Bush'un "Ulusun Durumu"
konuşması hiç de iddia ettiği gibi "Amerika"yı
kutlayan bir konuşma değildi; yurtiçinde faşizm
ve yurtdışında emperyalizm üzerine bir konuşmaydı.
Üçüncü Dünya ülkelerindeki (Afganistan ve Irak)
fetihleri kutlayan, gücü bir politik şantaj aracı
olarak kutsayan (Libya) ve tüm Ortadoğu için yeni
emperyalist dayatmalar ilan eden bir konuşmaydı.
Konuşma Bush doktrininin en gerici öğelerini biraraya
topluyordu; Tek taraflı güç kullanımı, önleyici
savaş, ABD emperyalist direktiflerinin düşmanların
ve müttefiklerin ulusal egemenliği üzerindeki
üstünlüğü. Sırıtan Başkan, ABD emperyalist fetihlerini
kutsarken, Kongre'yi paketleyen fanatiklerinin
ve partizanlarının da çığlıklar atmaları, "hafif
bir Nuremberg" versiyonuydu: Emperyal başkanın
kazanımlarını göze sokan düzenlenmiş senaryo.
İmparator emperyal fetihleri savunurken ve yeni
askeri maceralar planlarken bile emperyal niyetlerini
yadsıdı. Bush'un konuşması "zafer sarhoşluğunu"
ve "mandacılığı" da aştı: Bu vizyon,
ABD'yi, Seçilmiş Kişilerin düşmanlarını yokedecekleri
ve sadık müttefiklerini zorla aydınlatacakları
ilahi bir evrenin tam merkezine yerleştiren gerçeküstü
bir vizyondu.
Bush sinsi iblisleri (teröristler) adil bir kılıçla
(ya da papatya biçen bombalarla) haklayan, Tanrı'nın
vakur, inanmış bir bendesi gibi konuştu. Ama zafer
sarhoşluğu ve kutlama arasında, yine de imparator,
emperyalist misyonu desteklemek üzere düşman şiddeti
korkusunu yüreklere serpiştirmekten geri durmadı.
İlahi misyonu tamamlayan şey paranoyaydı. "Terörizm"
her yerdeydi, saklanmış ve kılık değiştirmiş o
şeytani güç, her an, yeniden 11 Eylül 2001'i tekrarlayabilirdi.
Emperyalist zafer sarhoşluğu ideolojisi sürekli
bir kırılganlıkla, kutlama korkuyla dayatılıyordu.
Ama yine de önemli olan bu mantıksız çelişkili
söylem değildi, önemli olan iktidardı. Zafer sarhoşu
retorik sömürgeci bir savaşı sürdürmek için gereken
yerel kaynakları (şişirilmiş askeri bütçeler ve
askerler) ele geçirmek ve paranoya da savaş karşıtı
muhalefeti bastırmak, susturmak ve korkutmak için
gereken diktatöryel iktidarı (Yurtseverlik Yasası
aracılığıyla) yoğunlaştırmayı meşrulaştırmak amacıyla
kullanılıyordu.
Dünyevi ya da olgusal hiçbir şeyin bu muzaffer
Dünya İmparatorluğu vizyonunun inşasına mühadale
etmesine izin verilmeyecekti. Öldürülen yüzlerce
ABD askeri, binlerce yaralı ve kaçak, intihar
vakaları ve binlerce ruhsal rahatsızlık vakasından
sözedilmeyecekti. Bush'un ABD'li ölü ve yaralılardan
söz etmemesinin nedeni, onların sadece imparatorluk
yaratma hedefine hizmet etmiyor olmaları değil,
bu olguların ABD askerlerinin (Tanrı'nın seçilmiş
kulları ve koruma altına aldığı "süpermenler"
olmayıp) kırılgan olduklarını ve sömürgeleştirilen
halkların "yenilmez askeri makinaya"
karşı etkin biçimde direndiklerini göstermesiydi.
Bush ve yakın çevresi daha az heyecanlı anlarında,
Irak direnişinin elde ettiği her zaferin, her
ABD cankaybının seçimlerde kendilerine verilecek
desteği eriteceğini, Rumsfeld'in "İktidar
İdaresi"nin altını oyacağını iyi biliyorlar.
Irak'taki yenilgiler Pentagon-Siyonist-militarist
kökenli, Ortadoğu'da sınırsız savaş vizyonunu
şebeğe çeviriyor. Militarist-Siyonist sürekli
askeri fetihler vizyonu (Irak'tan sonra İran,
Suriye ve diğerleri) Bağdat'ın varoşlarında, Basra'daki
yüzbinlerin gösterilerinde, yollardaki mayınlarda
çatırdıyor.
Irak direnişi Pentagon'un ve onların İsrailli
meslekdaşlarının Arap düşmanı ırkçı imgelerini
yalanladı: Araplar ABD askeri gücünden korkmadılar
ve bir direniş örgütlemekten aciz olmadıklarını
gösterdiler; ordudan yüzlercesi istifa edenler
ABD askerleridir; morali bozulan ABD kuvvetleriyle
yer değiştirmeleri için Orta Amerika'daki paralı
askerlere umutsuzca yalvaran da ABD hükümeti.
Bush'un İmparatorluğun Durumu konusundaki raporu,
doğal olarak Bush rejiminin yerel toplumsal ve
ekonomik başarılarını da parlatan bölümler içeriyordu.
İmparatorluk "silahlar ve tereyağı"ndan
inşa edilmişti, ya da öyle mesaj vermeye çalışıyordu.
Ama burada, hikaye ABD kamuoyunun en geri, şoven
kesimleri için bile daha az inandırıcı hale geliyordu.
Hemen herkes geçen 3 yıl içinde 3 milyon ABD'li
işçinin işini kaybettiğini biliyor. Nüfusun üçte
ikisinden çoğu özel sağlık ve ilaç planlarının
başarısız olduğunu ve Bush'un politikalarının
çok zenginler hariç herkesin durumunu zayıflattığını
da biliyor. Bush ABD kamuoyunun yüzde 60'tan fazlasının
kendi toplumsal projelerini reddettiğini bildiği
içindir ki, faşist ve baskıcı Yurtseverlik Yasası'nı,
Başkana tüm demokratik hakları rafa kaldırma olanağı
sağlayan maddelerle genişletme ihtiyacına vurgu
yapıyor.
Nazi öncüleri gibi, Bush da köktendinci Hıristiyanlar
arasındaki ana kitle temelini harekete geçirmek
için geleneksel olmayan ailelere, cinselliğe,
eşcinsellere, yasadışı göçmenlere (10 milyon Meksikalı
için af yok) savaş açtı.
Bush "Amerikan halkını koruma" retoriği
arkasında polisin, baskıcı yasaların, ordunun
merkezi rolünü vurguluyor; Irak'taki yüzde 80
işsizlikten, Afganistan köylerinin bombalanmasından,
Filistinlilerin gündelik katlinden, ABD'yi ziyaret
eden Avrupalı olmayan kişilerin aşağılayıcı polis-devlet
tutumuna maruz kalmasından (bu kişiler suçlu kabul
ediliyor -fotoğrafları ve parmak izleri alınıyor-
ve masumiyetlerini kanıtlamaları gerekiyor) sözetmiyor.
Bush, tıpkı Naziler gibi, imparatorluğun kırılgan
yerel temellerini tamamen inkar ediyor; 2003 yılında
"cumhuriyet"ten (yerel ekonomi) imparatorluğu
finanse etmek için transfer edilen muazzam devlet
fonları 400 milyar dolardan fazla bütçe açığı
yarattı. Emperyal ekonomik yayılma ile körleşen
Bush ABD'nin denizaşırı destekçileri tarafından
gerçekleştirilen sermaye akışı ve ihracatının
devasa bir ticaret açığı yarattığını ve doların
güvenilirliğini yokettiğini görmeyi reddediyor.
Üçüncü Reich'daki öncüleri gibi, Bush "Amerikan
halkı"nın kendi muzaffer imparatorluğunun
iyiliği için fedakarlık yapması gerektiğine inanıyor.
Yarı-resmi kitle medyanının tam desteğiyle, mesaj
tüm ABD'ye ve dünyaya yayılıyor, ama dünyadaki
algılanışı ABD'dekinden farklı. Le Monde Bush'un
konuşmasından sonra okurlarının yüzde 67'sinin
ABD'nin dünya barışına karşı büyük bir tehdit
oluşturduğuna inandıklarını yazdı. Aynı görüş
dünyanın (İsrail hariç) geri kalanı tarafından
da ifade edildi. Birleşik Devletlerde konuşmayı
halkın yüzde 15'den azı dinledi, ve iman edenler
dışındakilerden açık bir destek gelmedi. Konuşmadan
bir gün sonra yapılan Superbowl futbol şampiyonasına
bile daha fazla ilgi gösterildi.
Faşizmin ABD versiyonu Alman atasından bazı açılardan
bir hayli farklı: Oyları kitle medyası propagandasına
ayrılan yüzmilyonlarca dolarla satın alıyor; onayı
zorlamıyor; nüfusu açıkça terörize etmiyor; sadece
"ötekiler" paranoyasını yayıyor. Nüfusu
sürüleştirecek hiçbir kitle örgütü ya da kitlesel
gösterisi yok; bunun yerine seçmenleri kaçırtıp
yüzde 50'nin üzerinde bir oy vermeme oranı yaratan
boşunalık duygusu ve adi yalanlar var. Yüzde 50
oyvermeme oranı, "yasadışı" göçmenlerin
(10 milyon) ve eski mahkumların (4 milyon) dışarda
bırakılması düşünüldüğünde, bir sonraki ABD Başkanı
potansiyel seçmenlerin yüzde 20'sinden azının
oyuyla seçilecek. Eğer bu dışlayıcı sandıksal
süreç uygun sonucun güvence altına alınması için
yeterli olmazsa, sırada oy hırsızlığı, dışlama
ve yargı müdahalesi var.
Bu "hafif faşizmdir" ama diğeri için,
ağır versiyon için de potansiyel yaratır. Irak'taki
ABD işgal güçlerinin eski komutanı General Tommy
Frank (Bush'un yakın bir danışmanı) yakınlarda
eğer ABD'de bir başka "büyük saldırı"
gerçekleşirse, Anayasanın rafa kaldırılması ve
sıkıyönetim ilan edilerek şüphelilerin askeri
mahkemelerde yargılanması gerektiğini açıkladı.
Bush'un "Yurtseverlik Yasası"nı defalarca
savunması General Frank'ın açık faşist açıklamalarını
yankılıyor. Bir başka deyişle, hertürlü rejim-kökenli
provokasyon kırılgan dengeyi faşizme doğru kaydırabilir.
Emperyalizm hayrına otoriterizm iki büyük engelle
yüzyüze; Irak'daki demokratik ve silahlı direniş
ile ABD cumhuriyetinin çöküşü. Yönetici seçkinlerin
Davos toplantısı doların düşüşü, ABD ticaret açığı
ve mali açığı sorunlarına tosladı, ama emperyalist
yayılma ile cumhuriyetin çöküşü arasındaki karşılıklı
ilişkiyi görmezlikten gelerek ABD'nin Irak işgalini
desteklediler ve hala da destekliyorlar. Davos
seçkinlerinin ikilemleri, solun olanaklarıdır:
Sömürgeci orduyu zayıflatan bir Irak direnişiyle
olan dayanışmamız güçlendikçe ABD'de toplumsal
hareketleri inşa etme ve demokratik cumhuriyeti
"yeniden kurma" olasılığımızla, Üçüncü
Dünyadaki kitlesel devrimci hareketleri güçlendirme
olasılığımız o denli yükselecektir.
|