Petras, Türkiye Kıbrıs sorununda
önemli bir yolayrımına geldi; Kuzeyde liberal
yeni bir hükümet kuruldu, AKP onu destekliyor
her ikisi de Annan Planı'na destek veriyor. Sizin
bu konudaki değerlendirmeleriniz neler?
Kıbrıs sorununun çifte bir trajedi olduğunu düşünüyorum.
Birincisi Makaryos'un devrilmesi ve Yunan ulusalcılığının
Grivas, Sampson gibi aşırı sağcı kanadının yükselişi.
Sampson piskopatın biriydi. Birinci tarjedi buydu.
İkinci trajedi ise Türk ordusunun Kissenger'ın
teşvikiyle Kıbrıs'ı işgal etmesiydi. Bu da bağımsız,
tarafsız Kıbrıs olasılığının önünü kesmiştir,
ki bu Makaryos'un genel fikriydi. Çünkü Yunan
tarafındaki ilerici sol kanat son derece ılımlı
bir programa sahip olan bir komünist partisinden
oluşuyordu. Bugün birleşik Kıbrıs düşüncesinin
gündemde olduğunu düşünüyorum; kuzeyde yeni bir
kuşağın ortaya çıkmasıyla, ilerici topluluğun
gelişmesiyle ve Denktaş'la, onun gerici siyasetinin
göreli olarak gerilemesiyle birlikte. Sanırım
Yunan tarafı artık daha uzlaşmacı ve geriye de
dönemezler. Sanıyorum ki göreceğiniz şey bir tür
federal birleşik hükümet olacak. Bu hükümet içinde
her iki toplumun da bölgesel düzeyde kendi öz
yönetimleri olacak ve ulusal düzeyde de çoğunluk
kurallarının ve Avrupa Birliği'nin garantisi altında
altındaki azınlık haklarının karşılıklı kabulu
gerçekleşecek. Bu koşullar altında, umudum ilerici
güçlerin, işçi sınıfı güçlerinin, sendikaların
birleşik bir sendikal hareket, ortak bir ekoloji
hareketi yaratabilmeleri. Böylelikle sınıfsal
konular daha açık seçik hale gelirken, ulusal-etnik
düşmanlıklar da azalacak. Geçiş kapılarının açılması
çok iyi bir ilk adımdı. İnsanlar böylece birbirlerini
daha iyi tanıyabilecekler. Bu bakımdan umutluyum.
Tabii bu koşullar altında ne olacağını asla bilemezsiniz,
özellikle de Türk ordusunun sağ kanadının Denktaş'ı
çok güçlü bir şekilde desteklediği düşünülürse,
bunların nihai anlaşmalar konusunda vetosu söz
konusu olabilir.
Türkiye'nin Avrupa ve Kafkasya'daki pozisyonunu
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Büyük değişimlerle birlikte, ve bu da sol için
büyük bir olanaktır, ABD'nin bu bölgedeki stratejisi
değişti. Önceden Türkiye ABD'nin çok önemli stratejik
bir işbirlikçisiydi; Sovyetler Birliği; solcu,
ulusalcı akımlar ve İsrail'in yalıtılmışlığı yüzünden.
Dolayısıyla ABD Doğu Akdeniz'e ve Türkiye'ye çok
büyük önem veriyordu. Şimdi Sovyetler Birliği'nin
dağılmasıyla ve ABD'nin Özbekistan, Gürcistan
ve Türkmenistan gibi ülkelerde yeni işbirlikçiler
bulmasıyla birlikte, başka operasyon noktaları
var, Rusya tarafından tehdit hissetmiyorlar ve
yayılıyorlar ya da şimdi çevrelemeden ziyade yayılma
peşindeler. Ortadoğu'da da Kuzey Irak'taki Kürtlerle
yeni işbirlikçiler yaratıyorlar. Hindistan'da
serbestleşme için çalışıyorlar ve elbette İran'da
da Avrupa Birliği'nin bazı açılımları var. Bu
da yine demektir ki emperyalist strateji içinde
Türkiye eskisi kadar merkezi değil. Elbette bu
da son derece olumlu bir şey. Çünkü bu durum ordunun
konumunu zayıflatıyor. Eskiden "biz ABD'nin
en önemli askeri partneriyiz" diyorlardı.
Artık sorun dış bağımlılıklardan ziyade iç gelişmeler
üzerine odaklanmaya başladı. Potansiyel olarak
eğer sol politik düzlemde Türkiye'nin bağımsız
bir rol oynayabileceğini, bağımsız bir rol oynayacağını
ve bunun başlangıç noktasının da Irak'a asker
gönderme kararının reddedilmesi olduğunu vurgulayabilirse;
ve bence de bu Türkiye'nin yeni konumunun artık
American emperyalizmi açısından merkezi bir konum
olmadığına işaret etmektedir; bu durumda içerde,
alternatif bir dış politikanın; kendi kaderini
tayin hakkını, ezilen halklarla dayanışmayı içeren
demokratik bir dış politikanın, devlet düzeyinde
değil halk düzeyinde tanımlanabilmesi açısından
daha büyük bir kapasite elde edebilecektir.
Bölgede sizce Türkiye, Türkiye solu demokratik
bir gelişme için ABD'ye karşı kimlerle işbirliği
geliştirebilir?
Bence bir düzeyde, yani muhalefet, sol Irak'ta
yeniden ortaya çıkan milliyetçilikle, İran'da
son derece zayıf olan solla ve yeniden ortaya
çıkmaya başlayan bazı yeni Pan-Arap hareketlerle
daha güçlü bağlar geliştirmeye başlayabilir. Devlet
düzeyinde ise bu durum, Türkiye'nin ticari ilişkilerini,
Avrupa ve ABD ile olan son derece dar kapsamlı
ilişkilerden, bazı Ortadoğu ülkeleriyle, özellikle
de İran'la daha geniş ölçüde çeşitlendirebileceği
bir projeye sahip olduğu anlamına gelir. Çok değişken
bir dönemde yaşıyoruz, o yüzden Türkiye'nin, Türkiye
solunun hangi ülkelerle stratejik ilişkiler geliştirebileceğini
söylemek zor. ABD emperyalizmine karşı muhalefet
önemli ölçüde İslamcı sağın egemenliği altında:
Bir sağ kanat anti-emperyalizm var bir de sol
kanat anti-emperyalizm. Laik, demokratik sol açısından
sınırlı olanaklar mevcut. Belki Irak'taki sömürgecilik
karşıtı hareketlerle taktiksel örtüşmeler olabilir.
Ama ideolojik açıdan tamamlayıcı bir işbirliği
açısından daha küçük çaplı düşünülmeli; enternasyonalizm
ve bölgesel dayanışma açısından.
Türkiye'de AKP, büyük sermaye çevreleri gibi öğelerden
oluşan bir liberal bütünleşmeci egemen sınıflar
kanadı var; bir de özellikle ordu içinde ulusalcı
tepkiler veren bir başka kanat. Sizce bu açıdan
solun tutumu ne olmalı; örneğin Chavez örneği
Türkiye açısından geçerli sayılabilir mi?
Şimdi burada sol için bir tür çifte baştan çıkma
var. Bunlardan birincisi ekonomik liberalizm pahasına
da olsa, daha fazla politik alan açacağı gerekçesiyle,
Erdoğan hükümetini eleştirel biçimde desteklemek:
Yani şeytanla ittifak. Solun diğer kanadı da,
"Tamam taktiksel olarak devleti baskıcı ve
otoriter olduğunu bile bile ekonomik liberalizme
karşı desteklemeliyiz, devlet de ordudur"
diyor. Bunlar iki türlü şeytan ayartmasıdır. Sol
açısından kısa ya da uzun vadeli herhangi bir
ittifak oluşturmak hata olur. Tabii eğer Erdoğan
hükümetine karşı bir askeri darbe olursa, hepimiz
bu askeri darbeyi protesto ederiz. ama bunun anlamı
hükümete politik destek vermek değildir.
Dolayısıyla sorun ne devletçi, ne de piyasacı
olan başka türden bir toplumsallaştırmayı-sosyalizasyonu
tanımlamaktır. Sosyalizm derken bürokratik biçimde
yönetilen bir devleti kastetmediğimizi açıklığa
kavuşturmalıyız. İşçi denetimi altındaki fabrikalardan;
tüketicilere ve kamusal programların kazanımlarına
karşı duyarlı olan yönetsel aygıtlardan sözediyoruz.
Bu da barınma konusunda, sağlık programları konusunda,
eğitimde seçilmiş temsilciler vs. Halkın tepesindeki
devlet bürokrasisi değil, üretenlerin öz yönetimi.
Eğer Venezuella'da oluduğu gibi, demokratik biçimde
seçilmiş, emperyalizme açıkça karşı olan eski
bir askeri elit ortaya çıkarsa ve bu da sola politika
alanda ciddi bir hareket alanı ve kitle hareketini
örgütleme olanağı tanırsa, o zaman, böyle bir
süreçte eleştirel biçimde yer alınıp alınamayacağı
açık bir tartışma konusu haline getirilebilir.
Ama bunu Türk ordusu bağlamında tartışmak hata
olur. Çünkü Chavez altı tane serbest seçimi kazandı;
iki başkanlık seçimi, anayasal seçimler, kongre
seçimleri. Bu da hergangi bir burjuva politikacısının
girip kazandığı seçim sayısından fazla. Dolayısıyla
farklı durumlar arasında benzetmeler yapmamalıyız.
Yani "hadi burada milliyetçiler var, darbeyi
destekleyelim"... Askeri darbelerde destekçilerinin
ne yapacağına her zaman ordu karar verir. İktidara
kısa yoldan varmaya çalışmanın ciddi risklerinden
birisi de budur. Önünüzde uzun bir yol varsa,
şeytan ayartması.
Latin Amerika'ya, yeni liberalizme karşı toplumsal
hareketlerin en fazla umut vaadettiği kıtaya gelirsek.
Devrimci hareketlerin "Birleşik Latin Amerika"
devrimi fikri açısından mevcut sol akımlar ve
toplumsal hareketler içindeki olanakları ve bu
yöndeki girişimleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Birleşik bir hareket ve ideoloji oluşturmak üzere
değişik yönlerden gelişen birçok girişim var.
Atılan birçok tohum var. Örneğin Latin Amerika
Köylü Hareketleri Konfederasyonu, CLOCK var ve
bu tüm köylü ve çiftçi örgütleri tarafından ortak
bir eylem takvimi planlama amacıyla düzenlenen
periyodik bir toplantı. Farklı tarihlerde yapılan
farklı gösteriler vs. İkincisi özellikle Venezuella'dan,
daha düşük ölçüde de Kolombiya'dan beslenen Bolivarcı
dayanışma hareketlerinin ortaya çıkışı. Bunlar
da Bolivarcı ulusal popülizm fikrini propaganda
etmeye çalışıyorlar. Öte yandan uluslararası yerli
örgütleri ile Karayipler ve Latin Amerika'lı kadın
örgütlenmelerini buluşturan uluslararası kadın
örgütlenmeleri var. Porto Alegre'deki sosyal forum
var. Bir de eski Sao Paulo forumu var. Bu da bütün
eski sol, sosyal demokrat, sol liberal, Marksist
vs. çevreleri biraraya getiriyor. Dolayısıyla
bütün bunlar farklı akımları ve görüş alışveriş
zeminlerini içeriyor, çokça tanınıyorlar; tanınmış
liderleri var, herhangi bir baskıyla karşılaşıldığı
zaman dayanışma ifade ediyorlar, ortak zaferleri
kutluyorlar ama bu merkezileşmiş bir hareket değil.
Her bir hareket kendi özerkliğini koruyor ki bunun
da olumlu bir yanı var: Hiçbir ülke ya da grup
kendi eylem takvimini diğerlerine dikte etmiyor.
Ama öte yandan da yeterli bir bütünülük ve yönelik
yok. Bu yüzden bazı hareketler ya da partiler
artık muhafazakarlaştıklarında bile hala birliğin
içinde kalabiliyorlar. Örneğin Brezilya İşçi Partisi
denilen parti gibi, bu artık tamamen bir yeni
liberal bir parti haline gelmiş olmasına rağmen
hala sosyal forumların vs.nin parçası sayılıyor.
Bence bu hem bir ölçüde koordinasyon açısından
ileri bir adımdır, ama ideolojik netlik açısından
değil. İdeolojik ve politik netlik pahasına bir
çoğulculuk ve birlik.
ALCA'ya karşı yürütülen ortak mücadelenin böyle
bir ideolojik-politik birlik oluşturma açısından
ileri bir adım yaratacağını düşünüyor musunuz?
Evet bence ALCA karşıtı hareket son yeni liberalizmden
sömürgeciliğe geçmekte olduğumuzun bilince çıkarılması
açısından son derece önemli. Bu da halkların büyük
çoğunlununun aktif biçimde ALCA'ya karşı çıkmasına
sebep oldu. Yine ALCA konusunda da kıta çapında
yeterli bir bütünlük ve seferberlik yok. Birçok
ülkede farklı zamanlarda ALCA'ya karşı farklı
önderlikler altında farklı eylemler gerçekleştiriliyor.
Yani henüz tek bir nehirde birleşmemiş olan birçok
derecikten bahsedebiliriz.
90'larda Sovyetler Birliğinin yıkılışı Türkiye
solunun iç tartışmalarında son derece önemli bir
yer tuttu. Özellikle Latin Amerika solu açısından
benzer bir durumdan sözetmek mümkün mü?
Sovyetler Birliği Latin Amerika'daki devrimci
model açısından bir referans noktası değildi.
Latin Amerika'daki esas başarılı devrim örneği,
Küba'ydı. Tıpkı Asya için bu örneğin uzun süre
Çin olması gibi. Bu yüzden Sovyetler Birliği yıkıldığı
zaman, bu öncelikle sonradan parçalanıp büyük
bir kısmı da yok olan Komünist Partiler arasında
bir krize dönüştü. Aynı zamanda da Sovyetler Birliği'nin
en azından kendileri politik faaliyetleri açısından
belirli bir zemin sunduğunu düşünen küçük burjuva
aydınlar arasında bir krize dönüştü. Ben, içtenlikle
söylemek gerekirse, Sovyetler Birliği'nin yıkılışının
birçok aydın açısından kendi sağa kayışlarının
özrü olduğunu düşünüyorum. Bence 1970'lerde STK'larla
ve aydınların burjuva demokratik siyaset tarafından
tedrici biçimde yutulmalarıyla başlayan eğilim,
ayrıcalıklı bir burjuva demokrasisi fikrini toplumsal
dönüşüm mücadelesinin üzerine koyma eğilimini
tırmandırdı. Sovyetler Birliği'nin demokrasi olmadığı
için yıkıldığı tezini ileri sürüyorlar; rejimin
altını boşaltan temel öğenin Sovyetler Birliği'ndeki
sınıfsal bölünmeler olduğunu görmezlikten gelerek.
Dolayısıyla Sovyetler Birliği'ndeki temel çelişkinin
ne olduğuna dair farklı okumalar bu aydınların
kendi yolculuklarına devam etmelerini sağladı.
Peki gerçekte bunun ne gibi bir etkisi oldu. Brezilya'daki
hareketler bu çöküşe rağmen, hatta belki de bu
çöküş sayesinde yükselişe geçtiler. Bolivya'da
koka üreticileri hareketi gelişti, Arjantin'de
hareketlerin yarattığı büyük ayaklanmalar yaşandı.
Kolombiya'da Komünist bir parti vardı, gerillaların
bir kanadı, FARC, kendilerini bir ölçüde Sovyet
modeliyle özdeşleştiriyorlardı. İç tartışmalarını
gerçekleştirdiler, özeleştiri yaptılar ve ulusalcı-komünizm
olarak adlandırabileceğimiz yeni bir yön kazandılar.
Hiçbir yerde, Sovyet politikasına son derece tabi
bir çizgi izleyen bir Komünist Partisinden etkilenen
Kolombiya'da bile, gerilla hareketi hiçbir temel
zayıflama yaşamadı. Venezüella'da ise sol, Chavez
ve ulasalcılarla ittifak içinde ilerledi, Komünist
Partisi zaten gerilla hareketi, seçimler vs. üzerinde
yaptığı tartışmalarla birlikte çok küçük gruplara
bölünmüş durumdaydı. Dolayısıyla Latin Amerika'da
Sovyetler Birliği'nin çöküşünden daha fazla etkili
olan şeyin, herhangi bir dış güce atıfta bulunmaksızın
yeni bir devrimci yolun yaratılmasının önünü açan
iç koşullar olduğunu söyleyebiliriz. Ve bu da
birçok açıdan son derece olumlu bir gelişmedir.
Hareketler devletler arasındaki çelişkilerin üzerine
değil, sınıflar arasındaki çelişkilerin gelişmesinin
üzerine oturuyorlar.
Bu yeni sınıf çelişkileri genel olarak yeni bir
devrimci yolun yaratılması açısından hangi olanakları
sunuyor?
Açık olmak gerekirse, pratik düzeydeki katkılar,
kitlelelerin üretimden dışlanması denen şeyin,
fabrika işçilerinin işten çıkarılmalarının, teknolojik
değişimlerin, işin yeniden örgütlenmesinin ve
sermayenin hareketliliğinin, bir öz örgütlenme
sürecini başlatan devasa bir güvencesiz emek rezervi,
işsiz bir emek rezervi yarattığını gösteriyor.
Kapitalizmin bu yüzü, bu yerinden etme harekatı
fabrikaların, sanayilerin dışında, mahallelerden
sokaklara uzanan yeni örgütlenme biçimlerinin
önünü açıyor. Ve bunun da sanırım daha fazla teorileştirilmesi
gerekli. İkincisi, üçüncü dünya ülkelerinin toplumsal
yapısı içindeki en tayin edici kopuş, tarımın
hala nüfusun % 30'dan daha fazlasını temsil ettiği
tarım sektöründe gerçekleşiyor. Tarımsal yapının
bu biçimde kopması olgusu, adına topraksız kır
işçileri, küçük kır üreticileri ne dersek diyelim,
artık şehirleri bir kaçış yeri olarak görmeyen;
çünkü şehirler de artık endüstriyel istihdam sorunlarına
bir çözüm sunmuyorlar, büyük bir kırsal artık
emek gücünün ortaya çıkmasına yol açtı. Dolayısıyla
buna verilen iki yanıt var: Geleneksel göç yanıtı;
yakındaki şehirlere göç, diğeri ise deniz aşırı
ülkelere göç, ücüncü yanıtsa kırlarda kalmak ve
mücadele etmek. Bu da tarımsal hareketlerin, olumsuz
demografik niceliklerine rağmen, kitle mücadelesinin
ön saflarına yeniden dönmüş oldukları anlamına
geliyor. Hindistan'da, Latin Amerika'da ve belki
bir ifadesini de burada görebileceğimiz gibi Türkiye'de.
Dolayısıyla bu emperyal merkezli birikimin yarattığı
en çelişkili ilişkilerin hangi noktalar olduğunu
analiz etmeliyiz. Bence genel birikim süreçleri
üzerine konuşulmamalı. Bence bu süreçlere tam
olarak toplumdaki farklı sınıflar ve sektörler
üzerindeki etkilerini görmek için bakmalıyız.
Soyut bir düzeyden bakıp, bu sermayenin mantığından
sözetmek doğru olabilir, ama bunu eylem kuramına
bağlamak istemedimiz ölçüde de anlamlı değildir.
Kopuşlar ve eylemin nerede gerçekleştiğini ya
da potansiyel olarak nerede gerçekleşebileceğini
görmeliyiz. Çünkü biz politik eylemle ilgili insanlar
olarak genel süreçlerle kendi kendileri olarak
ilgili değiliz, bunlarla sadece toplumsal eylem
alanına girdikleri ölçüde ilgiliyiz. Sınıf çelişkileri,
devlete karşı mücadeleler ki bu da beni son noktaya
getiriyor. Şimdi çünkü bu sermaye, emperyal merkezli
sermaye yeni alanlara sömürü için girdikçe, tarımsal
alanlara, sanayinin ve maliyenin yeniden örgütlenmesi
alanına girdikçe mücadeleler hızla politikleşiyor
çünkü yabancı sermaye bu toplumların hiçbiri üzerinde
hiçbir hegemonyaya sahip değil. Çok açıkça yabancı
bir olgu. Yoksullarla, köylülerle ilişkisi olan
eski aile sermayesi gibi değil. Bu sermaye sanayinin
ve maliyenin yeniden düzenlenmesinde, emek sürecinin
yeniden örgütlenmesinde, toprakların satın alınmasında
ve köylülerin yerlerinden edilmesinde vs. vs...doğrudan
doğruya aktif devlet müdahalesine ihtiyaç duyuyor.
Dolayısıyla bugün bütün büyük çelişkiler, bütün
kapışmalar doğrudan ya da dolaylı bir biçimde
devlete yönelmeye başlıyor. Bu aynı zamanda hem
bir olanak, hem bir sorun. Bir olanak çünkü hareketlerin
ve mücadelelerin hızla politikleşmesine neden
oluyor ve bir sorun çünkü devlet tek tek kapitalistlerden
de toprak sahiplerinden de daha güçlü.
Türkiye konferanslarınızda birçok Latin Amerika
ülkesindeki yeni liberalizm karşıtı toplumsal
hareketlerin Başkanlık Sarayı'nın kapısına kadar
gelip, içeri girmediklerini vurguladınız. Bu ülkeler
sizin de bildiğiniz gibi yaklaşık 30 yıldır yeni
liberal porgramlarla yönetiliyorlar ve muazzam
miktarlarda yoksullaştırılmış ama sanayileştirilmemiş
emek güçlerine sahipler. Bu koşullar altında bu
tür ülkelerde gerçek bir devrimci iktidar değişimi
olması halinde uygulanabilecek halkçı, ön-sosyalist
bir programın köşe taşları neler olabilir?
Birincisi sol sosyalizmi nasıl kavramsallaştıracağımız
üzerine yeniden düşünmelidir. Sosyalizmden bir
ütopya olarak söz ediyorlar, gökyüzüne asılı bir
programları ya da hayalleri var, sosyalizmi yeniden
hayal etmeliyiz diyorlar, hayaller, ütopyalar...
Bu benim düşünme biçimime çok yabancı birşey.
Tersine bence sosyalizm, insanların kolektif olarak
çalışmaları, düşünmeleri ve eylemeleri içinde
ortaya çıkan pratik deneyimlerin içinden gelişebilir.
Sosyalizmi inşa etmenin temel yollarından birisi,
kolektif karar alma süreçlerini teşvik etmekten
geçer; meclisleri yaratma mücadelesinden, sendikal
sorunları, işyeri sorunlarını tartışacak işyeri
komitelerinin oluşturulmasından vs. Tarımda bölgesel
temelde kooperatiflerin ya da kolektif çalışma
kooperatiflerinin teşvik edilmesinden. Politik
partilerde tek bir kişinin hükümranlığı yerine,
faklı konularda çalışan aktif meclislerin teşvik
edilmesinden. Yani bütün yayınlarda, dergilerde
tek bir liderin fotoğraflarının yer almaması,
önderlerin toplantılara katılan temsilcilerin
rotasyona tabi tutulması gibi basit şeyler bile
tek bir önder etrafında örgütlenmiş hareket fikrini
yıkmak açısından önemlidir. Bir kez bu çerçeve
içinde bu ilkeyi yerleştirebilirseniz, o zaman
programları tartışabileceğiniz kavramsal bir yapı
da yaratmış olursunuz. Bence, geçiş programları
oluşturup bunları halka götürmemeliyiz. Bence
geçiş programları önerilerin, açık tartışmaların
ve çözümlemelerin etkileşiminden oluşmalıdır.
Peki ne tür çözümlemeler öngörebiliriz?
Sosyalizmin temelini yaratacak bir politik iktidar
mücadelesinin en önemli başlıklarından bir tanesi,
toplumda yaratılan artığın ele geçirilmesidir.
Mevcut yoksul, egemenlik altındaki, sömürülen
toplumlar muazzam miktarlarda artık üretiyorlar.
Yoksul ülkelerden bahsediliyor. Bunlar yoksul
ülkelerdir çünkü, ürettikleri zenginlik yeniden
yatırıma dönüştürülmüyor. O zaman öncelikle dış
ticareti, ödünç verilen bütün gelirleri ele geçirmeliyiz
ki, halk hükümeti bunları ülke içinde yeniden
yatırıma dönüştürebilsin. İkincisi dış borçları
kesinlikle iptal etmeliyiz. Bu yasadışı bir borçtur,
oligarşik sınıflar tarafından alınmışlardır, dolayısıyla
bırakalım bu borçları onlar ödesinler. Üçüncüsü
dışarıya doğru sermaye hareketlerini tamamen engellemeliyiz.
Bu çok radikal bir programdır ve elbette uluslararası
finans çevrelerini kaçıracaktır, mali sermayeyi
kaçıracaktır ve burada yatırım yapıp, karlarını
yurtdışına gönderen yerel burjuvazinin önemli
kesimlerini de kaçıracaktır. Bu bir başlangıçtır.
Bu yapısal değişiklikler toplumsal reformları
başarıya ulaştırmayı hedeflemektedir. Bir başka
deyişle eğer toprak reformu yapacaksanız, sorun
bunu nasıl finanse edeceğinizdir. Toprağı nasıl
işleteceksiniz. Krediyle, tohumla, teknik makineyle,
pazarlama olanaklarıyla vs... Bazı sanayileri
ulusallaştırmayı düşünüyorsanız, sanayiyi modernleştirmelisiniz.
Yeni yatırımlara, teknolojik iyileştirmeye, üretkenliği
yükseltmeye ve daha fazla işçiyi istihdam etmeye
ihtiyacınız var. Bunları ticareti, maliyeyi ve
sermayeyi denetlemeden gerçekleştiremezsiniz.
Peki endüstriyi ne ölçüde ulusallaştıracağınız
sorusu var. Stratejik sektörlerin dışında, bankacılık,
dış ticaret, telekomünikasyon gibi bazı stratejik
sektörler dışında, ulusallaştırmanın hızı, hükümetin
bunları normal sayılabilecek bir düzeyde işletme
kapasitesine bağlıdır. Çalıştıramayacak olduktan
sonra bunları ulusallaştırmanın anlamı nedir?
Dolayısıyla burada bir kapitalist yönetim altında
işçi denetimi dönemi olacaktır. Son derece istikrarsız
bir dönem, bazen kapitalistler işçilerin aldıkları
kararları reddedeceklerdir, ama, bence uzlaşma
mümkün olabilir. Dolayısıyla toplumsal dönüşümün
ritmi, bu toplumların ortak mülkiyet ve yönetimi
özel sektörün yerine geçirme yönünde artan kapasitesine
bağlı olacaktır. Birçok kapitalist işbirliği yapmak
istemeyecektir dedik. Bu durumda bir politik seçimde
bulunmalıyız: Performansın düşeceğini bile bile
toplumsal dönüşümü ilerletecek miyiz? Son olarak
bu yönde birçok küçük çaplı ve orta boy hizmet
sanayini ulusallaştırmak yanlışlık olur. Çünkü
bu, bu kesimleri gereksiz yere burjuvaziye yaklaştıracaktırve
ikincisi devletin de bunları işletecek kapasitesi
yoktur. Diğer türlü bunlara müdahale ederseniz,
kepsi sonunda kapanır, bu da hem işçiler hem de
tüketiciler için zararlı olur.
Yani toplumsallaştırma tek bir insan ömrüne sığacak
bir sürec değildir, belki iki üç nesil sürer.
Şu sektörleri düzenlemeye yönelik bir eğilim olmalıdır
birincisi kara borsa yaratmamaları, ikincisi işçilerini
sömürmemeleri için. Bu da bu özel firmaların vergilendirilerek,
zengin küçük burjuvalar olarak bir referans noktası
haline gelmelerinin önlenmesini gerektirir. İşçiler
fabrikada çalışıp, kendi işyerlerini açmayı düşünmesinler
diye. Belki ortalama bir vasıflı işçinin kazandığının
en fazla iki katı kadar kazanmalarını sağlayacak
biçimde vergilendirilebilirler. Peki bu kadar
çok sayıda küçük işletmeyi nasıl vergilendirebiliriz:
Ne kadar kazandıklarına dair tahminlerde bulunulabilir;
dolaylı vergilerle vergilendirilebilirler. Bu
çok karmaşık ve detay bir sorun. Ama karmaşık
bilgisayar programlarıyla, gelişmiş bilgisayar
sistemleriyle, planlı bir ekonomiyi örgütlemek
artık eskiye göre çok daha kolay. Bugün sektörel
hatta firma düzeyinde bile girdi-çıktı analizleri
yapmak mümkün ve birçok sektör arası arasındaki
değiştokuşları planlamak mümkün. Bugün planlamanın
teknik olanakları çok daha vadedici ve demokratik
biçimlere ve katılıma dayalı meclislerle daha
fazla alan bilgisi de elde edilebilmesi mümkün,
işçiler, tüketiciler gibi farklı kaynaklardan
gelen tüm bilgiler planlama sisteminin karar mekanizmalarına
akabilir. Böylelikle Sovyetler Birliği'nin bürokratik
planlama tarzından kurtulabiliriz.
|