Robert Fisk’le
söyleşi. Amy Goodman, ‘democracynow’ isimli web
sitesinde Britanyalı gazeteci Robert Fisk ile
Irak’ta tanık olduğu olaylarla ilgili bir röpörtaj
yaptı.
Goodman:
Irak’ta geçirdiğiniz bir aydan sonraki düşünceleriniz
nelerdir?
Fisk: Kanımca
tarihin kendi kendini tekrar etme gibi bir özelliği
var. Bundan beş gün önce militan bir şii ile konuşuyordum.
Bir gazeteci ona “bugünlerde tarih yapıldığının
farkında mısın” diye sordu. Ben ise ona “tarihin
kendini nasıl tekrar ettiğini görüyor musun” diye
sorunca, şii milis bana döndü ve “evet” dedi “tarih
kendini tekrar ediyor”. O şii, Irak’ın 1917’de
İngilizlerce işgal edilmesinden bahsediyordu.
İşgal komutanı General Sir Stanley Maude Bağdat’a
girerken “biz sizi işgale değil, yüzyıllar süren
hükümden kurtarmaya geldik” diyen bir genelge
yazdırmıştı. Sonrasında Iraklılar kendi özgürlüklerini
İngilizler sayesinde değil, kendileri savaşarak
almak için İngilizlerle çarpıştılar. Ben bunun
aynısının Amerikalılarla tekrarlanabileceğini
düşünüyorum. Kanımca çok yakında yeni bir özgürlük
savaşı çıkacak. Gerçi bu savaşı ABD, teröristler,
El Kaide ya da Saddam’dan kalma cinayet şebekeleri
diye lanse edecek.
Son zamanlarda yazdıklarımın özeti şudur: Eğer
Irak’ın ulusal mirası korunmak isteniyorsa, o
halde neden 158 hükümet binasından ABD ordusu
sadece 2 tanesini (Petrol ve İçişleri Bakanlıkları)
korudular. Diğer bütün binalar yanıyordu. Eğitim
Bakanlığı bile yanıyordu hatta bazı binalar yanarken
ABD askerleri yanan binaların bahçelerinde keyifleniyorlardı.
Amerikalılar gelecek Irak hükümetine kalmış olan
tüm altyapıyı Petrol ve İçişleri dışında imha
ettiler. Bu bütün hikayeyi özetliyor. Ben Ulusal
Müze’ye, Osmanlı ve devlet arşivlerinin bulunduğu
Ulusal Arşivlere ve Kuran-ı Kerim’lerin bulunduğu
Diyanet İşleri binalarına ilk giren gazetecilerdenim;
dokümanlar üzerlerine benzin dökülerek yakıldılar.
Gözümle gördüm.
İronik ama 26 sayfa Osmanlı dokümanı kurtarmayı
başardım: Osmanlı kayıtları, zabıtlar, Mekkeli
şerif Hüseyin’den Bağdat Valisi Ali Paşa’ya mektuplar.
Ürdün sınırından geçerken Ürdünlü yetkililer bu
kağıtları benden aldılar ve geri vemediler. Onlardan
bana kağıtların geri verileceğine dair yazılı
bir beyanname istememe karşın başarılı olamadım.
Kuran-ı Kerim’lerin bulunduğu Diyanet Kütüphanesi
kundaklandıktan sonra, 3. Deniz Bölüğüne koştum
ve onlara bu muazzam kütühanenin yanmakta olduğunu
aktardım ve ne yapabileceklerini sordum. Amerikan
güçlerinin Cenevre Sözleşmesiyle saptanmış ahlaki
ve hukuki sorumlulukları var. Oradaki bir subay
eline telsizi alıp aynen şöyle dedi: “Arkadaşlar
galiba bir İncil Kütühanesinde yangın mangın mı
ne varmış, nerede gören var mı?” Adam “İncil Kütüphanesi”
diyerek konuştu askerlerine, ben askere kütüphanenin
tam yerini haritada gösterdim, fakat askerlerden
giden olmadı ve 16. yüzyıldan kalma tüm Kuran-ı
Kerim’ler yandı kül oldu.
Kısacası birilerinin devlet altyapısının ve Irak’ın
kültürel mirasının yokolmasında bir çıkarı var.
Amerikalılara göre bunlar Saddam’dan kalma örgütler.
Ben buna inanmıyorum. Eğer ben Saddam’dan (Amerikalıların
iddia ettiği bu) 20 bin dolar alsaydım, baktım
ki rejim devrilip gitmiş, “eyvallah” çeker parayı
cebe atardım. Neden gidip de kütüphaneyi yakmaya
kalkışıyım ki? Para cepte. Ama bugün bir yerlerden
birileri bu bakanlıkları ve müzeleri bilinçli
olarak kundaklatıyor. Kim buna izin verebilir
ki? ABD ordusu tüm o gücüne ve asker sayısına
karşın neden Cenevre Sözleşmesinde imza attığı
şartlara uymuyor. Sorum budur. Ancak yanıtım yok.
Amy Goodman: London Observer
gazetesinde, Müze’nin yağmalanabileceği ile ilgili
ABD’li sivil danışmanlardan gelen uyarıları Pentagon’un
gözardı ettiği hakkında yazılar çıktı. Yeniden-yapılandırma
ve İnsani Yardım Bürosu’nun Müze’yi savaş sırasında
yağmalanacak yerler arasında gösterdiği raporu
Pentagon’a savaşa başlamadan önce sunduğu biliniyor.
Bu raporda Müze’nin Merkez Bankası’ndan sonra
ikinci sırada geldiğini biliyoruz. Jay Garner’ın
bu konuyla ilgili olarak çok sinirli olduğunu
biliyoruz. Yeniden-yapılandırmadan sorumlu ABD
memurlarından biri Observer’a verdiği demeçte,
Pentagon’dan adam istediklerini, hatta askerler
keskin nişancılardan korkarsa tank istediklerini
ancak yanıt alamadıklarını söyledi. Tanklar Bağdat’a
geldi ama generaller onların kullanılmasını istemedi.
Fisk: Observer’ın haberi biraz geç kalmış.
Amerikalı arkeologlar ve Pentagon’un savaştan
önce ortak açtığı bir websitesi vardı, burda Irak’taki
tüm yağmalanma tehlikesi olan yerler belirtilmişti.
Müze de o listedeydi. Ben Müze’nin uydu fotoğraflarında
işaretlendiğini biliyorum ki, o fotoğraflar tüm
ABD askerlerinin ellerindeydi ve o binanın içinde
ne olduğunu da hepsi çok iyi biliyordu. Ben iki
hafta önce ordaydım ve Müze etrafında çatışmalar
vardı, mermiler havada uçuşuyordu. Müze’nin içinde
yağmalamaya gelmiş bir sürü çapulcu vardı, bunların
dışardaki silahlı arkadaşları onları kamyonetlerle
çıkışta bekliyorlardı. Kimilerinde anahtar vardı,
kapıları teker teker açıp diledikleri yerlere
girdiler. Yağma, detaylı, koordine ve planlı bir
şekilde gelişti.Yağmacılar ne istediklerini biliyorlardı.
Heykelleri almadılar, sadece yerlere devirdiler,
küpeler ve altın mücevherleri ise aynen aldılar.
Birkaç gün içinde Irak’ın o paha biçilmez hazineleri
Avrupa’da ve Amerika’da satışa çıktı. Bu bir tesadüf
değil.
Birinci olarak: Yağmacılar ne istediklerini bildiği
gibi yağmaladıklarını da hemen ülke dışına çıkarmayı
başardılar. İkinci olarak: Kundakçılar Bağdat’ta
ellerinde harita ile dolaşıyorlar ve hangi binaların
ABD tarafından savunulmayacağını biliyorlardı.
Unutmayın Bağdat’ta ne eletrik ne de su var. Bir
keresinde bir kundakçıyı görmüştüm üzerinde kırmızı
bir Tişört ve keçi sakallıydı. İkinci sefer aynı
adamı gördüğümde, tüfeğini bana doğrulttu. Kundakçılar
mavi beyaz otobüslerle geliyorlardı. Bunlar belediye
otobüsü değildi, zaten belediye otobüslerini yağmacılar
ele geçirmişlerdi. Ama kundakçılar kendi başlarına
bir orduydu. Ellerinde haritalar nerelere gidecekleri
belliydi. Haritaları onlara kim vermişti? Onlara
ABD’nin savunduğu binaların hangileri olduğunu
kim bildirmişti? Bunlar önemli sorular. Ne yazık
ki Doha’daki meslektaşlarım bu soruları ABD’li
yetkililere sormadılar. Nasıl olur da bu kundakçılar
ellerinde harita ABD’li askerler tarafından çevrilmeden
binaları ateşe verirler? Eğer bir soru varsa,
yanıtı da olmalı ve biz bir daha sormalıyız.
Goodman: University of
Chicago’dan Mezopotamya arkeologu Dr. Maguire
Gibson Müze’ye giden yağmacıların neden kaldıraçlar
ve forkliftlerle Müze’ye girdiklerine dair iyi
bir fikri olduğunu söyledi. Ona göre tüm bunlar
ülke dışından bir yerlerden ayarlanmış.
Fisk: Doğrudur, kimi kasalar ve odalar
anahtarla açılmıştı, çekiç ve balyozla, zorlamayla
değil. Adamlar kamyonlarla geldiler heykelleri
yüklemek için. Forklift getirdiklerini görmedim
ama olmaması için neden yok. Yağmadan sonra silahlı
müze bekçileri geldi ama çok geç kalınmıştı. Yağmacıların
önceden planlı geldiklerini biliyorum ama forklift
görmedim. Kundakçıların önceden planlı olarak
iş yaptıklarını da biliyorum. ABD askerleriyle
hiç karşılaşmadan bu işi bitirdikleri de doğru.
Amerikalıların kundakçılara müdahale etmediği
de doğrudur. Ne zaman bir yangın dumanı görsem
hemen arabamla o bölgeye gidiyordum. Bir keresinde
Eğitim Bakanlığı binasında bir piyade gördüm.
Askerin adı Ted Nyhom’du. Hastahaneyi savunduklarını
söyledi. Yan binayı göstererek “bakanlık binası
yanıyor” dedi, “aynı anda her yana yetişemeyiz”.
Ted iyi adamdı ama orada tuhaf birşey oldu. Hemen
yanıbaşındaki bakanlık binası yanarken Ted kılını
bile kıpırdatamadı. Üstlerinden ona müdahale konusunda
herhangi bir komut almamış olmaları ona garip
gelmiyordu. Bu sadece ordunun ahlaki seviyesinin
yüksekliği ya da düşüklüğü ile ilgili değil, burada
başka bir durum sözkonusu.
İngiliz ordusu, Savunma Bakanı Geoff Hoon’un “biz
Iraklıları özgürleştiriyoruz” sloganıyla Basra’ya
girdi. Ama Basra’daki hastahaneleri yağmalattık.
Amerikalılar bu konuda suçlular ama İngilizler
de az değiller. Bu tür yağmalar 1907 Lahey Konvensiyonu’nda
ve sonra da Cenevre Konvansiyonu’nda insanlığa
karşı savaş suçu sayılıyor. Amerikalılar bunu
çok iyi biliyorlar ve buna rağmen hiçbir önlem
almadılar. Irak’ın kültürel mirasının yağmalanmasını
engellemek için hiçbir şey yapmadılar; bıraktılar
ve Kuran-ı Kerimler yandı, arşivler ve bakanlıklar...
Bunun nedeni nedir, sorulmalı.
Goodman: İngiliz “The
Independent” gazetesi yazarı Robert Fisk ile konuşuyorduk.
Son bir ayı geçirdiği Bağdat’tan Beyrut’a yeni
döndü. Robert, sen Bağdat’taki hastahanelerde
oldukça zaman geçirdin; bize oradaki durumu, belki
ABD’de medyaya yansımayan yönleriyle aktarabilir
misin?
Fisk: Daha bu öğleden sonra birçok fotoğraf
çektim. ABD’nin misket bombalarıyla yaraladığı
Hilla ve Babilli çocukların fotoğraflarını çektim.
Açıkçası ben o çocukların o durumlarının fotğraflarını
çekmiş olmaktan dolayı da rahatsızlık duyuyorum.
Bir gazeteci olarak objektif olmam lazım, Irak
ordusu tankları ve siperleri sivillerin arasına
yerleştirdi ve bunu bilerek, ABD’nin sivillerin
arasına bomba atmayacağını umarak yaptılar. Fakat
Amerikalılar da sivil yerleşimleri bombaladılar.
ABD uçakları askeri hedefleri vuramadılar gerçi
ama, sivilleri vurdular.
Savaş iğrenç, vahşi ve sapıkça bir olay. Bunu
hep söylüyorum; savaş zafer ya da yenilgi değil,
acı ve ölüm, masum insanların bedel ödemesi demek.
Elimdeki şu resimlere bakarsanız, yüzü yanmış
küçük kızları görebilirseniz. Amerikan misket
bombaları tek kelimeyle iğrenç, ama bu resimleri
çekmek zorundaydım.
Kendi de acımasız ve vahşi olan Irak rejimi belki
de bu resimlerin çekilmiş olmasından dolayı mutludur,
zira onların propaganda savaşına yarıyor. Ama
bütün bu resimlerde onların da sorumluluğu var.
Ama beni gerçekten kızdıran ve iğrendiren, Amerikalıların
El Mansur semtine 5000 kg bombayı yağdırmasıydı.
Bu bombalar 2001’de Afganistan’daki Tora Bora
harekatında Bin Ladin’in sakladığı mağaraların
kayalarını delmek ve yıkmak için kullanılan bombaların
ta kendisi. Ve bu bombalar tam 14 tane sivilin
hayatına mal oldu. Doha’daki basın konferansında
Saddam’ın orada olduğunu düşündüklerini ve adli
tıp uzmanlarını göndereceklerini söylemişlerdi.
Ben o bölgeye daha sonra gittim ve hiç bir Amerikalı
yetkilinin oraya uğramadını teyit ettim. Bombardımandan
4 gün sonra gittiğimde bir bebek cesedinin kokuştuğunu
gördüm, Iraklılar zavallı bebeğin cansız bedenini
enkazın altından çıkamaya çalışırlarken, Amerikalılar
ise hala adli tıp uzmanı yollayacaklarını iddia
ediyorlardı. Ne Saddam ne de o adli tıp uzmanları
Mansur’a gelmediler. Çok çirkin. Ben gazeteciyim
ama insanım da... Çok çirkin buluyorum.
Yine de şunu kesinlikle ortaya koyalım, Saddam,
ki bence hala yaşıyor, en iğrenç olan. İranlıları
ve Kürtleri gazlayarak öldürdü. İranlılara karşı
gaz kullandığı zamanlar, ben kendi gazetem olan
The Times’da bu olayı yazmıştım. İngiliz Dışişleri
yetkilileri, editörümü arayarak bu yazının yayımlanmamasını,
çünkü Saddam’ın “bizim” müttefikimiz olduğunu
ve bunun doğru olmayacağını söyledi. Savaş insanı
ikiyüzlü yapıyor.
şimdi tekrar hastahanelere dönecek olursak; Amerikalılar
askeri hedefleri vurmak amacıyla sivil yerleşim
merkezlerini misket bombalarıyla dövdüler. Hilla
yakınlarında bir mahallede, sanıyorum Iraklı askerler
askeri teçhizatı sivil yerleşimin içine konuşlandırdılar.
Ama bu Amerikalılar açısından hiçbir şekilde mazeret
oluşturmaz, çünkü Cenevre Konvansiyonu’nda “korunması
gerekenler” başlığı altında, sivillerin askeri
hedef dahilinde bile olsa vurulmaması gerektiğine
dair spesifik paragraflar var. Ama Iraklı askerler
yine askeri teçhizatı kendi sivillerinin arasında
konuşlandırdılar. Hatta Amerikalıların yağmalanmasına
gözyumdukları Irak Ulusal Müzesi’nin etrafında
Irak siperlerini gözlerimle gördüm. Hatta bir
noktada siper 3000 yıllık kanatlı boğa heykelinin
etrafından dolaşıyordu. Kimi durumlarda SAM-6
mobil füze sistemlerinin sivil yerleşim alanlarına
park ettiğini gördüm. Irak ordusu sivilleri adeta
bir kalkan olarak kullandı. Ancak Amerikalılar
bunu bile bile yine de sivil yerleşimleri bombaladılar.
O halde savaş suçlusu kim? Kanımca ikisi de. Buyrun
işte sözün özü.
Goodman: Sayın Fisk,
Irak’ta kaç sivilin ölmüş olabileceğine dair herhangi
bir tahmininiz var mı?
Fisk: Olanaksız. Not defterime gezdiğim
bölgeleri teker teker not ettim. Hastahane hastahane,
gün gün ölüleri yazdım, doktorlarla konuştum,
onlardan da bilgi aldım. Ancak Irak genelinde
bir sayı isterseniz bu olanaksız, çünkü devrik
Irak rejimi kendi istatistik tutmadı ve bilirsiniz,
savaşı kazanan sayıları da kazanır. şimdi istatistik
bütünüyle ABD’nin kontrolünde. Ama binlercesi
ölmüş olmalı.
Highway 8 olarak bilinen otoyolda çok korkunç
bir olay başımdan geçti. Dicle boyunca giden bu
otoyol Bağdat Üniversitesi’nin içinden geçiyor.
Cumhuriyet Muhafızları ABD 3. piyade tümenini
burada tuzağa düşürdüler. Çatışmalar dindikten
sonra olay yerine vardığımda, ordaki siviller
ve Amerikalı askerlerle konuştum. Çatışma savaşın
son Pazartesisi’nde gerçekleşti ve otoyolda yoğun
bir sivil trafik vardı. 3. piyade tümeninin komutanı
bana otoyoldaki sıvil araçları gördüğünü ve adamlarına
uyarı ateşi açmalarını söylediğini aktardı. Askerler
iki üç el havaya ateş ettikten sonra arabalara
doğru ateş etmişler. Ve komutanın sözlerini aynen
aktarıyorum, şöyle dedi: “Benim adamlarımı korumak
gibi bir görevim var, ben ne bileyim o sivil otolarda
patlayıcı mı var, elbombası mı var?” Ve sonuçta
Amerikan tankları o sivil otolara ateş açtılar.
Tankların parçalara ayırdığı arabalara doğru gittim.
Bir arabanın arka koltuğunda kapkara yanmış bir
kadın vardı. Yanında kocası ya da ağabeyi vardı,
o da ölmüştü. Amerikan M1-A1 tankının ikiye ayırdığı
arabadan bir bacak sarkıyordu. Çocuklarıyla arka
koltukta ölü yatan annenin, bebeklerini yatırdığı
yastık hala elinde duruyordu. Asıl tuzak buydu.
Sivilleri vuran makinenin adı RPG- 7’dir. Bir
keresinde tankın içindeyim. Üzerinde iki Cumhuriyet
Muhafızı olan bir motosiklet geçiyordu; tank ateş
etti, adamlardan biri anında öldü, diğeri ise
yaralı olarak yere düştü. Amerikalı asker tankın
içinden çıktı ve yaralı Cumhuriyet Muhafızını
aldı, tanka getirdi ve yaralarını tedavi etti.
Bana bunun ikinci yardım ettiği Cumhuriyet Muhafızı
olduğunu da söyledi. Fakat bu olaydan hemen sonra
aynı tankçı sivillerin üzerine ateş açtı. İnanamadım.
Üç gün sonra aynı noktadaydım; sivillerin cesetleri
sokakta açıkta duruyordu. Her yana dağlımış ceset
parçalarının üzerinde sinekler uçuşuyordu. Bir
Amerikalı görevli Kızılay elemanlarını çağırarak
cesetleri götürmelerini istedi. Cestler kenara
çekildi ama bu sefer de kenarda kaldılar. Bu olay
bir gerçektir. Gözlerimle gördüğüm bir gerçek.
Goodman: Gazeteciler
hakkında ne söyleyeceksiniz? Tam 14 meslektaşınızı
kaybettiniz, bu son yıllardaki en yüksek gazeteci
ölümü sayısı.
Fisk: Savaşı haber vermek isteyen gazeteci
sayısı bu savaşta oldukça arttı ve bu artışla
beraber haber üretirken, görev başında yaşamını
yitiren gazeteci sayısının artması da beklenebilir.
Yalnız bazı olaylar var. Basra’nın kuzeyinde Amerikan
cephesine giren ITV muhabiri, haber merkezine
dönerken yanındaki arkadaşlarıyla beraber Amerikan
askerleri tarafından vurulmuştu. Asıl Filistin
Oteli’nin taranması var ki, o çok ciddi bir olaydı.
O taramanın daha öncesinde başka bir olay olmuştu.
Aynı günün sabahında, El Cezire Televizyonu’ndan
bir muhabir, Tarık Eyüp, öldürülmüştü. şans eseri
ben bu olaydan dört gün önce, o televizyon kanalının
binasının çatısından Katar’a yapılan yayına katılmıştım.
Bu canlı yayın esnasında, bir Cruise füzesi binanın
tepesinden başımızın üzerinden geçerek Dicle kıyısına
düştü. Ve ben sonra Tarık’a dedim ki; “Bence burası
dünyadaki en tehlikeli basın binası, siz burada
gerçekten tehlike altında iş yapıyorsunuz.” O
da bana katılmıştı. Binada kurşun izleri, etrafında
kovanlar vardı. Dört gün sonra, yine çatıda canlı
yayına hazırlanırken, arkadaşlarının aktardıklarına
göre, bir Amerikan jeti görenlerin çatıya ineceği
hissini verecek kadar alçalmış ve sonra çatıyı
bombalamaya başlamış. O uçaktan çıkan füzelerden
biri, Tarık Eyüp’e isabet etmiş. Dört saat sonra,
Amerikan M1 A1 Abrams tankı Cüremiye köprüsünden
Filistin Oteli’ne ateş açtı, ateş açılan binada
Reuters ofisi vardı. Reuters ofisindekiler o sırada
köprünün üzerinden kendilerine ateş açan tankları
kameraya kaydediyorlardı.
Ben ise o sırada tanklar ile otel binası arasında
bir yerdeydim. Başımın üzerinden büyük bir gürültüyle
geçen tank mermilerini gördüm, binaya saplandı
ve bum! Korkunç bir patlama ve beyaz dumanlar
çıkıyor. Hemen anlaşıldı ki, biri Reuters’den
biri de İspanyol televizyonundan iki meslektaşımızı
kaybettik. Reuters muhabiri kanlı yatak örtüleri
içinde çıkarılmaya çalışılmış, fakat saldırıdan
yarım saat sonra ölmüştü. Mermi parçalarından
biri de, Lübnanlı bir kadın meslektaşımızın kafasına
saplandı. Beyin ameliyatından sonra biraz düzeldi
gibi. Beyrut’ta Financial Times muhabiri ile evlidir
kendisi. En azından hayatta kaldı. İlk tepkiler
çok ilginçti. BBC bunun bir Irak tankından gelen
mermi olduğunu bildirdi. Birileri sanki gazetecilere
gözdağı vermeyi düşünmüş olmalı. Daha sonra ortaya
çıktı ki, Fransız kanalı TV3 Amerikan tanklarının
tüm hareketlerini kayda almış, onların ofisine
gittim, bandı bana izlettiler. Önce Amerikan tanklarını
görüyorsunuz, saldırıya beş dakika kala sessiz
sessiz ilerliyorlar. Başlangıçta hiç saldırı yapacak
gibi bir halleri yok, sonra namlularını Filistin
Oteli’ne doğrultuyorlar ve yine gayet sakin ateşe
geçiyorlar. Bunların hepsi bantta kayıtlı, izledik.
Sonra ateşten sonra, kamera sallanıyor, binadan
düşen boya parçalarını görüyorsunuz. Dört beş
dakika boyunca hiçbir şey olmuyor. Amerikalılar
hiçbir bilgi sahibi olmadıklarını söylemişlerdi.
Fransızların elinde film olduğu açıklanınca, bu
sefer de tanklarının Irak tank ve keskin nişancılarının
tehditi altında olduğunu ve o nedenle kendini
savunduğunu açıkladılar, ki bu kesinlike doğru
değil. Ama bilmedikleri birşey vardı, o da Fransız
filminin Amerikan tanklarını saldırıdan çok daha
öncesine kadar kaydettiğiydi. Bu açıklamaları
yapan 3. Piyade Bölüğü komutanı General Buford
Blount savaştan önce Fransız Le Monde gazetesine
böbürlenerek uranyumlu mühimmat kullanacağını
söyleyen adamın ta kendisi. Zaten Filistin Oteli’ne
isabet eden de uranyum mermisiydi. Bu adam, önce
tankların keskin nişancıların ateşi altından olduğunu
ve Filistin Oteli bombalandıktan sonra ise, keskin
nişancı ateşinin kesildiğini iddia etti. Kısaca
bu generalin iddiası şudur: birileri Reuters ofisinden
Amerikan tanklarına ateş açmış. Bu kadar saçma
ve adice bir yalan olamaz. Blount gazetecilerin
öldürülülmesi vahşetinin üstünü örtmek için böyle
bir yalana başvurdu. İlginçtir, Amerikalılar Bağdat’a
girdiklerinde hiç bir gazeteci bunu yazmadı, -gerçi
ben yazmıştım ama- Amerikalıların Bağdat’a ne
zaman girdiklerinin bilinmesi gerekiyordu. Cüremiye
Köprüsü’nden geçen tanklardan birini durdurdum,
askere “otele ateş edenin hangi tank olduğunu
biliyor musun?” diye sordum, o da bana Bağdat’ta
yeni olduğu ve durumlardan bir bilgisi olmadığını
söyledi. Gerçi o askerin ne zaman Bağdat’a yollandığını
bilemeyiz, yeni de gelmiş olabilir. Ancak şurası
kesin ki, daha Amerikan askerleri tam olarak Bağdat’ı
elegeçirmeden yaptıkları bu saldırının üstünü
“keskin nişancılardan korunmak” olarak örtemeye
çalışmaları çok vahim bir durumdur ve generalin
yalan söylediğine eminim. Koca bir yalan. Benim
meslektaşlarıma karşı işlenmiş bir suçtur bu.
Lübnanlı Samia Mahul, Ukraynalı kameraman, Reuters
ve İspanyol kameramana karşı değil hepimize karşı
işlenmiş bir suçtur bu. Generalin söylediği bu
yalan, yalanların en iğrencidir. Bir gazeteci
olarak bunları söylemek zorundayım, general Blount
özür bile dilememiş ve bu işten sıyrılmıştır.
Bundan dolayı hepimiz çok üzgünüz.
Goodman: Fransız gazetesi
Nouvelle Observatoure, Wolford soyadlı Amerikan
yüzbaşının, resmi görüşün tersine, Filistin Oteli’nden
ateş açılmadığını teyit ettiğini yazdı. Ancak
otelin balkonlarından dürbün camlarından yansıyan
ışıklar gördüğünü söyledi. Kendilerine Filistin
Oteli’nde uluslararası gazetecilerin kaldığının
hiçbir şekilde bildirilmediğini de söyledi...
Fisk: Ben de bu hikayeyi duydum. şimdi,
eğer Amerikan komutanları hangi gazeteciler hangi
otellerde, hangi binalarda uluslararası kamuoyundan
kimler kalıyor gibi konularda bilgilendirilmedilerse
bu Amerikan ordusu hakkında bize çok bilgi vermez.
Bakın ben Amerikalı askerlerin özünde kötü ya
da ahlaksız insanlar olduklarını düşünmüyorum.
Birçok Amerikan deniz piyadesiyle konuştum, bana
“biz asker değiliz” dediler, benim gibi bir İngiliz
için kulağa saçma gelse de, onları anlıyorum.
Gayet düzügün çocuklar. Bir keresinde genç bir
piyade geldi, bana evini ve eşini aramak istediğini
söyledi, cep telefonumu kullanmak istedi. Verdim.
Bana “meslektaşlarınızın ölümünden dolayı çok
üzgünüm bayım” dedi. Bence içtendi. Bence bu çocuklar
özünde katil değiller. Öyle Amerikan askerleri
şeytana uyuyorlar gibi fikirlere kapılmamak gerekir.
Ben bunlara ehemmiyet vermem. Kanımca onlar düzgün
çocuklar ve düzgün olarak kalmak istiyorlar. Ama
generalleri (Buford Blount gibi) yalan söylediğinde
eminim onlar zorda kalıyorlardır. Ve o general
bu konuda yalan söyledi. O da bir asker.
Benim gördüğüm askerler bu konuda oldukça olumlulardı.
Sanıyorum onlar durumun vehametinin farkına vardılar.
Bu askerler gazeteci ölümlerinden dolayı üzgünler
ve kendilerinin neden olduğu sivil ölümlerinden
dolayı da çok üzgünler. şu 8. Otobanda sivillerin
üzerine ateş açan komutanın da düzgün bir adam
olduğunu söylemiştim ama notlarıma bir bakıyorum
ve o öldürülen sivillerin üç gün sonrasında hala
yerlerde kokuşmaya bırakıldığını hatırladıkça,
o kişiyle ilgili lafımı geri alıyorum. Yine de
bence Amerikalı askerler özünde kötü çocuklar
değiller. Yaptıkları işe inanarak yapıyorlar -bir
noktaya kadar ama. Onlar bu savaşın onurlu bir
savaş olduğunu düşünüyorlar, ki ben aynı fikirde
değilim. Ama bu çocuklar savaştan önce bu savaşa
inandırılmışlar, yönlendirilmişler ve bunun başında
General Blount gibi liderler var. Eğer her ışık
saçan pencereye “keskin nişancı” diye ateş etme
hakıını buluyorsa bir asker ve bu ateşin hedefi
savaşı tüm yönleriyle aksettirmeye çalışan gazetecilerse
ve sen bu cinayeti tümüyle örtbas edebiliyorsan,
işte orada bir problem var demektir. İşin ucu
en nihayetinde Beyaz Saray ve Başkan Bush’a dayanıyor.
Bu olaylar gelişirken benim üzüntülerimi paylaşan
ve bana yardım eden birçok deniz piyadesi de tanıyorum.
Bir keresinde bir Amerikan tankına nereden geldiği
belli olmayan ateş açılmıştı. Tank durdu ve kendini
çekti, etrafa ateş açabilir ve sivilleri vurabilirdi.
Ama yapmadı. O tankın içindeki askerler ahlaklı
davrandılar. Yorgunlardı, kaç gündür yıkanmamışlar
ve korkmuşlardı. Gerçi ben başkalarının ülkesini
işgal eden bir ordu için fazla da acıyarak konuşmak
istemiyorum.
Kimi durumlarda Amerikan tankları sivillere ateş
açtılar, ki bu bir savaş suçudur.
Biliyoruz ki, savaş esasen masum insanların acı
çekmesi ve ölmesinden ibaret kocaman bir suçtur.
Zaferler, yenilgiler ya da kimi başkanların idealleri
(Bush hakkında konuşmaktan artık sıkıldım) değil.
Hele o dünyanın en gaddar adamı Saddam... Nerede
bu adam? Sayın Goodman, sizin asıl son sorunuzun
bu olması gerek, Saddam nerede sizce?
Goodman: Daha o noktaya
gelemedim, ama...
Fisk: Soracaksınız ama değil mi?
Goodman: OK, peki Saddam
nerede?
Fisk: Benim bu konuda bir önyargım var,
ben Saddam’ın kesinlikle Minsk’de olduğuna inanıyorum.
Eski Sovyet Cumhuriyetlerinden Belarus’ta. Size
nedenini anlatayım. İran savaşı -oh pardon Freudyen
bir dil sürçmesi oldu- Irak savaşı başlamadan
önce ben Minsk’teydim. Misnk viski, yolsuzluk,
rüşvet ve hayat kadınlarının kol gezdiği bir kent.
Tam Baas Partisi’nin ‘ağzına layık’. Sekiz hafta
önce Beyrut’ta bir yerel gazetede Belarus Olimpiyat
Komitesi’nin Saddam’ın sevgili oğlu Uday’ı Minsk’e
bir satranç turnuvasına davet ettiği haberini
okudum. O anda dedim ki “işte oraya gidecekler.”
şimdi parçaları birleştirdiğin zaman, Rus konvoyuyla
Suriye’ye oradan da Minsk’e girmiş olmaları olasılığı
o kadar da komik değil. Bundan editörüme bahsettim,
bana “hemen Minsk’e git” dedi, “Aman” dedim, “beni
oraya yollama, ben Oratadoğu’da mutluyum.” şimdi
Saddam bu gece de elegeçebilir ya da ölmüştür
ya da hakikaten Minsk’tedir. Bu konuyla ilgili
hiçbir bilgim yok.
Goodman: Sayın Fisk,
şiiler ve Sünniler arasında bir içsavaş bekliyor
musunuz?
Fisk: Eğer bir savaş çıkacaksa, Sünniler
ve şiiler arasında olmayacak. Sünnilerle şiiler
Amerika’ya karşı kurtuluş savaşı başlatacaklar.
Kanımca zaten bu savaş devam ediyor. Kürtler bu
savaşta farklı bir durumdalar, ancak Sünni ve
şii Araplar kendi içlerinde işgalcilerden kurtulmak
için birleşecekler. Bilirsiniz, Ortadoğu’da tarihin
cilvelerinden kaçamazsınız. Amerika’nın Irak’a
girmesinden iki hafta önce İngiltere’nin güneybatısında
Swinden kasabasında bir belge açık artırmaya çıktı.
Ben de katıldım. Bu doküman esasen General Stanley
Maude tarafından 1917’de İngiliz işgali sırasında
kaleme alınmış. Doküman, Zilaye kenti sakinlerine,
ki bu Bağdat kenti oluyor, sesleniyor: “Biz buraya
işgal için gelmedik, biz buraya sizi yüzyıllar
süren boyunduruktan kurtarmak için geldik.” Bugün
bu, George Bush’un iddiası. Bu açık artırma ile
ilgili gazetemde yazım çıktı, sonra açık artırmayı
düzenleyenler beni aradı. İronik ama, bıunlar
sürgünde yaşayan üç Iraklı. Sonra ben de açık
artırmaya katıldım, önce 156 dolardan açıldı,
sonra ilgi artınca ben de asıldım ve doküman 2000
dolara çıktı. Ama sonuçta ben kazandım ve dokümanı
satın aldım. Sir Stanley Maude’nin kalem aldığı
“Irak’a özgürlük getireceğini” iddia eden manifesto
şimdi benim. Bugün de Amerika benzer, hatta aynı
uslupta bir duyuru yayımladı, “Irak’ı özgürleştireceğini”
iddia eden. Bazen soruyorum kendi kendime, acaba
insanlar hiç ama hiç tarih kitabı okumuyorlar
mı diye...
Goodman: The Independent
gazetesi muhabiri Sayın Robert Fisk ile konuşuyoruz.
Çok yorulmuş olmalı kendileri. Bağdat’ta bir ay
gece gündüz çalıştı.
Fisk: Evet öyle, kendileri çok yorgun.
Goodman: Size Judith
Miller’ın New York Times’da yayımlanan raporu
ile ilgili sormak istiyorum. Miller raporunda
eski Iraklı bir atom mühendisinin, savaş başlamadan
sadece günler önce Irak’ın elindeki tüm kimyasal
ve biyolojik silahları özenle imha ettiğini ve
hatta 1980’lerden bu yana elindeki tüm konvensiyonel
olmayan silahları Suriye’ye aktardığını ve bu
transferin son yıllarda arttığını açıkladığını
yazıyor.
Fisk: Aman ne güzel, böylesi “özel” raporların
bu günlerde ortalara çıkmasının tam zamanı. Bakın,
ne zaman Judith Miller’ı okusam şöyle gülümserim...
Sayın Goodman, kusura bakmayın ama bana Judith
Miller’la ilgili bir şey sormayın, ciddiye almıyorum.
Goodman: O halde size
Suriye’nin bir sonraki hedef olmasını nasıl karşıladığınızı
sorayım.
Fisk: Amerika Suriye’yi işgal etmez, çünkü
Suriye’de petrol yok. Amerika Suriye’yi zorlar,
tehdit eder, tüm bunları da İsrail adına yapar,
ama işgal etmez. Çünkü Suriye’nin işgal edilmeye
değecek kadar petrolü yok. Yanıtım: Hayır. ABD
Suriye’ye girmez.
Goodman: Irak’tan ayrılırken
son görüşlerinizi alalım, örneğin Irak’ta Körfez
Savaşı’ndan bu yana neler değişmiş? Bundan sonra
nerelere gitmeyi planlıyorsunuz?
Fisk: General Allenby’nin Kudüs’e ve General
Sir Stanley Maude’nin de Bağdat’a girmesinde sonra
ilk kez bir Arap başkenti Batılı orduların kontrolünde.
Bundan başka, İkinci Dünya Savaşı’nda Fransız
ve Amerikan ordularının şam ve Beyrut’a girdiği
kısa bir dönem de olmuştu. Ama bu Vichy Fransası’nın
düşmesinin bir sonucuydu. Sömürgeleşmenin bir
sonucu değildi. şimdi Amerikan kuvvetleri Arap
dünyasının en varlıklı ülkesindeler. Bana kalırsa,
bunun şok dalgaları bölgeyi sarsmaya yıllarca
devam edecek. Ne askerler ne de bu savaşa giren
liderler, bu savaşın sonucunda bizi nelerin beklediğini
biliyor. Bugünlerde sömürgeciliğin yeni bir döneminde
girdik.
Ben 56 yaşındayım. Ve sanırım ben bu savaşın sonunu
göremeyeceİim. Ancak şunu söylemeliyim ki, 27
yıldır Ortadoğu’da yaşıyorum, ben henüz böylesi
tarihi olayların birden cereyan ettiği bir dönem
hatırlamıyorum. Sonuçlar iyi olur mu, bilemiyorum.
Irak’a kitle imha silahlarını yok etmek için girmedik.
Öyle olsaydı, Kuzey Kore’ye girmemiz gerekirdi.
Ben Irak’a insan hakları ihlallerinden dolayı
girdiğimizi de hiç düşünmüyorum, çünkü Saddam
Batı’nın müttefiki iken hiç sesimiz çıkmamıştı.
Biz oraya petrol için gittik. Petrolü ele geçirsek
de, bunun bedeli çok ağır ödenecek. Bundan fazlasını
da bilemiyorum zaten. Benim sihirli kürem çoktan
kırıldı gitti. Ama ben olayları izlemeye devam
edeceğim, sanırım şundan dolayı; babam Birinci
Dünya Savaşı’nda askerdi ve benim bu savaşa karşı
her zaman bir merakım olmuştur; ben galiba tarihin
açılımını gözlemek istiyorum. İsrail Haaretz gazetesi
yazarı Amira Haas’ın “gazetecinin asli görevi
güç merkezlerini gözlemektir” sözlerini hatırlatarak,
ne yazık ki hala bunu yapamadığımızı belirtmek
istiyorum. Bizlerin görevi, devletlerin ve liderlerin
yaptıklarıyla ilgili ne yalan söylediklerini ortaya
çıkarmaktır. Ve biz bunu hakkıyla yapamıyoruz.
Ne yazıktır ki yapmıyoruz.
Goodman: Size bunu yaptığınız
için teşekkür ederiz.
|