesapladık.
Muhtemelen sonuçlarını beğenmeyeceksiniz ama ne yapalım hayat bu. Her neyse, 2004 gelmek üzere ve o zaman seçimlere gideceğiz gibi görünüyor.
Teşekkürler ve Tanrı hepinizi korusun. Dostlarım ve ben kendimize iyi bakacağız."

Tabii ki hiçkimse bir Amerikan başkanından -özellikle de, seçimlerde yapılan sahtekarlıklarla göreve gelmiş birinden- böyle dürüst bir konuşma beklemiyordur. Ancak, savaşın dayandırıldığı yalanların büyüklüğü ve açıklığı ve medyanın buna verdiği aldırmaz, sinik tepki burjuva demokratik normların çökmekte olduğunun önemli bir göstergesidir. ABD'nin siyasi hayatı, Amerika devletinin gittikçe artan oligarşik karakterini çok daha gülünç şekillerde yansıtmaktadır.
Millet servetinin büyük bir yüzdesi çok daha küçük bir nüfusa aitken, yönetimdeki seçkinler devletin politikaları için yoğun destek alamamaktadır. Devleti kontrol eden oligarşi ile geniş halk kitlelerinin çıkarları birbirinden uzaklaştıkça, halk bilincinin günlük manipülasyonunda ve medyada yutturulanların "kamuoyu" olarak uydurulmasında yalanlar büyük bir rol oynuyor. Bu temelde geçici ve kısa dönemli başarılara ulaşılabilir. Ancak bu günlük manipülasyon süreci ve aldatmanın uzun vadeli sonucu, halkın onarılamaz şekilde resmi politikadan yabancılaşmasıdır.
Üstünkörü bir bakışla bu yabancılaşma başlangıçta aldırmazlık ve duyarsızlıkla karıştırılacak bir form alır. Ancak resmi politikanın yüzeyinin altında karmaşık bir toplumsal ve entellektüel süreç iş başındadır. Günlük hayatın baskıları yavaş yavaş ama muhakkak kitle bilincini etkileyecektir.
Bilincin varoluştan sonra geldiği doğrudur. Ama emperyalizm ile işçi sınıfının şiddetle sömürülmesi ve baskı görmesi arasındaki bağlantı sosyalist bir mit değil, nesnel bir gerçekliktir. Kaçınılmaz olarak Amerikan emperyalizminin yeniden patlak vermesinin toplumsal etkileri en çok ABD'deki işçi sınıfı tarafından hissedilecektir.
Sosyalistler, sadece olacakları önceden tahmin etmekle kalmayıp, siyasi mücadele için toplumsal ve programlı olarak, yeni bir temel oluşturma yoluyla siyasi sınıf bilincinin yenilenmesini hızlandırmalıdırlar da. Bu da, emperyalizme karşı yeni bir hareketin geliştirilmesi için gerçek kitle temelinin -ABD'de ve uluslararası olarak- işçi sınıfı olduğunun kabul edilmesi anlamına geliyor. Ve bu da, savaşa karşı mücadelenin kapitalist sisteme karşı mücadeleden ayrılamayacağının anlaşılmasını gerektirmektedir.


 
 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92