Latin Amerika’da
son bir yıl içerisinde gerçekleşen Arjantin, Paraguay,
El Salvador, Ekvador, Brezilya ve Bolivya seçimlerinin
sonuçları değerlendirildiğinde, dünyadaki neo-
liberal uygulamalara ilişkin yeni politik gelişmeleri,
neo- liberal politikalara karşı sınıfsal mücadelenin
yaygınlaşacağına dair izlenimleri görmek mümkün.
Dünya politikası saflaşmasını savaş sebebiyle
Irak üzerinden şekillenecek gibi görünse de Latin
Amerika’daki seçim sonuçları değerlendirildiğinde,
çok daha uzun erimli- ama savaşını ilk elden sonuçlarıyla
öne çıkan argümanlarıyla birlikte- bir politik
durumun emarelerini görülebilir..
PT’nin ve
Brezilya’nın geleceği
Latin Amerika’daki seçimlere ilişkin değerlendirmelere
“değişim” açısından bakıldığında Brezilya’da yaşanan
sürecin öne çıktığı düşünülür. Lula da Silva’nın
seçimleri kazanması ve ardından yaptığı beyanatlara
bakıldığında son yirmi yıldır dünyada ve Kıta’daki
neo-liberal politikaların sonunun geldiği, farklı
türden bir yapılanmanın var olacağı tartışılmaya
başlandı. Dünyada en çok borçlu ülkeler arasında
sayılan Brezilya ve seçimi kazanan Partido Trabajo
(PT) “moral” anlamı daha fazla öne çıkan bu seçim
galibiyetinin ardından Uluslararası Para Fonu(IMF)
ile ilişkilerle, yoksulluğun giderilmesi olarak
özetlenebilecek sosyal politikaların arasında
bir noktada kaldı. Seçimin hemen arkasından “neo-liberalizmin”
sonu, “solun yeni lideri”söylemleriyle örtüşen
durumun reel politikaların duvarına çarptığının
düşünülmesi dahi Brezilya’yı sorunlu bir gelecek
beklediğini tartışmaya zemin sağlamaktadır.
En keskin eleştirisini James Petras’ın yaptığı
entellektüellere göre; Brezilya hem kabinede Joe
Sernay gibi sağcı ve IMF ile yakın ilişkide bir
parlementeri bulundurması, hem Davos’da Lula’nın
yaptığı görüşmelerin ardından Parti politikaları
hızla sağa kaymıştır. Petras bu sağa kayışı 1990’lı
yılların sonunda parti içerisindeki hizipleşmeye,
seçim çalışmaları sırasındaki ittifaklarına ve
de doğal bağlaşıklarından (işçiler, topraksız
köylüler, Favela’da yaşayanlar) kopmaya başlamasına
bağlamaktadır.
Brezilya seçimi dünya ölçeğinde neo-liberal politikaların
başarısının teyidi anlamına gelecekti. Şimdilik
Lula ve PT farklı türden bir kalkınmacı modelle
esnek bir politika yürütüyor. Bu esnek politika
belki başlangıçtaki “moral” hava açısından dezavantajlı
bir konumu beraberinde getirse de giderek, bürokratlaşan
PT’nin işçi sınıfı ve şu an acil problemleri vesilesiyle
MST (Topraksız Köylü Hareketi) ile olan rabıtasını
kuvvetlendirmesi bu “moral” durumu sol açısından
reel bir gerçekliğe dönüştürmesine imkan verebilir.
Brezilya seçiminin kıtasal anlamdaki anlamı (MERCOSUR-Güney
Amerika ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması- üyesi
ülkeler arasında ekonomisinin en kuvvetli olması
sebebiyle) ABD merkezli neo-liberal politikalara
alternatif bir oluşumun tartışılmaya başlaması
olacaktı ama Arjantin seçimleri sonucunda IMF
eksenli “yeniden yapılanmacı” politikacıların
seçim galibiyeti bu tartışmayı rafa kaldırmış
gibi gözüküyor.
Arjantin:Hepimiz Peronistiz
1980’li yıllarda “Dünya birinci ligi”ne çıkacağı
öngörülürken finans kriziyle sorunlar yaşamaya
başlayan Arjantin’de ise seçimi Peronistler kazandı.
Her ne kadar 18 Mayıs’da seçilecek olan başkanın
adı belli değilse de (Menem ya da Kirchner) varolan
politikaların devam edeceği, ekonomi ve siyasetin
rehabilite edilmesi doğrultusunda bir siyaset
güdüleceği ortada.
Arjantin seçimlerinin anlamı ise özellikle 19-20
Aralık 2001’deki sokak gösterileriyle öne çıkan
aşağıdan yukarı örgütlenmelerin seçim sonuçlarına
yansımamasıydı. Daha doğrusu sol bir partinin
seçimde başarılı olacağı beklenirken, (Patricia
Walsh’ı ve Partido Obrero’nun aldığı 0.8’lik oyu
bir kenara) solun kendi içerisindeki tartışmalar
ve daha uzun erimli bir politik mücadeleyi öne
çıkartması vesilesiyle Peronist bir iktidar ortaya
çıktı. Raul Zibechi’nin dediği gibi “Sınıfsız
kaynaşmış, herkesin Peronist olduğu” ülkenin seçimi
sistemin yeniden yapılandırılması ama eski alışkanlıklarla
şeklinde gerçekleşti.
Aslında bu seçim de neo-liberal politikaların
uygulanabilirliğinin teyit edilmesi anlamına geliyordu,
şimdilik bu uygulamanın devam edeceği görülse
de, Arjantin’deki seçim sürecinin en büyük kazanımı
Zanon ve Brukman fabrikalarında görüldüğü gibi
İşçi Konseyleri’nin sol açısından güçlü bir alternatif
olarak öne çıkmasıydı. (Arjantin’de bugün 150
kadar fabrikanın denetimi işçiler tarafından sağlanıyor)
Arjantin seçimleriyle aynı gün (27 Nisan) gerçekleşen
ama dünya politikası açısından “popüler” olma
vasfına sokulmayan Paraguay’da ise Nicanor Duarte’nin
seçim kazanmasının tek bin anlamı vardı: Yoksulluğu
gidermek için ekonominin güçlendirilmesi gerekir.
Ekonominin güçlendirilmesi ise varolan iktisadi
politikaların devam ettirilmesi şeklinde algılandı.
Paraguay’da da tıpkı Arjantin’deki gibi sokakta
gelişen muhalefet seçim sandığına yansımadı, dahası
diktatör Strossner’den sonra “özgür” seçimlerde
, muhalefetin gücünü göstereceği varsayılırken
“ekonomik akıl” seçimlerde kendini gösterdi.
Gerillanın iktidarı
16 Mart’daki El- Salvador seçimlerinde ise uzun
yıllar gerilla mücadelesi veren FMLN (Farabundo
Marti Ulusal Ordusu) hem yerel hem de genel seçimlerde
ülkenin geleneksel sağ ittifakı ARENA önünde seçimi
kazandı. FMLN iktidarı bütün sağ ve liberal partiler
açısından da sürpriz olmadı. FMLN seçim öncesi
ABD’nni öngördüğü Orta Amerika Ülkeleri Ekonomi
Anlaşması’nın dışında duracağını, IMF ile olan
ilişkilerin kesileceğini ve bölge ülkeleri arasında
yerel anlaşmalara güç verileceğini belirtti. Seçim
El Salvador’da bu eksenli bir politikanın yürütüleceğinin
işareti oldu. Fakat bu işareti tespit ettikten
sonra bir noktayı gözden kaçırmamamız gerektiği
ortaya çıktı:
Bölge ülkelerine baktığımızda şöyle bir tablo
çıkıyor ortaya. Honduras, Irak saldırısı sürecinde
ABD’ye aktif destek verdi, koalisyonun içerisinde
yer aldı, Guatemala özellikle Kanada- Panama hattında
elektrifikasyon çalışmasının getireceği ekonomik
kazanımların kendi geleceği olduğuna vurgu yapıyor.
Meksika, bir yandan ABD ile yakın ilişkide olmanın
sancılarını yaşasa da köklü bir kopuş emaresi
göstermiyor.Nikaragua’da Sandinist devrimin ardından
kazanımları Latin Amerika’nın pek de alışık olmadığı
“demokratik ilişkiler” içerisinde stabilize olmaya
başladı.
El Salvador’da FMLN’nin politikalarına uygun zeminler
bulma olasılığı güç gözüküyor, diğer yandan yeni
bir iç savaş çıkacağına dair propagandalar da
FMLN iktidarının geleceğini zorlaştıracak etkenler
arasında sayılmalı.
Ekvador seçimlerinde ise, Chavez’i ve Castro’yu
desteklediğini açıkça beyan eden Lucio Guttierez’in
Paschutik Hareketi seçimleri kazandı. Guttierez
seçim öncesi gerilla hareketinden Komünist partiye
kadar geniş bir ittifakın adayıydı, daha da önemlisi
tıpkı Bolivya’da olduğu gibi “Yerli”lerin yani
neo-liberal politikalardan en çok zarar gören
kesimin temsilcisi olarak gösterdi kendini. Ekvador,
ülkenin yeniden yapılanması, yoksulluğun giderilmesi
eksenli bir politikanın kavşağında duruyor. Fakat
bu meseleleri halletmesi yönünde yapacakları hamlelerde
en büyük sorunu ABD’nin özelikle Kolombiya üzerinden
gerçekleştirmeye çalıştığı stratejide yaşayacaklar
gibi görünüyor.
ABD stratejisi
ABD’nin Venezuella, Ekvador ve Küba’ya “Şer üçgeni”
olarak baktığı biliniyor. ABD’nin Kolombiya Planı
öncelikle Kolombiya’nın değil bölgenin militarize
edilmesi ve neo-liberal politikanın alternatifsiz
olduğunu göstermesi. Bu anlamda Venezuella ve
Ekvador sınırında yaşanan provakasyonlar Ekvador’un
da istikrarsızlaştırılmasını öngörüyor.
Emir Sader gibi PT’ye destek veren entelektüel
gibi birçok kişiye göre Latin Amerika’da gerçek
değişim Bolivya’da yaşanıyor. Evo Morales’in önderliğindeki
MAS (Sosyalizme Doğru) hareketi iktidara gelemedi
ama ciddi bir alternatif olduğunu hem parlamentoda
hem de parlamento dışı mücadelenin temel ekseni
olduğunu gösterdi. ABD’nin açık bir şekilde tehdit
ettiği (Seçimlerin ilk turundan sonra ABD büyükelçisi
yerli birisini başkan olarak görmekten hoşlanmayacaklarını
açıkça beyan etmişti) Bolivya’nın Kıta’nın en
yoksul ülkesi olması ve ekonomisinin birkaç ürüne
(Coca üretimi de bunlar arasında) bağlı olması
ülkenin yaşadığı en büyük handikap olarak öne
çıkıyor.
Latin Amerika’daki seçimleri
genel olarak değerlendirildiğinde şu saptamaları
yapmak mümkün.
Brezilya’da PT’nin IMF ile ilişkileri bir yana
sosyal politikaların ne kadarını icra edeceği
hem Kıta dünya politikaları açısından önemli bir
nokta olarak ortaya çıkıyor.
Ekvador, Bolivya ve Venezuella’da özellikle “yerli”lerin
önderliğindeki muhalefet,ezelden beri güçlü bir
damar olan ulusalcı (Patria Grande) hareketlerin
yeniden ortaya çıkmasına neden oldu. Kıta’dak
Anti-emperyalist mücadelenin eksenini bu “ulusalcı”
kültürün çerçevesinde gelişeceğini söylemek mümkün.
ABD’nni Kübanın yalnızlaştırılması, Kolombiya’nın
militarizasyonu ve Panama kanal bölgesinin alternatif
ekonomik sistem olarak gösterilmesinden mütevellit
startejileri, bölge ülkelerini tek tek politik
tavırları kadar ortak politikalar geliştirmesine
bağlı olacak. Bu anlamda Venezuella’daki askeri
darbe sonrası Kıta ülkelerinin ortak tavır alması
olumlu bir gelişmeydi.
Venezuella’da Chavez 2006 yılına kadar iktidarda
kalacak. Bu süreçte şimdi uyguladığı politikaların
başarısı da tıpkı Brezilya’da olduğu gibi Kıta
ülkeleri için farklı türden bir kalkınmanın göstergesi
olacak, dahası ABD’nin Otadoğu’da şimdilik halletmiş
olduğu enerji nakil hatlarınıdaki hegomonya savaşının
ikinci adresi Venezuella olacağı için, Chavez’in
başarısı ABD’nin başarıszlığı ve hegemonyasının
tartışılır hale gelmesine neden olacak.
|