Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Yugoslavya Sonrası ve Sırbistan-Karadağ'ın Olağanüstü Hali

Andrej Grubacic'le röportaj
Tamara Vukov
22 Nisan 2003

“Ezilenlerin geleneği, bize, içinde yaşadığımız
‘olağanüstü hal’in istisna değil
kural olduğunu öğretmektedir”

Walter Benjamin


TV: Bu yıl, şubat’ın 4’ünde, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin yerini, yeni Sırbistan ve Montenegro devleti aldı. Mart’ın 12’sinde Başbakan Zoran Djindjic’in öldürülmesinin ardından, bu yeni siyasi oluşumun tamamına yakını, olağanüstü hal altına girdi. Olağanüstü hal dayatması, gerçek demokrasiye giden ve ulusun düzenini yeniden tesis eden ilerici bir olanakmış gibi sunulmakta. Bu olağanüstü hal önlemlerinin neye benzediğini ve bu önlemler doğrultusunda tam olarak neler yapılmakta olduğunu bizlere anlatabilir misin?
AG: Olağanüstü hal, küçük bir grubun, yaşadığı evi alıp, ülke-çapında bir hapishaneye dönüştürdüğü akıldışı bir çabayı yansıtmaktadır. Garip olan şu ki, bu delilik başarıya da ulaştı. Zoran Djindjic cinayetine hükümetin tepkisi, olağanüstü hal ilan etmek oldu. Polise, normal yargı prosedürüne uymaksızın, 30 gün boyunca, insanları gözaltına alma ve tutuklama hakkı tanındı, üstelik tutuklunun avukat tutma hakkı da yok. Polise, hiçbir gerekçe göstermeksizin evlere girme, keyfi olarak telefon konuşmalarını dinleme, takip etme, casusluk yapma ve araştırma yapma yetkisi de verildi. Artık polisin, şüpheli izlenimi bırakan her kim olursa olsun, gözaltına alma hakkı var. Grevler ve siyasi meclisler yasadışı ilan edildi, ve insanların hareket etme hakkı ciddi biçimde kısıtlandı. Sansür başlatılırken, olağanüstü halin ilanı veya ortadan kalkışı konusundaki kamusal tartışmalar da yasaklandı. Human Rights Watch (Insan Hakları Gözlem), Sırp hükümetini uyararak, bu türden otoriter uygulamaların, Avrupa Birliği yönergelerine aykırı olduğunu söylerek çoktan tepki gösterdi, ahlaki olanlardan bahsetmeyeyse gerek bile yok.
Olağanüstü hal konusundaki ikinci önemli husus, bu duruma hiçbir sınır çizilmemiş olmasıdır. Olağanüstü hal, meclis başkanının kararıyla, suikastla ilgili suçluları avlamak üzere ilan edildi, ama tabii başka suçlara bulaşmış suçlu tarafları da kapsayacak biçimde. Çerçevesi ve süresi tamamen belirsiz. Tarif edilmemiş herhangi bir suçun tüm suçlu taraflarını belirlemekse hayli zor, ve tabii, olağanüstü halin kalkması için hükümete göre “yeterli koşulları” sağlamak üzere hangi suçların çözülmesi gerektiği de.
Olağanüstü hal uygulaması altında, millet meclisinin otomatik olarak toplandığı anayasal prosedürün izlenmesi meselesini ele alın. Millet Meclisi binasına yapılan toplantı çağrısı, o koltukları işgal eden üyelerin bir meclisi niteliğinde değildi. Kimse, hiçbir zaman, kaç kişinin mevcut olduğunu saptmaya bile çalışmadı, birçok üyenin kendisinin de söylediği üzere, katılımı kaydeden elektronik sistem bağlantısı koparılmıştı.
Kısacası, ne zaman geri verileceği konusunda herhangi bir işarette veya vaadde bulunulmaksızın, Yugoslavya-sonrası toplumunun özgürlüğü, çekilip alınıverdi. Tabii bir daha geri verilmesi söz konusu olacak mı, o tarafı da belirsiz.

TV: Bahsettiğin polis kuşatmasının ve olağanüstü halin siyasi sonuçları ve ülkedeki etkileri neler? Basın yayın organlarında lanse edildiği gibi, örgütlü suçların hedef alınmasıyla sınırlı mı? Yoksa, daha geniş bir seçmen ve siyasi muhalif kitlesi de mi hedef alınmakta?
AG: Adalet Bakanı Vladan Batic, çağdaş Sırbistan’ın, en az 2000 kişiyi barındaracak çağdaş cezaevlerine sahip olması gerektiğini söyledi. Öyle görünüyor ki bunu başardı da! Öyle görünüyor ki, günümüz Sırbistanı’nın modernizasyonu, modern hapishane inşa etmek anlamına geliyor.
Öte yandan, bu hapishanelerde, olağanüstü hal sırasında gözaltına alınarak tutuklanan 7000 emekçiye yetecek kadar yer bulunup bulunamayacağını da doğrusu pek bilemiyorum. Aralarında anarşistler, başbakanın öldürülmesini açıkça kutlamakla birlikte köşesine çoktan çekilmiş insanlar, halk ozanları, köşeyazarları, bakanlığın dilini kullanacak olursam, bir de şu “doğrudan suçlular” var. Bunlar, “Sırbistan’ın Avrupalılaşması” denilen şeye karşı çıkmak nedeniyle suçlu olanlar.

TV: Peki, eğer, olağanüstü hal önlemleri, ilan edilme gerekçeleriyle, yani Zoran Djindjic’i öldürenleri bulmak ve örgütlü yasadışı suç gruplarını hedef almakla sınırlı tutulmuyorsa, gündemde daha geniş kapsamlı bir siyasi mesele mi var? Herhangi bir biçimde siyasi açıdan iyiye gidişat var mı, varsa hangi açılardan?
AG: Başbakan Djindjic cinayetinn berbat bir suç olduğu konusunda hiç kuşku yok. Ama peki bu durum, tüm toplumun özgürlüklerine sınır tanımaksızın, tamamen el konmasını meşrulaştırır mı? Bana öyle geliyor ki bu sorunun cevabı “hayır”dır. Tüm bir toplumu hapse atamazsınız ya, olağanüstü hal uygulaması, tamı tamına da tüm toplumu hapse koymaktadır. Günler sonra dahi olağanüstü hal uygulamasının kaldırılmamış olması gerçeği, açıkça göstermektedir ki, bu durum, farklı çıkar çevreleri arasındaki “nüfuz alanı” savaşını yönlendirmek üzere kullanılmaktadır. Iktidardaki çıkar çevresi, diğer bir çıkar çevresini yok etmek üzere kendi silahlarını –yani terör ve şiddeti– kullanmaktadır.
Sırp hükümeti, düpedüz, tüm muhalefeti, tüm rakipleri, muhalifleri, farklı siyasi tercihleri suçlu gibi göstermeye çalışmakta. Sırbistan’da kalıcıymış gibi görünen “olağanüstü hal”in kalkması durumunda bile, iktidarı elinde tutabilmek için, hükümet, insan haklarına ve akla yapılan bu türden saldırıları meşrulaştırma hizmeti gören terbiye edilmiş basın yayın organlarının ve entellektüellerin yardımını da alarak öldürülen başbakanı şehit ilan etme yöntemine başvuruyor.
Geçtiğimiz günlerde, adalet bakanı Vladan Batic, meşhur bir Belgrad gazetesiye yaptığı bir röportajda, katillerin kim olduğu sorusuna cevaben, kendi “şer şüphelileri” kategorileştirmesini ortaya atıverdi. Bakan, evvela, vatandaşların çoğunu, dolaylı olarak başbakanın öldürülmesiyle ilgili muhtemel şüpheliler konumuna attı. Daha sonra, “vatandaşların ne kadar da minnet dolu olduğunu, yüce bir ruhla nasıl da gülümsediklerini”, genel olarak da, “kendilerini daha fazla güvende hissetmelerini sağlayan olağanüstü hal ilanı için hükümete nasıl da şükran duyduklarını” söyleyerek devam etti. Peki, gerçekten de durum bu muydu?
Mesela, grevler neden yasadışı ilan edilmişti? Halinden memnun olmayan işçilerle başbakanın öldürülmesi arasında ne gibi bir bağ olabilirdi ki? Başbakanı öldüren, grevciler değildi. Resmi suçlamaya göre, katiller, başbakanla gizli bir pazarlık içinde olan suçluların işiydi.
Dahası, Batic, “gazetecilere, analizcilere, ve köşeyazarlarına” karşı da amansız bir husumet gösterdi. Bu kadar kin nereden kaynaklanır ki? Batic, bu insanları, mücadele edilmesi gereken üçüncü kategori suçluları olarak değerlendiriyor. Reformları eleştiren herkes, benzer bir biçimde, katillerle eşdeğer tutuluyor. Özellikle de gazeteciler ve muhalifler.
Dirayetsiz hükümet, kendi sorumluluğunu gizlemek üzere panik yayıyor. Bu cinayeti önlemek mümkün müydü? Cinayetten sonra, kimse istifa etmedi. Kimsenin konumunda bir değişiklik olmadı. Bizi yönetenler, olağanüstü hal altında da aynı insanlar. Taraflardan biri, trajik bir olayı kötüye kullanıyor. Düz devlet memurları, olağanüstü hal vasıtasıyla, medyadaki söz dinlemeyen düşünürleri tam da linç ederken, kamuya açık tartışmalar susturuluyor, özgür-düşünen tüm insanların eli kolu bağlanıyor. Demokrasi bu mu? Öyle görünüyor ki, bu.
Birkaç gün önce, hükümet başkanı yardımcısı, muhalefetin olmamasından kaynaklı olarak hiç de şikayet etmememiz gerektiğini duyurdu. Ne de olsa artık bir demokrasiydik, ve haliyle artık muhalefete de ihtiyaç yoktu, yani o kadar demokratiğiz ki, herhangi muhalefetin olması da lüzumsuz. Bu, tam da şu “tam demokrasi” dedikleri olsa gerek. Yani kendini bütünüyle gerçekleştirme esnasında, demokrasinin kendini yasaklama hali. Demokrasiye o kadar adamışlar ki kendilerini, artık hiç mi hiç ona ihtiyaçları kalmamış.

TV: Muhalefetin suçlu gösterilerek bastırılması koşulları altında, herhangi örgütlü bir tepki ya da şu sivil-toplum dediklerinden herhangi cevap gelmedi mi? Özellikle de, çoklukla Batı tarafından finanse edilerek, Miloseviç-sonrası Yugoslavya’da kitlesel bir kabarış gösteren ve esas görevi “insan hakları”nı izlemek olan sözde sivil toplum örgütü (STK) sektörünü düşünüyordum.
AG: Sırbistan’ın siyasi yaşamında olağanüstü güçlü bir etken olan ve içlerinde çok sayıda “bir-muhalif-kirala” türünü barındıran sözde sivil toplum örgütlerinin (STK’ların), bu temel insan haklarının askıya alınma durumuna nasıl baktıklarını anlatmak hayli ilginç olacak gibi.
Bugünkü durumdan önce, hepsi de, “milliyetçiliği” eleştirerek (ki örgütlerin çoğu, dış yardımı tam da bunun üzerinden sağladığı için bu, en karlı konudur) etnik azınlık mensubu bir yurttaşın haklarıyla ilgili küçücük bir olayı dahi şiddetle protesto etmeyi gayet iyi biliyordu. şimdiyse, yurttaşların temel hak ve özgürlükleri tamamen hiçe sayılırken (bu, belirli bir cemaatle sınırlı değil, söz konusu olan, tüm toplumun hak ve özgürlükleri) STK’lar ve “bir-muhalif-kiralacılar”, Sırp hükümetine tam bir sadakat besleyerek, bu durumu destekliyor. Resmi devlet aydınlarıyla “muhalif”ler arasında geçen tartışmalar, durmak bilmeyen bir sel gibi televizyonlara akmakta. Oturumlarda, Djindjic’in ölmünün nasıl da “uluslararası” bir mesele haline geldiği veya “olağanüstü halin, nasıl da, nihayet, doğuyla göbek bağını kestiği” gibi konular yer almakta. Ya da daha marazi bir havada, “Djindjic’in cenazesinin, inanca ve umuda muhtaç bir halk için nasıl da bir halk oylaması anlamına geldiği”, ya da “bir başbakanın öldürülmesinin ne kadar da berbat birşey olduğu”, çünkü “her güzel şeyin bedelini gözyaşı ile ödememiz gerektiği”, o halde bir gün “bir katarsise (rahatsız edici duyguları dışa vurarak onlardan kurtulma, ç.n.), sıradan bir yurttaşın katarsisine” erebileceğimiz...

TV: Medyada olağanüstü hali açıkça eleştirmenin yasaklandığı ve sansürün işlerlikte olduğu göz önünde bulundurulduğunda, olağanüstü halin akla getirdiği birçok soru işareti ve kapsamlıca bir kamusal tartışma üzerindeki etkisi ne oldu?
AG: Halk, inanılmaz aptallıklarla bombardımana tutulmuş vaziyette. Bakanlar, düzenli olarak su ve elektrik sağlanacağı vaadinde bulunuyor. Neden sağlanamayacaktı ki? Savaş filan mı çıktı ki? Medyada, çocuk bakımevlerini savunacakları sözlerinin yanında, doğumevi görüntüleri yayımlıyorlar. Su kaynaklarının kirlenmediğini ilan ediyorlar. Erzaklar normalleştirilmiş. Ulaştırma hizmetleri, diyorlar, tıkır tıkır işliyor. Polisiye sokağa çıkma yasağı ise henüz ilan edilmedi. Ekonomik reformlar, tam yol ileri, devam ediyor. Bu arada, Avrupa Birliğine üyelik sürecini hızlandırma vaatleriyle birlikte, uluslararası bürokrasinin akbabaları da üşüşmeye başlamış durumda.
Bu hükümet, 5 Ekim “devriminden” hemen sonra, örgütlü suç şebekesi üyelerini neden tutuklamaya başlamadı? Onları durduran kimdi? Gazeteciler mi? Köşeyazarları mı? Analizciler ve yorumcular mı? Neden Miloseviç-dönemi kodamanlarının servetini kamulaştırmadılar? Neden hızlandırılmış özelleştirme sürecinde herşeyi ele geçirmelerine ve daha da zenginleşmelerine izin verdiler? Bunlar, kimi finanse ediyor? Neden halühazırda harap olmuş bir ekonomide yoksulluk her geçen gün daha ve daha fazla artar? Tüm bunlar, kollektif bir nevroza tutulmuş olan bugünkü hükümetin, bir gün cevap vermek zorunda kalacağı sorulardır.

TV: Bugünkü olağanüstü halin sebebi olan güç ve iktidar ilişkilerine biraz daha genişçe bakalım. Geçtiğimiz günlerde, Djindjic’in öldürülmesiyle ilgili olarak, Helsinki Komitesi’nden (rahat konuşan bir STK) Sonja Biserko, “bu alçak eylem, Miloseviç-dönemi patolojisinden kurtuluşun başlangıcına alamettir” diyerek, aynı zamanda emsalsiz bir reform fırsatı sunduğunu ileri sürdü. Yürürlükte olan önlemler, ne dereceye kadar iddia edildiği gibi eski rejimden hakiki bir kopuş anlamına geliyor, ve geçmiş ve bugünkü siyasi sistemler arasındaki geçişte değişen (ya da değişmeyen) ne oldu?
AG: Esasen, Sırbistan’da yürürlükte olan olağanüstü hali tam anlamıyla anlayabilmek için, bir an olsun Miloseviç Sırbistanı’na gitmekte ve “Miloseviç’in sistemi” olarak adlandırabileceğimiz durumun kısa bir çözümlemesini yapmakta fayda var.
Miloseviç rejimi otoriterdi. Partiler, seçimler ve bir meclis vardı, ama gerçek demokrasi yoktu. Anayasa ve başka birçok yasa, görünüşte demokratik cinstendi, ama aslında tek adam yönetimi için bir paravandan başka birşey değildi.
Yine de Miloseviç, bir diktatör değildi. Yönetim biçimi, diğerlerinden hayli farklıydı, ama totaliter olarak adlandırılması oldukça zordu. Bazı bağımsız yayın organlarını ve birkaç çok güçlü yerel televizyon istasyonunu tolere etti, ya da tolere etmeye zorlandı. Ayrıca, Miloseviç, Stalinist türden, kişiye tapınma gibi şeyler üretmeye de çalışmadı. Televizyonda ne kadar az göründüğü hususu oldukça dikkat çekicidir; çoğu kişi, onun dervişvari sadeliğinden bahseder, yani otoritesiyle gösteriş yapma gereği duyma yoksunluğundan.
Son olarak, Yugoslavya, Avrupa’da yolsuzluğun en fazla olduğu ülkelerden biri olarak anılsa da -ki bu doğrudur-, Miloseviç’in iktidarda kalma nedeni, tamamen kendini zenginleştirmek değildi. NATO hava bombacıları, Belgrad üstüne “akıllı” bombalarını yağdırırken, bildiri ve broşür de atıyorlardı. Özellikle bir tanesini hala saklıyorum –üstüne bir fotoğraf ve Miloseviç’in “bunlar gibi” (resimdeki gibi) bir yatı ve villası olduğunu anlatan bir metin basmışlar. Işte CIA’nin beceriksizliği, Miloseviç’in sahip olduklarının fotoğrafını bulamamasından da açıkça belli.
En nihayetinde, Miloseviç, çokça iddia edildiği üzere yüzünü, esas olarak, Doğuya, Moskova’ya, ve Ortodoksluğa dönen biri de değildi. Akıcı bir Ingilizcesi var ve hiç Rusça konuşmaz. Kariyerinin erken safhalarında, New York’u düzenli olarak ziyaret ediyor, ve bu şehrin, favorisi olduğunu söylüyordu. Bir keresinde, Miloseviç, tıpkı bir zamanlar Tito’ya yaptığı gibi Washigton’un onu da tüm otoriterliğine rağmen kabul edeceği yönünde bir izlenime kapılmıştı. Bu izlenim tamamen temelsiz de değildir. Ama iki tarafın da karşılıklı olarak tutmadığı sözlerden sonra, kör milliyetçilik ve müdahalecilik, ardı ardına Slovenya’da, Hırvatistan’da, Bosna’da ve Kosova’da savaşlar doğurdu, ve işler, açıkça başka bir görünüme büründü.Her ne olursa olsun,
Sırbistan’da Miloseviç’in belli bir meşruiyeti ve siyasi projesine bulduğu bir miktar destek vardı.
Bununla birlikte, siyasi desteği, zamanla, seçmenlerin %20’sine kadar düştü. Ama bu %20’lik destekle, Miloseviç, %100’lük iktidarı elinde tutabiliyordu. Öncelikle, başlıca medya kuruluşları üzerindeki denetimi sayesinde, tatminsiz ve ne yapacağını bilemeyen vatandaşların kafasını bir güzel karıştırdı ve moralini bozdu. Seçim zamanı geldiğinde, ya evde oturacaklardı, ya da sözde “sahte muhalefet”e oy vereceklerdi. Herşeyin ötesinde, varolan seçim sistemi, %30’luk bir seçmen desteğinin, mecliste %50’lik bir temsile dönüşmesine izin veriyordu. Bir insanın ihtiyaç duyacağı tek şey, uygun bir koalisyon ortağı idi, böylece istikrarlı bir iktidara kavuşabilirdi. Güç ve iktidar, Miloseviç Sırbistan’ında hep büyük servetler getirmiş olduğu için, koalisyon ortağı arzı da kıt olmaktan hayli uzaktı.
Bu, Miloseviç’in, meclisteki çoğunluğu ve yönetsel egemenliği nasıl sağladığını açıklamaktadır. Bu, neden olağanüstü, diktatoryal önlemlere başvurmasını gereksiz kıldığını da açıklamaktadır. Tüm siyasi projeler ve kararlar, biçimsel parlamenter araçlar vasıtasıyla yürütülüyordu.
Miloseviç’in iktidarının temelleri, kendi partisinde kurduğu iktidarda yatmaktadır. Sırbistan Sosyalist Partisi, Miloseviç kontrolündeki siyasi iktidarın hakiki merkeziydi. Miloseviç, partinin sorgusuz sualsiz efendisi olarak, meclisin kontrolünü de eline geçirdi. Seçim kanunlarında yaptığı kararlı değişiklikler sonucunda (1992-1997), öyle bir sistem kurdu ki, parti, istediği zaman, temsilcilerini değiştirerek yerine daha itaatkar olanlarını getirebiliyordu.
Yasaları hazırlama sırasında hükümetin yasama kanadının kontrolü, Miloseviç’e yürütme kanadının da (yasama ve yürtüme zaten ayrılmamış olduğu için, genel olarak hükümetin de) tam kontrolünü sağladı.
Yasama ve yürütme erki üzerinde tam bir kontrol sağladığı için, Miloseviç açısından geriye, sadece yargı üzerindeki kontrol kalıyordu. Sırbistan Anayasasına göre, yargıçlar kalıcı bir biçimde atanıyordu, seçimleri ve görevden alınmaları ise meclis vasıtasıyla gerçekleşiyordu. Meclisi kontrol edebildiği için, Miloseviç, yargıyı kontrol etme şansına da sahip oldu. 30 Temmuz 1991’de yürürlüğe giren bir yasaya göre, tüm yargıçlar (2939) ve savcılar (619), meclisteki sözde “yeniden-seçimle”, tasfiyeye maruz kalacaklardı. Ama bu görevden almalar o kadar ayıklayıcı ve şapşalca yapıldı ki, işlerini, profesyonelliğin temel esaslarını bile gözetmeden yapan birçok insan, sadece hükümetin tepesinden gelen emirleri uyguluyor diye yerini korudu. Bu ise, birçok başka yargıcın, 1996 yerel seçimlerinin adli hırsızlığına karşı çıktığı bir durumu doğurdu. Ondan sonra ise, Miloseviç, yargıdaki durumu yeniden düzenleyerek devam etti. 1997’de, iktidarını daha da sağlamlaştırdıktan sonra, Miloseviç, “yargı meselesini tamamen halletmek” üzere yola çıktı. Bu ise gayet etkin bir biçimde, 60 tane “uygunsuz” yargıcın atılması anlamına geldi, ki suçları da sadece bağımsız yargı ilkesine bağlı kalmaktı.
Bu, siyaset ve yargı alanlarındaki kaymak tabakanın tümünün, eninde sonunda, nasıl olup da Miloseviç’e bağımlı kılındığıdır. Aynı durum, polis içindeki ve yasa yapma sürecindeki kaymak tabaka için de geçerlidir. MUP (Sırbistan’daki bir tür polis kuvveti) üyelerinin atanması konusundaki 1995 yasasının geçmesiyle birlikte, Miloseviç, polis memurlarını askeri generalliğe terfi ettirme ve Poliste üst düzey görevlere atama türünden özel yetkilerini de iyice genişletmiş oldu. Başka bir dizi özel kural sayesinde ise Miloseviç, Iç Güvenlik Dairesi’nin doğrudan idaresi yetkisini devraldı. Böylece, sadece Bosna ve Hersek’teki savaşın başta gelen yöneticilerinden biri olmakla kalmadı, aynı zamanda Sırp muhalefetini de kontrol etme şansına sahip oldu.
Miloseviç iktidarının yürümesi açısından özel öneme sahip bir başka husus da, ekonominin kaymak tabakasının doğrudan idaresidir. Miloseviç Sırbistanı’nda, sermaye birikiminin temel araçlarını, piyasada aramak yanlıştır. Tersine, mali kar, esas olarak devlet müdahalesiyle elde edilmekteydi –yani devlet tekeli, sistematik ayrıcalıklar, parasal spekülasyon ve hileli mali işler, genelleşmiş hırsızlık ve mülk tahsisatı, yasadışı ithalat, gizli pazarlıklar ve rüşvetle. Böylesi bir sistemde, iktidar seçkinleri, “siyasi sermayeyi” gerçeğe, yani mali kazanca rahatça dönüştürmekle kalmamakta, aynı zamanda tüm ekonominin akışını ve yönetimini de kontrol edip etkileyebilmekteydi.
Bu, Miloseviç’in, nasıl olup da tüm ülke ekonomisini çevreleyecek çıkar ağlarını ördüğüdür. Bu, öyle bir ağdı ki, sermayenin üretildiği heryeri (kendisinden ve ailesinden başlayarak, fabrika işçilerine ve işportacılara kadar) kuşatmaktaydı. Bu korunaklı ağa dahil olmak ise garantili bir maddi kazanç elde etmek anlamına gelmekteydi. Bu ağın en nüfuzlu üyeleri, yani ekonominin kaymak tabakasına mensup olanlar, piyasa üstündeki tekel durumu sağolsun, hızlı bir servet birikimini teminat altına almış vaziyetteydi. Piyasa üstündeki tekel, devlet “takas anlaşmaları”na (petrol ve gaz alımına) hile karıştırmaktan tutun da, sigara, silah ve daha nice malın yasadışı ticaretine kadar uzanan oldukça geniş bir yelpazeyi barındırıyordu. Bu da, ithalat-ihracat ruhsatlarını keyfince dağıtmak, hileli, düşük tutulmuş kurlar üzerinden döviz elde etmek, iltimas geçerek toprak dağıtmak filan gibi yollardan geçiyordu. Bu ayrıcalıklı ağın orta düzey mensuplarına gelince ise, onlar da (küçük çaplı dahi olsa) engelsiz bir alışveriş ayrıcalığına, tıkırında yürüyen güvenceli bir istihdam olanağına, yüksek bir devlet maaşına, ve devlete ait daireleri son derece ucuza kapatma gibi imkanlara itimat edebilirdi.
Sırbistan’da, 1990’lı yıllar boyunca, kendine-özgü bir iktidar yapısı bina edildi. Ben, bu yapıya, kleptokrasi diyorum. “Miloseviç doktrini”nin hakim paradigmasını, tarihsel bir bakış açısından, “otoriter tecritçilik” olarak adlandırmamız mümkündür.


TV: Peki Djindjic’in iktidara yükselişiyle birlikte, Miloseviç-sonrası dönemin koşullarında nasıl bir değişiklik oldu? Bu “otoriter tecritçiliğin” mirası ne oldu, ve yerine ne getirildi?
AG: “Petooktobarska revolucija” (“5 Ekim devrimi”) ve Miloseviç’in devrilmesiyle birlikte, birçok insan sahiden de ilerici bir değişim beklentisi içine girdi. Öte yandan, çoğu hakiki Yugoslav solcusunun ümit ettiği cinsten ekonomik ve katılımcı bir demokrasi kurmak yönünde adımlar atmak şöyle dursun, yeni bir otoriter doktrin eşliğinde yeni bir sistem kuruldu: Djindjic’inkisi. Djindjic’in sistemini de “otoriter modernizm” olarak adlandırmak mümkündür. Yani yerel aksana sahip bir yeni-liberalizm.
Djindjic, bir şansölyelik (başbakanlık ç.n.) sistemi inşa etti, ama aksilik bu ya, eşzamanlı olarak başkanlık sistemini felce uğratarak, meclisi kenara atarak, ve resmi devlet bakanlıkları içerisinde kendine ait alt-bakanlıklar kurarak. Yugoslav bir tarihçi, bunu, “Djindjic’in toy kurnazlığı” olarak adlandırdı. Bu, onun en büyük hatasıydı da. Oysa ki, kendi iktidarını biraz olsun küçültmeye, ve mutlak iktidarına tehdit oluşturmayacak türden bir arabulucu veya koordinatörün rolünü artırmaya çabalamalıydı. Böylesi bir strateji, ona, daha iyi bir gelecek sunabilirdi. Ama o, bunu yapmak yerine, elinde daha ve daha çok kontrol topladı, buna eşlik eden ise, her geçen gün daha ve daha çok azalan bir popülarite ve otorite oldu. Sözde seçkinler bile artık saygı duymuyordu. Daha farklı bir strateji benimsemiş olsaydı, en azından “Halk arasında popüler olmayabilirim, ama ‘zeki’ insanlar, hakimler, iş adamları, basın yayın mensubu seçkinler, ve tanınmış aydınlar benim tarafımda” deme şansına sahip olurdu. Bu, iktidar siyasetinin sadece olası bir başka biçimi. Popülarite değil, otorite istiyorum. Bununla birlikte, o, ne popülariteye, ne de otoriteye sahip olabildi, ama her geçen gün elinde, daha ve daha çok güç biriktirdi. Djindjic’in sisteminin gerçek rengi, Miloseviç-sonrası Sırbistan’ın siyasi hayatında kritik bir dönüm noktası olarak da değerlendirilebilecek olan “junski udar”la (Haziran Darbesiyle) açığa çıktı. şunu da belirtmekte fayda var ki, bu darbe, gayet becerikli bir şekilde uygulamaya kondu. Eninde sonunda, Djindjic, bir Miloseviç değildi, siyasi muhaliflerine o denli açık ve cepheden bir vahşetle yaklaşmıyordu.
Darbe, çeşitli koalisyon partilerinin kilit bakanlarından ve başkanlarından oluşan DOS (Miloseviç’i deviren muhalefet partileri koalisyonu) başkanlığının, “meclisin olağan oturumlarında sıklıkla devamsızlık yapan” 36 DOS üyesinin yetkisini hükümsüz kılmak üzere, 24 Mayıs 2002’de, bir önerge geçirmesiyle başlamış oldu. Meclis çoğunluğunun bu yönergeyi kabul etmesi ise 12 Haziranı buldu.
Ilk bakışta, bu yönerge, zararsız gibi görünüyordu, başbakan Djindjic durumu şöyle açıklıyordu: “amaç, ülkede düzen tesis etmektir, bu sayede, seçilmiş meclis üyeleri de maaşlarını haketmek için gerektiği gibi, layıkıyla çalışacaktır”. Fakat, böylesi bir yönerge, aslında yasalara tamamen aykırıydı. Yerinden edilen 36 üyenin çoğu ise DSS’den, yani Başbakanlık rolündeyken Djindjic’in en güçlü siyasi rakibi ve Yugoslav cumhurbaşkanı olan Vojislav Kostunica’nın partisindendi.
Aslında, DSS’nin, Djindjic’in siyasi manevralarını protesto ederek bu oturumları boykot etmeye karar verdiği göz önünde bulundurulursa, DSS üyelerinin olağan meclis oturumlarına katılmaması da anlaşılabilir bir durum olur. Hepsinden gülüncü ise şuydu ki, DSS, istese bile, 36 tane koltuğundan edilmiş meclis üyenin yerini doldurmayı başaramazdı, çünkü üye listesinde kalan isim sayısı sadece 13’tü. DSS, hükümsüz kalan sandalyelerin yerini kendi üyeleriyle dolduramadığı içindir ki, bu sandalyeler, DOS koalisyonundaki diğer partilere gitti –tabii en başta da Zoran Djindjic’in Demokrat Partisine. Komik bir hırsızlık sonucu büyük bir haksızlığa uğramış olan Sırbistan’ın en güçlü ve en popüler partisi DSS’nin, mecliste sandalye sahibi diğer üyeleri ise bu olayın ardından istifayı bastı.
Bu, Djindjic’in nasıl olup da meclis-karşıtı darbeyi, kendi siyasi gücünü artırmak üzere başarıyla kullanmış olduğudur. Djindjic, en güçlü rakibi olan Kostunica’nın DSS’ni, kayda değer bir dönem boyunca, oyun dışında bırakmayı ve bu yolla da hükümetteki yasaların pürüzsüzce, tıkır tıkır geçmesini sağlayacak olan meclis çoğunluğunu ele geçirmeyi başardı.
Bu da, meclisteki yeter çoğunluk meselesinin nasıl olup da Djindjic lehine çözüldüğüdür. Kısa bir süre sonra, kurallar, meclis başkanının yetkisinin de olağanüstü genişlemesini sağlayacak biçimde tekrardan değişikliğe tabi tutuldu. Böylece, “meclis oturumlarındaki asayişi bozan” seçilmiş üyelerin mecliste yer almasını 90 güne kadar yasaklama yetkisi de ellerinde toplanmış oldu.
Başbakan Djindjic’in Haziran Darbesinde elde ettiği üçüncü önemli avantaj ise DOS koalisyonunun geri kalanı üzerinde kurduğu karşı çıkılmaz iktidardı. O noktadan sonra, DOS’ta kalan partilerin hiçbiri, hükümete meydan okumaya ya da muhalefet etmeye yetecek kadar sandalyeye sahip olamadı.
Djindjic’in siyasi darbesi, neden ciddi bir halk muhalefetine yol açmadı? Herşeyden önce, çünkü sıradan yurttaşların tam anlamıyla kavrayamayacağı kadar karmaşık ve önceden planlanmış bir prosedür aracılığıyla, gayet ustaca yürütülmüştü. Ikinci olarak, ve daha da önemlisi, çünkü bu arada Djindjic, Sırbistan’daki en etkili kitle iletişim araçlarının kontrolünü ele geçirmede de başarılı olmuştu. Djindjic ve Kostunica arasındaki ilk atışmalar Ağustos 2001’de ayyuka çıktığında, Djindjic’in tüm basın yayın organlarında dengeyi kendi lehine döndürmede ne denli başarı sağladığı da açıklığa kavuştu. En fazla izlenen özel televizyon kanalına ek olarak, TV Pink, TV Politika ve TV Studio B, günlük gazeteler Novosti and Danas’in yanısıra Nedeljni telegrafın tamamı, onunla aynı siyasi kampa düşüyordu. Haziran 2002’de, Djindjic, günlük Politika’nın, devlet televizyonunun (RTS), ve bir diğer özel televizyon kanalının (BK Telecom) kontolünü de ele geçirdi. Sözün kısası, Djindjic, siyasi saldırısını icra ettiği sırada, içlerinden herhangi birinin, darbenin açıkça anti-demokratik olduğunu söyleyerek karşı çıkması bir yana, bu durumu halka anlatmak veya sadece açıklamak için bile bir nedeni veya bundan sağlayacağı bir çıkar yoktu.
2002 yılı ortalarına gelindiğinde, Djindjic, Miloseviç’in toplum üzerinde kurmuş olduğu siyasi denetimin tamamını da ele geçirmiş oldu. Partisinin tam kontrolüne sahipti. Hükümet ve meclisteki çoğunluğu arkasına alarak, petrol sanayiinden ormancılığa kadar en önemli işletmelerin yönetim kurullarının kontrolünü de zahmetsizce teminat altına almıştı. Dahası, siyasi-iktidar hırsıyla yanıp tutuşan kaymak tabaka mensubu bir kesitin yanısıra orta tabaka yönetici seçkinlerinin çoğu da onun hizmetine girebilmek için çoktan sıraya dizilmişti.
Bu, Djindjic’in, nasıl olup da yeni Miloseviç-sonrası çıkar ağlarını sağlama almış olduğudur. Üstüne üstlük, ekonomik “geçiş” ve “özelleştirme” de ağın genişlemesi için ideal bir gerekçe haline dönmüştü. Djindjic de, tıpkı Miloseviç gibi, yasama, yürütme, yargı-siyaset, iktisat, ve hatta kısmen de asker-polis takımının kaymak tabakasının kontrolünü ele geçirme konusunda başarılı oldu. Miloseviç’in sistemi, böylece, yeni bir yeni-liberal Sırbistan’a geçmiş oldu.
Miloseviç iktidarı sırasında yargının, yürütme tarafından nasıl yönlendirildiğini daha önce açıklamıştım. Bu uygulamaya, yeni rejim de devam etti. Itaatkar adalet bakanı Vladan Batic tarafından düzenlenen yeni tasfiye, tam da otoriter Miloseviç rejimi altında konulmuş olan kurallar –ki bu yolla adalet bakanı yargıdaki kaymak tabakanın doğrudan başı gibi hareket ediyordu– sayesinde gerçekleştirildi. Djindjic’in, yetkisini genişletmedeki başarısı neye dayanıyordu? Doğrusu ya, iktidarının dayanağı hiçbir zaman seçmenler veya oy verenler olmamıştı. Miloseviç’in iktidarının son günlerinde olduğu gibi, Djindjic ve partisi de %20’lik bir seçmen desteğinden fazlasına bel bağlayacak durumda değildi. Ama, Miloseviç gibi, Djindjic de %20’lik bir oyla iktidarın %100’ünü ele geçirmede başarılı oldu.

TV: 12 Mart’ta öldürülmesinin ardından, batılı basın yayın organlarının çoğu Djindjic’i bir aziz ilan etti. Djindjic, ülkesi için ilerici reformlar, umut ve gelecek getirmeye adanmış bir insanmış gibi sunuldu. Dahası, bunu gerçekleştirebilecek biricik insan veya bölgedeki tek ileri-görüşlü Batı-yanlısı politikacı oymuş gibi de lanse edildi. Bu nitelemenin tarafsız olmaktan ne kadar uzak olduğuna zaten değindin, bu duruma eşlik eden ve ülkeye iyi bir gelecek sunuyormuşcasına göklere çıkarılan siyasi ve ekonomik reformlardan bahsetmeyeyse gerek bile yok. Peki uygulanmakta olan reform gündeminin ve böylesi nitelemelerin doğurduğu sonuçların bazıları ne olabilir?
AG: Djindjic, yeni-liberal reformalar ve reformculuk üzerinde bir tekel kurdu. “Karanlık ve geri Sırbistan’ı Avrupa’ya yöneltmeye çalışan” “pragmatik bir reformcu” olduğu yönündeki ideolojik zırvalık, sadece Batılı hükümetlerden değil, her türden analizciden, terbiye edilmiş basın yayın kuruluşundan, ve yerli “sahte” muhalefetten de (nüfuzlu sivil toplum kuruluşlarından – STK’lardan) destek bulmakta gecikmedi. Yeni-liberaller, “adaletin yerini bulmasından” ve Miloseviç’in sonunda “ait olduğu yere” (Hague) gönderilmiş olmasından son derece memnundu. Ayrıca, ülkedeki liberaller, Djindjic hükümeti tarafından önerilen bir dizi kanuna ve politikaya da (özelleştirme, çalışma hayatı, vergiler gibi konularda), Sırbistan’ı “katı fakat adil olan piyasa kapitalizminin” dünyasına taşıyacağı için sempati duyuyordu.
Böylesi bir iktidar mantığı, birçok açıdan, başka bir doğulu Doğu vakasını çağrıştırmaktadır; Slovak başbakanı Vladimir Mecijara’nın (1991-1998), kendini-korumadan başka birşey olmadığını pervasızca hemen belli eden, şu “pragmatik, batı-yanlısı reformları”. Ülke kaynakları ve devlete bağlı basın yayın organları üzerinde çıkarcı bir denetim sağlamak, Mecijara’nın, tam dört yılını aldı. Önceden oluşturulmuş olan çıkarcı sisteme şükretsin ki Sırp şansölyesi, bu yoldan çok daha çabuk inmeyi başarmıştı. Öldürülmesinden birkaç ay önce, Djindjic, elinde mutlak bir güç tutuyordu. Bu mutlakiyetçilikse, hayatına maloldu.
Miloseviç’in ve Djindjic’in sistemleri arasında esaslı bir değişiklik olmadığını görüyorsunuz. Miloseviç devrinin derinliklerinden gelen aynı halk protestosu, geçişin çorak toprağında da çınlamayı sürdürmekte. Sistemlerin ikisini de, aynı, doymak bilmeyen iktidar mantığı taşırdı.


TV: Djindjic’in öldürülmesi, Batılı basın yayın organlarında, örgütlü suçların ve siyasi yolsuzlukların cesurca üstüne giden bir insanın ödediği korkunç bir bedel olarak gösterildi. Uzun süredir ihmal edip üzerinden atlamış olmakla birlikte, öyle görünüyor ki Batılı basın yayın organları, birderbire “örgütlü suçların”, sıradan Yugoslavların uzun süredir ödemekte olduğu ağır bedelin ardındaki siyasi neden olduğunu keşvediverdi. Sırbistan ve Karadağ’da Djindjic cinayetini çevreleyen koşullar için sence ne söylenebilir?
AG: Djindjic cinayetini açıklamak için farklı farklı senaryolar ortaya atılmakta. Bana en gerçekçiymiş gibi görünene göre ise durum şu: Djindjic, “yanlış insanlarla yanlış iş” yaptı, ki bu işi de muhtemelen kendisi bozdu. Ben, Djindjic’in, Yugoslav savaşları sırasında savaş suçu konusunda hayli tecrübe biriktirmiş ve devlet güvenlik güçleriyle içli dışlı hale gelmiş olan örgütlü suç şebekelerinin bazılarının üstüne cidden gittiğine ve bunları tasfiye etmeye çalıştığına inanıyorum. Ama bunun nedeni, Djindjic’in temiz olması veya örgütlü suçlardan ülkeyi temizlemek üzere tek-adam mücadelesine çıkması değildi. Galiba, daha ziyade, fiilen mutlak bir iktidar kurmuş olması dolayısıyla, Djindjic, Hague “mahkemesinin” arananlar listesinde ismi bulunması muhtemel önemli bazı şahısları aldatma gafletine düştü. Böylesi insanlarsa, yaptıkları anlaşmalarda ve işlerde kazık yemeyi affetmezler.
Sayısı çok da küçümsenemeyecek bir grup insan ise, Djindjic’in, “müthiş bir satranç oyununda” zayi olduğu yönünde bir inanç taşıyor. Bu oyunda, Alman taşı, yani Alman siyasi çevrelerine bağlı olan Djindjic’in kendisi, basitçe, Amerikan-yanlısı bir taşla yer değiştirdi. Kendi adıma, bu yorumun pek de mantıklı olduğunu düşünmüyorum.


TV: Sırbistan ve Karadağ’da varolan olağanüstü halle, nispeten geniş bir jeopolitiği, ve Bush doktriniyle birlikte birkaç yıldır yaşamakta olduğumuz küresel olağanüstü hali ne dereceye kadar bağlantılandırabiliriz?

AG: Insanları denetim altında tutmak için hükümetin sömürdüğü aşırı panik yollu toplumsal kontrol, Kuzey Amerikalı okurlara yabancı gelmeyebilir. Bu suikast, cidden de, 11 Eylül etkisinin bir nevi yerli, Balkan versiyonu olarak değerlendirilebilir. 11 Eylül 2001’den sonra, Amerika’da, bir cins olağanüstü hal başlatıldı, ki bu durum, bugün tüm dünyanın yaşadığı sürekli küresel olağanüstü halin de başlangıcı oldu. Bu durum, Amerikan başkanının 13 Kasım 2001 tarihli kararnamesi ile ilan edilen askeri düzenle birlikte iyice açığa çıktı. Bu kararname, terörist faaliyetlerde bulunduğundan şüphe edilen vatandaş-olmayan insanların (ABD vatandaşlığı olmayanların) konumu ile ilgiliydi, bu insanlar, belirsiz bir süre boyunca gözaltına alınmaya ve şüphelilerin askeri komisyonlara devrine izin veren özel bir mahkeye tabi tutuldular. Zaten, 26 Ekim 2001’in Amerikan Yurtsever Kanunu ile savcılığa, ulusal güvenlik açısından tehlike yarattığından şüphe duyulan herhangi “yabancıyı” tutuklama yetkisi çoktan tanınmıştı. Başkan Bush kurallarının yeniliği, bu insanların statüsünün radikal bir biçimde silinerek, yasal statüsü tam olarak sınıflandırılamayan, resmi olarak tanımlanamayan ya da alenice adlandırılamayan bir şey icat etmiş olmasında yatmaktaydı.
Insanın, karşılaştırma yaparak, Yugoslavya’daki olağanüstü halin, Amerika’daki resmi kısıtları çoğu açıdan andırdığını söylemesi mümkündür. Zarar görecek olan, yalnızca teröristler (Sırp örneğinde ise “örgütlü suçlulara”) değildir, yeni-liberal reformları onaylamayan herkes de artık hedef tahtasına alınmıştır. Sırp hükümeti, tüm vatandaşlarına karşı yerel, önleyici bir savaş ilan etti. Bu savaş, gözle görünür bir biçimde psikolojik aleni suçlama taktiklerine başvurarak nüfuz etmektedir: vatandaşların, birbirini potansiyel şüpheli olarak değerlendirmesi ve polise ispiyonlaması teşvik edilmektedir. Bu, bir tür, II. Dünya Savaşı sonrası uygulamasıdır, Yugoslavya’nın Stalinizmle 1948’de bozuşmasının ardından Yugoslavya’ya getirilen bir toplumsal denetim tekniğidir. Ve maalesef ki, daha sonra da Yugoslav toplumsal tarihi üstünde çok ciddi etkileri olmaya devam etmiştir.

TV: Gelecekte Sırbistan ve Karadağ’da olağanüstü halin kaldırılmasının doğuracağı sonuçların neler olacağını düşünüyorsun? Olağanüstü halin kısmi olarak kaldırılması artık tartışılmaya başlandı, ama çoğu siyasetçi, bazı önlemlerin, bu kısmi kaldırmadan sonra dahi devam edeceğini belirtmekte. Örneğin, polis, daha önce sahip olmadığı bazı yetkilerini koruyabilir. Siyasi olarak söylenecek olunursa, yakın gelecekteki ihtimaller neler?
AG: Ilan edilmiş olan olağanüstü hal, bugünün Sırbistanı’nda yer alan muhtelif sayıdaki toplumsal problemi çözmekten hayli uzak. Varolan toplumsal vaziyet, tam bir facia. Yoksulluk iyice derinleşiyor ve yayılıyor. Işsiz insan sayısı bir milyona ulaştı. Her gün 15,000 kadar işçi eylemde. Nüfusun %70’i, yoksulluk sınırının altında yaşadığını bağırıyor. Yoksulluğun kokusu ve çaresizliğin kokusu, tek bir nefeste tüm Sırbistan’a yayılıyor. Vatandaşın hoşnutsuzluğu, şiddetle bastırılamayacak kadar derin.
Miloseviç sistemi, bir “otoriter tecritçilik” doktrini altında işliyor idiyse, ve Djindjic’te de “otoriter modernizm” vardıysa, o halde, bu da bir otoriter ahmaklık sistemidir. Meşhur bir gazeteci, aşağıdaki satırları, Djindjic cinayetinden sadece birkaç ay önce yazmıştı:
“Tito Sırbistanı’nda, düşünmek tehlikeliydi, çünkü her an kendini hapiste bulabilirdin. Miloseviç Sırbistanı’nda düşünmek tehlikeliydi, çünkü vatan haini ilan edilebilirdin. Djindjic’in Sırbistanı’nda düşünmenin tehlikesi ise, had safhada yalnızlık ve yalıtılmışlık duygusu yaratmasından kaynaklanmakta, öyle ki, Miloseviç-sonrası aşırıların bir arada durma halinin devam etmesi halinde, kaçınılmaz olarak şu soru da akla gelecektir: “Akıl sağlığımı korumam mümkün mü?”
Djindjic-sonrası Sırbistan’da düşünmek çok tehlikeli, çünkü kendini hapiste bulabilirsin, vatan haini ilan edilebilirsin, ve ne olursa olsun, tam bir yalıtılmışlığın eşiğine getirilmektesindir.


Andrej Grubacic, Yugoslavya-sonrası Belgrad’tan sosyal bir eleştirmen ve tarihçidir.

Tamara Vukov, sosyal adalet aktivizmi ve alternatif medya (film/video, topluluk radyosu, ve dijital medya) ile on yıldır ilgilenmekte. Montréal Québec’te medya ve iletişim çalışmalarında doktora öğrencisi. Son web projesi olan Balkan Arabuluculukları ( http://www.pomgrenade.org adresine bakın), Kosova ve Yugoslavya’nın 1999’da NATO tarafından bombalanmasıyla Kuzey Amerikalılara yönelik soruları irdeliyor.

 


 
 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92