FRFI: Özellikle de günümüz
koşulları için soracak olursak, Latin Amerika'nın
ABD için stratejik önemi nedir?
J. Petras: Pekala, Latin Amerika'nın dünya
ticaretindeki payının küçüldüğünü, Amerikan ekonomisinin
toplam dünya ticaretindeki öneminin azaldığını
ve bu yüzdende pek bir öneminin olmadığını iddia
eden sahte tartışma ile başlayabiliriz. Bu tür
tartışmalar, yersiz benzetmelerle yaygın olarak
yapılmaktadır. Şunu vurgulamak gerekiyor; Latin
Amerika ABD bankalarının en yüksek kar ettiği
ve tarihsel olarak deniz aşırı ülkelerden gelen
en yüksek kazancı sağladıkları bölgelerdir.
Üstelik ABD'nin en elverişli dış ödemeler dengesine
sahip olduğu tek bölge yine Latin Amerika'dır.
Ve bu yüzden ABD'nin Asya'daki hatta Avrupa'daki
çok büyük açıklarını tazmin etmesine de yardım
etmektedir. Bu açıdan bakıldığında, eğer Latin
Amerika olmasaydı dolar daha zayıf ve ABD'nin
dışarıdaki konumu da şu an olduğundan çok daha
kötü olurdu. Global stratejik öneminden ayrı olarak
başka etkenler de vardır. Meksika, Venezüella,
Ekvator, Kolombiya ve Arjantin petrol üreten bölgelerdir
ve ABD'nin önemli petrol kaynaklarıdır. Özellikle
de Orta Doğu'da kriz olduğu dönemlerde ABD, Latin
Amerika'da diğer bölgelerde gelişebilecek muhalefete
karşı harekete geçirebileceği sağlam bir taraftar
bloğuna sahiptir. Şu gerçeği de vurgulamak gerekir;
Latin Amerika'daki ABD şirketleri, özellikle de
en büyük 500 ABD şirketi Latin Amerika ekonomisinin
çok önemli kısımlarını kontrol etmektedirler.
Bu yalnızca endüstri ve hammadde değil fast-food,
gayri menkul, turizm, hava trafiği vb. alanlar
da bunların kontrolündedir. ABD'ye kar, faiz ve
telif hakkı ücreti sağlayarak ABD'nin zayıf noktalarını
güçlendiren tüm önemli sektörlerin üzerinde ABD
çok uluslu şirketleri ve bankaları oturmaktadır.
Tüm bu nedenlerden dolayı Latin Amerika'nın son
derece önemli olduğunu düşünüyorum. Venezüella
ve özelikle de Kolombiya ile ilgili kaygılar,
başarılı toplumsal dönüşümlerin Latin Amerika'nın
geri kalan kısmında örnek teşkil edebilecek bir
etki yapabileceği korkusuna eşlik etmek durumundadır.
Küreselleşme koşullarında herhangi bir değişim
yaratmanın mümkün olmayacağı tartışması bu düşünceyi
zayıflatmaktadır. Bu koşullar her türden sahte
sol ve reformist insanlar için temel argümanlardan
birini teşkil etmektedir. Bunların söyledikleri
şudur: "Elbette borçları unutmalıyız ve neo-liberalizmle
savaşmalıyız, ama gerçekçi olmalıyız; ABD'nin
gücü ve egemenliği göz önüne alındığında ne kadar
dayanabiliriz?" ya da bu biçimsiz terimi
tekrar kullanıp " Küreselleşme buna izin
vermez." Kolombiya'daki çatışmanın ABD'nin
yenilmezlik efsanesinin aşınmasını engellemeye
yönelik bir girişimi olduğunu düşünüyorum.
FRFI: Bu bağlamda planlanmakta
olan Amerikalıların serbest ticaret bölgeleri
(FTAA) hakkında bir şeyler söyleyebilir misiniz?
J.P.: Öncelikle son on yılda neler olduğuna
bir bakalım. 1990'lı yıllar Latin Amerika için
kelimenin tam anlamıyla korkunç bir dönemdi. Gelir
düştü, yoksulluk arttı, en büyük ekonomiler şişti
ve Brezilya modern dönemi kapsayan tarihinde en
kötü büyüme dönemini yaşadı. Diğer taraftan ABD
yatırımcıları, bankerleri, sanayicileri ve telekomünikasyonlar
için altın bir çağdı. Hiç bu kadar kar elde etmemişler,
tekellere teslim olan kamu işletmeleri hiçbir
zaman bu dönemdeki kadar çok olmamış, hiçbir dönemde
bu kadar çok faiz kazancını transfer etmemişler,
finansal pazarların düzensizliği yüzünden kendi
finansal dolaşımları yoluyla bu kadar çok yasa
dışı kazancı sevk etmemişlerdi. Şimdi bu altın
çağ yeterli gelmemektedir. Washington her şeyi
istemektedir ve sanırım bir çok düşünür ABD emperyalizminin
doymak bilmeyen iştahını küçümsemekle yanlış yapmaktadırlar.
İki şey akıldan çıkarılmamalıdır. Birincisi, Latin
Amerika ekonomilerinin son derece karlı sektörleri,
kitlesel sendikal mücadeleler yüzünden hala kamu
sektöründedir. Bunlar, Ekvator ve Meksika'daki
petrol endüstrisi, elektrik enerjisi ve hafif
sanayiidir. Bolivya'daki bazı mineraller, gaz,
petrol ve çok ciddi işçi direnişi nedeniyle özelleştirilmemiş
olan diğer bazı stratejik sektörlerdir. Kolombiya
için de aynı durum geçerlidir, bazı kamu kuruluşları
alıkonulmuştur. Bu sebepten Amerikalıların serbest
ticaret bölgeleri (FTAA) kamuya özel alanlarda
ulusal mevzuatın yerini alacak kurallar tarafından
çizilen bir yapı biçimlendirmek istemektedir.
İkinci ve daha önemlisi, sürmekte olan neo-liberal
politikalar taraftarlarını kaybetmiş durumdadırlar.
Artık halkı şaşırtıp kandırmaları mümkün değildir;
inandırıcılıklarını tamamen yitirmişlerdir. ABD'nin
1990'lardaki politik temsilcileri de her yerde
güvenirliklerini tümüyle yitirmişlerdir. Taledo,
Peru'da seçilmiş ve altı ay içinde arkasındaki
destek parmakla sayılabilecek kadar azalmıştır.
Bolivya'daki Sanchez de Lozada iktidarı zar zor
elinde tutmaktadır ve rejimini sürdürmesi hemen
hemen imkansızdır.
Her yıl onların olan bu altın yumurtayı kaybedecekleri
korkusunu taşımaktadırlar. Bu yüzden aşırı baskılarla
karşılaştıkları ulus devleti aşmak ve bir ABD
memuru yada tanınmış bir temsilci tarafında yönetilen
bir serbest ticaret komisyonu kurarak - belki
Miami'de- kanun koyucular yerel memurlar, yada
kitlesel hareketlere doğrudan maruz kalmak ve
uğraşmak istemektedirler. Bu türden doğrudan baskılara
karşı dokunulmazlık zırhına bürüneceklerdir. Böylece,
serbest ticaret alanı çok-amaçlı olacaktır. Bu,
neo-kolonyalizmden (sömürgecilikten) tam-sömürgeciliğe
giden daha ileri bir süreçtir. Bağımsızlık, basitçe
ABD emperyalizminin diğer silahı diyebileceğimiz
ulus ötesi varlık içinde tamamıyla eritilmektedir.
ABD yönetimi en güçlü nüfuza sahip olacaktır.
Bunu serbest ticaret bölgeleri ile birlikte gerçekleştirmek
ve sürdürebilmek için bazı mekanizmalara gereksinim
duyacaklardır. Bu yüzden, ABD askeri üsleri kurulmakta,
ortak tatbikatlar yapılmakta ve bu plan sayesinde
daha derinlemesine müdahaleler yapılmaktadır.
Bu konu ile ilgili bir şey daha söyleyebilir ve
sanırım bu belki biraz daha tartışılmalıdır. Eski
kuşak neo-liberallerin ( Brezilya'da Cardoso,
Ekvtor'da Noboa vb.) dağılmasıyla birlikte yeni
bir neo-liberaller kuşağı sosyal demokratlar kılığına
büründü.( Brezilya'da Lula da Silva, Ekvator'da
Gutierrez gibi bir popülist vb.) Bunlar ABD'den
sağlayacakları imtiyazları ve zamanlamasını tartışmak
istemelerine rağmen, FTAA'yı desteklemeye başlamışlardır.
Bu nedenle, bunlar yalnızca doğrudan kontrol düzeyinde
çalışmakla kalmamakta, aynı zamanda yeni destekçileri
olan eski solcuların ve halkçılardan oluşan yeni
kuşak içinde de çalışmaktadırlar. Yine de Gutierrez
Hintli organizasyonlar içindeki eski müttefiklerinin
muhalefeti ile karşılaşmaktadır ve Lula da Silva
çok sert IMF programından dolayı metal işçilerinin
ve kamu çalışanlarının itirazları ile yüz yüze
gelmektedir. Bu yüzden ulus ötesi varlık düşüncesi
Washington'un gündeminde en önemli konu olmaya
devam etmektedir.
FRFI: Latin Amerika'da gelişmekte olan
direnişi nasıl değerlendiriyorsunuz?
J.P.: Direniş son derece yayılmış durumdadır.
FTAA'lara karşı muazzam bir muhalefet vardır.
Hiç mübalağa etmeden bu muhalefetin nüfusun 3/4'ünü
kapsadığını söyleyebilirim. Eğer Bolivya'ya bakarsak,
sürmekte olan en önemli kitlesel mücadelenin bir
kısmını gösterebiliriz. Kent ayaklanmasının olduğu
gün Sanches de Lozada'yı neredeyse deviriyorlardı.
Polis devreye girdiğinde Bakanlık Sarayından bir
ambulansın içinde gizlice sıvışmak zorunda kalmıştı.
Birileri O'nun bir hemşire kılığına büründüğünü
söylediler. Doğru olup olmadığını bilmiyorum,
ama Santa Cruz ve Cochabamba gibi kentlerdeki
caddeler ordu tarafından ele geçirilmişti, fakat
dev muhalif hareketler tarafından kuşatılmıştı.
Olağanüstü bir lider olan Evo Morales'de oradaydı.
Kendisi parlamenter mücadele ile parlamento dışı
mücadeleyi çok yaratıcı bir biçimde birleştirdi.
Bunu yapmak için, parlamenter mücadeleyi kitle
mücadelesinin inisiyatifine bağladı ve kentteki
hareketleri, serbest çalışanları, gelişmekte olan
yada sınıf-yönelimli işçi sendikalarını birleştirmeye
çalışan halkçı bir koordinasyon yarattı. Oradaki
mücadele olağanüstü ilerlemişti. Evo çok net bir
anti-emperyalistti, herhangi bir belirsizlik yoktu.
Kızılderililer için bir otonomi benimsemek ve
coca'yı yasallaştırmak isterken; O And bölgesi
ülkelerine çok geniş bir bakış açısına sahipti.
Günümüzde en gelişmiş mücadelelerden biri budur.
İkinci sırada sayılabilecek gelişmiş bir mücadele
örneği de Kolombiya'dır ve bence bu mücadeleye
çok boyutlu bir mücadele olarak bakmak zorundayız.
Gerilla hareketi 25.000 kişiyi kapsamaktaydı ama
bu sayı çok kolay bir biçimde 50.000 savaşçıya
ulaşabiliyordu. Hafif silahlarla çok iyi bir şekilde
silahlanmışlardı. Manuel Marulanda, Latin Amerika
tarihindeki en büyük gerilla komutanlarından biridir
ve bir çok yönden Ho Chi Mihn yada ünlü Vietnamlı
General Giap ile mukayese edilebilecek yetenekleri
vardır. FARC'ın nüfuzu herhangi bir yerde kırsalın
belki de toplamında %40'ına ulaşmaktadır. Liderleri
kitle hareketine sıkı bir biçimde bağlı olan ağırlıklı
olarak %70-80'in üzerinde bir köylü hareketidir.
Onlar, ilkelerinin pek çoğunu bir kenara bırakarak
parlamentodaki rahat koltuklarına dönmeyi rahatça
kabul eden Güney Amerika'daki bazı küçük liderlerden
farklıdırlar. Kolombiya'da bu tarz bir olaya rastlamanız
pek mümkün değildir. Buradaki hareket çok güçlü
sınıfsal köklere sahiptir ve çok gelişmiştir.
Kolombiya hakkında söylenmesi gereken ikinci şey
kitle mücadelesidir ve bu bağlamda da işçi sendikalarının
ve ardından da kırsalın radikalleşmesine neden
olan neo-liberal politikalara bakmak gerekir.
Topraksız işçiler, küçük köylüler, orta ölçekte
kahve üreticilerinin üzerinden ilerleyen bir tarım
bloğu vardır ve bunlar devlet sübvansiyonlarının
kesilmesinden ve serbest ticaret politikalarından
olumsuz etkilenmişlerdir.
Bu olumsuz politikalar ucuz tahıl ithal edilmesine
ve kahve üreticilerinin destek bulmadıkları için
başarısız olmalarına neden olmuştur. Bu nedenle
burada, on binlerce muhalif insanı çok başarılı
bir biçimde harekete geçirebilen bir blok vardır.
Bunlar rejimle başa baş mücadele veren, ölümlere,
mücadelenin sonuçlarına göğüs geren hareketlerdir.
Bunlar içinde işçi sendikaları hareketini, kamu
emekçilerini, okul öğretmenlerini, imalat işçileri
şubelerini, muz işçilerini, petrol işçilerini
sayabiliriz. Bu bir ölüm kalım mücadelesidir.
Devletin gücü bir sorun olarak masaya yatırılmış
durumdadır. En azından, sınıf mücadelesinin gelişmiş
müfrezeleri kapitalizme karşı sosyalizm tartışmasını
masaya yatırmışlardır. Sanırım Orta Doğu dışında
ABD'yi kaygılandıran en önemli mesele budur.
Şu ana kadar en gelişmiş hareketlerin hangileri
olduğu konusundaki kendi düşüncemi belirttim.
İkincil düzeyde, ama çok da ötede olmayan, anılması
gereken ise Venezüella'daki harekettir. Bu hareket
çok kompleks, çok çelişiktir, fakat daha net bir
sınıfsal kutuplaşmaya doğru ilerlemektedir. Chavez
bir tür dış politika milliyetçisi olarak başladı
ve bu da ABD'yi tahrik etmeye yetti. Kendisi konut
sorunu, okullar vb.'ini kapsayan refah harcamalarıyla
ilgili bir takım programları hayata geçirdi. Ayrıca
artırımlı vergi konusunda küçük bir başlangıç
yapılmasını ve refahın bazı bölümlerinin vergilendirmeye
başlanmasını sağladı. Venezüella'nın vergi sisteminin
tamamı gerileyen bir sistemdir ve petrol gelirlerine
dayalıdır. Chavez'in politikaları bir çeşit ilerlemekte
olan Bonapartizm'dir ve ülke dahilindeki farklı
gruplar arasında dengede durmaktadır. Bir yandan
ABD şirketlerinin çıkarlarını gözetirken, öte
yandan OPEC, Küba ve Kolombiya konusunda bağımsız
dış politika belirlemektedir. Buna rağmen yerel
burjuvazinin ABD ile işbirliği yaparak gerçekleştirdiği
iki darbe girişiminden sonra, Chavez çok önemli
bazı yollara yönelmeye başladı.
Öncelikle emperyalizm yanlısı ordunun bazı bölümlerini
temizledi. Ülke içinde herhangi bir gelişme sağlanabilmesi
için bu önemliydi. İkinci olarak çevre ülkelerle
bilinçli ve temkinli komşuluk ilişkileri organize
etmeye koyuldu. Üçüncü olarak da emperyalizm taraftarı
entrikacı sendikaların yerini alacak sınıf-merkezli
alternatif işçi sendikası çekirdeğini oluşturacak
bir politika geliştirmeye başlamıştır. En önemlisi
de kamu teşebbüslerini ulusallaştırmış olmasıdır.
Bu, kulağa biraz anormal gelmektedir, ama bu kamu
teşebbüsleri, gelirinin %60'ı maaşlara harcanan
kuruluşlardı. Kıdemli yöneticilerin maaşları yıllık
400-500.000 dolardı. Petrol gelirlerinin çoğu
ABD'deki CITCO'ya yatırılıyordu. 1 milyon dolarlık
gaz istasyonları zinciri Venezüella'ya dönmek
yerine, toplumsal ve ekonomik alanda öncelikli
yatırımlar tasarlamak üzere Venezüella kamu merkez
bankasının finansal ağında kullanılmak yerine,
dışarıya, ABD'ye, Wall Street'e ve finansal çevrelere
gidiyordu. Bu nedenle, kamu teşebbüsü adı altında
var olan şey, temel dinamik yatırım kaynaklarının
kan kaybetmesinden başka bir şey değildi.
Bu gün, Chavez bu yöneticilerin çoğunu ve tüm
süreci sabote edebilecek -teknik personel diye
anılan- insanların bir kısmını temizlemiş durumdadır.
Bir tür felaket yada hükümdarlık politikası vardı.
Bunlar işten çıkarıldı. Şimdi, petrol en azından
ulusalcı diyebileceğim Ali Rodriguez'in sorumluluğu
altındadır. Kendisi 1960'larda bir gerillaydı,
bu gün içinse ılımlı bir ulusalcıdır. Aklı başında,
dürüst bir adamdır. Ve sanırım ülkeyi geliştirmek
için bir kaynak olarak petrolün yeniden canlandırılmasına
ve en azından o olağanüstü maaşların ve harcamaların
önünün kesilmesine öncelik tanınmış bulunmaktadır.
Anahtar budur. Eğer petrol gelirlerini kontrol
edebilirsiniz; toprakta reformu, kamu teşebbüslerini,
kamusal gelişim için yapılan araştırmaları, toplumsal
gelişimi vb. finanse edebiliriz. Bu bir sosyal
refah devletinin, bir sosyal ekonominin, bir ulusal
sosyal demokrat devletin oluşturulmasında bir
ilk adım olarak çok önemli bir girişimdir. Ve
sanırım orada dinamikler alttan gelmektedir. Chavez
sınıfları uzlaştırmaya çalışmaktadır. Ama mücadelenin
yarattığı baskılar, emperyalizmin darbeleri ve
tabandan gelen baskılar altında; O radikal bir
istikamete ilerlemektedir ve bu çok önemli bir
gelişmedir.
Arjantin'de 2001'deki ayaklanmadan bu yana orta
sınıfta çok büyük bir radikalleşme yaşanmıştır.
Ve sanırım bu ifadeyi tırnak içerisinde kullanmalıyız.
Bizim 'orta sınıf' diye bildiğimiz kesim, Arjantin'de
yılda 10-12.000 dolar kazanan bir sınıftır. Buenos
Aires'te ise nüfusun %35'i yada daha da fazlası
proleterleşmiş durumdadır. Pek çoğu işini kaybetmiş,
gelirleri 2/3 oranında azalmış durumdadır ve artık
nesnel olarak orta-sınıf değildirler. Aşağıya
doğru değişen ve gittikçe proletaryanın yaşam
standartlarına yaklaşmakta olan, sınıf politikasının
bazı düşünüş biçimleriyle ortaklık kuran, yürüyüşler
ve isyanlarla uğraşan, işsizlerin hareketine destek
veren vb. bir orta-sınıf söz konusudur. Bu çok
büyük bir değişimdir. Yaşam standartlarında inanılmaz
bir çöküş yaşanmaktadır ve nüfusun %60'ına yakını
akıl almaz bir yoksulluğa sürüklenmiş durumdadır.
Aynı ülkede 1998'de kişi başına düşen gelir yıllık
9.000 dolardı, şimdi bu gelir 2.500-2.700 dolara
düşmüş durumdadır. Yinede bu rakamlar korkunç
eşitsizliği yansıtmaktadır.
İşsizlerin örgütlendiği, yöresel halk meclislerinin
geliştiği, alt orta-sınıfın cisimleştiği kapitalizmin
çöküşünün ve bankacılık dolandırıcılıklarının
tasarrufların yok edildiği bir ortam söz konusudur.
Nesnel olarak bakıldığında, bunun devrim öncesi
bir durum olduğu söylenebilir. Yine de ne olduğuna
bir bakalım. Temel öznellik faktörü eksiktir.
Bireylerin ya da grupların öznelliğinden bahsetmiyorum;
kastettiğim şey varolan sol grupların öznellik
problemidir. Birileri benim çok sekter diye adlandırabileceğim
bir devrim kavramı ileri süren Piqueteros'ları
da ekleyebilir. Herkes kendi küçük grubu içerisinde
kimin diğerini yeneceğini görmek ve bayrağını
yükseltmek için diğer gruplarla kavga etmekle
meşgul.
Bu yüzden, bu olağanüstü tarihsel fırsat karşısında
dehşet verici bir parçalanmışlık vardır. Birini
diğerinden ayırmıyorum. Sanırım, tüm bu grupların
çevresinden dolaşmak için yeterince kabahat mevcuttur.
Bazı küçük entelektüel grupların etkilendikleri
ve halkçı çevrelerde yaydıkları -birkaç liderleri
de gerçekten etkilemiş olan- bir ideolojik etki
görülmektedir. Bu, yeni devrimin devlet gücünü
ele geçirmeksizin gerçekleşeceği düşüncesidir.
Örneğin Meksika'da yaşamakta olan bir İngiliz
akademisyen olan John Holloway: "Devlet gücünü
ele geçirmek için savaşmak zorunda değilsiniz,
yerel düzeyde paralel organizasyonlar yaratın.
Bu organizasyonlar bir şekilde kendilerini çoğaltacak
ve neticede sisteme nüfuz ederek onu dönüştürecektir"
demektedir.
Bu, belli bir takım popülist cilalanmalarla gereğinden
fazla uzatılmış bir Fabianizm'dir. Bu ideoloji,
bazı yerel hareketlerin gerçek bir sınıf bilinci
ve sınıf kavramı geliştirmelerine yardım etmek
yerine onların sınırlılıklarını belli bir sisteme
bağlamaktadır. Yerel düzeyde bir takım ilişkileri
basitçe yer değiştirerek hiçbir sorunu- hatta
en temel problemler olan besin ve iş problemini
bile çözmek mümkün değildir. Başka bir deyişle,
Holloway, insanların hayata kalabilmek için zaten
yerine getirmek zorunda oldukları stratejileri
politik bir ilke düzeyine yükseltmektedir.
Tüm bunlar bir araya gelince, sonuçta başa çıkılması
oldukça güç bir durumun ortaya çıkmasına neden
olmaktadır. Sorun, yaklaşan seçimlerdir. Seçim
politikalarına karşı benim tavrım hem genel hem
de özel olarak hep olumsuz olmuştur. Bunun nedeni,
seçime giren sol partilerin burjuva devletine
ve politikalarına evrilmeleri ve adaptasyonları
ile ilgili geçmişte ve günümüzde edindiğimiz tüm
deneyimlerdir. Buna rağmen, gündeme getirdiğim
soru şudur: -ki cevabını ben de bilmiyorum- Ne
kadar çekimser oy alabilirsiniz? %50 alabilir
misiniz? Eğer yalnızca %25 alırsanız ne olacak?
Başkaldırının masada olmadığı özel koşullarda
halkın %75'i oy kullanırsa ne yapacaksınız? Öyleyse,
henüz hikayeyi bildiğimi söylemiyorum ama sokaktaki
insanların büyük çoğunluğunun oy verebileceği
ihtimalini göz önünde bulundurmamız gerekmektedir.
Bir isyan politikasıyla ilgili alternatif bakış
açısı gündemde yoktur. Burjuva partileri en az
altıya bölünmüştür. Buda solun birleşmesi durumunda
alabileceği %25'lik çoğunluk oy dilimin gözlerden
saklamaktadır. Bu durumda ne yapacaksınız? Yine
de seçim diyebilir misiniz? Ama seçim derseniz
ve tüm küçük gruplar kendi adaylarını göstererek
oyların %2-3'ünü alırlarsa; bu da bir güçsüzlük
yanılsaması yaratacaktır. Eğer çekimser kalınması
çağrısı yaparak oyların %25-30'unu almanız durumunda
Menem gibi bir faşist iktidara gelirse; bundan
nasıl kurtulacaksınız? O Menem ki Latin Amerika'nın
gelmiş geçmiş tüm faşist grup liderlerinden herhangi
biri kadar uğursuz ve tehditkardır.
Bu yüzden, zor bir durumla karşı karşıyayız. Şunu
söylemek cesaretini kendimde buluyorum; eğer sol
inandırıcı bir ortak aday çıkarırsa, oy toplamını
güvence altına alabilir ve tüm politik düzeni
daha radikal bir dönüşüm yaratmak üzere sorgulatabilir.
Eğer ne yapıp yapıp oyların %40-50'sini çekimserleştirebilirlerse,
sistemi gayri meşrulaştırmış olacaklardır. Tüm
bunlardan dolayı, dışardan kesin yargılara varmak
zordur.
Burjuva partileri çok derin bir kriz içindedirler.
Bu çok net görülmektedir. En kaba Marksist bakış
açısıyla, Arjantin'deki kapitalist sistemin toptan
çökmekte olduğu da çok net bir biçimde söylenebilir.
Hiçbir şey işlememektedir. Nüfusun %30'luk kesimini
oluşturan ve zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir
şeyi olmayanları, yoksulluk sınırı altında yaşayan
%60'lık kesimi, aşağıya doğru düşmekte olan bir
orta-sınıfı, bölünmüş bir egemen sınıfı düşünecek
olursanız; açıktır ki bu, Marx'ın bir sosyalist
devrimin gerçekleşmesini mümkün kılacak koşullar
hakkında bahsettiği durumdur.
|